local representive

June 3, 2017 | Autor: Bedrettin Kesgin | Categoría: Representation
Share Embed


Descripción

1

T. C. İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ TÜRKİYE ARAŞTIRMALARI UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ

Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Sabahattin BALCI Prof. Dr. Yadigar İZMİRLİ Prof. Dr. Yahya Kemal YOĞURTÇU Öğr. Gör. Filiz KATMAN Öğr. Gör. Ekrem Ersin CESUR

ISBN: 978-605-4303-01-4 Ekim 2009

Tasarım: GEAJANS Baskı: Ceren Matbaacılık İstanbul

Yayınlanan bildirilerin içeriklerinden ve savunulan görüşlerden, bilimsel ve etik kurallara uygun olup olmadığından, yapılan alıntıların aslına uygunluğundan, bildirinin yazar ve/veya yazarları sorumludur. İstanbul Aydın Üniversitesi yazarlar tarafından ileri sürülen fikirler ve yapılan yorumlarla ilgili herhangi bir sorumluluk kabul etmez. Yayımlanan bildirilerden ancak kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazının içeriğinde olabilecek çarpıtmalardan alıntıyı yapan ve yayımlayan kişi ya da kuruluşlar yasalar karşısında sorumludur. 2

İÇİNDEKİLER TAKDİM

BİLİM KURULU VE DÜZENLEME KURULU PROGRAM

SEMPOZYUM KONU BAŞLIKLARI

5 7

8

17

KATILIMCILAR

19

OTURUM BAŞKANLARI

23

AÇILIŞ KONUŞMACILARI BİLDİRİ SAHİPLERİ

BİLDİRİ METİNLERİ

AÇILIŞ KONUŞMALARI AÇILIŞ OTURUMU

I. OTURUM: TEMSİLİ DEMOKRASİYE ALTERNATİF BİR MODEL OLARAK MÜZAKERECİ DEMOKRASİ

II. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE KURAMSAL

20 29 41 42 52 65

VE UYGULAMALI YAKLAŞIMLAR

106

VE UYGULAMALI YAKLAŞIMLAR

137

VE UYGULAMALI YAKLAŞIMLAR

171

V. OTURUM: MEDENİYETLER ARASI DİYALOGDA MÜZAKERECİ DEMOKRASİ

216

III. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE KURAMSAL IV. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE KURAMSAL 16 NİSAN 2009 AÇILIŞ

VI. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİ GÜÇLÜ BİR

214

SİVİL TOPLUM YARATMA PROJESİ Mİ?

241

SİVİL TOPLUM YARATMA PROJESİ Mİ?

290

TÜRK SİYASAL YAŞAMINDAKİ YERİ

346

TÜRK SİYASAL YAŞAMINDAKİ YERİ

387

TÜRK SİYASAL YAŞAMINDAKİ YERİ

411

İDEAL DEMOKRASİ MÜZAKERECİ DEMOKRASİ Mİ?

456

VII. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİ GÜÇLÜ BİR VIII. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE YEREL BİR BAKIŞ: IX. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE YEREL BİR BAKIŞ: X. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE YEREL BİR BAKıŞ: KAPANıŞ VE DEĞERLENDİRME OTURUMU:

3

4

TAKDİM

Temsili demokrasinin meşruiyetinin giderek daha fazla sorgulandığı günümüzde yeni demokrasi arayışları söz konusudur. Bu arayışın yansımalarından biri de 1980’li yıllardan beri temsili demokrasiye alternatif bir model olması hedeflenen müzakereci demokrasi teorisidir. Müzakereci demokrasi, tabandan tavana halkın demokratik yönetim süreçlerine doğrudan katılımını ve kararlar almasını hedefleyen doğrudan demokrasi olarak nitelenebilecek bir demokrasi türüdür. Bu anlamda Hegelci “birey-sivil toplum-devlet” ayrımında müzakereci demokrasi bireyin demokratik karar alma mekanizmalarına aktif olarak katıldığı güçlü bir sivil toplumu öngörmektedir. Hedef demokratik kaderini ve geleceğini doğrudan sivil ve politik müdahaleyle değiştirebilme gücüne daha fazla erişmiş bir politik insan ve sivil toplum modelini oluşturabilmektir. “İstanbul Aydın Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi (TAM)” olarak müzakereci demokrasinin daha güçlü bir sivil toplum yaratma idealini toplumsal barışın devamlılığı ve güçlenmesi adına önemsiyor, geleceği bir sivil toplum çağı olarak öngörüyoruz. Bu çerçevede müzakereci demokrasi teorisini farklı boyutları, teorik olasılık ve sorunsalları, uygulama denemeleriyle değerlendirmeyi hedefliyoruz. Heterojen toplum yapısının vermiş olduğu kültürel zenginlik üzerine inşa edilen Türk demokrasisi, müzakereci demokrasi tartışmalarına çok elverişli bir platform sunmaktadır. Ülkemizin sorunlu ancak nihai noktada demokrasinin temel bir tercih olarak baskın olduğu siyasi tarihi, uzlaşma kültürü, zengin toplumsal yapısı, giderek güçlenmekte olan sivil toplumu müzakereci demokrasinin muhtemel pratik uygulamaları açısından umut vaat ettiği kanaatindeyiz. Bu tespitler çerçevesinde yeni bir demokrasi önerisi olan müzakereci demokrasi konusuna odaklanan Sempozyuma konunun uzmanı olan değerli akademisyenlerin katkıları aracılığıyla yaşadığımız yüzyıla ve parçası olduğumuz topluma karşı sorumluluğumuzu yerine getirmede önemli bir adım atacağımıza inanıyoruz. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Hayati Yazıcı, Devlet Bakanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın ve Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin’in açılışını teşrifleriyle onurlandıracakları sempozyumun açılış oturumunda Prof. Dr. Fuat Keyman, Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne ve Prof. Dr. Elihu Katz yer alacaktır. 15-16 Nisan 2009 tarihlerinde düzenlenecek sempozyuma Amerika Birleşik Devletleri, Afrika, Çek Cumhuriyeti, İsrail ve ülkemizdeki üniversitelerden katılacak 50 bilim insanının, gerçekleştirilecek 10 oturumda “Müzakereci Demokrasi Teorisi”ni kuramsal ve uygulamalı boyutta, medeniyetler arası diyalog, sivil toplum, Türk siyasal yaşamı ve teknolojik dönüşüm bağlamında derinlemesine tartışması beklenmektedir. Bu sayede sempozyumun temsili demokrasinin sorgulanması ve muhtemel müzakere pratiklerinin ortaya konulmasına katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Ayrıca, sempozyum çerçevesinde organize edilecek sosyal ve kültürel etkinlikler ile katılımcıların sempozyumdan bilimsel beklentilerinin karşılanmasının yanı sıra medeniyetlerin beşiği olan İstanbul’umuzun eşsiz tarihi ve kültürel hazinelerinin bulunduğu mekanları da ziyaret ederek müstesna ikliminde yaşamanın hazzını tadacaklarını memnuniyetle ifade etmek istiyorum. Bu vesile ile sempozyuma katılan ve katkıda bulunan herkese, kurum ve kuruluşlara, içtenlikle teşekkürlerimi sunarken hoşgeldiniz diyor, sempozyumun başarılı geçmesini temenni ediyorum. Prof. Dr. Sabahattin BALCI Rektör Yardımcısı Sempozyum Genel Koordinatörü 5

6

GENEL KOORDİNATÖR Prof. Dr. Sabahattin BALCI Rektör Yardımcısı BİLİM KURULU

DÜZENLEME KURULU

rof. Dr. Yadigar İZMİRLİ P Prof. Dr. Ali KARACA Prof. Dr. Ali Yaşar SARIBAY Prof. Dr. Atilla ÖZER Prof. Dr. Betül ÇOTUKSÖKEN Prof. Dr. Carol GOULD Prof. Dr. Cemil OKTAY Prof. Dr. Fatmagül BERKTAY Prof. Dr. Fuat KEYMAN Prof. Dr. Hasan TUNÇ Prof. Dr. Hüseyin HATEMİ Prof. Dr. İlter TURAN Prof. Dr. Ionia KUÇURADİ Prof. Dr. James FISHKIN Prof. Dr. Kazım SARIKAVAK Prof. Dr. Kenan GÜRSOY Prof. Dr. Mithat SANCAR Prof. Dr. Mümtaz’er TÜRKÖNE Prof. Dr. Naci BOSTANCI Prof. Dr. Ömer ÇAHA Prof. Dr. Salih GÜNEY Prof. Dr. Süleyman Seyfi ÖĞÜN Prof. Dr. Toktamış ATEŞ Doç. Dr. Yalçın AKDOĞAN Doç. Dr. Nuray MERT Doç. Dr. Yaşar ONAY Doç. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK Doç. Dr. Hayati TÜFEKÇİOĞLU Yrd. Doç. Dr. Zeynep KARAHAN USLU

Prof. Dr. Sabahattin BALCI Prof. Dr. Yadigar İZMİRLİ Prof. Dr. Güneri AKALIN Prof. Dr. Belkıs GÜRSOY Prof. Dr. Salih GÜNEY Prof. Dr. Yahya Kemal YOĞURTÇU Prof. Dr. Tamer İNAL Prof. Dr. Ali KARACA Prof. Dr. Ömer ÇAHA Doç. Dr. Nuray MERT Doç. Dr. Yaşar ONAY Yrd. Doç. Dr. Zeynep KARAHAN USLU Filiz KATMAN Ekrem Ersin CESUR

İstanbul Aydın Üniversitesi Florya Yerleşkesi Beşyol Mah. İnönü Cad. No: 40 Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 425 61 51 / 1162 www.aydin.edu.tr/tam/umds www.aydin.edu.tr 7

PROGRAM

15 Nisan 2009 Çarşamba 15 April 2009 Wednesday

08:30–09:30

Kayıt



Registration

09:30–11:00

Açılış



Opening

Yrd. Doç. Dr. Zeynep Karahan Uslu Prof. Dr. Mehmet Salih Çelikkale Dr. Mustafa Aydın

Türkiye Araştırmaları Merkezi Md. Turkey Research Center Director

İstanbul Aydın Üniversitesi Rektörü Rector

İstanbul Aydın Ünv. Müt. Hyt. Bşk. Chairman, Board of Trustees

Mehmet Ali Şahin Adalet Bakanı Minister of Justice Hayati Yazıcı

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Minister of State and Deputy Prime Minister

11:00–11:15

Kahve Arası

Coffee Break

11:15–12:30

Açılış Oturumu

Opening Session

Oturum Başkanı



Chair: Prof. Dr. Adem Sözüer

Prof. Dr. Fuat Keyman, Koç Üniversitesi “Müzakereci Demokrasi: Türkiye’de Demokrasinin Güçlendirilmesi” “Deliberative Democracy: Strengthening Turkish Democracy” Prof. Dr. Elihu Katz, Pensilvanya Üniversitesi ve Kudüs İbrani Üniversitesi “Müzakere ve Katılımın İki Açmazı” “Two Dilemmas of Deliberation and Participation” Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Yazar Writer “Türk Siyasetinde Müzakereci Demokrasi İmkanı ve Yeni Anayasa Tartışması” “Feasibility of Deliberative Democracy and New Constitution Debate in Turkish Politics” 8

12:30-13:30

Öğle Yemeği

Lunch

13:30-14:30

Paralel Oturumlar

Parallel Sessions

I. OTURUM I. SESSION A Blok Konferans Salonu A Block Conference Hall Temsili Demokrasiye Alternatif Bir Model Olarak Müzakereci Demokrasi Deliberative Democracy as an Alternative Model to Representative Democracy Oturum Başkanı



Chair: Prof. Dr. Rıfat Ortaç

Prof. Dr. Kazım Sarıkavak, Gazi Üniversitesi “K.R. Popper’a Göre Demokrasi” “K.R. Popper’s Democracy Conception” Doç. Dr. Muammer Tuna, Muğla Üniversitesi “Demokratik Müzakere Süreci Bağlamında Demokrasi Kültürü” “Democracy Culture in the context of Democratic Deliberatization Process” Doç. Dr. Gary Remer, Tulane Üniversitesi “Müzakereci Demokrasi ve Konuşmaya Karşı Siyasi Hitabet: Günümüz ve Eski Çağlar” “Deliberative Democracy and Conversation versus Political Orator: Today and Antiquity” Yrd. Doç. Dr. Hamdi Bravo, Süleyman Demirel Üniversitesi “Birey ile Devlet Arasındaki Müzakere Zemini: Kamusal Alan” “Negotiation Area between State and Indivudal: Public Sphere” II. OTURUM II. SESSION D Blok Turuncu Salon D Block Orange Hall Müzakereci Demokrasiye Kuramsal ve Uygulamalı Yaklaşımlar Theoretical and Practical Approaches to Deliberative Democracy Oturum Başkanı

Chair: Prof. Dr. Yadigar İzmirli

Doç. Dr. Emre H. Bağce, Kocaeli Üniversitesi “Rousseau’da Toplum Sözleşmesi, Siyasal Meşruiyet ve Katılımcı Demokrasi” “Social Contract in Rousseau, Political Legitimacy and Participatory Democracy” Yrd. Doç. Dr. Yunus Yoldaş, Özlem Becerik Yoldaş, Çanakkale Onsekiz Mart Ünv. “Habermas’ın Müzakereci Demokrasi Teorisi” “The Deliberative Democracy Theory of Jürgen Habermas”

9

Dr. Feysel Taşçıer, Dicle Üniversitesi “Demokrasi Anayasaya Dayalı Bir Oligarşi Midir?” “Is Democracy a Constitution based Oligarchy?” Şener Aksu, Kocaeli Üniversitesi “Demokrasinin Evrilmesinin Kaçınılmazlığı” “On Inevitability of Democratic Evolution” 14:30-15:00

Tartışma, Soru ve Cevap

Discussion, Questions and Answers

15:00-15:15

Kahve Arası

Coffee Break

15:15-16:15

Paralel Oturumlar



Parallel Sessions

III. OTURUM III. SESSION A Blok Konferans Salonu A Block Conference Hall Müzakereci Demokrasiye Kuramsal ve Uygulamalı Yaklaşımlar Theoretical and Practical Approaches to Deliberative Democracy Oturum Başkanı



Chair: Prof. Dr. Carol C. Gould

Doç. Dr. Ethan Leib ve Dr. David Ponet, Kaliforniya Üniversitesi “Müzakereci Demokrasilerde Vatandaş Temsiliyetinin En İyi Örnekleri (Türkiye ile ilgili düşüncelerle birlikte)” “Best Practices for Citizen Representation in Deliberative Democracies (with Some Thoughts on the Case of Turkey)” Dr. Aviezer Tucker, Gvirtzman Vakfı “Müzakereci Demokraside Oligarşik Eğilimler” “Oligarchic Tendencies in Deliberative Democracy” Dr. Alice Siu, Stanford Üniversitesi “Müzakereci Oylama” “Deliberative Polling®” IV. OTURUM IV. SESSION D Blok Turuncu Salon D Block Orange Hall Müzakereci Demokrasiye Kuramsal ve Uygulamalı Yaklaşımlar Theoretical and Practical Approaches to Deliberative Democracy Oturum Başkanı

Chair: Prof. Dr. Kazım Sarıkavak

Doç. Dr. H. Nur Erkızan, Muğla Üniversitesi “Demokraside Çatışmanın Müzakere Yöntemi ile Dönüştürülmesi ve Boston On Nokta Koalisyonu Örneği Üzerine” “On Transforming Conflicts with Deliberation Method and the Case of Boston Ten Point Coalition” 10

Doç. Dr. Işıl Bayar Bravo, Süleyman Demirel Üniversitesi “Müzakereci Demokrasinin Felsefi Temelleri” “Philosophical Grounds of Deliberative Democracy”

Yrd. Doç. Dr. Hasan Hüseyin Akkaş, Uşak Üniversitesi “Müzakereci Demokrasinin Sürdürülmesinde Güven Kavramının Önemi” “Importance of Trust Concept in Sustaining Deliberative Democracy” Ekrem Ersin Cesur, İstanbul Aydın Üniversitesi “Müzakereci Demokrasi Yaklaşımı Bağlamında Uluslararası Çalışma Örgütü” “International Labour Organization in the context of Deliberative Democracy Approach” 16:15-16:45 Tartışma, Soru ve Cevap 16 Nisan 2009 Perşembe 16 April 2009 Thursday 09:15 – 09:30

Açılış Prof. Dr. Sabahattin Balcı 09:30-10:30

Paralel Oturumlar

Discussion, Questions and Answers

Opening İstanbul Aydın Ünv. Rektör Yardımcısı Vice Rector Parallel Sessions

V. OTURUM V. SESSION A Blok Konferans Salonu A Block Conference Hall Medeniyetler Arası Diyalogda Müzakereci Demokrasi Deliberative Democracy in Dialog Among Civilizations Oturum Başkanı

Chair: Doç. Dr. Yaşar Onay

Prof. Dr. Aydın İbrahimov, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi “Farklı Kültürel Toplulukların Teması Çerçevesinde Medeniyetlerarası İletişim” “Communication among Civilizations in the context of Contact of Different Cultural Communities” Prof. Dr. Carol C. Gould, Temple Üniversitesi “Sınırların Ötesinde Müzakere: Tartışmalı Kavramlar ve Küresel Eşitsizliklerin Üzerinden Geçiş” “Deliberation Across Borders: Traversing Contested Concepts and Global Inequalities” Filiz Katman, İstanbul Aydın Üniversitesi “Medeniyetler Arası Diyalogda Müzakereci Demokrasi Yaklaşımı” “Deliberative Democracy Approach in Dialogue Among Civilizations” 11

VI. OTURUM VI. SESSION D Blok Turuncu Salon D Block Orange Hall Müzakereci Demokrasi Güçlü Bir Sivil Toplum Yaratma Projesi mi? Is Deliberative Democracy a Strong Civil Society Formation Project Oturum Başkanı

Chair: Prof. Dr. Zerrin Toprak

Prof. Dr. Zehra Gönül Balkır, Kocaeli Üniversitesi “Müzakereci Demokrasinin Yaygınlaştırılması: Müzakereci Demokrasi Pratiği Olarak STK’lar” “Generalizing Deliberative Democracy: Non-Governmental Organizations (NGOs) as Deliberative Democracy Practice” Yrd. Doç. Dr. Hakan Evin, Adıyaman Üniversitesi “Yerel Yönetimlerde Yolsuzlukla Mücadelede Sivil Toplum Kuruluşlarının (STKlar) Önemini Arttrımak” “Increasing Importance of Non-Governmental Organizations (NGOs) in terms of Fighting Against Corruption in Local Governments” Dr. Selman Karakul, Eskişehir Barosu “Sivil Toplum Örgütlerinin, Hükümetlerarası Kuruluşların Meşruiyet Arayışındaki Rolü” “The Role of Non-Governmental Organizations in the Interngovernmental Organizations’ Quest for Legitimacy” Dr. Bedrettin Kesgin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi “Yerel Temsil Sorunu; Fatih (Eminönü) Örneği” “The Problem of Local Representation: The Case of Fatih (Eminönü)” 10:30-11:00

Tartışma, Soru ve Cevap

Discussion, Questions and Answers

11:00-11:15

Kahve Arası

Coffee Break

11:15-12:15 Paralel Oturumlar Parallel Sessions VII. OTURUM VII. SESSION A Blok Konferans Salonu A Block Konference Hall Müzakereci Demokrasi Güçlü Bir Sivil Toplum Yaratma Projesi mi? Is Deliberative Democracy a Strong Civil Society Formation Project? Oturum Başkanı

Chair: Dr. David Ponet

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Kemal Bayram, Afyon Kocatepe Üniversitesi “Topluluk, İktidar İlişkileri, Birey ve Müzakereci Demokrasi” “Society, Power Relations, Individual and Deliberative Democracy” Yrd. Doç. Dr. Muhittin Demiray, Dumlupınar Üniversitesi “Demokratikleşme Sürecinde Toplumsal Barış için Uzlaşı Kültürünün Gerekliliği: 12

Sivileşme Projesi” “Need for Culture of Compromise for Social Peace in Democratization Process: Civilianization Project” Filiz Cicioğlu, Fatma Yurttaş, Lütfi Özcan, Sakarya Üniversitesi “Müzakereci Demokrasilerde Müzakere Aktörü Olarak Sivil Toplum: Avrupa Hareketi 2002 Örneği” “Civil Society as a Deliberative Actor in Deliberative Democracies: Case of European Movement 2002” Kübra Dilek Azman, Fatih Üniversitesi “Kadın Sivil Toplum Kuruluşlarının Yerel Demokrasiye Katkıları” “Contributions of Female Non-Governmental Organizations to Local Democracy” VIII. OTURUM VIII. SESSION D Blok Turuncu Salon D Block Orange Hall Müzakereci Demokrasiye Yerel Bir Bakış: Türk Siyasal Yaşamındaki Yeri A Local on Deliberative Democracy: Its Place in Turkish Political Life Oturum Başkanı

Chair: Prof. Dr. Atilla Özer

Doç. Dr. Emre Bağce ve Doç. Dr. Hamza Ateş, Kocaeli Üniversitesi “Katılımcı Demokrasi Bağlamında Türkiye’de Siyasetin Toplumsallaşması ve Yerel Yönetimlerde Katılımcılık” “In the Context of Participatory Democracy Socialization of Politics and Citizen Participation in Local Governments in Turkey” Yrd. Doç. Dr. Fatih Demirci, Dumlupınar Üniversitesi “Türk Modernleşmesinin Müzakereci Demokrasiyi Dışlayıcı Boyutu” “The Turkish Modernization’s Exclusive Dimension of Deliberative Democracy” Yrd. Doç. Dr. İrfan Haşlak, Sakarya Üniversitesi “Demokratikleşme, Demokrasi Açığı ve Müzakereci Demokrasi: AB ve Türkiye’den Dersler” “Democratization, Democratic Deficit and Deliberative Democracy: Lessons from European Union and Turkey” Murat Satıcı, Ege Üniversitesi “Müzakereci Demokrasinin Kantçı Temelleri” “Kantian Bases of Deliberative Democracy” 12:15-12:45

Tartışma, Soru ve Cevap

Discussion, Questions and Answers

12:45-13:45

Öğle Yemeği

Lunch

13:45-14:45

Paralel Oturumlar



Parallel Sessions 13

IX. OTURUM IX. SESSION A Blok Konferans Salonu A Block Conference Hall Müzakereci Demokrasiye Yerel Bir Bakış: Türk Siyasal Yaşamındaki Yeri A Local on Deliberative Democracy: Its Place in Turkish Political Life Oturum Başkanı



Chair: Dr. Ethan J. Leib

Prof. Dr. Zerrin Toprak, Dokuz Eylül Üniversitesi “Yerel Siyasetin Demokratik Gelişimi-Bütünleşik Stratejik Yönetim Pratikleri: İzmir için Bir Yaklaşım” “Democratic Development of Local Policy-Integrated Strategic Governance Practices: An Approach for İzmir” Yrd. Doç. Dr. Assiye Aka, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi “Yerel Yönetimlerde Müzakereci Demokrasi Pratiği: Çanakkale Kent Konseyi Özelinde” “Deliberative Democracy Practice in Local Governments: In the case of Çanakkale City Council” X. OTURUM X. SESSION D Blok Turuncu Salon D Block Orange Hall Müzakereci Demokrasiye Yerel Bir Bakış: Türk Siyasal Yaşamındaki Yeri A Local on Deliberative Democracy: Its Place in Turkish Political Life Oturum Başkanı

Chair: Prof. Dr. Ömer Çaha

Prof. Dr. Osman Özsoy, Fatih Üniversitesi “Teknolojinin Demokratik Katılıma Etkileri” “Effects of Technology on Democratic Participation” Doç. Dr. Ece Çoklu İnan ve Burak Pekün, Marmara Üniversitesi “Siyasal İletişim Ekseninde Sivil Medya” “Civil Media in Political Communication Axis” Bora Tarhan, Dokuz Eylül Üniversitesi “Muhafazakar ile Mücadeleci Demokrasiye Alternatif Olarak Müzakereci Demokrasinin Türkiye’de Uygulanabilirliği” “Practicability of Deliberative Democracy in Turkey as an Alternative to Conservative and Combative Democracy”

14

Özgür O. Erden, Ege Üniversitesi “Kamusal Alanın Yeni Görünümünde Bir İmkan Olarak Demokrasi: Alternatif Bir Demokrasi Açılımına Medya Sınırı” “Democracy as a Possible in the New Aspect of Public Sphere: Border of Media to Expansion of an Alternative Democracy”

14:45-15:15

Tartışma, Soru ve Cevap

Discussion, Questions and Answers

15:15-15:30

Kahve Arası

Coffee Break

15:30-16:30

Kapanış ve Değerlendirme Oturumu



Closing and Evaluation Session

“İdeal Demokrasi Müzakereci Demokrasi mi?” “Is Deliberative Democracy and Ideal Democracy” Oturum Başkanı

Chair: Prof. Dr. Sami Selçuk

Prof. Dr. Atilla Özer, İstanbul Aydın Üniversitesi Prof. Dr. Carol Gould, Temple Üniversitesi

15

16

SEMPOZYUM KONU BAŞLIKLARI

17

TEMSİLİ DEMOKRASİYE ALTERNATİF BİR MODEL OLARAK MÜZAKERECİ DEMOKRASİ Temsili demokrasilerdeki kamuoyu tartışmalarının elitler tarafından yönetilen görünümü ele alınarak, temsili demokrasinin sayısal çoğunluk kuralının çağdaş toplumlarda yol açacağı yönetsel krizler belirlenecek, müzakereci demokrasinin temsili demokrasilerde elitler ile halk arasında gittikçe genişleyen uçurumun azaltılması ve ortadan kaldırılmasına yönelik katkıları irdelenecektir. MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE KURAMSAL VE UYGULAMALI YAKLAŞIMLAR Bu normatif siyaset teorisinin demokrasi kuramına getirdiği açılımlar kavramsal ve metodolojik düzeyde ele alınacaktır. Diğer taraftan uygulama örneği olarak kabul edilebilecek durum ve oluşumlardan elde edilen deneyimler incelenecek, teorinin uygulanabilirliği güçlü ve zayıf yanları üzerinden tartışmaya açılacak, gelecekte nasıl bir görünüm alacağına yönelik projeksiyonlar ortaya konulacaktır. MEDENİYETLER ARASI DİYALOGDA MÜZAKERECİ DEMOKRASİ Müzakereci demokrasi aracılığıyla farklı uygarlıklar arasında nasıl bir diyalog kurulabileceği tartışılarak, özellikle Doğu ve Batı medeniyetleri arasında yeni iletişim köprüleri kurulmasındaki olası katkıları değerlendirilecektir. MÜZAKERECİ DEMOKRASİ GÜÇLÜ BİR SİVİL TOPLUM YARATMA PROJESİ Mİ? Düşünsel ve katılımcı bir demokratik yapılanmanın aşamalı olarak sivil toplum düzeyinde nasıl kurulabileceği, müzakereci demokrasinin sivil toplum örgütlerince nasıl yaygınlaştırılabileceği tartışılacaktır. MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE YEREL BİR BAKIŞ: TÜRK SİYASAL YAŞAMINDAKİ YERİ Müzakereci demokrasinin Türkiye’deki uygulama örnekleri olarak kabul edilebilecek alanlar üzerinden, ülke ölçeğinde temsili bir demokratik yapıdan müzakereci demokratik yapıya evrilmede söz konusu olabilecek sorunlar, öncelikler belirlenecektir. TEKNOLOJİK DÖNÜŞÜMÜN MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE ETKİLERİ İletişim teknolojilerindeki ilerlemeyle birlikte ortaya çıkan yeni toplumsal ve siyasal tartışma zeminlerinin ortaya koyduğu açılımların müzakereci demokrasiye olası etkileri, E-Devlet yapılanmalarının toplumsal katkılarının yanı sıra devletin gözetim rolünü güçlendirmeleri ve bu gelişimin olumsuz sonuçlarının önlenmesinde teorinin sunduğu açılım olasılıkları ele alınacaktır.

18

KATILIMCILAR

19

AÇILIŞ KONUŞMACILARI Hayati YAZICI Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı 23 Mayıs 1952’de Rize Çayeli’nde doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kamu hukuku alanında seminer çalışmalarına katılan Yazıcı, 1976 Yılında hâkim adayı olarak İstanbul Adliyesi’nde kamu görevine başladı. Sırasıyla Çayırlı, Mihallıççık ve Kargı Hâkimliklerinde bulundu. Yazıcı, 1984 yılı sonunda kamudaki görevinden ayrılarak İstanbul Barosu’na kayıtlı avukat olarak serbest çalışmaya başladı. Bu süreçte çeşitli dernek, vakıf ve siyasi partilerde üye ve yönetici olarak toplumsal çalışmalar içinde yer aldı. Yazıcı, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluş sürecinde yer alarak, partinin Kurucu Üyesi oldu. 3 Kasım 2002 seçimlerinde İstanbul Milletvekili olarak parlamentoya giren Yazıcı, Kasım 2002’den itibaren beş yıl süre ile Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürüttü. 22 Temmuz 2007 günü yapılan genel seçimlerde yeniden İstanbul Milletvekili seçilerek Parlamentoya giren Yazıcı, halen 60. Hükümette Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev yapmaktadır. Yazıcı, evli ve 2 çocuk babasıdır. Mehmet Ali ŞAHİN Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, 1950 yılında Karabük’te doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Şahin, serbest avukat olarak çalıştı. İstanbul Fatih Belediye Başkanlığı yapan Şahin, 20., 21. ve 22. dönem İstanbul, 23. dönem Antalya milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görev almıştır. Şahin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nde grup başkanvekilliği görevi ile Adalet Komisyonu üyeliğinde bulundu. 59. Hükümette Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulunan Şahin, 60. Hükümette Adalet Bakanı olarak görev yapmaktadır. Mehmet Ali Şahin, evli ve 4 çocuk babasıdır. Dr. Mustafa AYDIN İstanbul Aydın Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı 1956 yılında Trabzon’da doğan Dr. Mustafa AYDIN; ilk, orta ve lise eğitimini Trabzon’da tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinden mezun oldu. Daha sonra eğitimine yurt içi ve yurt dışında devam ederek dil bilimi alanında master ve doktora çalışmalarını tamamladı. Akademik çalışmalarına halen devam etmektedir. 1975–1995 yılları arasında Türk Silahlı Kuvvetlerinin çeşitli kademelerinde bulunduğu yurt içi ve yurt dışı görevlerinden sonra 1995 yılında emekli oldu ve İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine başladı. 1995 yılında iş dünyasına atılan Dr. Mustafa AYDIN; güçlü, dinamik, yenilikçi ve üretken yönetim anlayışı, çağdaş, bilginin ve aklın egemenliğine inanan bir felsefeye sahiptir. Bilimsel ve teknolojik çalışmaları, profesyonel kadrosu ve uluslararası kalite güvence sistemi ISO 9001 ile başlayan hizmet yolculuğuna eğitim alanında oluşturduğu şirket ve kurumları BİL Holding çatısı altında birleştirerek devam etmektedir. 20

2003 yılında Mütevelli Heyet ve Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürüttüğü Anadolu Eğitim ve Kültür Vakfı (AKEV) ile Türkiye’nin ilk vakıf meslek yüksekokulu olma özelliği taşıyan Anadolu Bil Meslek Yüksekokulu’nu ve müteakiben İstanbul Aydın Üniversitesi’ni Türk yükseköğretimine kazandırdı. Hala Bil Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı ve İstanbul Aydın Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı görevini yürütmektedir. Yayınlanmış birçok bilimsel eseri ve makalesi olan Dr. Mustafa AYDIN çok sayıda ulusal ve uluslararası konferanslar vermiştir. İş dünyası ve bilimsel çalışmalarının yanı sıra kuruculuğunu yaptığı Türkiye Sigarayla Savaş Derneği (TSD), Anadolu Eğitim ve Kültür Vakfı (AKEV) ve Ulusal Franchising Derneği (UFRAD) gibi sivil toplum kuruluşlarının genel başkanlığını yürütmektedir. Evli, üç çocuk babası olan Dr. Mustafa AYDIN İngilizce ve Arapça bilmektedir. Prof. Dr. Mehmet Salih ÇELİKKALE İstanbul Aydın Üniversitesi Rektörü 1941 yılında Akçaabat-Trabzon’da doğan Prof. Dr. M. Salih ÇELİKKALE İlk ve Ortaokulu Akçaabat, Liseyi tahsilini Trabzon’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinden 1965’te Haziran’da Ziraat Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. Ağustos 1965’de Asistan oldu.   Prof.Dr. M. Salih ÇELİKKALE, Fakülteden yüksek mühendis olarak mezun olduğu için hemen doktora çalışmasına başladı.1968’de Doktor, 1977’de Doçent ve 1982 yılı başında Profesör oldu. Bütün akademik yükseltmelerini Ankara Üniversitesi’nde aldı. 1965-1974 yılları arasında Zootekni Kürsüsünde görev yaptıktan sonra 1974 yılında kuruculuğunu da üstlendiği Su Ürünleri Kürsüsü ve 1978’de Türkiye’de ilk olarak kurulan ve kuruluşunda büyük emek sarf ettiği Su Ürünleri Bölümü’ndeki görevine başladı.1975-1977 yılları arasında Alman Hükümeti’nin burslusu olarak Hamburg’daki İç Su ve Sahil Araştırmaları Enstitüsü’nde kaldı ve doçentlik çalışmasını yaptı.1976’da kısa süre yedek subaylık görevini de tamamladı. 20 yıl Ankara Üniversitesi’nde görev yaptıktan sonra 1984 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Sürmene Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu’nun Kurucu Müdürlüğüne atandı ve 6 yıl bu görevi yaptı. Bu yüksekokul “Deniz Bilimleri Fakültesi”ne dönüşünce 6 yıl da Fakülte Dekanlığı görevini yürüttü. Çeşitli idari görevleri de yürüten ÇELİKKALE, 1985-1986’da Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektör Yardımcılığı ve kısa süre Vekil Rektörlük görevlerinde de bulunmuştur.1999 yılında İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’ne atanan Prof. Dr. Mehmet Salih ÇELİKKALE 2000 yılında bu fakültenin dekanlığına atandı. Kendi isteği ile emekli olduğu Haziran 2005’e kadar, 5 yıl bu görevi sürdürdü. 05.06.2005 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nden kendi isteğiyle emekli olarak kurucu rektör olarak İstanbul Aydın Üniversitesi’nin kuruluş çalışmalarına başladı ve aynı zamanda AKEV (Anadolu Eğitim ve Kültür Vakfı)’in desteklediği Anadolu BİL Meslek Yüksekokulu Müdürlüğü’ne atandı. 18 Mayıs 2007 tarihinde, İstanbul Aydın Üniversitesi Rektörlüğü’ne atandı. Halen bu görevi sürdürmektedir. Prof. Dr. Sabahattin BALCI İstanbul Aydın Üniversitesi Rektör Yardımcısı Lisans eğitimi 1976 Haziran döneminde Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümünde tamamlayan Profesör Doktor Sabahattin Balcı aynı tarihte Ankara Yüksek Öğretmen okulunu 21

bitirerek Matematik lisansı yanında Matematik Öğretmenliği diplomasını alarak meslek hayatına başladı. 1981 yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi doktora derecesini, 1989 yılında doçentlik ve 1995 yılında profesörlük payesini aldı. Ankara Üniversitesi öğretim üyeliği görevine ilaveten 1983-2008 yılları arasında Ankara Üniversitesi Çankırı Meslek Yüksekokulu Müdürlüğünü, 2007-2009 yılları arasında da Ankara Üniversitesi Elmadağ Meslek Yüksekokulu’nun Kurucu Müdürlüğünü yaptı. Fonksiyonlar Teorisi ve Cebirsel Topoloji alanında 2 kitap, 17 makalesi bulunan Prof. Dr. Sabahattin Balcı 27 yılı aşkın bir süre mesleki ve teknik eğitime yönetici, ulusal ve uluslararası uzman ve süpervisor olarak katkıda bulunarak Türk mesleki ve teknik eğitimi birikimini uluslararası birikimden de yararlanarak ülkemizin rekabet gücüne katkıda bulunacak katkılar yaptı. Bu alanda ulusal ve uluslararası düzeyde 30 dan fazla makale ve tebliğ yayınlandı. Ulusal ve uluslararası düzeyde pek çok toplantıda çağrılı konuşmacı olarak bulundu; seminer, konferans ve sempozyumlar koordine etti. Türk mesleki ve teknik yüksek öğretiminin program, insan kaynakları donanım ve öğretim materyalleri yönünde geliştirilmesine yönelik olarak ABD, AB ve DPT’ce desteklenen 10 projeye yönetici olarak katkıda bulundu. Başta ABD ve AB ülkeleri Avustralya ve Kuzey Afrika olmak üzere 20’den fazla ülkede seminer, konferans ve çalıştaylara uzman veya yönetici olarak katkıda bulundu. Halen İstanbul Aydın Üniversitesi rektör yardımcılığının yanı sıra YÖK İSOV İcra Kurulu Başkan Vekilliği, Yükseköğretim Kurulu Meslek Yüksekokulu Geliştirme Alt Komisyonu Yürütücülüğü görevlerini de yapmakta olan Prof Dr. Sabahattin Balcı mesleki ve bilimsel nitelikli 8 ulusal veya uluslararası birlik, dernek veya sivil toplum kuruluşunun aktif üyeliğini yapmakta olup, kendisine 2008 yılında ‘The Silvius Volonsky Uluslararası Mesleki ve Teknik Eğitiminde Seçkin Liderlik Ödülü’ verilmiştir. Yrd. Doç. Dr. Zeynep KARAHAN USLU İstanbul Aydın Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi Müdürü 1969 İstanbul doğumlu Dr. Uslu, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezun oldu ve aynı üniversitede yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. 1991-94 yıllarında İ.Ü. İletişim Fakültesi’nde, 1994-2002 yıllarında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde İstanbul 2. bölge milletvekili seçilerek 22. Dönem Parlamentosunda en genç kadın üye olarak görev yaptı. Parlamentoda “Avrupa-Akdeniz Parlamenter Asamblesi (AAPA) Türk grubu Başkanlığı”, “Çevre Komisyonu Sözcülüğü, “Pakistan Dostluk Grubu Başkan Vekilliği”, “Avrupa Parlamentolar Arası Nüfus ve Kalkınma Forumu Üyeliği” ve “Türkiye-İtalya Parlamentolar Arası İşbirliği Protokolü Eş Başkanlığı” görevlerini üstlendi. Dr. Uslu halen mensubu olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi’nde Halkla İlişkiler Başkan Yardımcısı olarak siyasi hayatına devam etmekte ve İstanbul Aydın Üniversitesi’nde Türkiye Araştırmaları Merkezi Müdürü olarak görev yapmaktadır. İngilizce bilen, sosyoloji, iletişim, siyasal iletişim ve kadın konularında uzmanlaşan Dr. Uslu’nun Televizyon ve Kadın (2000), İstanbul Rehberi (1996), Kırk Yıllık (1992) isimli kitapları ve çalışma konuları üzerine çeşitli akademik yayın, dergi ve gazetelerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Ulusal ve uluslararası ölçekte çeşitli ödüller alan Dr. Uslu Uluslararası İletişim Birliği (ICA), Avrupa Akdeniz Yerel ve Bölgesel Yönetimler İşbirliği Komitesi (COPPEM) Kadın Hakları Komisyonu Sözcüsü, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu (TURİNG) gibi çok sayıda sivil toplum kuruluşuna çeşitli kademlerde görev yaparak katkı sağlamaktadır. Dr. Uslu evli ve bir çocuk annesidir.

22

OTURUM BAŞKANLARI

23

AÇILIŞ OTURUMU BAŞKANI Prof. Dr. Adem SÖZÜER İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, 1983 yılı Haziran döneminde iyi derece ile mezun oldu. “Basın Suçlarında Ceza Sorumluluğu” konulu tezle 1986 yılında yüksek lisans öğrenimini tamamladı. “Suça Teşebbüs” konulu doktora teziyle 1993 yılında Doktor unvanını aldı. 1994 yılında Yardımcı Doçent kadrosuna atandı. 2000 yılında  “Organize Suçlulukla Mücadelede Ceza Hukuku Tedbirleri” konulu doçentlik çalışmasıyla, doçent unvanını unvanına sahip oldu. 2008 yılında Profesör oldu. Türkçe ve yabacı dilde, kitap, makale ve tebliğ şeklinde yayınlanmış 35 bilimsel eseri bulunmaktadır. Prof. Dr. Adem Sözüer Almanca ve İngilizce bilmektedir. 1987-1989 yılları arasında Federal Almanya’nın Bonn Kentinde Friedrich Wilhelm Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Freiburg Max-Planck Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsünde araştırmalarda bulundu.  1997-1999 yılları arasında Alexander von Humboldt bursiyeri olarak Max-Planck Enstitüsü’nde bilimsel çalışma ve araştırmalarda bulundu.  2006 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin davetlisi olarak, Uluslararası Liderlik Programı çerçevesinde, ABD ceza adaleti sistemi konusunda incelemelerde bulundu. 20012004 tarihleri arasında Fakülte Yönetim Kurulu üyeliği  yapan Prof. Dr. Adem Sözüer, 2001-2004 ve 2005-2008 tarihleri arasında Fakülte Kurulu üyeliği, 2008 yılından itibaren İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığı, 2 Mart 2009 tarihinden itibaren İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı görevlerini yapmıştır. 2003-2005 yılları arasında TBMM Adalet Komisyonunda, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun hazırlık çalışmalarında görev yaptı. Bunun yanı sıra; 5728 Sayılı Temel  Ceza Kanunlarına Uyum Kanunu, Terörle Mücadele Kanunun değiştiren 5532 sayılı Kanun, Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu değiştiren 5681 sayılı Kanun, Karayolları Trafik Kanun Tasarısı Taslağı gibi çeşitli kanun, tasarı ve taslakların hazırlanmasına katılmıştır. Diğer yandan özellikle Yeni Ceza Kanunlarıyla ilgili olarak başta hakim, savcı, avukat, polis ve hekimler olmak üzere çeşitli kamusal, sivil kişi ve kuruluşlara yönelik, seminer, panel, sempozyum ve konferansları düzenlemiş veya katılmış olup sayısı 400’e varan bu etkinliklerin tümünde sunum yapmıştır. Psikiyatr Prof. Dr. Zeynep Bengi Semerci ile evli olup biri kız biri erkek iki çocuk sahibidirler. KAPANIŞ VE DEĞERLENDİRME OTURUMU BAŞKANI Prof. Dr. Sami SELÇUK 1937 tarihinde Konya’da doğmuştur. 1955’te Konya Lisesini, 1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş; askerliğini Merzifon’da yedek subay olarak yapmıştır. Ankara yargıç adayı olarak mesleğe başlayan Selçuk sırasıyla Sütçüler, Akşehir, Yenice ve 1972’den sonra Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı görevlerinde bulunmuştur. 21.09.1982 tarihinde Yargıtay Üyeliği’ne seçilen Sami Selçuk, Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca, 10.07.1990 tarihinde ilk kez, 13.07.1994 tarihinde ikinci kez, 13.07.1998 tarihinde üçüncü kez Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesi Başkanlığı’na seçilmiştir. Fransızca ve İtalyanca bilen Selçuk, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doktora yapmış, 1986 yılında Doçent, 2006 yılında Profesör olmuştur. Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca 07.07.1999 tarihinde Yargıtay Birinci Başkanlığı’na seçilen  ve bu görevden 15.06.2002 tarihinde yasal yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılan Sami SELÇUK, halen Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmasını sürdürmektedir. 24

OTURUM BAŞKANLARI Prof. Dr. Ömer ÇAHA 1964’te Van Erciş’te doğdu. 1989 yılında, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. 1993 yılında Bilkent Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi alanında doktora, 1996 yılında da aynı alanda doçentlik unvanını aldı. 1990–1992 yılları arasında Başbakanlıkta Uzman Yardımcısı olarak çalıştıktan sonra 1992 yılında Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak görev aldı. 1994 yılında Kırıkkale Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak göreve başladı. 1999 yılına kadar burada Bölüm Başkanı olarak görev yaptıktan sonra Fatih Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’ne geçti. Burada da Kamu Yönetimi Bölüm Başkanlığı ve İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Halen aynı kurumda Bölüm Başkanı olarak görev yapan Ömer Çaha’nın yabancı dilde yayınlanan bir kitabı ve çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Aynı zamanda şair olan Çaha’nın değişik yerlerde yayınlanan çok sayıda şiiri bulunmaktadır. Prof. Dr. Carol C. GOULD Carol C. Gloud Felsefe ve Siyaset Bilimi profesörü ve Temple Üniversitesi’nde Küresel Etik ve Siyaset Merkezi’nin direktörüdür. Gould, Sosyal Felsefe Dergisi’nin editörlüğünü, Felsefe ve Kamu Sorunları Derneği’nin yönetici direktörlüğünü ve Amerikan Felsefe Derneği’nin Akademisyenler, Yayınlar ve Araştırmalar Komiteleri’nde başkanlık görevini yürütmektedir. Gould, 1978 yılında Marx’ın Sosyal Ontolojisi, 1988 yılında Demokrasiyi Yeniden Düşünmek ve 2004 yılında Küreselleşen Demokrasi ve İnsan Hakları kitaplarını yazmış, ayrıca yedi kitabın editörlüğünü yapmış ve sosyal ve siyasal felsefe, hukuk felsefesi, feminist teori ve uygulamalı etik alanlarında çok sayıda makale yayımlamıştır. Prof. Dr. M. Rifat ORTAÇ 1960 yılında Sivas’ da doğdu. İlk orta ve lise tahsilini Konya’ da tamamladı. 1983-84 eğitim öğretim yılında Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Maliye Bölümü’ nden mezun oldu. 1984 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ nde Yüksek Lisans çalışmalarına başladı. 1986 yılında hazırlamış olduğu “Türk Vergi Hukuku’ nda Vergi Mahremiyeti ve Yasaklar” konulu tez çalışmasıyla  yüksek lisans eğitimini tamamladı. Aynı yıl Gazi Üniversitesi’ ne Araştırma Görevlisi olarak atandı. Doktora eğitimine 1986-1987 eğitim öğretim yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Ana Bilim Dalı’ nda başladı. “Türk Vergi hukuku’ nda Sorumluluk Müessesesi” konulu tezi ile doktora çalışmasını  25.12.1990 tarihinde tamamladı. 23.05.1991 yılında Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Maliye Meslek Yüksek okulu Maliye Programı’ na Yardımcı Doçent olarak atandı. Maliye Meslek Yüksekokulu’ nda  28.09.1994 yılından  itibaren üç yıl süreyle Müdür Yardımcılığı görevinde bulundu. 28.01.1997 tarihinde Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Maliye Bölümü’ ne Yardımcı Doçent olarak atandı. Bu dönem içerisinde “Gelir Vergisi’ nin Üniter Yapısı”  konulu çalışmasını tamamladı. 30.11.1998 tarihinde Doçent ünvanını aldı. Maliye bölümünde iki yıl Bölüm Başkanlığı ve Maliye Teorisi Anabilim Dalı Başkanlığı görevlerini yürüttü. 2003 yılında “Global Kamu Malları ve Finansmanı”, konulu çalışması ile Profesör ünvanını aldı. İkisi kitap, diğerleri makale olmak üzere  yayımlanmış çok sayıda eseri bulunan Ortaç, halen İİBF Yönetim Kurulu Üyeliği görevini sürdürmektedir.

25

Prof. Dr. Atilla ÖZER 1941 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerini Anakara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Pankobirlik’te hukuk danışmanlığı, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Müdür Yardımcılığı ve Yönetim Kurulu Üyeliği, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Yönetim Kurulu Üyeliği ve Basın Yayın Yüksek Okulu’nda Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerini yürütmüştür. Dünya Bankası destekli çeşitli projelerde hukuk danışmanı olan Özer, Kültür Bakanlığı’nda danışmanlık ve Vakıflar Bankası Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. Gazi Üniversitesi’nin dışında Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde, Polis Enstitüsü ve Akademisi’nde ve Kırıkkale Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevinde bulunan Prof. Dr. Atilla Özer, Yüksek Öğretim Kurulu’nda üye olarak yer almış ve çeşitli hukuki ihtilaflarda hakemlik yapmıştır. Prof. Dr. Özer evli ve iki çocuk sahibidir. Prof. Dr. Kazım SARIKAVAK 1956 yılında Ankara’da doğdu. İlk ve Ortaöğrenimini Ankara’da;  Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi’nde, doktora çalışmalarını İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,  Felsefe Anabilim Dalı’nda tamamladı. Mayıs 1993 - Kasım 1993 arasında İngiltere’de Londra ve Exeter Üniversiteleri ile Londra’daki Biritish Museum’a bağlı “Biritish Library” “School of Orientaal and African Studies (SOAS)”de alanı ile ilgili konularda bilimsel çalışmalar yaptı. Ağustos 1994 tarihinde Gazi Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde açılan Yardımcı Doçent’lik kadrosuna; Kasım 1994’de de  aynı bölümün Başkan yardımcılığına atandı. 1986 yılında girdiği Başbakanlık, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nde Uzman Yardımcısı, Araştırma Grup Başkanlıkları ve Şube Müdürü gibi çeşitli görevlerde bulundu. 1998’de Doçent oldu. Daha sonra Ağustos 2001 tarihinde Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdür Yardımcılığına atandı. 2004 yıllı Şubat ayında Profesörlüğe ve aynı tarihte Gazi Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanlığına getirildi.  İngilizce ve Arapça  dillerini bilen Prof. Dr. Kazım  Sarıkavak, evli ve iki çocuk babasıdır Prof. Dr. Zerrin TOPRAK Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ), İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi’dir. Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden 1977 yılında mezun olmuştur. 1978 yılında Ege Üniversitesi İktisat Fakültesinde Kamu Yönetimi Bölümü’nde asistanlığa başlamıştır. Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Kentleşme ve Çevre Sorunları Anabilim dalında 1986 yılında Doktor, 1990 yılında Doçent ve 1996 yılında Profesör unvanlarını almıştır. Halen DEÜ, Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı, İzmir İli Stratejik Planlama, Yönetişim ve Araştırma Merkezi (İZİSYÖM) kurucu müdürüdür (2005). DEÜ’nün temsilcisi sıfatıyla İzmir Kalkınma Ajansı Kalkınma Kurulu Üyesi olarak (2006, 2009) görevlendirilmiştir. 1986 yılından günümüze Kalkınma Plan çalışmalarında; Yerel Yönetimler, Bölgesel Kalkınma, Çevre ve Kentleşme gibi ihtisas komisyonlarında bilim üyesi olarak görevlendirilmiştir. Uluslararası bir demokrasi projesi olan Yerel Gündem 21’in İzmir Büyükşehir Belediyesi uygulamasında (İzmir Yerel Gündem 21) 1996 yılından günümüze devam eden faaliyetlerinde yerel ve ulusal stratejisyen olarak aktif çalışmıştır. İzmir Yerel Gündem 21’in Yürütme ve Kolaylaştırıcı Kurulu’nun üyesi olarak toplumsal gelişme odaklı araştırma ve projelerinde yönetici ve araştırmacı olarak gönüllü çalışmıştır. Topluma yönelik çalışmalarından ötürü Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Kadın Girişimciler Üst Kurul Üyeliği’ne 26

Türkiye Habitat Gençlik Derneği’nden seçilmiştir. Yerel Yönetimler, Kent Yönetimi ve Politikası, Çevre Yönetimi ve Politikası konularında kitapları, yerel siyaset, çevre sorunları, İzmir’de Romanlar, Antalya’da emekli Avrupalı Yabancılar ve kamusal hayata katılımları, Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi anlaşmaları içerikli ulusal ve uluslararası dergilerde yayınlanmış çeşitli araştırma ve makale çalışmaları, çeşitli kurum ve kuruluşlardan bilimsel ve kişisel ödülleri bulunmaktadır. Doç. Dr. Ethan LEIB Dr. Ethan Leib’in Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Hukuk doktorası ve yine aynı okuldan Siyaset Teorisi doktorası bulunmaktadır. 2004 yılında Amerika’da Müzakereci Demokrasi kitabını yazmış ve 2006 yılında Çin’de Müzakereci Demokrasi Araştırması kitabının için Araştırmanın eş editörlüğünü üstlenmiştir. Halen Kaliforniya Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Doç. Dr. Yaşar ONAY Doçent Doktor Yaşar Onay, Türk Deniz Kuvvetleri’nin çeşitli kurumlarında uzun yıllar görev yaptıktan sonra, kendi isteğiyle ayrılarak, akademik yaşama katıldı. Yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamlayan Yaşar Onay, aynı zamanda San AntonioTexas NATO Defence  Institute’de öğrenim gördü. Daha sonra, merkezi Roma’da bulunan NATO Defence College (NATO Savunma Koleji)’da Kafkasya konusunda dersler verdi. İsrail Gizli Servisi, Küresel Egemenlik Savaşı ve Irak, Rusya ve Değişim,  Rusya Tarihinde En Etkili On İktidar On Artı Bir Lider, Euro-Dolar Savaşı Kurbanı İki Ülke: ABD ve İran,  Küresel Isınma ve Batı’nın yeni Yurt Arayışları, Etki Odaklı Hareket Terör kitaplarının yazarıdır. Ulusal ve uluslararası kongrelerde yayınlanmış  bildirileri ve çok sayıda makalesi olan Yaşar Onay’ın uzmanlık konuları Rusya ve Ortadoğu’dur. Halen İstanbul Aydın Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. 2005–2007 yılları arasında Doğuş Üniversitesi, İ.İ.B.F.’de Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanlığı yapan Yaşar ONAY, Deniz Harp Okulu, Işık Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde dersler vermiştir. Evli ve iki çocuk babasıdır, İngilizce ve Rusça bilmektedir. Dr. David PONET Dr. Ponet’in Columbia Üniversitesi Siyasal Teori’den doktorası bulunmaktadır. Doktora tezi, Çok Kültürlülük ve Siyasal Temsil Sorunları başlığını taşımaktadır. Dr. Ponet aynı zamanda UNICEF Parlamento Analisti’dir. Not: Oturum Başkanları unvan ve soyadına göre alfebetik olarak düzenlenmiştir.

27

28

BİLDİRİ SAHİPLERİ

29

Prof. Dr. Zehra Gönül BALKIR İstanbul doğumlu Prof. Dr. Zehra Gönül Balkır, lise eğitimini İzmit Lisesi’nde tamamlamış ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiştir. 1979-1994 yılları arasında Kocaeli Barosu’na kayıtlı serbest avukat olarak çalışırken bu esnada; 1985-1986 yılları arasında Yıldız Teknik Üniversitesi SBE’de yüksek lisans, 1986-1989 yılları arasında İstanbul Üniversitesi SBE’de doktora çalışması yapmıştır. KOÜ Hukuk Fakültesi’nin kurulması esnasında; Kurucu üye sıfatıyla Yrd. Doç. Dr. ünvanı alarak 1994 yılında KOÜ Hukuk Fakültesi’nde akademik yaşama geçmiş; 2000 yılında İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku ABD’nda Doçent ünvanı almış, 2001-2006 yılları arasında Kocaeli Üniversitesi Kandıra MYO Müdürü olarak görev yaparken, 2006 yılında Kocaeli Ü. Hukuk Fakültesi İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku ABD’nda Profesör ve KOÜ Hukuk Fakültesi Dekanı olarak atanmıştır. İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku, Sosyal Haklar ve Sosyal Hakların Korunması, Deprem Hukuku, Mimarlık Hukuku, Mimarlık İş Hukuku, Kadın Hakları ve Kadın Çalışma Hukuku, Sivil Toplum Örgütleri, Hukuk Felsefesi, Mustafa Kemal Atatürk üzerine çalışmalar yapan Z. Gönül BALKIR’ın ulusal ve uluslararası kongrelerde sunulan bildirilerinin yanında ulusal ve yerel birçok dergide yayımlanmış makalesi bulunmaktadır. Prof. Dr. Aydın İBRAHİMOV Aydın İbrahimov 1949 yılında Bakü’de doğmuştur. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerini Bakü Devlet Üniversitesi’nde tamamlamıştır. 1978-1988 yıllları arasında Bakü Devlet Üniversitesi’nde asistanlık ve doçentlik yapmış; Yabancı Ülkelerin Siyasi ve Ekonomik Coğrafyası Bölüm Başkanlığı görevini yürütmüştür. 1988-1992 yılları arasında SSCB/Rusya Bilimler Akademisi’nde araştırmacı olarak yer almıştır. Aralık 1992’de Rusya Bilimler Akademisi’nin Coğrafya Enstitüsü’nde profesörlük tezini savunmuş ve Mayıs 2003’de Rusya Yüksek Onay Komisyonu’ndan gerekli diplomasını almıştır. Prof. Dr. Aydın ibrahimov 1993-1996 yılları arasında Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nde dersler vermiştir. Prof. Dr. İbrahimov 1996’da bu yana Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nde görev yapmaktadır. Prof. Dr. Elihu KATZ Columbia Üniversitesi’nden 1956 yılında doktorasını almış, Sosyoloji ve İletişim profesörü olarak, Pensilvanya Üniversitesi’nde ve Kudüs İbrani Üniversitesi’nde görev almıştır. Kişisel Etki, Anlamın İhracı, Medya Olayları gibi pek çok eserin ortak yazarıdır. İsrail Devlet Televizyonu’nun kurucu müdürüdür. Başta McLuhan ödülü olmak üzere çok sayıda ödül kazanmıştır. Montreal, Ghent, Haifa, Paris, Roma’dan onur dereceleri bulunmaktadır. Prof. Dr. E. Fuat KEYMAN Prof. Dr. E. Fuat Keyman Koç Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Aynı zamanda, Koç Üniversitesi Küreselleşme ve Demokratikleşme Araştırma Merkezinin (GLODEM) direktörüdür. Demokratikleşme, küreselleşme, uluslararası ilişkiler, sivil toplum ve Türkiye’de devlet30

toplum ilişkileri üzerine çalışmaktadır. Prof. Keyman’ın çok sayıda kitap ve makale çalışmaları ve Radikal Gazetesi’nin Pazar eki, Radikal İki’de yayımlanan yazıları bulunmaktadır. Kitapları arasında, Remaking Turkey: Globalization, Alternative Modernities, Democracy (Türkiye’nin Yeniden-İnşası: Küreselleşme, Alternatif Moderniteler, Demokrasi) (Lexington, Oxford, 2007), Turkish Politics in a Changing World (Değişen Dünyada Türk Siyaseti) (Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, Ziya Öniş ile beraber), Citizenship in a Global World: European Questions and Turkish Experiences (Küreselleşen Dünyada Vatandaşlık: Avrupa Soruları, Türkiye Deneyimleri) (Routledge, London, Ocak, 2005, Ahmet İçduygu ile beraber), Globalization, State, Identity/Difference: Towards a Critical Social Theory of International Relations (Küreselleşme, Devlet, Kimlik/Farklılık) (Humanities Press, New Jersey, 1997), Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye (Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005), Türkiye’de Devlet Sorunu: Küreselleşme, Modernleşme, Demokratikleşme (Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007 çıkacak) ve Türkiye ve Radikal Demokrasi (Alfa, İstanbul, 2001) adlı eserler bulunmaktadır. Prof. Dr. Osman ÖZSOY Akademisyen ve gazeteci olan Özsoy, 17 Şubat 1965 Bartın doğumludur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Doktorasını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde yaptı. Aynı fakültede lisansüstü dersler verdi. 1999 yılında gittiği ABD’de ‘Yayıncılık ve İletişim’ konusunda programlara katıldı. Harvard Üniversitesi’nde çeşitli araştırma projelerine katkıda bulundu. 2000 yılında doçent, 2007’de Halkla İlişkiler ve Reklâmcılık alanında profesör oldu. Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Özsoy, değişik vakıf üniversitelerinde öğretim üyesi ve bölüm başkanı olarak görev yaptı. Türkiye’nin sosyal, siyasal ve sosyo-ekonomik ağırlıklı sorunlarının tespitine ve çözüm önerilerine ilişkin çok sayıda araştırma projesinin yürütülmesini üstlenen Özsoy, seçmen davranışları üzerine yaptığı çalışmalara paralel olarak seçim kampanyaları konusunda stratejik danışmanlık da yapmaktadır. Sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında basılmış 20’yi aşkın kitabı, çok sayıda akademik yayını ve uluslararası sempozyum tebliğleri bulunan Özsoy, Sarı basın kartı sahibi, evli ve iki çocuk babasıdır. Doç. Dr. Hamza ATEŞ Konya Akşehir doğumlu olan Hamza Ateş, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu.(1992) İngiltere’de Durham Üniversitesi’nde yüksek lisans (1995), Liverpool Üniversitesi’nde de Doktora (1999) eğitimi yaptı. 2000 yılında Kocaeli Üniversitesi’ne yardımcı doçent olarak atandı. 2004 yılında Kamu Yönetimi alanında doçent oldu. Halen Kocaeli Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı olarak görev yapmaktadır. Kamu yönetimi ve yerel yönetim reformları, kamu kurumlarında yeni yönetim tekniklerinin uygulanması, kamu kurumlarında ve özellikle belediyelerde performans yönetimi, yönetim kültürü ve eski medeniyetlerle yönetim geleneği, kırsal kalkınma, çevre planlaması ve sulak alan yönetim planları. Kendisinin bu alanlarda yurtdışı ve yurtiçinde yayınlanmış değişik çalışmaları bulunmaktadır. Doç. Dr. H. Emre BAĞCE H. Emre Bağce Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun 31

oldu (1995). Cumhuriyet Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak çalıştı, bu alanda yüksek lisansını tamamladı (1997). Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora yaptı (2001). Siyasal Düşünceler alanında doçentlik unvanını aldı (2005). 2001’den beri Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Değişik kitap ve dergilerde siyaset, ideoloji, demokrasi, modernlik, devlet, küreselleşme ve savaş konularını işleyen makaleleri ve çevirileri yayınlanmış, Frankfurt Okulu başlıklı kitabın editörlüğünü yapmıştır. Doç. Dr. Işıl BAYAR BRAVO 1973 yılında Ankara’da doğdu. 1991-2005 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. 1997 – 2005 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. Halen, 2005 yılında görev yapmaya başladığı Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde Doçent olarak çalışmaktadır. Siyaset felsefesi, bilim felsefesi, tarih felsefesi ve bilgi felsefesi özel ilgi alanlarını oluşturmaktadır. Doç. Dr. H. Nur ERKIZAN 1964 tarihinde Nizip-Gaziantep’te doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini aynı yerde tamamlayarak 1983– 84 öğretim yılında Ege Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümüne başladı. 1986–87 yılında Felsefe bölümünü birincilikle bitirip, aynı yıl T.C. Milli Eğitim Bakanlığı’nın açmış olduğu yurtdışı sınavını kazanarak İngiltere’ye dil eğitiminin yanı sıra felsefe alanında yüksek lisans ve doktora yapmak üzere gitti. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarında esas olarak Aristoteles ve İlkçağ felsefesi üzerinde yoğunlaştı. Yüksek lisansını A.D. Smith ile Essex Üniversitesi’nde, Energeia: The Key Concept to Aristotle’s Understanding of Reality (Aristoteles’in Varlık Anlayışını Kavramadaki Anahtar Kavram: Energeia) adlı çalışmayla tamamladı. Doktorasını ise Profesör C. J. F. Williams ile Bristol Üniversitesi, Felsefe Bölümünde yaptı. Doktora tezinin başlığı: Energeia, Nous and NonDiscursive Thinking in Aristotle (Aristoteles’te Nous, Energeia ve Çıkarımsal Olmayan- Düşünme). Ayrıca; Bristol Üniversitesi, Klasik Bölümünde Eski Grekçe dil eğitimi de aldı. İngiltere’de felsefe üzerine olan çalışmalarını 1997 tarihinde tamamlayarak Türkiye’ye döndü. Mart 1998 tarihinden bu yana ise, Muğla Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümünde çalışmalarını sürdürmektedir. İlgi alanlarında Aristoteles, Antik Felsefe, İslam Felsefesi, M.Craven Nussbaum’ın Felsefesi, Feminist Felsefe, İnsan Hakları, Etik ve Duygu Felsefesi yer almaktadır. Doç. Dr. Ece İNAN Doç.Dr. Ece İNAN, İstanbulludur. Marmara Üniversitesi AEF İngiliz Dili ve Eğitimi Bölümü’nde lisans, Marmara Üniversitesi SBE’de halkla ilişkiler alanında yükseklisans eğitimi almış, 1998 yılında halkla ilişkiler Doktoru ünvanını gene aynı Üniversite’den almaya hak kazanmıştır. 1993 yılından beri görev aldığı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde 2001’de yardımcı doçentliğe yükselmiştir. 2005 yılında Uygulamalı İletişim Bilimleri alanında Doçentlik unvanını kazanmıştır. 2006’da British Library’den aldığı resmi davetle araştırmalarına bir süre İngiltere’de devam etmiş, 2007 yılında da London School of Economics-Political Sciences’tan gelen resmi konuk öğretim üyesi davetini 32

kabul ederek, yazın Londra’da siyasal iletişim çalışmalarını sürdürmüştür. 2008 yazında da ABD Washington DC’deki Library of Congress’ten yapılan resmi davet üzerine konuk öğretim üyesi ve araştırmacı olarak ABD’ye gitmiş ve bir süre siyasal iletişim üzerine araştırmalarına burada ve US. Senate’da devam etmiş, 2008 ABD Kongre Seçimlerini yakından takip etmiştir. 2004 yılında çıkan Halkla İlişkilerde Medya Yönetimi adlı kendi kitabının ilk baskısı dışında, başta Ateşten Markalar, Turizm Sektöründe Kriz Yönetimi, Önce İletişim Vardı, Turizmde E-İş gibi iletişim, yönetim ve pazarlama alanlarında pek çok eserin editörlüğünü gerçekleştirmiştir. Uluslararası çalışmaları arasında başta; Global Human Resources Conference-Barcelona 2001; GBATA Global Technology&Business Admin. Conference-2003; 9.International Corporate&Marketing Communications Conference-İngiltere 2004; International Human Resources Management Conference- Ljubljana 2004; ISSP (International Society of Political Psychology)-Sciences Po Paris 2008; IAMCR (International Assc. of Marketing Communications Research) Conference-Stockholm 2008 ve 8.International Marketing Trends Congress-Paris 2009 sayılabilir. İstanbul Teknik, Bilgi ve Bilim Üniversitelerinde de dersler vermekte olan İNAN, mensubu olduğu Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde medya ilişkileri, siyasal iletişim ve lobicilik ile halkla ilişkiler yazarlığı başta olmak üzere çeşitli dersleri yürütmektedir. Aylık ekonomi dergisi PLATİN’de kendi sayfasında okuyucu ile buluşmakta, yerli ve yabancı dergilere makaleler yazmaktadır. ICA (International Communicaton Association)’da halen hakem olarak görev alan İNAN, İngilizce ve İtalyanca bilmektedir. Evli ve bir çocuk annesidir. Doç. Dr. Gary REMER Siyaset teorisinde uzmanlaşan Doç. Dr. Gary Remer, Tulane Üniversitesi Siyaset Bölümü’nde görev yapmaktadır. Retorik ve siyaset teorisi arasındaki ilişkinin kapsamlı bir biçimde incelendiği iki yayını bulunmaktadır. Bunlardan birisi Hümanizm ve Hoşgörünün Retoriği, diğeri yazarlarından biri olduğu Konuşan Demokrasi: Retorik ve Demokrasiye İlişkin Tarihsel Bakış Açıları’dır. Ayrıca Siyaset Teorisi, Siyaset Felsefesi, Siyasal Düşünceler Tarihi, Felsefe ve Retorik, Devlet Yönetimi ve Siyaset gibi pek çok dergide yayını bulunmaktadır. Prof. Dr. Muammer TUNA 1964 yılında Muğla’da doğdu, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümünü bitirdi. ABD’de çevre sosyolojisi alanında doktora yaptı. Çalışma alanları modernleşme, demokratikleşme, kimlik ve yurttaşlık ve çevre sosyolojisidir. Çevre-toplum ilişkileri, modernleşme, demokratikleşme, turizmin çevresel ve toplumsal etkileri konularında araştırmaları çok sayıda yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde araştırma yürütmüştür. Bu konularla ilgili olarak yurt içi ve yurt dışı kongrelerde sunulmuş çok sayıda bildirisi, kitap ve makalesi bulunmaktadır. Halen Muğla Üniversitesi, Sosyoloji Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır. Araştırma yayınlarından bazıları şunlardır: • •

Aşağı Mississipi (ABD) Deltasında tarımsal reorganizasyon konusunda araştırma. Karşılaştırmalı bir perspektiften uluslararası çevresel eğilimler araştırması ve konudaki makaleler. 33

• • • • •



Yatağan Termik Santralinin toplumsal ve çevresel etkileri üzerine araştırma ve araştırmaya dayalı kitap ve makaleler. Türkiye çevresel eğilimler araştırması ve bu araştırmaya dayalı kitap ve makaleler. Marmaris kentinde turizm, çevre ve toplumsal eğilimler araştırması ve bu araştırmaya dayalı kitap ve makaleler. Göcek Koylarında deniz turizmi ve bunun toplumsal etkileri üzerine araştırma ve bununla ilgili makale. Türkiye’ye yerleşen yabancıların toplumsal entegrasyon sorunları üzerine gerçekleştirilen bir araştırmada; Türkiye’ye yerleşen yabancı uyruklular üzerinden kimlik, aidiyet ve vatandaşlık algılarındaki değişimler araştırılmıştır. Bunların dışında demokratikleşme ve demokratik siyasal kültür üzerine sunulmuş bildirileri ve makaleleri bulunmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Assiye AKA Hacettepe Sosyoloji Bölümü’nden Lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerimi aldıktan sonra Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde Siyaset Sosyolojisi Türkiye’nin Toplumsal Yapısı gibi dersler okutmakta olup Siyaset ve Eğitim Sosyoloji çalışmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Hasan Hüseyin AKKAŞ Hasan Hüseyin Akkaş 1991 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde lisans, 1992 yılında Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda yüksek lisans ve 2001 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda doktora eğitimini tamamlamıştır. 2003–2006 yılları arasında Afyon Kocatepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde Yardımcı Doçent olarak görev yapan Akkaş, 2004–2007 yılları arasında Ulubey Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü yapmıştır. Akkaş halen 2006 yılında göreve başladığı Uşak Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi Bölüm Başkanlığı görevini sürdürmektedir. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Kemal BAYRAM Yrd. Doç. Dr. Ahmet Kemal BAYRAM, 1970 yılında Bayburt’ta doğdu. Sırasıyla Y.Ş. Agah İlkokulu, Bayburt Orta Okulu ve Bayburt Lisesi’ni bitirdi. 1988 yılında girdiği ODTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden 1993 yılında bölüm mezun oldu. Mezuniyetten sonra aynı yıl içinde Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. 1994 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi yüksek lisans programına girdi ve bu programı, “Michel Foucault’nun İktidar Olgusunu Çözümlemesi” teziyle 1997 yılında tamamladı. Aynı yıl Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda doktora programına girdi ve bu programı, “Siyaset Teorisinde Demokratik Meşruluk ve Sorunları” adlı doktora tez çalışmasıyla tamamladı. Halen Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmakta olan Bayram, siyaset teorisi, etik, sosyal teori alanlarında makale ve tercüme çalışmaları vardır. İyi derecede İngilizce bilen Ahmet Kemal Bayram evli ve iki çocuk babasıdır.

34

Yrd. Doç. Dr. Hamdi BRAVO 1974 yılında İstanbul’da doğdu. 1992–2005 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. Halen, 2005 yılında görev yapmaya başladığı Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yardımcı Doçent olarak çalışmaktadır. Siyaset felsefesi, toplum felsefesi ve bilgi felsefesi özel ilgi alanlarını oluşturmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Muhittin DEMİRAY Tokat’ta doğdu. İlk ve Orta Öğretimi Tokat’ta, Lise’yi İstanbul Tekstil Meslek Lisesi’nde bitirdi. 1979’da F. Almanya’ya gitti. Aachen Meslek Teknik Yüksek Okulunu 1982’de bitirdi. Duisburg Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi bölümünden 1989’da mezun oldu. Bitirme tezini “Kıbrıs’ın Bölünmesi ve Uluslararası İlişkilerde bir Sorun olarak algılanması” konusunda, doktorasını da “İç Politik Gelişmeler Bağlamında Özal Dönemi Türkiye’nin Bölgesel Güvenlik ve Dış Politikası” teziyle Hamburg Üniversitesi Siyaset Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler alanında tamamladı. Halen T.C. Dumlupınar Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü’nde (Siyaset ve Sosyal Bilimler Ana Bilim Dalı’nda) öğretim üyesidir. Yrd. Doç. Dr. Fatih DEMİRCİ Sarıkamış’ta doğdu. İlk orta ve lise eğitimini aynı yerde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisansını “Islahat Fermanı ve Müsavat Meselesi” teziyle, doktorasını da “Klasik Toplum Sözleşmesi Kuramlarında Birey-Devlet İlişkisi” teziyle Gazi Üniversitesi Siyaset ve Sosyal Bilimler Bölümü’nde tamamladı. Halen T.C. Dumlupınar Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü’nde (Siyaset ve Sosyal Bilimler Ana Bilim Dalı’nda) öğretim üyesidir. Yrd. Doç. Dr. Hakan EVİN Hakan Evin 1966 yılında doğdu. Lisans öğrenimini İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde tamamladı. Yüksek lisans programını Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalında, Doktora eğitimini ise yine aynı Üniversitenin Tarım Ekonomisi Anabilim Dalı’nda tamamlayarak 2005 yılında mezun oldu. Hakan Evin, halen Adıyaman Üniversitesi Meslek Yüksekokulu İktisadi ve İdari Programlar Bölümünde Öğretim Üyesi olarak çalışmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Yunus YOLDAŞ 1969 yılında Çayıralan’da doğdu. Viyana Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi alanında lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamıştır. 2004-2005 yılları arasında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanlığı görevini yürütmüştür. Verwaltung und Moral in der Türkei (2000), İşlevsel-Yapısal Sistem Kuramı (2007) ve Das politische System der Türkei (2008) olmak üzere üç kitabı bulunan Yrd. Doç. Dr. Yunus Yoldaş, Türkiye Bilimler Akademisi Teşvik Ödülü (2008) sahibidir.

35

Dr. Selman KARAKUL 1971 yılında İstanbul’da doğdu. 1995 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1996 yılında Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak akademik çalışmalarına başladı. 2000 yılında, Dışişleri Bakanlığı, Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Genel Müdür Yardımcılığı’na, Uzman Hukukçu olarak atandı. 2000 ila 2003 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı’nın merkez teşkilatında, 2003 ila 2006 yılları arasında ise Fransa’nın Strazburg kentinde bulunan Türkiye’nin Avrupa Konseyi Nezdindeki Daimi Temsilciliği’nde Uzman Hukukçu olarak görev yaptı. 2006 yılının Haziran ayında, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Kamu Hukuku Doktorasını tamamladı. Mart 2007 ila Haziran 2008 tarihleri arasında Çağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Eskişehir’de serbest avukatlık yapmaktadır. Çalışmaları, başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması olmak üzere, Uluslararası İnsan Hakları Hukuku üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dr. Bedrettin KESGİN 1976 yılında İzmit’te doğmuştur. 2000 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans, 2002 yılında Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda yüksek lisans ve 2008 yılında Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda doktora eğitimini tamamlamıştır. 2005 yılından bu yana İstanbul Büyükşehir Belediyesi Stratejik Planlama Müdürlüğü’nde Yönetici Yardımcısı olarak çalışmaktadır. Dr. Alice SIU Stanford Üniversitesi, Müzakereci Demokrasi Merkezi’nde Direktör Yardımcılığı görevini yürütmekte olan Alice Siu doktora çalışmasını Stanford Üniversitesi, İletişim Bölümü’nde Prof. Dr. James Fishkin danışmanlığında tamamlamıştır. Siu, 2003 yılında Stanford Üniversitesi Kamu Politikası (onur derecesiyle) ve Ekonomi Bölümlerinde lisans; 2007 yılında Siyaset Bilimi Bölümü’nden yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Mezuniyetinden önce London School of Economics’te Hansard Bursiyeri olarak eğitim görmüş ve BBC’de stajyer olarak çalışmıştır. Dr. Feysel Taşçıer 1973 yılında Diyarbakır’da doğmuştur. 1997 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde lisans, 2008 yılında Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde doktora eğitimini tamamlamıştır. Halen Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde görev yapmaktadır. Dr. Aviezer TUCKER Avustralya Ulusal Üniversitesi, New York Üniversitesi, Columbia Üniversitesi ve Orta Avrupa Üniversitesi’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır. Doktorasını Maryland Üniversitesi’nde (College Park) tamamlamıştır. İki kitabı bulunmaktadır ve Tarih ve Felsefesi ve Historiyografi için Rehber kitabının editörlüğünü yapmıştır.

36

Şener AKSU 1963 Yılında Artvin’de doğdu. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü’nde lisans, Kocaeli Üniversitesinde Felsefe Anabilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimimi tamamladı. Yayımlanmış 12 kitabı, katkıda bulunduğum 6 kitap bulunan Aksu, Akademi Gökyüzü dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yürütmektedir. Kübra Dilek AZMAN 1983 yılında İstanbul’da doğan Kübra Dilek Azman, 2006 yılında Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olmuştur. Fatih Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisans tez çalışmalarını sürdüren Azman, aynı zamanda Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır. Çalışma konularını “demokratikleşme”,“demokrasi modelleri”, “AB’nin kurumsal yapısı işleyişi” ve “AB Demokrasisi” gibi konuların oluşturduğu Kübra Dilek Azman, Hane Halkı Çevre Ve Enerji ve Kadın Sivil Toplum Kuruluşlarının Yerel Demokrasiye Katkıları projelerinde araştırmacı olarak çalışmıştır. Ekrem Ersin CESUR 1981 yılında İstanbul’da doğdu. 2002 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini 2006 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Ana Bilim Dalı’nda “Çocukların Çalıştırılmasının Ekonomik Büyümeye Etkisi” konulu teziyle tamamladı. 2006 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı’nda başladığı doktora eğitimini sürdürmektedir. 2005–2007 yılları arasında AB destekli “Mesleki Eğitimin İstihdama Dönük Güçlendirilmesi Projesi” ve “Sağlıklı Kuşaklar Güvenli Annelik için Nöral Tüp Defekti Eğitimi” projelerinde, “Koordinatör Yardımcısı” ve “Mali Koordinatör” olarak çalışmıştır. Halen İstanbul Aydın Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi’nde görev yapmaktadır. Filiz CİCİOĞLU F.Cicioğlu, 1979 yılında Sakarya’da doğdu, 2001 yılında Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde lisans eğitimini ve aynı Anabilim Dalı’nda 2004 yılında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Halen Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda doktorasına devam eden Cicioğlu, 2001 yılından beri Sakarya Üniversitesi Uluslarası İlişkiler Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak görev yapmaktadır. Özgür O. ERDEN Özgür O. ERDEN, 1981 doğumludur. 2006 yılında Kocaeli Üniversitesi, İ.İ.B.F. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans öğrenimini tamamladı. Şu anda Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji anabilim dalında yüksek lisans çalışmalarını sürdürmek-tedir. Temel ilgi alanlarını toplumbilim, siyaset felsefesi/sosyolojisi, siyaset teorisi ve siyasal ve toplumsal kuramlar oluşturmaktadır. Spesifik ilgi alanlarında ise siyasal/toplumbilimlerde yöntem ve teori, siyaset, kamusal alan, kültür, ideoloji gibi konular yer almaktadır.

37

Filiz KATMAN 1976 Dikili/İzmir doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İngilizce İktisat lisans, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı İngilizce Uluslararası İlişkiler yüksek lisans mezunudur. Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü Uluslararası Güvenlik ve Terörizm doktora programında şiddetin siyasallaşması konulu doktora tez çalışmasını sürdürmektedir. Yale Üniversitesi, NATO Uluslararası Okulu, Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi sertifika programlarını tamamlamıştır. Terörizm, güvenlik, siyasal şiddet, Kafkasya ve Orta Asya, NATO, Karadeniz, jeopolitik alanlarında makalelerin, “Suç, Savaş ve Terör Üçgeninde Siber Tehditler” kitabında “Siber Tehditlerin Altyapısı ve Araçları” ile “Siber Tehditlerin Uluslararası Hukuktaki Yeri” bölümlerinin yazarıdır. Uluslararası kurumlarda uluslararası ilişkiler koordinatörlüğü, proje yöneticiliği yapmıştır. Halen İstanbul Aydın Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi’nde öğretim görevlisidir. Uluslararası ilişkiler, AB-Dünya Bankası projelerinde uzmandır. İngilizce, Fransızca ve Çince bilmektedir. AIESEC, ARI Hareketi, Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu Think-Tank, Diplomasi Türkiye gibi kurumların yönetim/çalışma gruplarında görev yapmaktadır. Lütfi ÖZCAN Lütfi Özcan, 1981 yılında Konya’da doğdu, 2003 yılında Sakarya Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans eğitimini ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda 2004 yılında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Halen Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda doktorasına devam eden Özcan, 2005 yılından beri Sakarya Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak görev yapmaktadır. Burak PEKÜN Burak Pekün Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Reklamcılık ve Tanıtım Bölümü’nde lisans ve aynı Anabilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Murat SATICI 1978 yılında İzmir’de doğdu. 2002 yılında Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde lisans, 2005 yılında Kocaeli Üniversitesi Felsefe Anabilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimini tamamladı. Halen Ege Üniversitesi’nde Felsefe Tarihi Anabilim Dalı’nda doktora eğitimini sürdürmektedir. Ahmet Bora TARHAN 1979 yılında İzmir’de doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde 2001 yılında lisans, 2004 yılında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Halen aynı bölümde doktora eğitimini sürdürmektedir. Özlem BECERİK YOLDAŞ Viyana’da doğan Özlem Becerik Yoldaş, Viyana Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Gazetecilik ve İletişim Bilimleri/Siyasal Bilimler Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamlamıştır. 38

Almanca, İngilizce ve Fransızca bilen Yoldaş, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmaktadır. İlgi alanında Siyasal Bilimler, Siyasal Teoriler ile Gazetecilik ve İletişim bulunmaktadır. Fatma YURTTAŞ Fatma Yurttaş, 1980 yılında Trabzon’da doğdu. 2002 yılında Sakarya Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans eğitimini, 2004 yılında Siyaset ve Sosyal Bilimler Bilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimini tamamladı. Halen Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda doktorasına devam eden Yurttaş, 2003 yılından beri Sakarya Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak görev yapmaktadır.

Not: Bildiri sahipleri unvan ve soyadına göre alfebetik olarak düzenlenmiştir.

39

40

BİLDİRİ METİNLERİ

41

AÇILIŞ KONUŞMALARI Zeynep KARAHAN USLU * Sayın Bakanlar, Sayın Belediye Başkanı, Sayın Kaymakam, Sayın Mütevelli Heyeti Başkanı, Sayın Rektör, Değerli Meslektaşlarım ve Sevgili Öğrenciler,

Üniversiteler ülkelerin sadece yetişmiş insan gücünü üretme değil, ürettikleri bilgi ile kendi toplumunun ve en geniş ölçekte dünya toplumlarının talep ve beklentilerine yönelik öneriler ortaya koyma sorumluluğuyla donatılmışlardır. Üniversitemiz bünyesinde faaliyet gösteren Türkiye Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen I. Uluslararası Müzakereci Demokrasi Sempozyumu da bu beklentiye karşılık verme ihtiyacının ürünlerinden biridir. Günümüz dünyasının neredeyse tüm ülke yönetimleri, oranı birbirinden farklılık göstermekle birlikte, toplumsal taleplere yeterince karşılık verememe eleştirilerinin muhatabıdırlar. Türkiye’de bu anlamda “demokrasisini yerleşikleştirmiş”, ancak “derinleştirme” adına çeşitli açılımlar yapmaya devam eden ve halen ergenlik çağını yaşayan, 86 yıllık bir Cumhuriyet. Bu çerçevede sadece seçilmişlerin siyasal iradeyi temsil ettiği, seçilmişler nezdinde de iktidar seçkinlerinin sesinin daha net duyulabildiği, geniş toplum kesimlerinin giderek siyasete ilgisizleştiği bir demokrasiden fazlasına ulaşmanın bu yüzyılın en önemli siyasal amacı ve tartışma konusu olduğu açıktır. Sempozyum aracılığıyla gündeme getirdiğimiz müzakereci demokrasi teorisi de bu meseleye karşılık üretme çabalarının ürünü olarak ortaya çıkan bir yaklaşım biçimidir. Müzakereci demokrasi kuramı, bilimin doğası gereği, çeşitli eleştiri ve soru işaretlerinin muhatabı olmakla birlikte tırnak içinde ötekilerin bakış açısından hareketle akıl yürütmeye gönüllü (Benhabib), temsili düşünme (Arendt) kabiliyetine sahip bir demokrasiye ulaşma arayışı olarak karşımızdadır. Kuram farklılıklara rağmen diyalog kurarak anlaşmanın mümkün olduğu savunusuyla da, kanaatimizce dikkate değer bir alternatif sunmaktadır. Türkiye açısından da toplumsal danışmaya dayalı bir sistem olarak müzakereci demokrasi uygulamaları giderek yaygınlaşmaktadır. Yerel Gündem 21 uygulamaları 1999 yılında sadece 23 kentte mevcut iken, 2008 yılı itibariyle 70 kentte uygulanır hale getirilmiş ve ciddi bir toplumsal katılım sağlanmıştır. Yine sivil toplum örgütlerinin siyasal sürece müdahil olma anlamında dikkate değer gelişmeler kaydetmeleri de anlamlıdır. Ancak halka açıklık formları üzerine kurulu, daha özgürlükçü ve katılımcı yeni hukuksal düzenlemelere ve iyi bilgilendirilmiş vatandaşlara ihtiyaç olduğu açıktır. Keza çatışan çıkarlardan iç çelişkiler ya da medeniyetler çatışması yerine siyasal diyalog aracılığıyla tatminkar çözümler çıkarmanın gereği ortadadır. 82 Anayasası’nın kötü mirası mücadeleci demokrasi anlayışını geride bırakarak müzakereci demokrasiye doğru evrilen bir Türkiye’ye ulaşma adına Sempozyum aracılığıyla da anlamlı bir katkı sunabileceğimiz kanaatindeyiz.

* Yrd. Doç. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi Müdürü 42

Sözlerime son verirken Türkiye Araştırmaları Merkezi olarak, teori ve uygulama arasında köprüler kurulabilmesi için çalışmalarıyla bizleri yeni ufuklara yönelten değerli meslektaşlarıma huzurlarınızda teşekkür ediyor, Sempozyum fikrinin eskilerin deyişiyle “kuvvadan fiile geçmesine” olanak sağlayan Başbakan Yardımcımız ve Devlet Bakanımız Sayın Hayati Yazıcı’ya da Üniversitemiz adına şükranlarımızı ifade ederek, saygılar sunuyorum.

43

Mehmet Salih ÇELİKKALE* Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcısı Sayın Hayati Yazıcı, Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin, Değerli Kaymakamlarım, Değerli Belediye Başkanlarım, Değerli Başsavcım, Değerli Mütevelli Heyet Başkanım, Sayın Generalim, Yurtdışından çeşitli üniversitelerden aramıza katılan çok değerli bilim adamları, Türkiye’nin muhtelif üniversitelerinden ve kurumlarından bu sempozyuma katılan değerli bilim adamları, Sevgili Çalışma Arkadaşlarım, Basınımızın Güzide Temsilcileri ve Sevgili Öğrenciler, hepinize hoş geldiniz diyor en derin saygı ve sevgilerimi sunuyorum. İstanbul Aydın Üniversitesi öğrencisine sadece sınıf, laboratuar ve atölyede yetişmeyeceğini, yetişemeyeceğini öğreten, onu çeşitli toplantılarla bilge insanlar, konusunda uzman insanların fikirleriyle donatmayı hedeflemiş olan bir üniversitedir. İstanbul Aydın Üniversitesi Türkiye’de kısa zamanda önde gelen bir üniversite ve dünyada yakın bir gelecekte tanınan bir üniversite olmayı hedeflemiştir. 6 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen şu anda 10.000’i aşkın öğrencisi, 20 anabilim dalında yüksek lisansı, 550 civarında akademisyeni, bir o kadar idari personeli, 4 araştırma merkezi ve çok değerli, sıcak atmosferine iyice girmiş öğrencisiyle yüksek öğretim hayatına devam etmektedir. Türkiye’de her yıl 1.5 milyonu aşkın gencimiz üniversite kapısına gelmektedir. 1 öğrencimize daha yüksek öğretim hayatına girme şansı vermek için yatırım yapan vakıflarımız, vakıf üniversitelerimizle birlikte Türkiye’de 130 üniversite vardır. Bu 130 üniversitenin 36’sı vakıf üniversitesidir. Yakın bir gelecekte bu üniversite sayısının 150 civarında olacağı beklenmektedir. Ülkemizde okul çağında 20 milyonu aşkın gencimiz vardır. Bu nüfus Avrupa’da 6 ülkenin dışındaki bütün ülkelerin nüfusundan fazladır. Bu bizim enerjimizdir. Bu enerjiyi sadece Türkiye sınırları içerisinde değil, dünyada aranan insan olarak yetiştirmek Türk Yüksek Öğretiminin ana amacıdır. Biz de bu amaca hizmet ediyoruz. Bu üniversitede her hafta asgari 2 büyük etkinlik yapılmakta, her branşta, her gün farklı etkinlikler vardır. Bu etkinliklerle öğrencimizi donatarak çok iyi bir kalifiye eleman olmasını sağlamaya çalışıyoruz. Uyguladığımız Yerinde Uygulama Sistemiyle yalnız teori değil, teoriyi uygulamaya aktarma becerisine sahip olan öğrencimizle, mezunlarımıza işiniz hazır sloganını veriyoruz ve bunu uyguluyoruz. Her mezunumuz mezuniyeti mütakip işinin başındadır. Bunu sağladığımız sistemde 4000 çözüm ortağımız vardır. Bu 4000 çözüm ortağına bağlı işletmelerin sayısı 7-800.000’e varmaktadır. Bunun diğer bir anlamı kapalı kapılar arkasında eğitim ve öğretim değil, çevresiyle bütünleşmiş, iş dünyasıyla bütünleşmiş bir eğitim-öğretimi uygulamaktır. Bugün yüksek öğretimde arzulanan eğitim-öğretim sistemi de budur. Öyle zannediyorum ki, yakın bir gelecekte özellikle Meslek Yüksek Okullarında, Yüksek Öğretim Kurulunun da arzuladığı sistem budur. Öğrencimizin yabancı dil öğrenmesi, bilgisayar teknolojisine hakim olması ve bildiği teorik bilgiyi uygulamaya aktarması onun iyi bir mezun olması için ön koşuldur. Değerli konuklar, Türkiye parlamenter sistem ve demokrasiyi, 100 yıldan beri yaşayan bir ülkedir. Bu ülkede yüce önder Atatürk’ün söylediği gibi hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. O millet seçtiği vekilleriyle kendinin yönetilmesine ve bu yönetimde vekillerini, seçtiklerini kontrol etmesini bilmektedir. En güzel yönetimlerden biridir ve demokrasi elbette dünyanın arzuladığı, her ülkenin yaşamak istediği bir sistemdir. Bugün tartışılacak konu bu güzel sistemin çeşitli yönleridir.

* Prof. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi Rektörü 44

Ben tekrar yoğun çalışmaları arasında bize zaman ayırdıkları için saygıdeğer bakanlarımıza ve çok uzaklardan gelen değerli bilim adamlarına, Türkiye’den katılan değerli bilim adamlarına ve güzide topluluğa en içten saygılarımı sunuyorum.

45

Mustafa AYDIN* Sayın Bakanlarım, Çok Değerli İstanbul Başsavcım, Sayın Kaymakamlarım, Belediye Başkanlarım, Değerli Basın Mensupları ve Geleceğimizin Teminatı Olan Çok Sevgili Gençler, hepinize saygılarımı sunuyorum ve özellikle gerek ülkemizden gerek ülke dışından değerli bilim adamlarımızın, değerli katkılarını sunmak için lütfederek buraya geldikleri için kendilerine de ayrıca teşekkürlerimi arz etmek istiyorum. Takdir edersiniz ki dünyadaki gelişim gerek ekonomik, gerek kültürel, gerek teknolojik olarak bütün düşünce ve fikirler bu gelişime ayak uydurmak zorundadır. Sizler hangi alanda ne kadar ilerlemişseniz, sahip olduğunuz düşünce de ona paralellik arz etmek zorundadır. Gerek felsefi düşünceler, gerek kültürel, gerek edebi, gerek demokrasi düşünceleri paralellik arz etmektedir. Özellikle son 20 yıl içerisinde de insanlığın gelmiş olduğu nokta, insanlığın kaydetmiş olduğu bu gelişmişlik, başta insan olmak üzere bütün canlıların yaratılırken, daha yaratılma esnasına kendilerine bahşedilen görev tanımları ve yaşama hakları da, en güzel şekilde konumlandıran demokrasi de bu gelişmişliğe ayak uydurmak zorunda olduğu ciddi şekilde hissedilmeye başlamıştır. Günümüzde liberal demokrasi olarak tanımlanan bu kavram, bu insan hakkı veya bu yaşama hakkı gerek ekonomik, gerek siyasal, gerek kültürel, gerek teknolojik olarak da artık günümüzde yeterli olmamaya ve onu ciddi şekilde zorlayan müzakereci demokrasi adı altında bir kavramın, bir felsefenin ve bir düşüncenin de ciddi şekilde onu zorladığını görüyoruz. Üniversiteler evrensel düşünceyi toplumuyla ve toprağıyla bütünleştirmek, paylaşmak zorunda olan birer eğitim müesseseleridirler. Az önce Sayın Rektörün de ifade ettiği gibi sadece anfilerde ve laboratuarlarda değil, bütün dünyadaki gelişmeleri yakinen takip ederek kendi bilim yuvalarında üretmiş olduğu her türlü çalışmayı toprağıyla ve toplumuyla paylaşmak durumundadır. Müzakereci kavramından tartışmanın, değerlendirmenin ve müzakerenin fiiliyata, kavgaya ve çatışmaya dönüşmediği müddetçe ortak aklın üretildiği en iyi platform, en iyi kazan olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla müzakere kavramı demokrasilerin de gelişmesine katkı sağlayan en büyük faktördür. Üniversiteler de bu çalışmalara yuvalık yapan, bu çalışmalara ortam hazırlayan müesseseler haline gelmelidir. İstanbul Aydın Üniversitesi de bir üniversite bilincinde, bir evrensellik düşüncesinde özellikle günümüzde oldukça hissedilen müzakereci demokrasi kavramına ev sahipliği yaparak, buna ortam hazırlayarak, bu çalışmalarda bir öncü rolü üstlenmeye, bir öncü rolünü ortaya koymaya iradesini, duruşunu sergileniştir. Bu çalışmada takdir edersiniz ki muhakkak ki bir müesseseler, belirli kurumlar sizlerin yanına yer alması lazım ve sizleri teşvik etmesi lazım. Bu çalışmalarda en büyük desteği Sayın Başbakan Yardımcımız ve Devlet Bakanımız, Değerli Milletvekilimiz Sayın Hayati Yazıcı Beyefendi’den gördük. Kendilerine burada huzurlarınızda şükranlarımı sunuyorum ve onunla birlikte bugün burada değerli düşüncelerini, fikirlerini bizlerle paylaşmak için değerli zamanlarını ayırarak gelen Adalet Bakanımız Sayın Mehmet Ali Şahin Beyefendi’ye az önce değerli sunucumuzun dile getirmiş olduğu dünyanın 4 bir tarafından ve ülkemizin çok değerli üniversitelerinden aramızda bulunan değerli bilim adamlarının, değerli düşüncelerini sergilemek ve onu bizlerle paylaşmak ve bizlerle paylaştığı bu düşünceyi sizlerin birer kültür, birer bilgi elçisi aracılığıyla bütün topluma yaymalarından dolayı onlara ayrıca teşekkür ediyorum ve tabi ki her türlü organizasyon ve her

* Dr. İstanbul Aydın Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı 46

türlü çalışmayı planlayan ve o çalışmayı hayata geçiren bir kişi, kişiler ve müesseseler vardır. Bu çalışmayı daha ilk günden bu güne kadar büyük bir gayret gösteren başta Sayın Rektör Yardımcımız Prof. Dr. Sabahattin Balcı Beyefendi, Türkiye Araştırmalar Merkezi Başkanımız Sayın Yrd. Doç. Dr. Zeynep Karahan Uslu Hanımefendi, Hukuk Dekanımız Sayın Prof. Yadigar İzmirli Hanımefendi ve onlara her türlü özveriyle desteği sağlayan üniversitemizin değerli akademisyen ve idari personeline ayrıca teşekkür ediyorum. Esas söz sahibine aittir diyerek ben bu çalışmaların ülkemize, insanlığa yararlı olmasını dileyerek tekrar hepinize hoş geldiniz diyorum ve saygılar sunuyorum efendim.

47

Mehmet Ali ŞAHİN* Saygıdeğer Başbakan Yardımcısı Arkadaşım, İstanbul Aydın Üniversitesi’nin Mütevelli Heyet Başkanı, Rektörümüz, Rektör Yardımcılarımız, Dekanlarımız, Saygıdeğer Hocalarımız, İstanbul Cumhuriyet Başsavcımız, Kaymakamımız, Belediye Başkanımız, Saygıdeğer Misafirlerimiz ve Sevgili genç Kardeşlerim, hepinizi saygıyla, sevgiyle, muhabbetle selamlıyorum efendim. Özel konulu, geniş katılımlı bir sempozyumda birlikteyiz. Konuşmamın başında böyle bir sempozyumu düzenleyen ve bizleri bir araya getiren İstanbul Aydın Üniversitemizin değerli yöneticilerine izin verirlerse tebriklerimi ve takdirlerimi sunmak istiyorum. Bunu birkaç nedenle yapmak istiyorum. 1.si İstanbul Aydın Üniversitesi henüz çok genç bir üniversite, 5 yıllık bir üniversite. Ancak bu kadar kısa bir sürede önemli başarılara imza atmış, biraz önce de ifade edildiği gibi 10.000, 11.000 civarında gencimiz burada eğitim görmekte, 700 civarında akademisyenimiz, idari personelimiz burada hizmet vermekte. Biraz önce Rektörümüzün konuşmasında dikkatimi çeken bir husus oldu. Artık ne iş olsa yaparım dönemi bitmiştir. Bir işi en iyi yapanın iş bulabildiği bir dünyada yaşıyoruz. Bunu çok iyi fark eden ve buna göre eğitim programını düzenleyen bir üniversitenin sempozyumunda bulunmak bana ayrıca mutluluk veriyor. Bu bakımdan sizleri gerçekten tebrik ediyorum. İkinci bir tebrik nedenim de şu: Uluslararası düzeyde bir sempozyum düzenliyorsunuz. Yanılmıyorsam 7’si yabancı 17’si yerli olmak üzere 24 üniversiteden 60’a yakın akademisyen, öğretim üyesi ve uzman 2 gün boyunca burada değerli düşüncelerini ortaya koyacaklar ve inanıyorum ki bu sempozyumun sonucunda bir gerçek ortaya çıkacak. Baştan sona bu sempozyumu izlemeyi çok arz ederim. Ancak tabi ki Ankara’da Meclis’te, Komisyon’da öğleden sonra bir kanun tasarısının görüşmelerine katılacağım. Burada bulunmam mümkün olmuyor ama kendilerinden istirham ediyorum bunun sonucunda ortaya çıkacak tebliğ bütününü eğer yazılı olarak Sevgili Hocalarımız bize lütfederseniz istifade edeceğimi ifade etmek istiyorum. 3. bir nedenle de takdirlerimi ifade etmek istiyorum. Siz bu sempozyumun konusu olarak militan demokrasiyi de seçebilirdiniz. Hatta böyle yapmış olsaydınız belki statükoculardan takdir de alır belki ödül de kapardınız. Ama siz öyle yapmadınız. Statükoyu reddettiniz, reddediyorsunuz, değişim ve dönüşüme yol açıyorsunuz ve demokrasiyi donmuş bir sistem olarak görmediğinizi ifade ediyorsunuz. Tüm düşünce sistemleri gibi demokrasi de kendi içinde gelişime açık, zamanla kendini yenileme kabiliyetine sahip bir sistemdir diye algılıyorsunuz ve bunu bir sempozyum konusu yapıyorsunuz. O bakımdan da sizlere takdirlerimi sunma ihtiyacını duyuyorum. İnternete girerseniz demokrasi sayfasını açarsanız karşınıza birçok demokrasi çıkar. Hatta ben bir çırpıda şöyle bir baktım 13 tane demokrasi çıktı. Şöyle göz gezdirdiğimde çoğulcu demokrasi, hak demokrasi, liberal demokrasi, parlamenter demokrasi, pluralist demokrasi, endüstriyel demokrasi, kalkınmacı demokrasi, koruyucu demokrasi, Marksist demokrasi, işte plebisitçi demokrasi, sosyal demokrasi, klasik demokrasi, biraz önce ifade ettiğim gibi militan demokrasi. Ama hepsinin değişmeyen bir özelliği halk iradesine dayanıyor olması. Ancak bu halk iradesine dayanma sembolik midir, yoksa halk iradesinin tek belirleyici olduğu bir demokrasi anlayışı mıdır? Burasının önemli olduğunu, buranın vurgulanması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye parlamenter demokrasiyle yönetilen bir ülke. İşte Cumhuriyetimiz kurulalı 85 yılı geride bıraktık. Bu yıl 86. yıl dönümünü hep birlikte kutlayacağız. Kuşkusuz demokrasimiz geçirdiği her şoktan bana göre demokrasi daha da güçlenerek çıkmıştır. Halkımızın demokrasi bilincinin daha da gelişmesine yol açmıştır diye düşünüyorum. Özellikle halkımız korkular üretmeyen, mihimlerle hareket etmeyen bir demokrasi arzulamaktadır, bunda da yerden göğe kadar haklıdır. * Adalet Bakanı 48

Artık tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de temsili demokrasinin varlığı giderek daha da fazla sorgulanmaktadır. Bu arayışın yansımalarından biri de 1980’li yıllardan beri temsili demokrasi alternatif bir model olması hedeflenen müzakereci demokrasi teorisidir. İki gün boyunca bu sempozyumda müzakereci demokrasi teorisi tartışılacak. İnanıyorum ki yeni açılımlar ortaya konacak. Bunun yararlı olacağını düşünüyorum. Müzakereci demokrasi ile ilgili konu toplumun gündemine tam olarak girmediği düşüncesindeyim. Henüz yeni bir kavram olduğu kanaatindeyim. Tabandan tavana halkın demokratik yönetim süreçlerine halkın doğrudan katılımını, karar almasını hedefleyen, adeta doğrudan demokrasi olarak nitelenebilen bir demokrasi anlayışı olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuda bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum konuşmamın sonunda. Halkın oyuyla bir göreve biraz önce beni takdim eden Hanımefendinin de ifade ettiği gibi, benim geçmişimi özetlerken Fatih Belediye Başkanı olarak seçilmiştim, ilk kez halkın oyuyla gelmiştim. O sırada bir projemiz vardı, Hayati Bey hatırlayacaktır, o projenin ismi SEDE idi kısaca. SEDE projesinin açılımı Seçtiklerini Denetle. 1994 Martında Fatih Belediye Başkanı seçildim ve diğer belediyelerde de bizim arkadaşlarımız bu projeyi uygulamaya başlamışlardı daha önceden. Ben de ilk kez bu projeyi Fatih’te Vatan Caddesi üzerinde Molla Şeref Mahallesi’nde uygulamaya karar vermiştik. Nasıl bir uygulamaydı? Bir mahallede Belediye Başkanı, Belediye Başkan Yardımcıları, Birim Müdürleri halkın karşısında bir kapalı mekan, Sivil Toplum Örgütleri orda mahalleden, halktan isteyenler orda ve dolayısıyla Belediye Başkanı ve yönetimi o mahalleye yönelik neler yapıldığını ve neler yapılacağını halkla paylaşıyor, halk belediye başkanına ve yöneticilerine mahallenin sorunlarıyla ilgili taleplerini iletiyor, gerekirse eleştiriyor, belediye yönetiminden yanlış yapanlar varsa orada çıkarak söylüyor ve böylece halkın seçtiklerini denetlediği ve adına halk meclisi dediğimiz bir uygulama. Şimdi müzakereci demokrasi ile bunun ne ilgisi var derken çok yakın bir ilgili olduğunu, bir paralellik kurduğum için bunları ifade etmek istiyorum. Birşey daha Mart 1994’te Fatih Belediye Başkanı olduğumda Başbakan Yardımcısı arkadaşım da Fatih Belediye Meclis Üyesi’ydi ve birlikte çalışıyorduk. Şimdi de T.C. Hükümeti’nde kendisi Başbakan Yardımcısı ben de Adalet Bakanı olarak görev yapıyorum. Bunları şunun için söylüyorum. Müzakereci demokrasi kavramını çok sıcak bulduğumu, geçmişte kısa bir dönem Belediye Başkanlığı yaptığım dönemde buna benzer bir uygulamayı kısa bir süre de olsa ortaya koyduğumu ifade etmek için bunları söyledim. Şunu da söyleyerek sözlerimi tamamlayacağım. Sanırım Belediye Başkanlığı’na geldiğimin 30. günüydü. Halk meclisinin sonuna doğru önüme bir pusula uzattılar. Pusulada şu not yazıyordu: “Sayın Başkanım; Biraz önce Star TV altyazıda geçti. İstanbul’un Yalova, Beykoz ve Fatih Belediye seçimleri iptal edilmiş. Ben halk meclisi yaptığım Molla Şeref Mahallesi’nde halk meclisinin sonuna doğru belediye seçimlerinin yani seçildiğim belediye başkanlığı seçiminin iptal edildiğini orda öğrenmiştim. Bu benim için enteresan bir anıdır. Bu anımı da Müzakereci Demokrasi ve Halk Meclisi SEDE denetleme projelerinin paralellik gösterdiğini sizlerle paylaşmak imkânı buldum. Ben yeniden Üniversitemize, değerli yetkililerine böyle bir sempozyum nedeniyle şükranlarımı sunuyorum, tebrik ediyorum, başarılarının devamını diliyorum ve özellikle genç kardeşlerimi tebrik ediyorum, inşallah kısa sürede, vakit kaybetmeden, sene atlamadan mezun olurlar ve hayata atılırlar, başarılı olurlar, ülkemizin kalkınmasına katkı sağlarlar. Hepinize saygılar sunuyorum efendim.

49

Hayati YAZICI* Çok Değerli Konuklar, Saygıdeğer Hocalarım, Değerli Basın Mensupları, Sevgili Gençler, cidden bugün burada ve yarın devam edecek çok önemli bir sempozyum. Ümit ediyorum ki bu sempozyumu burada kalarak izleme imkânımız olmuyor ama sonuçta kitaplaşacak, herhalde Sayın Rektörümüz veya görevli arkadaşlarımız bunu bize iletecekler diye düşünüyorum. Bu tür tartışmalar, bu tür çalışmalar son derece önemli. Gerçekten 60. Cumhuriyet Hükümeti’nin 2 bakanının birlikte burada olması, en azından bu çalışmanın önemli kısmını iştira hak etmesi buna Hükümetimizin ne denli önem verdiğinin bir vurgusudur. Bunu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Değerli konuklar, ben Türkiye’de demokrasinin siyasi tarihimizde ilk girdiği döneme kısaca değinerek sözlerime başlamak istiyorum. Hepinizin çok iyi bildiği gibi Türkiye’de demokrasinin 100 yılı aşan bir tarihi var. Türkiye’de demokratikleşme sürecinin 23 Aralık 1876’da I. Meşrutiyet döneminde ilan edilen Kanun-i Esasi’yle başladığını söylemek sanırım yanlış olmayacak. Parlamentonun bir siyasi kurum olarak ilk kez tarihimize gelişi ve bu topraklarda yaşayan insanların parlamentodaki temsilcilerini belirlemek üzere ilk kez sandık başına gitmesi Meşrutiyet döneminde olmuştur. Ne var ki Osmanlı Devleti’nin hızla dağılmaya ve çökmeye yüz tuttuğu o olumsuz şartlarda bu ilk demokrasi denemeleri ülkenin kaderini değiştiremedi ve bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti kısa süre sonra yıkıldı. Ama hepinizin yakından bildiği gibi halk tarafından seçilen son Osmanlı Meclis-i Mebusan’nın aldığı Misak-ı Milli kararları Anadolu’daki Milli Mücadele hareketine önemli bir toplumsal meşrutiyet kazandırmış. İstanbul’un işgalinin ardından meclis kapatılınca bu mebuslardan kaçabilenler Anadolu’yu geçerek Milli Mücadele’ye katılmışlardır. Aynı şekilde ülkenin çeşitli yerlerinde işgale karşı yapılan halk gösterileri ve tepkilere baktığımızda, Amasya Tamimi gibi bildirilere baktığımızda, Erzurum ve Sivas’taki kongrelere ve nihayet Ankara’da oluşturulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne baktığımızda şunu çok açık bir şekilde görüyoruz ki, Milli Mücadele meşruiyetini milletin kendisinden alarak ve demokratik mekanizmalarla sürdürmüştür. Evet, benim de bir milletvekili olarak içerisinde olmaktan büyük bir onur duyduğum Türkiye Büyük Millet Meclisimiz en ağır savaş şartları altında bile “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözünü şiar edinerek demokratik karar alma mekanizmalarını sonuna kadar işletmiş ve halktan aldığı büyük destekle ülkemizi, milletimizi mutlak bir yok oluştan kurtarmıştır. Milli Mücadelemizin önderi Mustafa Kemal Atatürk dünyanın ne yöne doğru seyrettiğini iyi okuyabilen bir lider olarak milletimizin TBMM kazanımını, zaferle çıkaran savaş sonrasında Cumhuriyet ile taçlandırmıştır. Değerli katılımcılar Türkiye’nin demokrasiyle olan ilişkisini tarihsel bir perspektif içerisinde ortaya koymak isteyişimin önemli bir sebebi var. Şunu vurgulamak istiyorum: Her ne kadar ülkemizde demokrasi Avrupa’daki talihsiz şartlar içerisinde çok sağlıklı gelişmemiş de olsa insanımız demokrasiyi var olma mücadelesinin şartlarında benimsemiş milli iradeyi ve halkın azim ve kararlılığını her türlü toplumsal konuda vazgeçilmez bir istikamet belirleyicisi olarak görmüş ve bunu önemsemiştir. Dolayısıyla Türkiye’de demokrasi kültürünün batıdakinden farklı da olsa çok sağlam bir toplumsal temele dayandığını düşünüyor ve bunu cidden önemsiyoruz. Günümüzün değişen dünya şartlarında artık demokrasiyi seçimlerden seçime halkın görüşüne müracaat edilen bir sistem olmaktan çıkarmalıyız. Demokrasimizi toplumsal yaşamın tüm mekanizmalarına yaymalı ve böylece demokrasimize bir derinlik kazandırmalıyız.

* Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı 50

Halkın tabandan tavana doğru, demokratik yönelim süreçlerine doğrudan katılabildiği bir ülkede, millet iradesinin en gerçek anlamıyla ortaya çıkacağından hiç kuşku yoktur. Ve şurası açıktır ki demokratik karar alma mekanizmalarına aktif olarak katılan güçlü bir sivil toplum, ülkenin bütününü en doğru, en faydalı, en hayırlı olan neyse hiç kuşkusuz onda ittifak edecektir. Bu bakımdan demokrasinin derinlik kazanması, ülkemizin aydınlık geleceğinin en büyük teminatıdır. Dünyanın çalkantılı sularında bizi bütün fırtınalara rağmen güven içerisinde geleceğe taşıyacak tek gemimiz var ve o da demokrasiden başka bir şey değildir. Biz bir arada güvenle geleceğe taşıyacak olan demokrasimiz ne kadar sağlam olursa geleceğimiz de o kadar sağlam ve emin olacaktır. Değerli katılımcılar, özellikle Berlin Duvarı’nın şaşırtıcı bir şekilde yıkılmasından sonra dünya çok değişti ve hızlı bir şekilde bu değişmeyi sürdürüyor. Bu da dünyayı alışageldiğimiz eski kavramlarla ve düşünce kalıplarıyla artık anlayamaz olmamıza sebep oluyor. İşte müzakereci demokrasi, demokrasinin başında müzakere sözcüğünün yerleşmesinin anlamı burada yatıyor ve bu yüzdendir ki bu değişen dünyayı anlayabilmek, ona ayak uydurabilmek için yeni kavramlara, yeni bakış açılarına ihtiyaç duyuyoruz. Eski kavramlarımızı ise yeni içerikler yeni anlamlar kazandırmak için çalışıyoruz. Çünkü bazılarının inatla yapmaya çalıştığını gördüğümüz gibi 50 yıl öncesinin, 100 yıl öncesinin kavramlarıyla, anlayışlarıyla bugünün ele avuca sığmaz dünyasını anlayabilmemiz, dünyanın geçirdiği dönüşümlerin mahiyetini kavrayabilmemiz mümkün değildir. İşte günümüzdeki toplumsal gelişmeler çerçevesinde demokrasi de yeni açılımlar kazanan bir kavram. Toplum olarak da dünyadaki değişim ve yenilikleri yakından takip ediyor ve ülkemizin çağdaş uygarlık seviyesinin değişmekte oluşunu büyük bir heyecanla karşılıyorsak, aynı şekilde demokrasi kavramının kazandığı açılımlara da dikkatimizi yöneltmeliyiz. Demokrasi kavramının kazandığı açılımların özgür bir tartışma ortamında enine boyuna değerlendirilmesi ve topluma kazandırılması cidden önemlidir ve bu konudaki en büyük görev ve sorumluluk hiç kuşkusuz değerli bilim adamlarımıza düşmektedir. Değerli Konuklar, üniversiteler bulundukları yeri lamba gibi aydınlatan kurumlardır. Bunu son derece önemsiyoruz ve hatırlatmak istiyorum ki Hükümetimiz bu noktada yoğun bir çalışma içerisinde, geleceğe yönelik gençliğe yatırım yaparak Türkiye’nin geleceğini sağlam nesillere tevdi ve teslim etmenin çabası içerisindedir. İşte bu perspektifle 40 tanesi kamu, 13 tanesi vakıf üniversitesi olmak üzere 53 tane yeni üniversiteyi Hükümetimiz gerçekleştirmiştir. Bugün artık Hakkâri’de, Şırnak’ta, Artvin’de ve bütün illerimizde üniversite bulunmaktadır ve diliyorum ki bunların sayıları çoğalsın. Ve Sevgili Gençler, gerçekten sizler İstanbul Aydın Üniversitesi gibi böylesine geniş imkanlara sahip bir üniversitede zamanınızı ve gençliğinizin sizi ötelediği dürtülerin ötesinde iyi değerlendirmek suretiyle gelecekte donanımlı bir insan olmanın zamanlama açısından iyi değerlendireceğinizi umuyorum. Bu sempozyumun ülkemiz için, milletimiz için hayırlı sonuçlara vesile olmasını diliyorum.

51

AÇILIŞ OTURUMU MÜZAKERECİ DEMOKRASİ: TÜRKİYE’DE DEMOKRASİNİN GÜÇLENDİRİLMESİ Fuat KEYMAN* ÖZET Türkiye demokrasiye “geçiş süreci”ni büyük ölçüde tamamlamış, fakat demokrasiyi devlet– toplum/birey ilişkilerinin düzenlenmesinde ve toplumsal yaşamında “yerleşikleştirme”de sorunlar yaşayan bir ülkedir. Demokrasinin yerleşikleşmesi, demokratik kurumların uzun sureli verimli ve etkili işleyişine; tüm aktörlerin (devlet, siyasi partiler, ekonomik ve sivil toplum aktörleri) demokrasiyi oyunun tek kuralı olarak kabul etmelerine; demokrasinin sadece kurumsal değil “haklar-özgürlüklersorumluluklar ekseni”nde hareket eden bir vatandaşlık rejimi olarak da hareket etmesine ve aktörlerin demokratik yönetimin maliyetinin demokratik olmayan yönetimlerden daha düşük olduğunu algılamalarına dayanmaktadır. Türkiye’de demokrasinin yerleşikleştirilmesinde, siyasetin güvenlikleştirilmesi ve güvenlik-demokrasi karşıtlığı; siyasetin araçsallaştırılması ve demokrasinin çoğunluk rejimine dönüştürülmesi; siyasetin işlevsizleştirilmesi ve siyasi/ekonomik nema-demokrasi karşıtlığı ve ekonomik ve sivil toplum aktörlerinin katılımcı demokrasi üzerinde etki eksikliği gibi sorunlar yaşanmaktadır. DELIBERATIVE DEMOCRACY: STRENGTHENING TURKISH DEMOCRACY ABSTRACT Turkey could be considered as a country more or less at a stage of fufilling her transition to democracy, whereas experiencing problems in consolidating democracy especially in terms of regulating the state-society/individual relations. Consolidation of democracy depends on the long term, efficient and productive operation of democratic institutions; the internalization of all actors namely the state apparatus, political parties, and civil society organizations, that this is the only game in town; reiterating that democracy is not all about institutions but also based on the perceptions of democracy acting on a ‘rights-freedoms-responsibilities’ axis, and making actors believe that the cost of an undemocratic order is higher than a democratic one. Within the process of consolidating democracy securitization of politics, the contrast of security-democracy, the instrumentalization of politics, and transformation of democracy into a majority regime, dysfunctionalization of politics, political/economical benefit versus democracy and the inability of economic and civil society actors to make an impact on deliberative democracy type of issues are at the forefront. MÜZAKERECİ DEMOKRASİ: TÜRKİYE’DE DEMOKRASİNİN GÜÇLENDİRİLMESİ Konuşmama beni buraya davet eden Aydın Üniversitesi’ne, hem Mütevelli Heyet Başkanı, hem Rektörü, hem çalışanları, hem de öğrencilerine teşekkür ederek başlamak istiyorum. Müzakereci demokrasi dediğimiz kavram tabi Türkiye temelinde düşünüldüğü zaman ilginç ipuçlarını içeren bir * Prof. Dr., Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Koç Üniversitesi Küreselleşme ve Demokratikleşme Araştırma Merkezi (GLODEM) Direktörü. 52

kavram. Ben müzakereci demokrasi üzerine 1997 yılında çalışmaya başladım. O dönemde çıkartmış olduğum “Türkiye ve Radikal Demokrasi” kitabında kuramsal temelde müzakereci demokrasinin farklı işleyiş biçimlerini tartışmaya çalıştım, Türkiye’ye uygulamaya çalıştım. Tabi müzakereci demokrasiyi tartışırken hemen ilk baştan vurgulamamız gereken nokta bu kavramın 1990’larda gelişmiş demokrasilerde çıktığı, özellikle Kuzey Amerika dediğimiz Amerika ve Kanada’da çıktığı, oradan Avrupa’ya gittiği yani bugünkü çalışma ve hareket alanı olarak Türkiye’den daha ziyade demokrasinin verimleştiği, yerleşikleştiği alanlarda çıkan bir kavram olduğu. O anlamda bunun altını çizmek gerekiyor. Türkiye’ye uyguladığımız zaman, Türkiye’nin bugünkü demokrasi niteliği ile kavramın çıktığı ülkelerdeki demokrasinin niteliği arasında belli farklar var ama bununla birlikte bu benim görüşüm, ki 1997’den bugüne giderek de derinleşiyor, müzakereci demokrasinin açılış konuşmasında vurgulandığı gibi Türkiye’deki önemli sorunlara çözüm bulabilecek bir açılımı sağlayacaktır ve bu anlamda bir potansiyel taşıyacağıdır. Bunu açıklamak için ilk önce gelişmiş toplumlarda müzakereci demokrasi kavramı niye çıktı? Niye böyle bir gereklilik duyuldu? Ve niye son 15-20 yıldır giderek politika üretmeye, giderek toplum yönetimine katkı vermeye yönelik bir gelişme gösterdi? Dünyada gelişmekte olan toplumlarda, dünyada gelişmiş demokrasilerin olduğu toplumlarda müzakereci demokrasi kavramının çıkmasının 2 tane temel nedeni var. Bu nedenleri vurgulamak istiyorum. Çünkü bu nedenler aynı zamanda bugün Türkiye’de de müzakereci demokrasiyi tartışırken önümüze gelen nedenler oluyor. Bunlardan bir tanesi demokrasi temelinde yüz yüze kalınan ikilem. Demokrasinin son yıllarda 1990’lardan başlayarak bugüne ama özellikle 2000’li yıllarda gelişmiş demokratik toplumlarda yaşamış olduğu ikilem. Bir taraftan bu toplumlar özellikle Amerika, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa gibi toplumlar, bir taraftan bu gibi toplumlarda demokrasinin geliştiği, demekorasinin derinleştiği toplumlar. Fakat öbür taraftan da bu toplumlarda demokrasinin içinin boşaltıldığını görüyoruz. Demokrasiyle ilgili ciddi sorunların ortaya çıktığını görüyoruz ve var olan sistemin bu sorunları karşılamada ve var olan temsili sistemin, liberal demokratik sistemin yetersiz olduğunu görüyoruz. Bir anlamda demokrasinin yüz yüze kalmış olduğu bir tehlike var. Bir taraftan herkes tarafından kullanılırken diğer taraftan da bu kullanma içinde demokrasi sürekli içi boşaltılan, ne anlama geldiği çok da belli olmayan bir kavram, bir sistem haline geliyor. O yüzden de müzakereci demokrasinin ortaya çıkışının birinci temel nedeni bu demokrasinin ikilemine çözüm bulmak. Demokrasinin içinin boşaltılmasını reddetmek ve demokrasinin içini tekrardan doldurmaya çalışmak. Demokrasinin içi niye boşalıyor? Niye böyle bir ikilem çıkıyor diye baktığımız zaman bunun da 3 tane alt nedeni olduğunu görüyoruz gelişmiş demokratik toplumlarda. Bunlardan bir tanesi son dönemlerde yaşanan ama 11 Eylül’den sonra giderek merkezi konuma gelen demokrasinin güvenlikle ilişkisi. Yani siyasetin güvenlik temelinde yapılması, siyasetin güvenlik temelinde yapıldıkça bir bugün dünyanın bugün Türkiye’nin de yaşadığı güvenlik-özgürlük ikileminin ortaya çıkması ve toplumu yönetenlerin ki bu son 8 yıllık Bush yönetimi içinde Amerika’da çok daha net olarak ortaya çıkmıştı ama Fransa’daki çok kültürlük tartışmalarında, Almanya ve İngiltere’deki çok kültürlük tartışmalarında da bunu görüyoruz. Siyaseti yönetenlerin güvenliği demokrasinin önüne koymaları, güvenliği özgürlüklerinin önüne koymaları ve toplumu güvenliğe davet etmeleri böyle bir güvenlik semptomu, güvenlik merkeziliği içinde olduğu için demokrasinin içi bu anlamda boşalıyor. Demokrasi sürekli ertelenen, ikinci plana itilen bir konuma geliyor. İkinci kaynak demokrasinin içinin boşaltılmasındaki ikinci kaynak bugün neoliberalizm dediğimiz siyasetin giderek serbest pazar normlarına bırakılması ve bir anlamda pazar mekanizmalarının siyaseti belirlemeye başlaması. Buna İngilizce’de siyasetin pazarlaştırılması da deniyordu, marketization of politics diye. 53

Böyle de olunca esasında bir taraftan demokrasi güvenliğin arka planına, güvenliğin ikinci planına sokulurken ikinci anlamda da pazar mekanizmalarının ikinci planına sokulmaya başlanıyor ve pazar demokrasinin önüne geçmeye başlıyor. Bu da demokrasinin içinin boşaltılmasının önemli nedenlerinden biri oluyor. Üçüncüsü de son dönemlerde ortaya çıkan kimlik siyasetleri, tanınma siyasetlerinin çok fazla odak noktaya gelmesiyle birlikte ama aynı zamanda pazara dönük olarak markalaşma, eğlence kültürünün giderek bu toplumlarda güç kazanmasıyla birlikte bir tarafta kimlik siyasetleri öbür tarafta eğlence kültürü, öbür tarafta marka kültürlerinin popüler anlamda güçlenmesiyle birlikte kamusal tartışmanın giderek önemsizleşmesi yaşanıyor ve kamusal tartışma dediğimiz tartışma ikinci plana atılaraktan ön plana kimlik siyasetleri, ön plana marka siyasetleri veya marka tercihleri ortaya çıkıyor. Bu anlamda da demokrasinin özünü oluşturan kamusal tartışma ve civic kimlik gücünü kaybederken kimlik siyasetleri ve markalaşma önüne çıkıyor ve kamusallaşmanın çöküşü yaşanıyor. Müzakereci demokrasi esasında hem siyasetin güvenlikleşmesi ve bu anlamda demokrasinin ertelenmesi, hem siyasetin pazarlaşması bu anlamda demokrasinin ertelenmesi, hem de kimlik siyaseti ve marka tercihlerinin temeli popüler kültürün güçlenmesiyle kamusal tartışmanın çöküşü, kamusal alanın çöküşü ile demokrasinin ikinci plana atılmasına bir yanıt. Müzakere yoluyla demokrasinin içi boşaltılabilinir, müzakere yoluyla güvenlikle özgürlük arasındaki ikilem çözülebilir, demokrasi yoluyla, ekonomik kalkınmayla siyasi belirtim arasındaki ikilem çözülünebilinir, güvenlik yoluyla kimlik sorunlarına kamusal alanda, kamusal tartışma içinde yanıt verilebilir diyor müzakereci demokrasi. Bu anlamda da birinci olarak söyleyeceğimiz Müzakereci Demokrasinin bu demokrasinin ikilemine, demokrasinin içinin boşaltılmasına yanıt olması dünyada. Fakat bu sadece bir alanı, niye Müzakereci Demokrasi ortaya çıkıyor ve güçleniyor? Bunun bir alanı. Bir de ikinci alanı var. Bu alanda toplumların giderek karmaşıklaşması, yani toplumlara baktığımız zaman Türkiye örneğinde olduğu gibi artık eski tür siyasetlerle, eski tür kalıplarla, eski tür anlayışlarla toplumu anlamada zayıflamamız. Çok ciddi 80’lerden başlayarak bugüne kadar gelen bir küreselleşme süreci var ve toplumların küreselleşmesi, çok boyutlu olarak küreselleşmesini yaşıyoruz. Artık dünya ulusal ölçekte anlaşılacak bir dünya değil. Dünya ulusal, bölgesel, yerel ve küresel ölçeklerde beraber olarak anlaşılması gereken bir dünya. O yüzden küreselleşme hem siyasete, hem topluma çok ciddi etkiler bırakıyor. İkincisi artık ülkeleri sadece birey temelinde, liberalizmin yaptığı gibi, sadece sınıf temelinde, Marksizmin yaptığı gibi, anlayamıyoruz. İki tane biraz evvel de vurguladığım kavram ortaya çıkıyor ve bu iki önemli kavram iki tane önemli siyaseti ortaya çıkartıyor. Bunlardan bir tanesi birey ve sınıfın yanına gelen kimlik siyasetleri ve kimlik siyasetlerinin vurguladıkları tanınma politikları, politics of recognition. İkincisi de sosyal hareketlerden sivil toplum örgütlerine, çevreden kadına, insan haklarından kültürel haklara vatandaşlık alanının, vatandaşlık hak alanının genişlemesi. Yani dünyaya baktığımız zaman bir taraftan küreselleşmenin etkisiyle karmaşıklaşan bir toplum var, öbür taraftan da içten, aşağıdan yukarıya doğru sadece bireysel özgürlük, sadece sınıf değil, aynı zamanda kimlik siyasetlerini yaşama sokan, aynı zamanda farklılaşmış, genişlemiş vatandaşlık hak taleplerinde bulunan bir toplum var ve toplumun kendisi de artık ulusal kimlikten daha çok birey, vatandaş, sınıf ve kimlik ekseninde yönetilmek durumunda. Buna temsili demokrasiler yanıt veremiyorlar tek başlarına. Buna siyasi partiler de tek başlarına yanıt veremiyorlar. O yüzden de müzakereci demokrasi esasında bu dört alanda hareket ederek bireysel özgürlükleri, sınıf taleplerini, vatandaşlık hak taleplerini ve kimlik temelli tanınma taleplerini bir müzakere sürecine sokarak, bir diyalog sürecine sokarak çözmeye çalışıyor. O yüzden de müzakereci demokrasinin ortaya çıkmasının ikinci önemli kaynağı da karmaşıklaşan toplumlara, yani bir taraftan küreselleşme bağlamında, öbür taraftan sosyolojik olarak kimlikler bağlamında karmaşıklaşan toplumla bir yönetim alternatifi. Böyle yönetildiği zaman o toplumda daha fazla 54

istikrar, böyle yönetildiği zaman o toplumda daha fazla demokrasi olabilir deniyor. Böyle olduğu için de şu saptamayla bitireyim, böyle olduğu için de müzakereci demokrasi şunu ortaya koyuyor. Bunu şu saptamayla iki dakika içinde bitireyim Türkiye bağlamında: 1950’lerde Türkiye çok partili döneme geçişinden bugüne kadar Türk siyaseti üzerine çalışanlar, iki tane hemen örnek vereyim. Bunlardan bir tanesi Frederich Freich 1958’lerde Türkiye siyaseti üzerine yazıyor, bir tanesi de Metin Heper, 1990’larda-2000’lerde Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Farklılıklara rağmen her ikisinin de ortak noktası şu: “Türkiye siyaseti parti siyasetidir” Frederich Reich. Yahut da “Türkiye siyaseti parti merkezli bir siyasettir” Metin Heper. Her ikisinin anlayışında da Türkiye siyasetinin aktörleri siyasi partilerdir ve partilere bakaraktan Türkiye siyasetini konuşuyoruz. Eğer müzakereci demokrasinin biraz evvel söylemiş olduğum bu kaynaklar bağlamındaki alternatifini öne alacaksak, önemli görecek isek o zaman şunu söylüyoruz: Bugünün Türkiyesi’nde de artık Türkiye siyaseti partilere referansla, Türkiye siyaseti parti merkezli düşünülemez. Hiçbir parti tek başına Türkiye’yi hem küreselleşme sürecinde, Türkiye’yi hem sosyolojik anlamda açılmış olduğu, ulusal kimliğin açılmış olduğu bireysel haklar-özgürlükler, sınıf talepleri, vatandaşlık hak talepleri ve kimlik talepleri temelinde yönetemez. Hiçbir siyasi parti bunu tek başına yönetemez. Karmaşıklaşan bir Türkiye var; bu karmaşıklaşan Türkiye içinde esasında bir yönetim sorunu ortaya çıkıyor. Temsili demokrasi tek başına Türkiye’yi yönetecek bir demokrasi değil. Siyasi partiler, ister AKP olsun, ister CHP olsun, ister MHP olsun, ister DTP hangi parti olursa olsun, isterse hangi güçte iktidarını kurarsa kursun, tek başlarına Türkiye’yi yönetmeleri mümkün değil. Müzakereci demokrasinin söylemiş olduğu bu anlamda şudur: Eğer siz Türkiye’nin iyi yönetimini, Türkiye’nin adaletli yönetimini, Türkiye’nin demokratik yönetimini istiyorsanız, yani yönetim amacınız olarak Türkiye’yi daha ileri götürmek, daha istikrarlı yapmak, daha adaletli yapmayı istiyorsanız bu alanları açmanız gerekiyor. Muhakkak bu alanlarda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerine açılmanız gerekiyor. Muhakkak bu alanlarda çalışan aydınlara, kamusal entelektüellere ve üniversitelere açılmanız gerekiyor. Muhakkak bu alanlarda alternatif vizyonlar üreten sosyal hareketlere, sivil toplum hareketlerine açılmanız gerekiyor. Bu açılma da araçsal bir şekilde olamıyor. Eğer araçsal bir şekilde yaptığınız zaman yine kaybediyorsunuz. İşte müzakeredeki bu diyalog, müzakeredeki bu iki taraflılık, müzakerede bu iki tarafın ortak konuşaraktan farklılıklardan birlik çıkarması esasında katılımcı demokrasiye bir müzakereci nitelik, temsili demokrasiye bir müzakereci nitelik veriyor. O yüzden de hem dünyanın geleceğinde demokrasinin içi doldurulacaksa, hem Türkiye’nin geleceğinde daha adaletli, daha iyi, daha demokratik bir Türkiye vizyonu kuracaksak muhakkak temsili demokrasinin ve siyasal partilerin katılıma ve müzakereye açılması gerekiyor. Bunu yaparken son olarak şunu söyleyeyim: Müzakereci demokrasi, temsili demokrasinin alternatifi değildir.

55

SOME DILEMMAS OF DELIBERATIVE DEMOCRACY

Elihu KATZ* ABSTRACT Recent discussion and research have reminded us of two fundamental questions concerning political deliberation: (1) Are citizens of democracies able to cope with the informational, civil and social “requisites” of deliberation? And (2) Does “hearing the other side” contribute to greater, or perhaps lesser, participation in politics? Drawing on the work of Habermas, Schudson, Kim et al, Mutz as well as the classics of Lippman, Fromm, Lazarsfeld and Lipset,, this paper will attempt to clarify and update these issues. Key Words: Deliberation, participation, decision-making, choice SOME DILEMMAS OF DELIBERATIVE DEMOCRACY The debate over “deliberative” vs. “representative” democracy has been with us for a long time. In the United States, its most articulate spokesmen were John Dewey and Walter Lippmann. Lippmann felt that the mass public was incapable of coping with the vast and complex issues of modernity, while Dewey had faith in the interaction of press, conversation, public opinion and widespread political action. The argument for deliberation is an echo of deTocqueville’s observations of America and those of his compatriot, Gabriel Tarde, writing about France in the 1890s. The nostalgia for mass participation in the “public sphere” has resurfaced more recently in the writings of Jurgen Habermas and in the lament of Robert Putnam over the waning of American sociability. Standing for the “representative” side is Michael Schudson (1997, 2008) who defends Lippmann, adding that true democratic deliberation is not a parlor game, but an intense confrontation between ideological rivals that require rules of order and an umpire, such as exists in parliaments but not, typically, in parlors. Schudson believes that we should keep close watch on our representatives, follow their legislative work, and register our support or discontent on election day.. Social scientists have been preoccupied with this debate continually, but it is only in the last half-century or so that empirical research has been brought to bear. The question is now not only how citizens “ought to” behave but how they “do” behave Naively overstated, the “shoulds” of deliberative democracy envisage (1) an openminded citizen, sometimes called an “independent” voter, who is (2) interested in politics, (3) attentive to both sides of an issue, (4) engaged in conversations with opposing sides, (5) forms an opinion after weighing the arguments, and (6) acts to advance his opinion publicly. In passing it is worth noting the individualistic and rationalistic bias in this formulation, and the absence of political parties and of power, which more up-to-date work—by Diana Mutz, (2006) for example-- seeks to correct, even while espousing the deliberative ideal. This paper proposes to identify several such encounters between these admittedly exaggerated images and social science research. Mostly, I will be reporting the findings of others, but will also draw on work conducted jointly with Joohan Kim and Robert Wyatt some years ago, in which we examined the links among exposure to the news media, political conversation, quality of opinion and political action. * Prof. Dr., Annenberg School for Communication, Univ of Pennsylvanaia and Hebrew University of Jerusalem 56

In what follows, I will pose five questions, referring mostly to the United States of the 20th century, but without specific reference to dates. In the light of empirical research, I will ask (1) What is the extent of citizen interest in politics? (2) What is the extent of everyday political talk? (3) To what extent does such talk go on among persons with opposing opinions? (4) What differences follow from talk among persons who agree/disagree with each other? and (5) What do we know about how people make up their minds, or in other words, how they make choices. Of course, I can only touch on each of these issues, both for lack of time and limited knowledge. 1. On the question of political interest, the Lazarsfeld (1944) and Berelson (1954) studies of the 40s and 50s set the stage, and the answers apparently, still apply. When people are asked, how interested they are in public affairs, there is a high affirmative response (Pew) When they are asked about their interest in election campaigns, the answers vary by election and by proximity to the polling date. The important point for our purposes, however, is the strong relationship between partisanship and interest; the more affiliated citizen is more interested in politics. This is hardly a surprise until one is struck by the further fact that it is voters with low interest who are more likely to listen to both sides of a political debate, more likely to talk with somebody with a different opinion, more likely to change vote-intention during an election campaign, and more likely to make a late decision for whom to vote. In other words, it is the less interested voter who behaves more like the ideal citizen of the deliberative model. Indeed, as Berelson et al (1954) note explicitly, “the classic ‘independent voter’ of high interest but low partisanship is a deviant case.” 2. The more politically interested are also more likely to participate in talk about politics. In the World Values Survey (Ingelhart in Mutz 2006), Americans score ahead of Britain, Singapore, Canada and most South American nations, but behind Israel, Poland, Sweden, Greece, the Netherlands. (Ingelhart in Mutz, 2006). Such talk goes on among intimates—family, friends, acquaintances— and at the workplace (Kim et al 19xx)). In these international data, Mutz discerns a correlation between amount of talk and the extent to which the discussion partners share the same opinion. Thus, the U.S. stands out as a country with much political talk, of which a very high percentage is “homophilous,” so called. Citing Noelle Neumann (19xx), Wyatt et al (19xx) also find that the sense that one feels “free to talk,” and the feeling that one holds the majoritarian opinion, further encourages political talk. (In passing, it should be noted that the typical survey question “How often do you discuss politics?” is far from satisfactory.1 3. If so, what is the basis for the persistent concern that people, typically, “avoid politics,” as Nina Eliasoph (19xx) writes in her ethnographic studies of informal social groups in an American city. Even groups with avowedly civic projects, she finds, manage not to discuss political issues at the ideological level. The answer, of course, is precisely that: people avoid disagreement in their political discussions. Noelle-Neumann (19xx) suggests that this is particularly true of those who feel embarrassed, and fall into silence, when they perceive that their opinions differ from those of the majority--even when their perception are wrong. Mutz believes that, in a pluralist society, people avoid taking sides because it would alienate them from certain groups; “heterophilous” talk, she finds, is more likely to go on among less-intimate associates, among people connected by what Granovetter 19xx) would call “weak ties.” Wyatt et al find that respondents who say that they “talk politics,” are not the same as those who affirm a Fn. 1. Wyatt et al (19xx) asked specifically about politically-charged talk on education or crime, as well as about issuespecific talk on current controversies such as Medicare, rather than asking generally about the extent of “ talking politics.” 57

“willingness to argue”: the latter are less educated and more disaffected. The former are more likely than the latter to participate in what the “normal” politics of “campaigning,” while the latter are more likely to write letters to the editor, or to join in protests, what we call “complaining.” 4. Most people, then, talk about politics with people who agree with them. What about people who talk politics with those who disagree?? This is the question addressed in Diana Mutz’s brilliant book, “Hearing the Other Side,” and the answer is that such people tend to withdraw from political participation. From what we have said so far, it is not difficult to guess—though it continues to surprise—that persons who report disagreement in their discussions are more likely to be of lower status, to be less interested in politics, to change vote-intentions during an election campaign, to make their choice late in the elections or not to vote at all. And even when political interest and political partisanship are held constant, it is still the case that exposure to disagreement is associated with lesser political participation. Hence the subtitle of Mutz’s book, “Deliberative versus Participatory Democracy.” (italics mine, ek) With this major finding, Mutz has revived one of the most interesting hypotheses of the earliest voting studies to the effect that cross-pressure—that is, exposure to influence from more than one side of a partisan political debate—has a “paralyzing” effect (Lazarsfeld et al 1944, Berelson et al 1954)) At a minimum, it creates an ambivalence about how to act, or whether to act. But even when it works to “enlighten”—to clarify and crystallize the arguments, and to come to a decision--it may cause people to keep their opinions to themselves, as Mutz and Noelle-Neumann suggest. The paradox, then, is that talking politics not only enhances the quality of opinion, as Wyatt et al have found, but that “exposure to views unlike one’s own,” adds Mutz, “makes people more aware of the rationale for opposing viewpoints and encourages greater tolerance.” (p. 122). It is worth noting that Mutz’s research on actual cross-pressure between discussant pairs far outdistances Lazarsfeld’s early effort to infer cross-pressures from respondent’s reports of the occupations and religions of their associates. Mutz acknowledges that when such deliberation fails—that is, when a disagreement gets out of hand, it may exacerbate the relationship between the disagreeing parties. This is a finding reported recently by Magdalena Wojcieszak (2009), who reports that experimental groups of mixed opinion (about the rights of homosexuals) in Poland often led from disagreement to hostility to increased motivation to political participation. Moreover, she finds that strongly held opinions decrease the motivation to deliberate. Here, in other words, is another explanation for the correlation between strength of partisanship and segmented talk, namely, that holders of strong opinions in a climate of high perceived disagreement wish to avoid talk with those who disagree, and opt to talk with others like themselves. 5. Another problem that pervades this arena of deliberation is more philosophical in nature; it is essential to the entire domain of decision-making, that is, of choice. Akin to the theological problem of free will vs. predestination, mutatis mutandis, is the question of whether an individual choice among alternatives, however deliberative, is truly a choice, if the social scientist can predict the making of that choice with high accuracy. This is the case of voting, for example, for which Lazarsfeld (1944) early proposed an “index of political predisposition”—consisting of socio-economic status, religion, and place of residence. In conclusion, we must reiterate what should be obvious by now, namely, that there are important 58

discrepancies between the attributes of the ideal-type citizen of deliberative democracy and the citizens’ actual behavior—at least in the United States, on which most of this essay has been based. In a word, the crux of the disparity is that the ideal citizen is unlikely to be politically active and the politically active fall short of the ideal. Those who are best informed on the complexities of political issues are also least likely to take part in political action. They “hear the other sides” and, as a result, are paradoxically less likely to vote. They have less interest in politics than the partisans who talk only to their own side, but even when interest and partisanship and demographics are controlled, they participate less in normal “campaigning.” Apparently, openness to disagreement— whether chosen or circumstantial—engenders ambivalence and withdrawal. Most people may not even know that there is another side. And even those who are aware and who have come to a decision, may prefer to conceal their opinions for fear of being embarrassed (when they perceive themselves to be in a minority) or because they do not wish to alienate themselves from other segments of a pluralist society, or—if they are strongly partisan—because they are reluctant to give time, or even to tolerate, another side. Partisanship, it seems, is abetted by ignorance and, perhaps, intolerance. Perhaps so, we must conclude. But recall that education is highly correlated with talking to one’s own side. And although only few studies distinguish between homophilous and heterophilous talk, it is a fair I nference that even homophilous talk helps to clarify issues, generate opinions, show awareness of the other side, and participate more. Perhaps the media make this possible as many studies suggest, though television viewing hardly counts in this respect. This paper largely ignores the positive functions of talking to one’s own side, since these fall outsisde the ideal of the deliberating citizen. But it is obvious that there are important benefits to be derived—for the individual, and even for the political system—from reinforcement of shared convictions and, indeed, from the comfort of interacting with others who share the life-styles and statuses that are usually associated with political homophily. Indeed, one answer to this structural problem of democratic public spheres is not to idealize confrontational talk but to think of political deliberation as consisting of a seesaw of talk with both the like-minded and the unlike-minded. One without the other breeds trouble (Katz). Kim and Kim (2008) go so far as to say that the one is prerequisite to the other— where informal “dialogic deliberation” may be said to set the stage, and the rules, for coping with the problem-solving aims of “instrumental deliberation.” Altogether, choice-making is difficult, and speaking up is even harder. And confrontational talk is Erich Fromm (19xx) pointed out that the alternatives that are part of freedom of choice may be a gift that many of us prefer to “escape.” Fromm implies that life must have been easier in the days when we were told whom to marry, where to live, where to pray, what kind of work to do, and, indeed, what to think. And when such choices suddenly became possible, he laments, many persons looked to others, including fascist movements, for leadership, ironically offering loyalty in return for being relieved of the freedom to decide. Somewhat similar constraints persist today, and these contribute to our ability to predict individual choices on the basis of demographic characteristics. Such choice may not be irrational at all, pace Habermas, in that self- and group-interest also play a legitimate role in our political predispositions, casting further doubt on the “ideal” of the harried independent voter who insists on making up his own mind each time over again 2. But if this review of early and late esearcvh is correct—leaving out much of the middle—we are left with the dilemma so-well posed by Diana Mutz—how to motivate the deliberators to pasrticipate, and how to motivate the participants to deliberate. 59

REFERENCES Berelson, B., P.F. Lazarsfeld and W.N. McPhee (1954). Voting: A Study of Opinion Foirmation in a Presidential Campaign. Chicago: university of Chicago Press. deTocqueville, A. (1850/1969). Democracy in America. Garden City, NY: Doubleday Eliasoph, N. ( 1998) Avoiding Politics: How Americans Produce Apathy in Everyday Life. Cambridge: Cambridge University Press. Fromm, E. (19xx). Escape from Freedom. Granovetter, (1973). “The Strength of Weak Ties.” American Journal of Sociology, 78, 1360-1380. Habermas, J. (1989). The Structural Transformation of the Public Sphere. Cambridge, MA: MIT Press. Katz, E. (1996). “And Deliver Us From Segmentation.” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 546, 22-33. Katz, E. (2007). “Choice vs Predisposition in Voting Research: An Invented History.” Lecture in Memory of S.M. Lipset. Haifa and Jerusalem: Regional Conference of WAPOR. Kim, J., R. Wyatt and E. Katz (19xx). “News, Talk, Opinion, Action: Kim, J. and E.J. Kim (200x). “Theorizing Deliberation: Everyday Political Talk Lazarsfeld, P.F., B. Bereslon and H. Gaudet (1944/l948). The People’s Choice: How People Make Up their Minds in a Presidential Campaign. New York: Columbia University Press. Mutz, D. (2006). Hearing the Other Side: Deliberative vs Participatory Democracy. Cambridge: Cambridge University press. Noelle-Neumann, E. (1984). The Spiral of Silence: Public Opinion-Our Social Skin. Chicago: University of Chicago Press. Pew Putnam, Robert, R. Schudson, M. (1997). “Why Conversation is Not the Soul of Democracy. Critical Studies in Mass Communication, l4, 297-309. Schudson, M. (2008). “The Lippmann-Dewey Debate and the Invention of Walter Lippmann as an Anti-Democrat 1985-1996.” International Journal of Communication Schwartz, B..(200x). Tarde, G. (l898). L’opinion et la foule. Wojcieszak, M. (2009). When Deliberation Divides: How People with Strong Views Respond to Political Disagreement.” PhD dissertation, Annenberg School for Communication, University of Pennsylvania. Wyatt, R., J. Kim, and E. Katz (19xx). “How Feeling Free to Talk Affects Ordinary Political Conversation,

60

Purposeful Argumentatton and Civic Participation,” Journalism and Mass Communication. Zaller, J. (1992). The Nature and Origins of Mass Opinion. Cambridge: Cambridge University Press.

Fn 2. Zaller (1992) argues that ill-informed voters may well vote their self- or group- interest without explicitly calculating this interest. Another problem in the area of choice has to do with a different form of “paralysis” when choices are over-abundant as they are in supermarkets, for example, or television schedules, or systems of proportional representation, on which Schwartz (200x) has written extensively.

61

TÜRK SİYASETİNDE MÜZAKERECİ DEMOKRASİ İMKANI VE YENİ ANAYASA TARTIŞMASI

Mümtaz’er TÜRKÖNE* ÖZET Türkiye, yaklaşık 27 senedir yeni bir anayasa yapmayı tartışıyor. Anayasa’nın en geniş kapsamlı uzlaşmanın eseri olması bekleniyor. Bugüne kadar taslaklar üzerinden yürütülen prensipler, teknik bir uzmanlık alanı olarak masaya yatırıldı. Halbuki toplum sözleşmesi için her kesimin bu sürece sade ve yalın biçimde katılması lâzım. Müzakereci demokrasi, yeni anayasanın yapım sürecinde sonuç alacak en etkili teknik olarak öne çıkıyor. Basit bir kaç prensip üzerinden yürütülecek müzakereler parlak bir sonuca ulaşılmasını mümkün kılabilir. FEASIBILITY OF DELIBERATIVE DEMOCRACY AND NEW CONSTITUTION DEBATE IN TURKISH POLITICS ABSTRACT Turkey has discussed to issue a new constitution for 27 years. It is hoped that constitution will be consequence of extensive agreement. Until today, principles which has implemented on conspectuses have discussed in detail as technical speciality area. However, to social contract, it is necessary that every side attend this process in a plain and simple form. Deliberative democracy has become prominent as most effective technique which will accomplish a result in the process of issue new constitution. Deliberations which will be implemented on a few simple principles enable to reach a bright solution.   TÜRK SİYASETİNDE MÜZAKERECİ DEMOKRASİ İMKANI VE YENİ ANAYASA TARTIŞMASI Efendim, saygı sunuyorum. Öncelikle bir mesleki özeni göstermem lazım. Bu müzakereci demokrasi lafını ben ilk defa Fuat Keyman’ın yazılarında okumuştum. Türkiye’de müzakereci demokrasiyle ilgili bir ufku, özellikle akademik çevrelere yerleştiren isimdir Fuat Keyman. Bu hakkı teslim etmiş olayım. Prof. Katz da çok önemli bir siyaset bilimci. Ben onun yazdıklarından, özellikle siyasal partilerle ilgili yazdıklarından çok istifade ettim. Burda onlarla bilikte bulunmak ve birlikte konuşma yapmak benim için onur; onu öncelikle belirtmek istiyorum. Şimdi konuya gelince, ben 2007 yılının Kasım ayıydı sanıyorum, seçimlerden sonra yeni anayasa tartışmaları yapılıyordu. Yine böyle bir sempozyum düzenlenmişti. Biraz kapalı bir sempozyumdu. Yeni anayasa, meşhur Prof. Özbudun’un hazırladığı bir taslak, alternatifli bir taslak ve işte o taslağı hazırlayan akademisyenler, uzmanlar bir heyet olarak bulunuyordu. Bir de iktidar partisinden temsilciler vardı; bugün burda bulunan mesela Adalet Bakanı da vardı; birkaç bakan daha vardı; yine AK Parti’nin ileri gelenlerinden, temsilcilerinden Anayasa konusunda uzman olanlar vardı; Anayasa Komisyonu Başkanı vardı ve Anayasa taslağını tartışıyorduk. Ben de bir konuşma yaptım, bir tebliğ sunmuştum. Orda tabi bakanlar sadece açılış bölümüne katılmıyordu, tebliğleri de dinlemişlerdi ve ben şöyle bir şey söylemiştim o zaman, özellikle ordaki siyasi heyete. Dedim ki: Bu Anayasa taslağını hemen bir demir kasaya kilitleyin, sonra da anahtarını denize atın, dedim. Böyle Anayasa hazırlanmaz, böyle Anayasa yapılmaz. Şimdi tabi çok kızdılar o zaman, niye böyle diyorsun falan diye de tartıştık ve olmadı; bir Anayasa gerçekleşmedi, Anayasa yapılamadı, Anayasa rafa kaldırıldı. * Prof. Dr., Yazar 62

Şimdi sorun şu; neden müzakereci demokrasi sorusunun da cevabını veriyor bu: Demokrasi dediğimiz yönetim biçiminin en güçlü yanı, vazgeçilmez yanı anlaşılabilirliğidir. Eğer geniş halk kesimleri olup biten şeyleri anlayamıyorsa o zaman demokrasi zaten imkansızdır. Demokrasi fiilen imkansız hale gelir. Demokrasinin anlaşılabilir bir şey olması lazım, geniş kitleler tarafından. Türkiye’de de özellikle demokrasiye dair konular tartışılırken ve bunu özellikle de hukukçular yapıyor, mesele birden bire teknik uzmanlık alanına dönüşüyor. Sadece uzmanların üzerinde fikir yürütebildiği, sadece uzmanların hüküm verebildiği bir teknokrasi çıkıyor ortaya. Herkesi ilgilendiren siyasal sorunlar, sadece o işin uzmanlarının tartışabileceği, sadece o işin uzmanlarının görüş bildireceği bir meseleye dönüşüyor. Şimdi Anayasa taslağı hazırlamak da böyle bir şey. Siz taslak hazırlayıp milletin önüne koyarsanız, bu işi sadece uzmanlar, Anayasa hukukçuları tartışır. Nitekim o zaman tam da hatırlarsınız referandum, Anayasa değişiklikleri gündemdeydi ve çok aleni bir tutarsızlık vardı o zaman maddelerinden birinde. Ben taslağı hazırlayan hukukçuya sormuştum, bana dedi ki, bu bir Anayasa hukuku mevzuu dedi, teknik bir sorun dedi, bunu dedi sen anlamazsın dedi. Şimdi tabi bizim anlayamayacağımız bir Anayasa hukuku sorununu halkın tartışması ve bu konuda fikir üretmesi de çok zor bir şey. Anlaşılmayacak bir şey yok, hiçbir şey yok. Anayasalar da zaten halk okusun, anlasın diye yazılıyor. Benim önerdiğim şuydu Anayasayla ilgili, Anayasa yapımıyla ilgili: Topu topu 7 veya 8 maddeden oluşan bir ilkeler manzumesi. Çok basit, çok basit formüle edilmiş, çok basit ifadelerle bir ilkeye, prensibe dönüştürülmüş, 7 veya 8 madde. Bunlar müzakereye açılsın ve toplumun her kesimi, hemen her kesiminin dahil olduğu, katıldığı bir müzakere süreci yaşansın, bir müzakere süreci yönetilsin. Hükümet de, parlamentoda çoğunluğu olan parti de, AK Parti de bu müzakere sürecini adil bir şekilde yönetsin. Şimdi, 7-8 maddede bir Anayasa nasıl tartışılır, şöyle tartışılır, 7-8 prensip etrafında. Mesela bir örnek vereyim, konu bu olmadığı için şimdi tek tek size sıralamayacağım, bunu yazdım da ben. Mesela bir prensip; yargı birliği sağlanacaktır. Yargı birliği sağlanacaktır diye bir prensibi koyduğunuz zaman, bu prensibin içinde askeri yargının yargı içindeki yerini, yargı bağımsızlığını, adil yargılanma hakkını, hatta ve hatta idari yargının adli yargı sistemine dahil edilmesini bile tartışabilirsiniz ve bu konudaki farklı görüşler size son derece anlaşılır görüşler olarak gelir ve üzerinde uzlaşılan ilkeleri Anayasa hukukçularının madem o kadar ciddi bir uzmanlık alanı bu, önüne koyarsınız, o size bir Anayasa taslağı, bir Anayasa metni çıkartır. Müzakereci demokrasi dediğimiz şey, Fuat Beyin, Sayın Prof. Katz’ın belirttiği gibi, evet, temsili demokrasi var, bunu tamamlayacağız, kemale erdireceğiz. Müzakere, toplumun geniş kesimlerinin katıldığı bir müzakere süreci yürüteceğiz ve kemal arayacağız, demokraside bir kemal noktası arayacağız. Fakat bizde bu bir teknik sorun, demokrasinin anlaşılabilirliğini koruyabilmek için yani imkanını koruyabilmek için, mümkün olmasını sürdürebilmek için, teknokratların elinden yönetimi kurtarmak için, yasama sürecini, özellikle yasama sürecini teknik bir iş, teknik bir alan olmaktan kurtarmak için müzakere sürecine ihtiyacımız var. Burda müzakere doğrudan doğruya farklı kesimlerin görüşlerinin, farklı kesimlerin çıkarlarının, farklı kesimlerin yine farklı kesimlerle ilgili tavırlarının dahil olduğu bir süreç olmanın ötesinde, demokratik sistemin, demokratik yönetimin halk tarafından anlaşılabilmesini, içselleştirilmesini de sağlayan bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Evet, eksik olan temsili demokrasiyle sadece temsilcileri belirli süreler sonunda denetleme imkanına sahipse müzakere ile demokratik süreçler hakkında her şeyden önce bilgi sahibi olma, bu konuda teknokrasinin hakimiyetini frenleme, dengeleme imkanına sahibiz. Öncelikle müzakere sürecine alınan bir konu, halkın bu süreç sonunda, tarafların bu süreç sonucunda aydınlandığı, aydınlatıldığı bir süreç olur. Demokrasi halkın sorumluluğu ile sorumluluk duygusu ile yürüdüğüne göre bu sorumluluk duygusunun gelişebilmesi için halkın o sürece katılması, kendi payını, kendi katkısını

63

sunması, o pay ve katkıyı sunduğu süreçte kendisi bir şeyler alması, kanaat sahibi olması, sadece tek taraflı olarak kanaatlerini bildirmek yerine, aynı zamandan kanaat sahibi olması da bu süreci işte özellikle demokrasideki gibi özenle vurguladığım anlaşılabilirliği, dolayısıyla katılımı mümkün kılacak bir dinamik olarak karşımıza çıkıyor. Evet, Türkiye bir Anayasa yapacak, yapmak zorunda, mutlaka yapmak zorunda. Bir askeri yönetim tarafından, bir dikta yönetimi tarafından hazırlanmış bir Anayasa, ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, bir demokratik yönetim içinde devam ettirilmesi, sürdürülmesi, muhafaza edilmesi demokrasi adına, halk adına onur kırıcı bir şey. Bunun değişmesi lazım, halk tarafından yapılan bir Anayasanın, cümlesi cümlesine aynısı olsa bile, halk tarafından yapılan bir Anayasanın onun yerine ikame edilmesi lazım. Bu konuda hiçbir farklı görüş yok, yani bu Anayasanın değiştirilmesi konusunda, mevcut Anayasanın içeriği konusunda, mevcut Anayasada en çok tartışılan toplum sözleşmesi olarak, toplumun uzlaşması olarak en çok tartışılan konularda herhangi bir ciddi görüş ayrılığı olmamasına rağmen bir Anayasa yapılamıyor. Şöyle bir sorun, bunu tekrarlamak zorundayım, şu anda Anayasanın yapılmasına karşı çıkan, Anayasanın yapılmasına rezerv koyan Cumhuriyet Halk Partisi de dahil olmak üzere, Cumhuriyet Halk Partisi’ne bir Anayasa hazırlayın önerisi götürürseniz, daha önce hazırladığı taslaklar da var, ortaya çıkacak Anayasa, mutlaka ve mutlaka mevcut Anayasadan iyi bir Anayasa olacak ve onun hazırlayacağı taslak etrafında yürütülecek tartışmalardan bile demokrasi ileri bir Anayasa metnine kavuşmuş olarak çıkacak. Herkesin muradı bir. Herkesin yapmak istediği şey bir ama gerçekleşmiyor. Gerçekleşmemesinin sebebi aslında, belki bu gerçekleşmemesinin sebeplerini aşmanın yolu da bu Anayasayı geniş kitlelere, geniş taraflara mal etmek. Bunun için de çok yaygın, geniş, kapsamlı bir müzakere sürecine konu etmek. Bu müzakere sürecini işlettiğiniz takdirde teknik ayrıntılardan önce ana prensipler etrafında dönen zengin tartışmalar, size zaten yapılması mecbur olan Anayasanın çatısını, omurgasını beş aşağı beş yukarı bütün kısımlarını gösterecektir. Evet, Türkiye’nin sıkıntısı yeni Anayasa yapma konusunda karşılaştığı sıkıntı, karşılaştığı engel bu müzakereyi yani müzakereci demokrasinin tekniklerini kullanmak konusundaki kısırlığımızdan kaynaklanıyor. Prensipler etrafında, 7 veya 8 prensip etrafında yürütülecek, geniş kapsamlı müzakerelerin belirleyeceği bir Anayasa metni, müzakerelerle oluşacak uzlaşmaya dayanan bir Anayasa metnini, ikinci aşama olarak Parlamentoda Anayasa Komisyonu’nun bu konuda, yeni Anayasa konusunda partilerarası bir uzlaşma komisyonunun kaleme alması, formüle etmesi çok zor bir konu değil. Türkiye’de demokrasinin gerçekten bir ileri aşamaya geçebilmesi, bir olgunluk emaresi, olgunluk kanıtı gösterebilmesi yeni bir Anayasa yapmasına bağlı. Bunun yolu da şu anda yaşadığımız tecrübelerin, edindiğimiz tecrübelerin, o tecrübelerden çıkartacağımız, çıkartmamız gereken derslerin bize gösterdiği şekilde bunun formülü, müzakere süreçlerinde, müzakereci demokrasi tekniklerinde ben bu sorunun şu anda belki müzakereci demokrasinin bize sağlayacağı, bugün, 2009’un Türkiyesi’nde bize sağlayacağı en önemli katkı olduğunu düşünüyorum ve beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.

64

I. OTURUM: TEMSİLİ DEMOKRASİYE ALTERNATİF BİR MODEL OLARAK MÜZAKERECİ DEMOKRASİ KARL R. POPPER’A GÖRE DEMOKRASİ Kazım SARIKAVAK* ÖZET Bilindiği gibi demokrasi ilk çağdan beri felsefenin önemli kavramlarından biridir. Siyaset felsefesinin en temel kavramlarından olan demokrasi, modernite döneminde özellikle XVIII. yüzyıl aydınlanma devrinden sonra üzerinde en çok durulan bir devlet felsefesi konusu haline gelmiştir. Yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden olan K. R. Popper’ın diğer birçok felsefi konudaki önemli düşüncelerinden biriside demokrasi konusundadır. O, bu konuda ilkçağın önemli filozoflarından olan Platon’un düşüncelerini sert bir şekilde eleştirirken, diğer taraftan ondokuzuncu yüzyılın önemli filozoflarından Karl Marks’ ın da katı determinist ve militarist siyaset anlayışını Platon’dan daha sert bir şekilde tenkit eder. K. Popper, demokrasi konusunda olumlu bir bakış açısına sahiptir ve demokrasi teorisini “… her zaman düzeltilmeye açık olan ve hatta kendi ıslahı için metotlar gösteren, garantilerden başka bir şey sayılmaması gerekir …” (Popper, Açık Toplum ve Düşmanları) diye tarif eder. Diğer taraftan o, demokrasinin en önemli özelliklerinden birisinin özgürlük olduğuna dikkat çeker ve bu konuya ilişkin şöyle der: “…demokrasilerde asıl amaç, pratik sorunların baskısı altında, adalet, insanlık ve özelliklede yasallık çerçevesi içerisinde, özgürlük düşüncelerini büyük oranda hayata geçirecek anayasal düzenlemeleri geliştirmek olmuştur. En azından despotizm, anayasal düzenlemelerle, her zaman başarıyla olmasa da, engellenmeye çalışılmıştır.”(Popper, Daha İyi Bir Dünya Arayışı). Popper, despotizmi yasal çerçevede demokrasinin engelleyeceğini belirtirken özgürlüğünde yine yasal düzenlemelerle demokrasi içerisinde gelişebileceğini vurgulamaktadır. K. Popper, demokrasiyi mükemmel, yanlışı olmayan bir sistem olarak da görmez. O aksine demokrasiyi kurumların ıslahına imkan veren bir sistem olarak görür. Şöyle söyler: “… demokrasi siyasal kurumların ıslah edilmesi için gerekli kurumsal çerçeveyi getirmektedir. Demokrasi, kurumsal tasarlayıp eskilerin düzeltilmesinde aklın kullanılmasını olanaklı kılmaktadır…”(AçıkToplum…). Buna göre Popper, demokrasinin her zaman yanlışın düzeltilmesine, kurumların kendilerine çeki düzen vermelerine imkan veren bir sistem olduğunu vurgulamaktadır. Bugünkü siyaset teorileri üzerinde Popper’ın etkisi oldukça büyüktür. Özellikle gerçek demokrasi teorisinin gelişmesinde ve yerleşmesinde Popper’ın yadsınamaz bir etkisi vardır. Anahtar Kelimeler: Popper, demokrasi, özgürlük, siyaset

* Prof. Dr., Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölüm Başkanı 65

KARL R. POPPER’A GÖRE DEMOKRASİ

I

Karl Raimund Popper (1902-1994), Avusturya kökenli İngiliz filozofudur. Yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden birisidir. Gerek pozitif bilimler için ileri sürdüğü yanlışlamacılık yöntemi ve gerekse sosyo-politik görüşleri oldukça etkili olmuştur. Onun sosyo-politik görüşlerinden özellikle demokrasi hakkındaki düşünceleri bilhassa yirminci yüzyılın totaliter yönetimleri üzerinde sarsıcı etkiler yapmıştır. Karl Popper, toplum, devlet, insan ve özellikle de demokrasi konusundaki düşüncelerini “Açık Toplum ve Düşmanları I-II”, “Daha İyi Bir Dünya Arayışı”, “Özgürlüğün En Büyük Düşmanı Eşitlik”, “Tarihsiciliğin Sefaleti” gibi eserlerinde açıklamaktadır.

II

Demokrasi kavramı Grekçe halk anlamına gelen demos ve egemenlik anlamına gelen kratos kelimelerinin birleştirilmesi ile oluşturulmuş ve “halk egemenliği”, “halk idaresi” ve “halk yönetimi” anlamlarına gelmektedir1. Demokrasi sözcüğü felsefe tarihinde özellikle devlet felsefesi bağlamında farklı şekilde gelişen ve bu yönüyle de dikkat çeken önemli bir kavramdır. Nitekim “Demokrasi sözcüğü İ.Ö. V. Yüzyılda Grek dilinde özel bir site örgütlenmesini belirtmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. Kullanımı ve anlamı XIX. yüzyıldan beri büyük bir gelişme gösterir ve bu gelişmenin ölçüsü günümüzdeki devletlerin hemen tümünün kendilerini demokratik devletler olarak ilan etmeleridir.”2 Demokrasi denildiğinde bir siyaset kavramı olarak ilk devirlerde anlaşılması gereken, “...sivil eşitlik, özellikle de bütün yurttaşların siyasal eşitliği...”3 dir. Diğer taraftan aslında demokrasinin ilk örneklerinin eski Çin ve Hint toplumlarında görüldüğü; ancak eski Yunan’daki demokrasinin önemi “..Atinalıların demokrasinin yaratıcısı olmaları açısından değil de demokrasinin nasıl doğduğunun ilk ayrıntılı anlatımını vermiş olmalarından…”4 dolayıdır. Saf demokratik yönetim şöyle tanımlanmıştır: “..halkın, halk tarafından halk için yönetilmesidir..”5 Platon, demokrasinin “..yoksulların zenginleri alt edip onları öldürmeleri, sürgüne yollamaları ve cumhuriyet ve yargıçlık görevlerini kalanlar arasında paylaşmalarıyla doğmakta…”6 olduğunu söylemiştir. Aristoteles, Platon’a göre demokrasiyi daha geniş bir genelleme ile tanımlamaktadır: “Demokrasinin ilk ilkesi özgürlüktür… Özgürlüğün sonucu, çoğunluğun üstün olması ve her insanın kendi istediği gibi yaşamasıdır...”7 Platon ve Aristoteles’in devlet düşüncelerinde yer verdikleri demokrasi, onlara göre tercih edilen ve tercih edilmesi gereken bir devlet şekli değildir. Her iki filozofun devlet konusundaki eserlerine baktığımızda bu yöndeki düşüncelerini çok açık olarak görebiliriz. Nitekim Platon, demokrasiyi toplumda anarşiye neden olan bir yönetim şekli olarak görürken, Aristoteles demokrasiyi olumlu devlet şekli olan Cumhuriyetin bozulmuş şekli olarak görür. Vesey, G.&Foulkes, P., Colins Dictionary of Philosophy, London, 1990, s. 76 Raynaud, Philippe&Rials, Séphane.,Siyaset Felsefesi Sözlüğü (Çev. İ . Yerguz, N.K. Sevil, E. Ergun, H.Dilli), İstanbul, 2003, s. 187 3 a.g.e., s 161 4 Parkinson, Northcote C., Siyasal Düşüncenin Evrimi (Çev. M. Harmancı), İstanbul, 1984, s. 155 5 a.g.e., s 161 6 a.g.e., s 165 7 a.g.e., s 165 1 2

66

Yeniçağ’da bilhassa Spinoza, Hobbes gibi filozoflar da demokratik devlet konusunda görüş belirten düşünürlerdir. Spinoza, “demokratik devlet, doğanın her bireye tanıdığı özgürlükten en az uzaklaşmış devlet”8 diye söz ederken Hobbes, “demokrasi, meclislerin yeteneksizliği yüzünden hukuksal güvensizlik etkenidir; düşüncelerin ve inançların çoğalmasını ve yaygınlaşmasını teşvik ederek hizipler doğurur ve güçlü Neron’lar olan hatiplerin inandırma gücünü başıboş bırakır”9 der. Demokrasi kavramı Yeniçağ’da olumlu anlamda bir gelişim geçirmiş ve farklı demokrasi anlayışlarından da söz edilmeye başlanmıştır. Bu düşüncelerin en önemlilerinden birisi “temsili demokrasi” fikridir. Bundan ilk bahseden Hamilton ve ondan sonra da Kant olmuştur. Fransız ve Amerikan devrimleri temsili demokrasinin oluşmasında katkıda bulunmuşlardır.10 Yirminci yüzyılda ise, artık demokrasi bir devlet şekli olarak oldukça popüler ve tercih edilen bir sistem olarak siyasetin ve siyaset felsefesinin en önemli gündemini oluşturmaya başlamıştır. Bu yüzyılda demokrasiyi siyaset felsefesinin merkezine yerleştiren filozof ise Karl Popper’dır. Onun düşüncelerini ihtiva eden eserleri bu yüzyılda oldukça etkili olmuştur. Şimdi de onun demokrasi hakkındaki görüşlerini izaha çalışacağız.

III

Karl Popper, yirminci yüzyıl filozofları arasında devlet felsefesi konusunda en etkili fikirlere sahip olan filozofların başında yer alır. Onun toplum ve yönetim konusunda en çok üzerinde durduğu konu demokratik yönetim konusudur. Onun bu konuya ilişkin detaylı tahlilleri aynı zamanda demokrasinin ve demokratik yönetimin ne olması gerektiği ve ne olduğunu da ifade eden görüşlerini ihtiva etmektedir. Popper, demokrasiyi bir yönetim şekli olarak ele alır ve onu iyi anlayan ve uygulayan yönetimlerin kendi toplumları için olumlu anlamda en doğru yönetimi icra ettikleri fikrini ileri sürer. Toplumların yönetimini temelde ikiye ayıran Popper, olumsuz bir yönetim şekli olarak tiranlığı, totaliterliği, despotizmi örnek gösterir. Bunun karşısına ise demokrasiyi koyar ve demokrasiyi neden olumlu bir devlet şekli olarak önerdiğini şöyle açıklar: “...Biz hükümetin iki ana çeşidini ayrımlayabiliriz, ilk çeşidi kan dökmeden –diyelim genel seçimler yoluyla- başımızdan savabileceğimiz hükümetlerden meydana gelir; yani burada, toplumun kurumları yöneticilerin yönetilenler tarafından düşürülmesinin araçlarını sağlarlar ve toplumsal gelenekler bu kurumların iktidardakiler tarafından kolayca yıkılmasına elvermezler… Ben (bu) ilk çeşidinden bir yönetim için kısa bir ad olarak “demokrasi” terimini kullanmayı öneriyorum…”11 Popper, aslında demokrasi hakkında, demokrasi lehine felsefe tarihinin daha ilk dönemlerinde olumlu cevap verildiğini, Platon’un “kim yönetecek?” sorusunun yanlış ve paradoksal bir soru olduğuna vurgu yaparak şöyle açıklar: “İşte Platon’un “kim yönetecek?” sorusu yerine kendimize daha iyi ve alçak gönüllü bir soru yönelttiğimizde, yani kan dökmeden ve düzene uygun yollarla, acımasız ya da benzeri kötü yönetim biçiminin nasıl olması gerektiğini sorguladığımızda, yanıtın, 2500 yıl önce “demokrasi” diye nitelenen yönetim biçimiyle Atina’da çoktan verilmiş olduğunu görürüz. Sözü edilen demokrasi, sonsuza dek despotizmi ortadan kaldıracaktı.”12 Raynaud, Philippe&Rials, Stéphane, a.g.s., s. 19 a.g.s., s. 190 10 a.g.s., s. 191-103 11 Popper, R. Karl., Açık Toplum ve Düşmanları (çev. M. Tunçay), C.I, Ankara, 1967, s. 133-4 12 Popper, R. Karl, Daha İyi Bir Dünya Arayışı, (çev. İlknur Ata), İstanbul, 2005, s. 59-60 8 9

67

Popper, demokrasinin amacının ne olduğunu sorgular ve bunu şu şekilde belirtir: “… demokrasilerde asıl amaç, pratik sorunların baskısı altında, adalet, insanlık ve özellikle de yasallık çerçevesi içerisinde, özgürlük düşüncelerini –tamamıyla olmasa da- büyük oranda hayata geçirecek anayasal düzenlemeleri geliştirmek olmuştur. En azından despotizm, anayasal düzenlemelerle, her zaman başarıyla olmasa da, engellenmeye çalışılmıştır.”13 Buradan anlaşılacağı gibi Popper, demokrasinin her zaman yasal çerçeve içinde olması gereken bir yönetimi, yasalar çerçevesinde özgürlük düşüncelerini hedeflediğini ve daima despotizmi engellemeyi amaçladığı düşüncesindedir. Popper, siyaset konusunda özellikle eserlerinde Platon, Karl Marx dahil bir çok düşünürü tenkit eder. Özellikle Platon’un “kim yönetmeli?” sorusuna yine Platon’un kendisinin “en iyi olan yönetmeli” cevabını eleştirir ve Platon’un bu düşüncesinin pek çok sıkıntılı tarafının olduğunu vurgulayarak konuyu şöyle açıklar: “...Platon’un sorduğu “kim yönetmeli?” sorusunun yerine çok daha farklı bir soruyu koymayı öneriyorum: “Acaba ahlaki açıdan takdir edilebilir niteliklere sahip bir yönetim biçimi var mı?”, Tabiî bir de bunun karşıtı var: “Kendimizi kötü ya da sadece yetersiz ve topluma zarar veren bir hükümetten kurtarmamızı sağlayacak yönetim biçimleri var mı?” Ben, hiç farkında olmasak da bu tür soruların cevabını demokrasinin özünde bulunduğunu düşünüyorum… Bu sorular modern batı demokrasisine temel teşkil ettikleri gibi, Atina demokrasisinin de temelini oluşturuyor..”14 Popper, gerçek demokrasi yönetimleri ile kendilerini demokratik yönetimler olarak niteleyen diktatörlük yönetimlerinin iyi ayırt edilmesi gerektiğini vurgular. Nitekim, Platon’un sorusunun cevabını Mussolini, Hitler, Marx gibilerde aramışlar ve kendilerinin yönetmesi gerektiğine kendilerini inandırmışlardı diyen Popper, esas demokrat olanları ve demokrasiyi şöyle belirtir: “…Kendilerini demokrat olarak adlandıran herkes diktatörlük ya da tiranlığın ahlaki açıdan kötü olduğunu düşünür, bunlar yalnızca dayanılması zor rejimler değil, kabul edilemez oldukları için, ahlâkî olarak da katlanılamaz yönetimlerdir… demokrasiler sadece egemenliğin halkın elinde olduğu yönetimler değildir, her şeyin ötesinde, kendilerini diktatörlüğe karşı savunmak üzere donatılmış kurumlardır… demokrasi, haklara ve görevlere saygı göstermeyen, veya sürdürdüğü politikanın yanlış olduğunu inandığımız bir hükümetten, kan dökülmeden kurtulma yollarını açmasıdır… Öyleyse sorulması gereken soru kimin yöneteceği değil, nasıl yöneteceğidir. Buradaki en önemli nokta, hükümetin çok fazla hükümet etmemesidir. Daha doğrusu bu, devletin “nasıl” yönetildiği sorunudur.”15 Popper’ın buradaki fikirlerinden de anlaşılacağı gibi demokrasiler ve demokrasiyi benimseyenler her halükarda diktatörlüklere karşıdırlar; ayrıca demokrasiler kendilerini diktatörlüklere karşı savunmak için her türlü yasal tedbirleri alırlar. Diğer taraftan demokrasiler kimin yönetmesi gerektiği sorusunun yerine yönetimin nasıl olması gerektiği sorusunu sorar ve bunun cevabını arar. Demokrasilerin en güzel ve en önemli özelliklerinin başında, halkın memnun olmadığı iktidarı kan dökmeden değiştirme imkanı vermesi geldiğini eserlerinin çeşitli yerlerinde tekrarlayan Popper, bu hususu bir başka şekilde de şöyle belirtir: “…Bence iyi bir yönetim biçiminin sahip olması gereken en önemli özellik, onun bir hükümetin kan dökülmeden iktidardan indirilmesine imkan tanımasıdır. İktidardan inişin nasıl olacağı o kadar da önemli değildir; yeniden seçime gidilebilir ya da bu, meclisin kararına bırakılabilir..”16 Buradan hareketle Popper’ın demokrasi karşıtı olan despot 13 14 15 16

a.g.e., s. 60 Popper, R. Karl, Özgürlüğün En Büyük Düşmanı Eşitlik, (çev. Ceyhan Aksoy), İstanbul, 2006, s. 91-2 a.g.e., s. 92-3 Popper, R. Karl, a.g.e., s. 93-4; Ayrıca bkz. Popper, R. Karl, Daha İyi Bir Dünya Arayışı,

68

idarelerin değiştirilmesinin zor ve çok sıkıntılı olduğu düşüncesinde olduğunu söyleyebiliriz. Popper, demokrasi ve despotizm arasındaki farkın da hükümetlerin kansız ve zor kullanmaksızın değişmesinde olduğunu söyler. Şöyle ki o, “…Demokrasi ve despotizm arasındaki fark, demokrasilerde kan dökülmeden hükümetler devrilir, oysa despotizmde bu böyle değildir..”17 diyerek despotizmde yönetimlerin değişmesindeki kan dökmeye kadar varacak olan zorluk ve zorbalıklara işaret etmektedir. Diktatörlüğün her çeşidini tenkit eden Popper, bu konuya ilişkin de şöyle der: “..Her diktatörlük ahlaksızlıktır.. Diktatörlük ahlâkî açıdan yanlıştır, çünkü kendi vatandaşlarını sadece susmakla hem de daha iyi düşünüp, daha ahlâkî değer yargılarına sahip oldukları halde sadece susarak şeytanla işbirliği yapmakla suçlar. İnsanın ahlâkî sorumluluğunu yok eder, ahlâkî sorumluluk olmaksızın bir insan ancak yarım, hatta yüzde bir insan sayılabilir…”18 İşte burada sözü edilen ve insanı gerçek özgür bir insan olmaktan çıkran diktatörlük, lanet edilecek bir yönetim şeklidir. Popper, demokrasilerin her zaman gelişmeye açık olduğunu belirtir ve “…demokrasi teorisi her zaman düzeltilmeye açık olan ve hatta kendi ıslahı için metotlar gösteren, bir yönetim biçimidir...”19diyerek demokrasinin açık bir yönetim biçimi olduğunu vurgular. Bütün bunlarla beraber, demokrasilerde yöneticilerin güçlerinin sınırsız olmadığını ısrarla vurgulayan Popper, ayrıca demokrasilerde yönetimde olanların azınlığın haklarını da korumaya yönelik çok dikkat etmeleri gerektiğini ifade ederek bu konulara ilişkin şöyle der: “... Bir demokraside yöneticilerin güçlerinin sınırlı olması gerekir… İktidarda olanlar, azınlığa barışçı yollardan bir değişiklik getirmek imkanını veren kurumları korumazlarsa, yönetimleri tiranlık olur..”20 Popper, demokrasilerin oldukça tenkit edilecek yönlerinden birisini de şöyle belirtir: “… Sanırım hepiniz, demokrasinin çok önemli sorunları olduğuna dikkat etmişsinizdir; bunlar başından beri vardı, bugün de varlığını sürdürmekte. Ahlâkî sorunlar, bu sorunlar arasında hem en önemli hem de çözümü en zor olanları oluşturmaktadır…”21 Popper, demokrasiyi her halükarda, yani her ne kadar zayıf tarafları olsa da yine de tercih etmek gerektiğini eski İngiliz devlet adamlarından Churchill’in demokrasi hakkındaki bir sözüne atıfta bulunarak şöyle belirtir: “…Demokrasiyi bir halk mahkemesi olarak yorumlasak bile … hiçbir hata yapılamayacağını söylemek mümkün değildir. Winston Churchil’in ironik sözü buraya çok uyuyor: “Demokrasi en kötü yönetim biçimidir, eğer tüm diğer yönetim biçimlerini saymazsak…”22 Popper’a göre demokrasilerin en güzel ve tercih edilen taraflarından birisi de iktidarın seçimlerle değiştirilme imkanını sağlamasıdır. Nitekim bu hususta şöyle demektedir: “Aslında bana sorarsanız seçim gününün anlamı bu olmalı. Sadece yeni hükümeti meşrulaştıran bir gün değil, eski hükümeti yargılamak için jüri üyeliği yaptığımız bir gün; herkesin yaptığı şeylerden dolayı hesap vermesi gereken bir gün.”23 Dolayısıyla seçimler demokrasinin en güzel taraflarıdır. Yanlış ve hatalı yönetimlerin hesaplarını halka verdikleri günlerdir. Bu vesile ile halk da yöneticilerini değerlendirmektedir. Popper, R. Karl, Daha İyi Bir Dünya Arayışı, s. 165 Popper, R. Karl, Özgürlüğün En Büyük Düşmanı Eşitlik, s. 113 19 Popper, R. Karl., Açık Toplum ve Düşmanları, C.I, s. 134-5 20 Popper, R. Karl., Açık Toplum ve Düşmanları, (çev. Harun Rıza Tepe), İstanbul, 2000, C. II, s. 145 21 Popper, R. Karl, Özgürlüğün En Büyük Düşmanı Eşitlik, s. 89 22 a.g.e., s. 116 23 a.g.e., s. 114 17 18

69

Popper, gerçek demokrasileri yerli yersiz suçlamanın zaman zaman olduğunu, oysa demokrasinin özünde bu suçlamaları hak etmediğini, asıl eğer illa birileri suçlanacaksa bunların yurttaşlar olduğunu da şöyle belirtir: “…Demokrasiyi, demokratik bir devletin siyasal yetersizlikleri yüzünden suçlamak hata olur. Suçlanması gereken bizleriz, yani demokratik devletin yurttaşları…”24 Demokrasiyi insanların iki türlü eleştirdiğini, bunlardan birisinin demokratça, diğerinin ise totaliterce olduğunu belirten Popper, bunların arasındaki en önemli farkın demokratça eleştirinin dostça, yapıcı bir eleştiri olduğudur. Bunun en iyi örneğinin de felsefe tarihinde Atina demokrasisini eleştiren Sokrates’in tutumunda görebileceğimizi söyler.25 Popper, toplumdaki bazı güç odaklarının zaman zaman iktidarı ele geçirmeye çalıştıklarını ve bunun için de baskı uyguladıklarını söyler ve bu tür davranışların medeni hiç bir toplumda kabul edilmemesi gerektiğini şu sözleriyle belirtir: “… Kendisini halkla birlikte ifade eden grup kim olursa olsun- askerler, memurlar, işçiler ve çalışanlar, gazeteciler, radyo ve televizyon yorumcuları, yazarlar, teröristler, ya da gençler- bu grupların güç sahibi olmalarını ya da iktidarı ele geçirmelerini istemiyoruz. Onları korkutmak da istemiyoruz, onlardan korkmak zorunda kalmak da. Kendimizi onların zorbaca eylemlerinden korumak istiyoruz. Kavramlardaki belirsizlik ve alışkanlık nedeniyle adına hala demokrasi dediğimiz batı tipi yönetim biçimlerinin asıl amacı budur…”26 Özgürlük ve demokrasi arasındaki ilişkiye de dikkat çeken Popper, insanın her konudaki özgürlüğünün yine de en çok gerçek demokrasilerde sağlandığını vurgular. Zaman zaman yönetimlerin (devlet) gücü, yurttaşların da özgürlükleri kötüye kullanabileceklerini, hatta kullandıklarını söyleyerek şöyle bir değerlendirmede bulunur: “…Devletin gücünü kötüye kullanmasına engel olmak için özgürlüğe ihtiyacımız olduğu gibi, özgürlüğün kötüye kullanılmasına engel olmak için de devlete ihtiyacımız var…”27 Ancak bütün bunların ötesinde bu meselenin zor bir mesele olduğunu vurgulayan Popper, yöneten ve yönetilen tüm yurttaşların iyi niyetli olması gerektiğini de şu sözleriyle belirtir: “…Her şeyden çok iyi niyete ihtiyaç var…”28 Popper, hiçbir kimsenin bir yetişkin insanın bekçisi, koruyucusu yerine kendini koyamayacağını vurgular ve bu anlamda da devletin en temel görevinin yurttaşlarının haklarını ve özgürlüklerini korumak olduğunu da şöyle belirtir: “…Devletin en önemli görevi, haklarımıza saygı göstermek ve onları gözetmek olmalıdır… Devletin en temel görevi, yaşama ve özgürlük haklarımızı tanımak ve gerektiği zaman yaşama ve özgürlük haklarımızı savunmamıza yardım etmektir…”29 Popper, nihayet gerçek demokrasinin açık toplumlarda, totaliter yönetimlerin ise daha çok kapalı toplumlarda olduğunu vurgular. Kapalı toplumlarda kabile her şey, birey hiçbir şey anlayışı30 hakimdir diyen Popper, ayrıca bu anlayışın kapalı toplumların çöküşüne de neden olduğunu belirtir. Diğer taraftan o, “…sihirci ya da kabileci yahut kollektivist topluma kapalı toplum da denecektir, bireylerin kişisel kararlarla karşı karşıya kaldıkları topluma da açık toplum…”31 diyerek kapalı ve açık toplumu tarif eder. a.g.e., s. 136 24

a.g.e., s. 202-3 a.g.e., s. 93 a.g.e., s. 96 28 a.g.e., s. 96 29 a.g.e., s. 99-100 30 Popper, R. Karl., Açık Toplum ve Düşmanları,, C.I, s. 203 31 Popper, R. Karl., Açık Toplum ve Düşmanları,, C.I, s. 186; ayrıca bkz. Baudouin, Jean. Karl Popper, (çev. Bülent Gözkan), İstanbul, 2003, s. 24 25 26 27

70



IV

Karl Raimund Popper, bu çalışmanın başında da belirttiğimiz gibi, bilimsel yöntem anlayışıyla Viyana çevresinde yer alan yeni pozitivist anlayışa sahip bilimci düşünürlerin doğrulamacılık yöntemine karşı çıkmış ve bu yönteme ciddi eleştiriler yöneltmiştir. Onun bu düşünceleri oldukça önemli etkiler yapmıştır; ancak bu etkiler onun sosyo-politik düşüncelerindeki etkilerine nazaran daha sınırlıdır. Bizim bu çalışmamızda söz konusu edilen Popper’in sosyo-politik görüşlerinin merkezinde yer alan demokrasi hakkındaki düşünceleri, kendi yaşadığı dönemde ve daha sonraki dönemlerde hem entelektüel çevrelerde ve hem de daha geniş kitleler üzerinde daha derin ve muhataplarını sarsıcı etkiler yapmıştır. Demokrasi konusundaki fikirleriyle çağdaş batı kültür ve devlet anlayışının temel ideasının da ne olduğuna vurgu yapan Popper, gerçek demokrasi yönetimlerini özgürlükçü, bireyci, güveni esas alan, eleştiriye açık, seçimlerle değiştirilmesi güvence altına alınmış açık toplum rejimleri olarak nitelemiştir. Demokrasi karşıtı olarak nitelediği despotik, tirancı, totaliter, baskıcı yönetimleri de daha çok kapalı toplum rejimleri olarak niteleyen Popper, bu bağlamda Platon ve Marx gibi düşünürlerin devlet ve toplum anlayışlarını tenkit eder. Bugün Popper’ın demokrasi hakkındaki bazı itirazî kayıtlarını da dikkate alırsak onun gerçek demokrasi hakkındaki fikirlerinin toplumların sağlıklı gelişmeleri açısından ne kadar önemli olduğunu bir kere daha tasdik etmek durumundayız.

71

DEMOKRATİK MÜZAKERE SÜRECİ BAĞLAMINDA DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ*

Muammer TUNA** ÖZET Demokratik müzakere süreci demokrasilerin işlerliğinin temel bir koşulu ve demokrasi ve hoşgörü kültürünün de bir bileşeni olarak değerlendirilebilir. Modern demokrasilerde asıl olarak çoğunluk yönetiminin yerine çoğulculuğun temel bir ilke olarak yer almaya başlamasıyla demokratik müzakere süreci daha fazla önem kazanmıştır. Bu bağlamda, artık modern demokrasilerin en temel niteliklerinden birini oluşturan çoğulculuk, farklı çıkar gruplarının demokratik ortamda kendi çıkarlarını savunması ve bunları siyasal demokratik yollarla gerçekleştirme çabası içinde olmaları gereği olarak demokratik müzakere süreci vazgeçilmez bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda farklı çıkar grupları sahip oldukları ve gerçekleştirmek azminde oldukları farklı çıkarlarını, birbirlerini yok ve etkisiz hale getirerek değil, müzakere sürecinde karşılıklı ikna-ödünleşme, pazarlık sürecinde gerçekleştireceklerdir. Ancak burada müzakere sürecinin bir parçası ya da belki de ön koşulu olarak demokrasi ve hoşgörü kültürü gündeme gelmelidir. Çünkü demokratik müzakere sürecinin işleyebilmesi için öncelikle farklı çıkar gruplarının birbirlerine tahammül edebilmeleri ve hoşgörüyle yaklaşabilmeleri gerekmektedir. Bu çalışmanın temel hareket noktası ve problemi de bu noktaya odaklanmaktadır; demokratik müzakere süreci bağlamında demokrasi kültürü. Bu çalışmada, demokratik müzakere süreci bağlamında demokrasi kültürünün temel bileşenleri olarak tanımlayabileceğim aydınlanma, hoşgörü, özgürlük ve insan hakları, siyasal ve ekonomik liberalizm, toplumsal refah, bireysel girişimcilik kavramları tartışılacaktır. Bununla birlikte, demokrasi kültürü kavramının bileşenleri olan kültür ve demokrasi kavramları da değinilecektir. Anahtar kelimeler: Demokrasi, demokrasi kültürü, katılım, müzakere süreci DEMOKRATİK MÜZAKERE SÜRECİ BAĞLAMINDA DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ GİRİŞ Farklı biçimleri ile birlikte uzun bir geçmişe sahip olan demokrasi kavramı özellikle son yüzyılda çok daha ağırlıklı olarak tartışılmıştır. Bu süreçte bir yandan demokrasinin hızla yaygınlaşması, daha çok sayıda toplumun ve aynı toplum içinde daha geniş toplum kesimlerinin demokrasi ile tanışmaları ve demokratik süreçleri yaşıyor olmaları etkili olurken diğer yandan demokrasinin sürekli olarak kendini yeniden üretmesi ve giderek kendini daha fazla yetkinleştirmesi etkili olmuştur. Bu bağlamda geçmişi bir ölçüde eski Yunan şehir devletlerine kadar gidebilecek olan demokrasi olgusu tarihsel süreçte sürekli değişim göstermiş, giderek daha da olgunlaşmış ideal forma ulaşmak yönünde oldukça önemli bir yol kat etmiştir. Bununla birlikte ideal demokrasi formları da sürekli olarak değişim göstermiştir. Ancak demokrasinin özellikle seçime dayalı çoğunluk rejiminden, çoğulculuk rejimine doğru gösterdiği değişim dikkate değer bir öneme sahiptir.

* Bu makale, daha önce Muğla Üniversitesinde düzenlenen Felsefe ve Sosyal Bilimler kongresinde “Demokrasi Kültürü” başlığı ile sunulan ve aynı başlıkla bildiri kitabında basılan bildirinin genişletilerek yeniden kurgulanması ve geliştirilmesi ile oluşturulmuştur. ** Prof. Dr., Muğla Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi 72

Demokrasinin çoğunluk ilkesinden, çoğulculuk ilkesine doğru bir dönüşüm sürecine girmesiyle birlikte çoğulculuğun sağlanabilmesinin gerekliliği olarak müzakere süreci gündeme gelmiştir. Çoğulculuk ilkesi ile birlikte ortaya çıkan müzakere süreci aslen, farklı çıkar gruplarının sahip oldukları farklı çıkarları ortak bir platformda savunabilmeleri, farklı çıkar gruplarının birbirlerini ikna edebilmeleri, uzlaşabilmeleri uzlaşamadıkları noktalarda da uzlaşmazlık noktalarını belirleyebilmeleri sürecini kapsamaktadır. Bu bağlamda farklı çıkar gruplarının sahip oldukları farklı çıkarlarını ortak bir platformda savunabilmeleri, başka bir deyimle müzakere edebilmeleri için de bu müzakere sürecini mümkün kılan bir demokrasi kültürünün ön koşul olarak oluşmuş olması gerekmektedir (Alford ve Friedland, 1995: 82). Demokrasinin nihayet yaşamsal bir konu olarak toplumun gündemine gelmesiyle birlikte, toplumsal bir proje olarak demokrasinin olgusal ve kavramsal olarak toplumsallaştırılması gerekmektedir. Başka bir deyimle demokrasi kavram ve olgusunun toplumsal düzeyde kabul görmesinin sağlanması ve içselleştirilmesi en az demokrasi olgusunun kendisi kadar önemli bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Demokrasi olgusunun toplumsallaşması ve kökleşmesi açısından da demokratik müzakere süreci önemli bir işleve sahiptir. 1. TARİHSEL ARKA PLAN VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE Tarihsel olarak demokrasi kültürünün oluşması, büyük ölçüde demokrasi kavram ve olgusunun ortaya çıkması ve toplumsal düzeyde tanınırlığı ve kabul edilirliği ile ilgili görünmektedir. Batı Avrupa ülkeleri açısından demokrasinin kurumsallaşması ve kökleşmesine bakıldığında birkaç yüzyıla yakın bir tarihsel süreçten söz etmek mümkündür. Bu bağlamda Eski Yunan Şehir Devletlerinde sadece “özgür” vatandaşların sürece katıldığı bir demokrasi anlayışından, liberal teoride yer alan; vergi verme ve vatandaş olma, sonra da vatandaşların demokrasi sürecine katılımını anlamlandıran ve öncelikle mülkiyet sahipliğine dayalı bir demokrasi anlayışına doğru değişimden söz edilebilir (Almond, 1980). Ancak daha ileri aşamalarda, vatandaşlık ve demokrasi sürecine aktif katılım için mülkiyet ölçütünün yavaş yavaş resmen bir ölçüt olmaktan çıkmakta olmasıyla birlikte, fiilen halen etkili olduğu açıktır. Bu bağlamda ekonomik anlamda güçsüz (mülksüz) olanların da demokratik sürece aktif katılımları ancak, mülkiyet temeline değil de salt vatandaş olma temeline dayalı bir müzakere ortamı ile mümkün olabilecektir. Bu bağlamda Batı Avrupa’da demokrasinin gelişmesi açısından parlamentonun yapısının değişmesi büyük bir önem arz etmektedir: Batı Avrupa’da parlamentolar önce meşruti yapılardan çoğunluk yapılarına daha sonra da çoğunluk yapılarından çoğulculuk yapılarına doğru bir değişim göstermiştir. Çoğunluk yapısına dayalı parlamenter sistemler, çoğunluğun hakimiyetine azınlığın boyun eğmesini meşru bir demokrasi gereği kabul ederken; çoğulculuk yapısına dayalı parlamenter sistemler ise çoğunluğun mutlak hakim olmadığı, çoğunluğun azınlık ile müzakere süreci içinde karar alması gerektiğine vurgu yapar. Dolayısıyla çoğunluğun mutlak iradesinin demokratik işleyiş için yeterli olmadığı, azınlığın da demokratik sürece aktif katılımının mutlak bir gereklilik olduğuna vurgu yapılır (Almond, 1980) . Bu bağlamda Batı Avrupa’da parlamenter sistemin işleyişi açısından farklı ülkelerde farklı parti sistemleri ortaya çıkmıştır. İki partili sistemler, çok partili sistemler, radikal partilerin etkili olduğu sistemler, merkez partilerin etkili olduğu sistemler, hatta demokrasiden uzaklaşıldığı dönemlerde tek partili sistemler göze çarpmaktadır (Sani ve Sartori, 1983; Alford ve Friedland, 1995: 90). Söz konusu parti/parlamento sistemleri ülkeden ülkeye farklılıklar gösterdiği gibi, aynı ülkede belirli bir zaman süreci içinde de farklılaşabilmektedir. Batı Avrupa Ülkelerinde farklı parti parlamento sistemlerinin olmasına rağmen birçok ülkede zamanla parti/parlemanto sistemleri 73

çoğunluk yapısından çoğulculuk yapısına doğru bir değişim göstermiş ve dolayısıyla parlamento en uç/radikal görüşlerin bile müzakere edildiği bir müzakere platformuna dönüşebilmiştir. Bu dönüşüm bağlamında Merkezde yer alan sosyal demokrat, liberal, hristiyan demokrat partilerin yanında daha radikal hristiyan, muhafazakar sağ, aşırı sağ hatta ırkçı partilerin yanı sıra sosyalist, komünist ve yeşiller partileri de parlamentoda temsil edilmeleri sağlanmış ve radikal görüşlerin de parlamentoda temsil edilerek demokratik siyasal sisteme entegre olmaları sağlanmıştır (Alford ve Friedland, 1995: 88). Temsil sistemindeki bu değişim radikal görüşlere sahip partilerin sadece parlamentoda temsil edilmeleri ile sınırlı kalmamış, bu partiler aynı zamanda koalisyon hükümetlerine girerek karar alma mekanizmalarına da katılmışlardır. Buna göre, merkez sağda ya da merkez solda yer alan ve daha geniş bir seçmen desteğine sahip bir parti; kendi görüşlerine yakın radikal sağ ya da solda yer alan; ancak daha dar bir seçmen desteğine sahip bir hatta birden çok parti ile koalisyon oluşturarak, radikal görüşlerin de karar alma mekanizmalarına katılmaları sağlanmıştır (Laver ve Schofield, 1990). Radikal siyasi fikirlerin parlamentoda temsil edilmesiyle birlikte, bu fikrilerin popüler oy desteğinin aşırı düzeyde artması ve tek başına iktidar olmaları durumunda ise faşizm eğilimlerin seçim yoluyla iktidara gelmesi gibi riskler ortaya çıkabilmektedir (Germani, 1978). Ancak Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve demokrasiden ayrılma olarak gündeme gelen bu eğilimlerin de gene demokrasi kültürü ile ilgili olduğu görülmektedir. İtalya, Almanya ve İspanya gibi ülkelerde demokrasi kültürünün o dönemde yeterince gelişmediği ve modernite ya da kapitalizmin yıkıcı etkisine karşı bir tepki şeklinde ortaya çıktığı ya da kapitalizmin tesisinde faşist yol olarak tartışıldığı görülmektedir (Almond, 1980; Moore, 1966; Alford ve Friedland, 1995: 77). Müzakere süreci ya da müzakereci demokrasi yukarıda değinilen çoğulcu yapının oluşmasına katkıda bulunan hatta bu çoğulcu yapının ta kendisi olarak adlandırılabilir. Tabii ki bu çoğulcu yapının oluşturulmasına Avrupa’da uzun bir geçmişe sahip demokrasi kültürünün katkısı yadsınamaz (Almond, 1980). Yukarıda değinilen tarihsel arka plan bize Batı Avrupa’da demokrasinin gelişimi açısından çoğunluk yapılarından çoğulculuk yapılarına, liberal demokrasi anlayışından radikal demokrasi anlayışına doğru tedrici bir geçişin olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda söz konusu geçişte anahtar olgu müzakere olgusu ve bu bağlamda demokrasi kültürü olmaktadır. Türkiye açısından demokrasinin tarihine ve demokrasi kültürünün oluşmasına bakıldığında şöyle bir görünüm ortaya çıkar. Türkiye’nin demokrasi tarihi değişik bakış açılarından değişik biçimlerde değerlendirilebilmekle birlikte, çok partili yaşama geçiş bir ölçüt olarak alınırsa, Türkiye’de demokrasinin tarihini İkinci Meşrutiyete kadar götürmek olasıdır (Tuna, 1992). Ancak İkinci Meşrutiyet deneyimi ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyimleri dışarıda tutulacak olursa, Türkiye’de çok partili yaşama geçişin aslen 1946’da Demokrat Parti’nin kurulmasıyla başladığı söylenebilir. Bu anlamda Türkiye’nin 50 yılı aşkın birçok partili yaşam deneyiminden ve bununla bağlantılı olarak oluşmakta olan bir demokrasi kültüründen söz etmek olasıdır. Ancak buna rağmen halen Türkiye’de tüm kurum ve kurallarıyla işleyen bir demokrasiden söz etmek zordur (Köker, 1990a). Öyleyse “kurumsal anlamda “işleyen” bir demokratik sistem ile Türkiye’nin politik sistemi arasındaki fark ya da farklar nelerdir sorusu” belki de sorulması gereken temel sorulardan birisidir. Böyle bir soruyu yanıtlamanın ön koşulu, bir politik sistem olarak “demokrasi” ile böyle bir sistemin yaşam alanı olan ülkenin toplumsal/kültürel yapısı arasındaki ilişkiyi anlamak gerekliliğidir (Duverger, 1982: 465-470). Bu anlamıyla bu tartışmada “kültür” ve “demokrasi” kavramlarının kavramsal düzeyde tanımlanmaları ve açılımları yapılarak, bu kavramların birbirleri açısından taşı-

74

dıkları anlamlar irdelenecek ve tartışılacaktır. Türkiye’nin demokrasi deneyimi müzakereci demokrasi ya da çoğulcu demokrasi açısından incelendiğinde, Türkiye’de henüz çoğuncu, müzakereci demokrasinin oluşmamış olmasını bir ölçüde demokrasi kültürünün henüz oluşamamış olmasıyla açıklamak mümkündür. Bu bağlamda demokrasi kültürü ya da demokratik siyasal kültür kavramına daha yakından bakmak gerekmektedir. 2. MÜZAKERE SÜRECİ VE KÜLTÜREL SÜREÇLER Müzakere terim olarak “bir konu hakkında fikir alış-verişinde bulunma, oylaşma” olarak tanımlanmaktadır. Demokratik müzakere söz konusu olduğunda ise demokratik süreçlerin ya da demokrasi süreci içinde yer alan tüm konuların ve kararların ilgili tarafların ya da temsilcilerinin katılımıyla tartışılarak ele alınması ve kararlaştırılması olarak anlaşılabilir. Bu çerçevede siyasi müzakere sürecine tüm siyasi tarafların katılması ve görüşlerini belirtmesi ve bu görüşlerin dikkate alınması gerekmektedir. Bu arada ilgili tarafların doğrudan sürece katılmaları mümkün olamayacağından örgütlü temsilcileri aracılığı ile katılmaları gerekmekte bu da müzakere süreci için öncelikle örgütlenme özgürlüğü gerekli kılmaktadır. Bunun yanında müzakere sürecinin işleyebilmesi için farklı ve birbiriyle çatışan çıkarlara sahip siyasi grupların birbirlerine tahammül edebilmeleri, varlıklarını kabul etmeleri kendilerini ifade edebilmelerine ve kendilerini gerçekleştirmelerine rıza göstermeleri gerekmektedir. Bu da sonuç olarak demokrasi ya da hoşgörü kültürü denilen bir toplumsal kültürün varlığını gerekli kılmaktadır. Bu bağlamda demokrasi kültürü kavramını anlayabilmek için öncelikle kültür ve demokrasi kavramlarını anlamak gerekmektedir. Kültür kavramı tanımlanması ve algılanması zor ve karmaşık olan bir kavramdır. Kültür kavramını tanımlaması söz konusu olduğunda birçok kavramın birçok tanımından söz etmek olasıdır. Kültür üzerinde çalışmış olan antropolog ve diğer sosyal bilimciler bu kavramın 164 farklı tanımını derlemişlerdir (Güvenç, 1979: 95). Bundan dolayı kültür kavramının bir terim olarak tanımlanmasından çok bunun bir süreç olarak ve kapsadığı alan olarak algılanması daha olası görünmektedir. Kültür kavramının bütün bu geniş kapsamına ve anlamlılığına rağmen mümkün olan en geniş kapsamlı tanım seçilecek olursa, “kültür, doğanın yarattığı her şeye karşı insanoğlunun yarattığı her şeydir” şeklinde tanımlanması mümkün olabilir (Güvenç, 1979: 97). Öyleyse kültür insan yaşamının tüm düzeylerini kapsayan ve insanın yaşamı boyunca ürettiği tüm maddi ve maddi olmayan öğeleri kapsayan çok boyutlu karmaşık bir süreçtir. Kültür kavramının tanımlanmasındaki bu belirsizliğe karşın kavramın farklı boyutlarından, bileşenlerinden ve niteliklerinden söz etmek olasıdır. Dolayısıyla kültür kavramını genel niteliklerinden hareketle anlamaya çalışmak olasıdır. Kültür kavramının genel nitelikleri şu şekilde özetlenebilir: Kültür öğrenilir, kültür tarihseldir ve süreklidir, kültür toplumsaldır, kültür ideal ve idealleştirilmiş kurallar sistemidir, kültür ihtiyaçları karşılayıcı ve doyum sağlayıcıdır, kültür değişir, kültür bir soyutlamadır, kültür bütünleştiricidir (Güvenç, 1979: 103-108). Yukarıda belirlenen kültür kavramının genel niteliklerinin birbiriyle ilişkili olduğu ve bu anlamıyla bir bütünsellik taşıdığı görülmektedir. Başka bir deyişle bu niteliklerin tamamı bir bütün olarak kültür kavramını oluşturur. Bu nitelikleri ayrımlamak ya da bir önem ve öncelik sırasına tabi tutmak olanaklı değildir. Ancak kültür kavramının bu genel nitelikleri içinde demokrasi açısından en önemli olanı kültürün bütünleştiricilik niteliğidir. Kültürün bütünleştiricilik niteliği bir kültür kümesi içinde (bir ulusal kültür içinde) farklı kültürel alt unsurların birbirlerinin yaşama haklarını ve yaşam alanlarını kabul etmeleri ve birbirlerine karşı hoşgörülü olmaları demektir. Bu bütünleştiricilik niteliği 75

demokrasinin de en temel gerekliliklerinden birisidir. Kültürün bütünleştirici niteliğinin demokrasi açısından taşıdığı önem daha sonra daha ayrıntılı olarak açıklanacaktır. Kültür kavramı “doğanın yarattığı her şeye karşın insanoğlunun yarattığı her şey” olarak tanımlandığında ve yukarıda sayılan genel nitelikleri belirlendiğinde; kültürün insanların kendi yarattıkları bir ürün ve bununla birlikte tüm yaşamlarını kapsayan ve belirleyen bir yaşam biçimi, çok geniş kapsamlı bir sistem olduğu anlaşılır. Bu anlamda bir sistem olarak kültür kavramının birçok öğesi vardır. Kültür kavramının ana öğeleri şunlardır: dil; üretim ve tüketim (ekonomi); yerleşme yerleri; sanat, bilgi ve eğitim; sağlık ve hastalık; aile, soy ve akrabalık; kaynaklar, töreler ve gelenekler; insanlar, birey, kişi (kişilik); din-devlet yönetim (Güvenç: 1979: 109). Kültür kavramının ana öğelerine bir yönetim sistemi olarak demokrasi açısından bakıldığında tüm bu öğelerin yönetim sistemi (demokrasi) ile ilintili olduğu görülür. Başka bir deyişle bir yönetim sistemi olarak demokrasi kültür kavramının tüm öğelerinin bir örüntüsü olarak ortaya çıkar. Başka bir deyişle bir toplumdaki demokratik olan ya da olmayan bir yönetim sistemi o toplumdaki genel kültürel yapı ve süreçlerin bir tezahürü olarak ortaya çıkar. Bir toplumdaki genel kültürel öğeler hangi düzeyde ise bir yönetim sistemi olarak demokrasinin genel kültürel düzeyden çok farklı bir düzeyde olması beklenemez. Bir toplumdaki ekonomik kurumlar ve işleyişler, eğitim, sağlık, iletişim v.b. toplumsal kurumların düzeyi ile siyaset kurumunun (demokrasi) düzeyi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kültür kavramının kuramsal düzeyde bu genel niteliklerini ve ana öğelerini kısaca belirttikten sonra şimdi de bu genel niteliklerin ve ana öğelerin somut olarak ne anlam ifade ettiğine bakmak gerekir. Modern toplumda kültürün toplumsal işlevi, genel olarak farklı sosyo-kültürel unsurların “aşırı” ve “keskin” uçlarının “törpülendiği” ve bu unsurların birbirleriyle kaynaşmalarının sağlandığı bir “eritme potası” ya da uzlaştırma platformu olmasıdır. Bu, kültürün genel niteliklerinden, bütünleştirme niteliğinin gereğidir. Bir toplumda farklı yerel grupların ve kültürel öğelerin olması doğaldır. Ancak bu farklı yerel kültürel öğelerin birbirleriyle alış-veriş halinde, birbirlerine hoşgörü ile bakarak ve birbirlerinin ortak yanlarını birleştirip farklı yanlarını koruyarak bir ortak üst kültür kimliği oluşturmaları ve ortaklaşa yaşayabilmeleri gerekir. Bu anlamıyla toplum içinde farklı kültürel unsurların birbirlerini dışlamaları değil birbirlerini içselleştirmeleri, birbirlerini özümsemeleri, birbirlerini kapsama alanlarına almaları gerekir. Böylelikle tüm yerel unsurları kapsayan ve fakat tüm bunlardan daha geniş, daha kapsayıcı ve daha zengin bir toplumsal üst kültürün oluşması ve toplumun farklı unsurlarının bir arada uyumlu bir şekilde yaşaması mümkün olabilir. Bu kültürel hoşgörü, tolerans, kaynaşma ve bütünleşme demektir. Toplum içindeki farklı toplumsal ve kültürel unsurların birbirine karşı hoşgörü, tolerans, kaynaşma ve bütünleşme içinde olamayıp da; hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük, ayrışma ve hatta çatışma halinde olmaları durumunda ise toplumsal çözülme ve parçalanma zorunlu ve kaçınılmazdır. Dolayısıyla kültür kuramı açısından bakıldığında farklı toplumsal ve kültürel unsurların birbirlerine hoşgörü göstermeleri ve bir arada uyumlu yaşayabilme başarısını gösterebilmeleri bir tercihten de öte bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır (Güvenç, 1982). Demokrasi ve kültür kavram ve olguları arasındaki ilişkileri incelemek ve bir demokrasi kültürü tartışması açmak amacıyla başlanılan bu tartışmada şu ana kadar kültür kuramı hakkında demokrasi kavramı ile ilişkisi bağlamında çok kısa bir giriş yapılmıştır. Bundan sonra demokrasi kavramı hakkında kısa bir açılım yapılarak bir demokrasi kültürü tartışmasına temel olacak olası bir başlangıç yapılmaya çalışılacaktır. 76

Bir siyasal sistem olarak demokrasi çok genel anlamıyla halk yönetimi olarak tanımlanır.

Ancak bu halk yönetiminin niteliği, nasıl ve hangi şartlarda oluştuğu çok önemlidir. Modern toplumlarda halkın kendini doğrudan yönetmesi pratik olarak olanaklı olmadığından, bugün için bir temsili demokrasiden söz etmek mümkündür. Temsili demokrasinin en önemli öğesi ise seçimdir. Bir demokratik ilke olarak seçim; seçimin niteliği, hangi koşullarda yapıldığı, siyasal partiler, siyasal düşünce, siyasal düşüncenin yayılması ve örgütlenmesi, temsil-delege sistemi gibi kurumsal ve işleyen bir demokrasi açısından vazgeçilmez olan birçok kavramı zorunlu olarak içinde barındırmaktadır. Ancak buradaki tartışmanın kapsamı içinde demokrasinin genel ve özel niteliklerinin tümü yer almamaktadır. Bu anlamda bu tartışmanın kapsamı içinde sadece kurumsal ve işleyen bir demokratik sistemin genel nitelikleri kısaca özetlenecek ve kapsayıcı bir demokrasi tanımı yer alacaktır. Demokratik bir yönetimin nitelikleri arasında, siyasal yelpazenin ve siyasal düşüncenin tüm kesimlerinin örgütlü olarak temsil edildiği ve seçimlere eşit şartlarda katılabildiği ve seçimlerin adaleti konusunda seçime katılan tüm siyasal partilerin ve eğilimlerin uzlaşabildiği bir seçim ve parti sisteminin olması bir önkoşuldur. Bununla birlikte, seçim sonucu oluşan çoğunluk yönetiminin her türlü yaptırım gücüne karşı, her türlü siyasal azınlığın siyasal haklarının yasal güvence altına alınmış olması ve bu siyasal azınlık gruplarının iktidar olabilme olasılıklarının yasal güvence altına alınmış olması gerekir. Dolayısıyla demokrasinin ayırıcı niteliği seçim sonucu oluşmuş olan çoğunluk yönetimi değil, çoğunluğun iradesine karşı siyasal azınlık durumunda bulunanların bireysel, siyasal ve toplumsal haklarının güvence altına alınmış olmasıdır. Bu anlamıyla demokrasi ilkesel olarak hiçbir ideolojik ya da politik modeli doğru ya da yanlış olarak kabul etmez. Başka bir deyişle demokratik sistem içinde her türlü, farklı siyasal sistem modelinin yaşama ve iktidar olma şansı ve olasılığı vardır ve bu şans teorik düzeyde eşittir. Bu eşitlik, her tür siyasal eğilimin, yasal düzenlemeler açısından iktidar olabilme olasılıklarının eşit olmasını ifade eder. Başka bir deyişle bir siyasal eğilim ya da ideoloji diğerlerine göre yasalar ve yönetim düzeyinde “öncelikli” ya da “avantajlı” durumda olmamalıdır (Köker, 1990b: 77). Farklı siyasal eğilimlerin siyasal sisteme katılımları demokrasi için başka bir vazgeçilmez gerekliliktir. Katılım, sadece siyasal sistemin güçlülerinin yararlandığı bir araç değildir, siyasal sistem içinde en güçsüzlerin bile sisteme katılabilme olanaklarının garanti altına alınmış olması gerekir. Farklı siyasal eğilimler örgütlenebilmeli ve kendilerini ifade edebilmeli ve bu eğilimler siyasal sisteme katılabilmelidirler. Katılımın ön koşulları ise; katılımcıların katılım konusundaki aktifliği, siyasal sistem hakkında bilgilenmeleri ve kendilerini bilgi anlamında sistemin işleyişine yakın hissetmeleri ve siyasal sisteme duygusal bağlılık duymalarıdır (Habermas, 1984: 39). Başka bir deyişle gerçek ve kurumsal anlamda işleyen bir demokratik siyasal sisteme katılanlar siyasal sistemi sahiplenmeli ve bütünsel bir sistem olarak siyasal sistemi içselleştirmelidirler. Bu demokratik siyasal sistemde katılımcıların sisteme karşı yabancılaşmamış olmalarını; bunun tersine sistemi sahiplenmiş olmalarını ifade eder. Bir kez daha ifade etmek gerekirse demokrasiyi çoğunluk egemenliği olarak algılamak kesin bir yanılgıdır. Çağdaş demokrasinin ayırıcı niteliği, çoğunluk egemenliğine karşı siyasal olarak azınlık durumunda bulunanların haklarının güvence altına alınmış olmasıdır. Bunun sağlanabilmesi de önemli ölçüde demokratik müzakere süreci ile ilgilidir. Bu bağlamda demokrasinin kapsayıcı bir tanımı şu şekilde verilebilir: “insanların sürekli yayılım gösteren denetim güçlerinin nesnel koşulları altında, nasıl yaşamak istediklerini ve isteyeceklerine ilişkin soruyla ilgili genel ve kamusal iletişimin kurumsal olarak güvenceye alınmış biçimleri”dir (Köker, 1990b: 77).

Şu ana kadar kültür ve demokrasi kavramlarının olabildiğince kavramsal düzeydeki açılım-

77

ları yapılmaya ve bir demokrasi kültürü kavramsallaştırması için gerekli olan çerçevenin ana hatları çizilmeye çalışıldı. Tartışmanın bundan sonraki bölümünde, Batı demokrasilerinin vazgeçilmez unsuru olan demokrasi kültürü kavramının temelleri ya da ana hatlarına değinilecektir. 3. DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ Demokrasi ile ilgili yayınlarda genellikle sivil kültür, siyasi kültür, demokratik siyasal kültür ya da sivil siyasi kültür şeklinde kullanılan kavram, bir toplumdaki siyasi kültürü tanımlarken aslında, ilgili toplumdaki demokratik kültürü tanımlamaktadır (Almond, 1980; Özbudun, 1999). Dolayısıyla kültür ve demokrasi kavramlarının yukarıda genel çerçevesi çizilmeye çalışılan bağlamı içinde bir “demokrasi kültürü” kavramından söz etmek mümkündür. Dolayısıyla bu çalışmada “demokrasi kültürü” kavramı yukarıda belirtilen anlamda sivil siyasi kültür anlamında kullanılmıştır. Sivil siyasi kültür alanında çalışan araştırmacılar sivil siyasi kültür derken aydınlanma ve liberal teoriden hareketle oluşturulmuş demokratik vatandaşlığın akılcı-aktivist modelinden bahsederler. Buna göre başarılı bir demokrasi modeli tüm vatandaşların rasyonel ve aktif bir şekilde içinde yer aldığı ve katıldığı ve katılımlarının bilindiği bir politik süreçtir. Bu bağlamda akılcıaktivist demokratik vatandaşlık modeli sivil siyasal kültürün bir bileşenidir fakat tek bileşeni değildir. Katılımcı-akılcı vatandaş modeli demokratik devlet yönetiminin istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesini sağlayamaz. Demokratik devlet yönetiminin istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesi, aktif-katılımcı vatandaş modelinin kendi içinde pasif muhalefeti, güveni, otoriteye karşı olan görüşlere saygılı olmayı ve rekabeti içermesi durumunda mümkündür (Almond, 1980: 16). Bu bağlamda başarılı bir demokratik sistemin ön koşullarını Schumpeter (1980) beş noktada toplanmıştır. Başarılı bir demokratik sistem öncelikle donanımlı, becerikli ve profesyonel politikacılara gereksinim duyar. İyi karakterli olmak bu politikacıların hiç kuşkusuz temel niteliğidir. Bununla birlikte iyi politikacı zeki, pazarlık yeteneğine sahip, koalisyon kurucu, seçim kampanyalarını başarılı bir şekilde organize etme yeteneğine de sahip olmalıdır. Başarılı bir demokratik sistemin ikinci koşulu ise politik süreçlerin ve kurumların yetkilerinin sınırsız olmamasıdır. Tüm yetkilerin politik karar alma mekanizmasında toplandığı durumlarda alınan kararların ve uygulamaların denetimi mümkün olmayabilir. Üçüncü koşul politikacıların nasıl davranacakları ve karar alacakları konusunda onlara yol gösterecek profesyonellikte bir bürokrasinin gerekli olmasıdır. Dördüncü koşul demokratik oto kontroldür. Bu sayede sistemin kendini aşırılıklara karşı kontrol edebilmesi mümkün olabilir. Beşinci koşul ise farklı görüşlerin demokratik sistemin işleyişi içinde tolere edebilmesidir. Demokratik müzakere süreci de asıl olarak bu son koşula vurgu yapmaktadır. Demokrasi kültürü yukarıda açıklanan biçimiyle bir demokratik sistemin yaşayabilmesi için gerekli toplumsal ve kültürel ortamı ifade eden bir kavramdır. Bu anlamıyla demokrasinin ortaya çıktığı tarihsel, toplumsal ve kültürel ortamı çok iyi algılamak ve irdelemek gerekir. Bir siyasal sistem olarak demokrasi Batı Avrupa toplumlarının çok özel toplumsal ve kültürel ortamında ortaya çıkmış olan bir toplumsal/siyasal sistemdir. Bu anlamıyla demokratik toplumsal sistemin Batı Avrupa’da ortaya çıkması için aydınlanma ve daha sonra ortaya çıkan endüstrileşme ve bununla bağlantılı olarak oluşan liberal bir ekonomik ve politik düşünce sisteminin oluşması gerekmiştir. Batının toplumsal kültürel sistemi aydınlanmayı bunun sonucunda endüstrileşmeyi ve daha sonra da liberal bir ekonomik ve siyasal düşünce sistemini yaratmıştır. Bu tarihsel sürecin sonucu olarak, bugün Batı Avrupa’da var olan ve liberal demokrasi ya da özgürlükçü demokrasi denilen siyasal sistem ortaya çıkmıştır. Batı Avrupa ülkelerinde var olan liberal demokrasiyi ya da gerçek ve kurumsal anlamda

78

işleyen demokrasiyi var kılan ve yaşatan Batı Avrupa’da oluşmuş olan demokrasi kültürüdür. Yukarıda genel çerçevesi çizilen bağlamda demokrasi kültürünün temel niteliklerini şu şekilde ifade edilebilir: •

Yüksek düzeyde yaygın eğitim: Demokratik siyasal kültürün en öncelikli unsuru olarak eğitim sayılmalıdır (Almond, 1980:399; Alford ve Friedland, 1995: 69, 81). Yurttaşların çok büyük bir çoğunluğunun demokratik süreçte kararlarını oluşturmalarına katkıda bulunacak eğitim ve bilgi düzeyine sahip olmaları gerekir. Eğitim yoluyla yurttaşlar insan eyleminin ve insan düşüncesinin kendi iradesi dışındaki otoritelerden özgürleşmesi sürecini ve bu sürecin en temel belirleyici unsurları olan aydınlanma, laiklik ve sekülerizm, yönetim sisteminde insanüstü tanrısal iradelerin yerini bizatihi insan iradesinin alması gibi süreçlerden en azından haberdar olmaları gerekmektedir. Dolayısıyla, basit anlamda bir halk yönetimi olan demokrasini var olabilmesi için öncelikle insanüstü iradelerin yerine insan iradesinin gerekliliği toplumsal düzeyde kabul görmüş olmalıdır. Bu egemenliğin kaynağının tanrıda değil toplumda olduğunu ifade eden bir vurgu içerir.



Hoşgörü (tolerans): İnsan eyleminin kendi iradesi dışındaki güçlere karşı özgürleşmesi, onun başka insanların iradelerine karşı da özgürleşmesini, dolayısıyla da insanların birbirlerine karşı özgür olmasının, birbirlerinin özgürlük alanlarını ve varlık alanlarını meşru olarak tanımalarını ve bunun bir koşulu olarak da birbirlerine karşı hoşgörülü olmalarını getirmiştir. Hoşgörü bu anlamıyla, demokratik siyasal sistem içinde insanların birbirlerine karşı gösterdikleri bir lütuf değil; özellikle siyasi, dinsel ve etnik olarak azınlıkta olanların sistem içinde olmaları ve kendilerini ifade etmeleri sonuç olarak sistemin işlemesi için bir zorunluluktur.



Özgürlük ve insan hakları: İnsan düşüncesinin ve eyleminin insan üstü iradelere ve diğer insanlara karşı özgürleşmesi, özgürlüğü kendi başına anlamlı bir değer haline getirmiş ve bu demokrasinin temel gerekliliği haline gelmiştir (Alford ve Friedland, 1995:90). Bununla birlikte insan, mutlak bir varlık olarak her türlü değerin üstünde ve her türlü değerin bir değer ölçütü haline gelmiştir. Başka bir deyişle insan tüm değer ölçütlerinin temelini oluşturmuştur. Bir siyasal sistem olarak demokrasinin belki de en önemli unsuru insandır. Yönetim sisteminden insan unsuru dışlandığında aslında geriye hiçbir şey kalmaz. Ancak burada önemli olan insanın, insan olarak doğuştan getirdiği ve vazgeçilemez ve devredilemez olan başta yaşama hakkı olmak üzere tüm haklarının bir bütün olarak yasal ve toplumsal düzeyde güvence altında bulunmasıdır. İnsan hak ve özgürlüklerinin bütünselliği içinde, bu haklardan herhangi birisinin dışarıda tutulması tüm olarak insan haklarının olmaması demektir. Bu anlamıyla, bütünsel olarak insan hakları gerçek ve işleyen bir demokrasi için vazgeçilmezdir.



İşleyen bir ekonomik sistem ve ekonomik özgürlük (liberalizm, endüstrileşme ve kapitalizm): Aydınlanma; toplumsal, siyasal ve ekonomik sistemlerin insan iradesinin dışındaki güçlerin etkisinden kurtularak, bu sistemlerin insan iradesiyle oluşturulmasına olanak sağlamıştır. İnsan kendi iradesi ve aklıyla endüstrileşmeyi ve siyasal ve ekonomik liberalizmi gerçekleştirmiştir. Endüstrileşme ve kapitalizm toplumsal refahın gerçekleştirilmesi ve yaygınlaşmasını sağlamıştır. Demokratik bir yönetim sisteminin toplumsal ve kurumsal düzeyde var olabilmesi için endüstriyel üretim ve ilişkilerin ve

79

toplumsal farklılaşmaların ortaya çıkmış olması gerekir (Alford ve Friedland, 1995:61). Bunun sonucu olarak demokrasinin asıl motor gücü olan farklı toplumsal sınıflar (alt, orta ve üst sınıflar) arasındaki siyasal ve toplumsal rekabet ya da çatışmalar demokratik siyasal sistemin kurulmasını sağlayabilmiştir (Alford ve Friedland, 1995:69, 81). İşleyen bir piyasa sistemi içinde insanların ekonomik olarak kendilerini gerçekleştirebilme olanaklarına kavuşmuş olmaları ve böylelikle ekonomik olarak görece özgür olmaları onların demokratik sürece da daha özgür bir biçimde katılabilmelerine olanak sağlar. •

Toplumsal refah: Yukarıda sözü edilen ortamda bilim, sanat, teknolojinin gelişmesiyle birlikte insan emeğinin üretkenliği artmıştır. Endüstriyel üretimin sonucunda ortaya çıkan ekonomik değerin adil paylaşımı ya da dağılımı sosyo-ekonomik statü açısından düşük statüde bulunanların üretimden daha fazla pay almaları onların toplumsal refah düzeylerini artmasına ve bunun sonucu olarak demokratik siyasal sisteme katılımları için gerekli toplumsal alt yapıların kurulmasına yol açmıştır (Alford ve Friedland, 1995:69, 81). Daha açık bir ifade ile demokratik bir siyasal sistemin var olabilmesi için elde edilen ekonomik değerin adil paylaşımının ya da toplumsal refahın adil dağılımının gerçekleştirilmiş olması gerekir. Toplumsal refah gerekliliğinin sadece yasal düzeyde güvence altına alınmış olması yeterli değildir, bu gereklilik toplumsal düzeyde de kabul görmüş olmalıdır.



Bireysel girişimcilik: İnsanların toplum olarak kendi iradelerinin dışındaki güçlere karşı özgürleşmelerinin yanı sıra birbirlerine karşı da özgürleşmişler ve böylelikle özgür ve birbirlerinden korkmadan siyasal, ekonomik ve bilimsel girişimlerde bulunabilmişlerdir. Bir siyasal sistem olarak demokrasi siyasal ve ekonomik açıdan özgür bireylerin siyasal ve ekonomik açıdan özgür girişimlerine dayanır. Bu hem ekonomik açıdan bireylerin ekonomik çıkarlarını yükseltgemelerini ifade ederken hem de siyasal açıdan özgürce örgütlenip kendilerini ifade edebilmelerini ve siyasal iktidarı paylaşabilmeleri olasılığını ifade eder. Dolayısıyla, ekonomik ve siyasal boyutları ile bireysel girişimcilik aslında demokratik siyasal kültürün en birincil ve vazgeçilmez unsurunu oluşturmaktadır.

4.

SONUÇ

Demokratik yapıların çoğunlukçu yapılardan, çoğulcu yapılara doğru evrilmesi ile birlikte farklı toplumsal çıkarların demokratik sistem içinde temsil edilmesi, varlığını hissettirmesi ve sürece aktif katılımı söz konusu olmuştur. Bu bağlamda farklı çıkarların birbiriyle çatışması ya da uzlaşması gündeme gelmiş ve çatışma ve uzlaşma koşullarının belirlenmesi demokratik sürecin işleyişi açısından son derece önem kazanmıştır. Farklı parti sistemleri, faklı çıkarların temsili konusundan farklı çözümler üretmiş ve bu bağlamda her siyasal sistem kendine özgü bir meşru temsil mekanizması ya da farklı çıkarların müzakere edildiği mekanizmalar oluşturmuştur. Bu bağlamda demokratik müzakere süreci demokratik bir sürecin işleyişi için vazgeçilmez bir gereklilik olarak kaşımıza çıkmış ve müzakere sürecinin koşullarını belirleyen de demokratik siyasal kültür olmuştur. Demokrasinin ortaya çıkışını ve gelişimini sağlayan sosyo-kültürel koşullar olarak tanımlanabilecek olan demokratik siyasal kültür, toplumsal düzeyde demokrasinin kurumsallaşması ve kökleşmesi için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Modernleşme ve kapitalizm gibi özü itibariyle batıda ortaya çıkmış olan demokrasinin Türkiye gibi Batılı olmayan bir toplumda işlerlik kazanabilmesi, demokrasinin temelini oluşturan ve yukarıda genel nitelikleri verilen “demokrasi kültürü”nün benimsenebilmesine bağlı olmaktadır. Bu tümüyle bir toplumsal ve kültürel değişimi gerektirir. Ancak bu toplumsal ve kültürel değişim, bir toplumun ve kültürün tüm benliğini yitirip başka bir toplumun ve kültürün bağımlısı olması demek 80

değildir. Söz konusu toplumsal ve kültürel değişim; karşılıklı etkileşim sonucu, bir toplumun kendi toplumsal ve kültürel değerleri ile temasa geçtiği toplumsal kültürel değerlerin kendine özgü bir sentezini yapmak şeklinde olmalıdır. Demokrasi kültürü açısından bakıldığında, Türkiye’de gerçek ve tüm kurumlarıyla işleyen bir demokrasinin var olabilmesi için, Batı toplumlarında ortaya çıkmış bulunan ve demokratik bir siyasal ve toplumsal sistemin temellerini oluşturan demokratik siyasal kültürün toplumsal düzeyde üretilmesi, benimsenmesi, başka bir deyişle bu değerlerin toplumsal düzeyde içselleştirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda demokratik siyasal kültürün bileşenleri olan insan hakları, siyasal ve ekonomik liberalizm başka bir deyimle pazar ekonomisi ve en önemlisi hoşgörü ortamının oluşması gerekmektedir. Demokratik siyasal kültürün temel bileşenleri olan niteliklerin toplumsal düzeyde kabul görmesi ile birlikte oluşacak olan demokratik müzakere süreci, Türkiye’de demokrasinin daha da derinlik kazanmasını ve kökleşmesini sağlayacaktır. KAYNAKÇA Almond, Gabriel A. (1980) “The Intellectual History of the Civic Culture Concept,” The Civic Culture Revisited, Ed: Gabriel a. Almond, Sidney Verba, Sage Publication, NP. Alford, Robert R. Ve Roger Friedland. (1995) Powers of Theory: Capitalizm, the State, and Democracy, Cambridge University Press, Cambridge. Çam, Esat. (1981) Siyaset Bilimine Giriş, İ.Ü.İ.F. Yayını, İstanbul Güvenç, Bozkurt. (1979) İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul Dağı, D. İhsan ve Necati Polat. (1999) Demokrasi ve İnsan hakları El Kitabı,Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara Duverger, Maurice. (1982) Siyaset Sosyolojisi, Varlık Yayınları, İstanbul. Germani, Gino. (1978) Authoritarianism, Fascism, and National Populism, Transaction Boks, New Brunswick. Habermas, Jürgen. (1984) “Siyasal Katılım Kendi Başına Bir Değer Mi?,” (Çev: Tanıl Bora) Toplum ve Bilim Güz-27 Habermas, Jürgen. (1990) “Kamusal Alan,” (Çev: Şenol Dursun) Türkiye Günlüğü, Sayı 12 Kalaycıoğlu, Ersin. (1999) “Türkiye’de Siyasal Kültür ve Demokrasi,” Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür, Ed: Ergun Özbudun, Ersin Kalaycıoğlu, Levent Köker, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara. Köker, Levent. (1990a) Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul Köker, Levent. (1990b) İki farklı Siyaset (Bilgi Teorisi-Siyaset Bilimi İlişkileri Açısından Pozitivizm ve Eleştirel Teori,) Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Köker, Levent. (1999) “Kimlik Meşruluk ve Demokrasi: Türkiye’de Yeni-Muhafazakar Kültür Politikasının Eleştirisi,” Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür, Ed: Ergun Özbudun, Ersin Kalaycıoğlu, Levent Köker, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara. Laver, Michael ve Norman Schofield. (1990) Multiparty Government: The Politics of Coalition in Europe, Oxford University Press, Oxford. 81

Moore, Barrington. (1966) Social Origins of Dictatorship and Democracy, Özbudun, Ergun. (1999) “Türkiye’de Devlet Seçkinleri ve Demokratik Siyasal Kültür,” Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür, Ed: Ergun Özbudun, Ersin Kalaycıoğlu, Levent Köker, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara. Sani, Giacomo ve Giovanni Sartori. (1983) “Polarization, Fragmantation and Competition in Western Democracies,” Western European Party Systesm: Continuity and Change, Ed: Hans Daalder ve Peter Mair, Sage Publication, NY. Schumpeter, Josef. (1980) Capitalism, Socialism and Democracy, Sage Publication, NY. Tuna, Muammer. (1992) Türkiye’de Çağdaşlaşma Sürecinde Devletçi Politikaları Oluşumu, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul) Tuna, Muammer (1992) “Eleştirel Teori Bağlamında, Liberal Demokrasi Gerçek Demokrasi Mi?,” Katılım, 1992-2

82

RHETORIC AND DELIBERATIVE DEMOCRACY: WHAT DO THEY HAVE TO SAY TO EACH OTHER?

Gary REMER* ABSTRACT In this essay, I contrast the conversational model of Habermas and deliberative democrats with that of another model proposed by classical rhetoricians, for whom political deliberation was based on oratory, not conversation. Oratory and conversation differ in their fora, the degree of equality among their participants, the legitimacy of nonrational appeals, and their agonistic or cooperative character. These differences are mirrored, to varying degrees, in the models of deliberation proposed by contemporary defenders of reasoned conversation and classical rhetoricians. I consider why the classical rhetoricians considered deliberative oratory, not conversation, as best suited to political speech, and I suggest that the rhetorical perspective points up problems in some of the fundamental assumptions of deliberative democrats, thus raising questions about whether deliberative democracy should be viewed as a viable political theory. Before contrasting the conversational model with deliberative oratory, however, I first examine the continuities between the conversational model developed by proponents of deliberative democracy and the traditional conception of conversation as expressed, primarily, by Cicero and, later, the Renaissance humanists. Key Words: Deliberative Democracy, Rhetoric, Oratory, Conversation, Cicero, Habermas RHETORIC AND DELIBERATIVE DEMOCRACY: WHAT DO THEY HAVE TO SAY TO EACH OTHER? Introduction In recent years, “deliberation” has become the byword of many political theorists, most of whom identify deliberation with reasoned conversation. Among the most forceful advocates of deliberation as conversation are Jürgen Habermas (1996b, 1989, 1984, 1975) and, to a greater or lesser extent, his successors who style themselves “deliberative democrats.” For them, the more political decision-making approximates the ideal of a reasoned public conversation among free and equal individuals, the more legitimate and rational it will be (Benhabib 1996b, 69). “Outcomes,” they say, “are democratically legitimate if and only if they could be the object of a free and reasoned agreement among equals” (Cohen 1989, 22). Their deliberative model produces more rational decision-making, they maintain, because it conveys information, impels individuals to order their preferences coherently, and by making persons articulate good reasons in public leads them “to think from the standpoint of all involved” (Benhabib 1996b: 71-72). In this essay, I contrast the conversational model of Habermas and deliberative democrats like Joshua Cohen, Seyla Benhabib, and Simone Chambers (Chambers 1996), with that of another model proposed by classical rhetoricians, for whom political deliberation was based on oratory, not conversation. Oratory and conversation differ in their fora, the degree of equality among their participants, the legitimacy of nonrational appeals, and their agonistic or cooperative character.

* Associate Professor, Department of Political Science, Tulane University, New Orleans, LA 70118Associate Professor, Department of Political Science, Tulane University, New Orleans, LA 70118 83

These differences are mirrored, to varying degrees, in the models of deliberation proposed by contemporary defenders of reasoned conversation and classical rhetoricians. I consider why the classical rhetoricians considered deliberative oratory, not conversation, as best suited to political speech, and I suggest that the rhetorical perspective points up problems in some of the fundamental assumptions of deliberative democrats. Before contrasting the conversational model with deliberative oratory, however, I first examine the continuities between the conversational model developed by proponents of deliberative democracy and the traditional conception of conversation as expressed, primarily, by Cicero and, later, the Renaissance humanists. Conversation and Oratory In contrast to classical rhetoricians, who classified political deliberation as oratory, political theorists today often speak of political deliberation as a “public conversation” (Gutmann and Thompson 1996, 131). (Benhabib 1996b, 74 and Chambers 1996: 8, 168-70 speak of political deliberation as a “conversation”; and Bohman 1996, 17 describes deliberation as “dialogue”) In viewing deliberation as dialogue, they elaborate ideal principles of deliberation that reflect characteristics of conversation. Three principles are: free and open deliberation, equality, and “the force of the better argument.” Although I acknowledge that conversational norms vary between cultures and over time, the characteristics of conversation I posit here have had wide currency. Thus, most of these characteristics have been commented upon by authors from antiquity, the Renaissance, early modernity, and the present. One principle of the conversational model is that deliberation should be free and open. Benhabib, for example, calls for “free and unconstrained public deliberation” (Benhabib 1996b, 68). For Cohen, this principle means freedom from past rules, from the constraints of “the authority of prior norms or requirements” (Cohen 1989, 22). Likewise, Dryzek (1990, 41) specifies that, in political discourse, “there should be no autonomous formal constitutions or rules.” According to Benhabib, “the deliberative model does not restrict the agenda of public conversation” (1996b, 76); “no issues of debate and no conceptions of the good life are precluded from being voiced in the public arena of the liberal state” (1992, 97). And while participants may create procedural rules to regulate their deliberations, John Dryzek (1990, 42) writes that “any such rules must themselves be redeemable in discourse among the parties subject to them.” The conversational model’s principle of open deliberation is also seen in the view that deliberation should extend beyond formal assemblies to informal, that is, nongovernmental bodies. For example, Habermas (1996a, 207), Benhabib (1996b, 73-74), and Dryzek (1990, 40) look to conversation in nonofficial associations—“the peripheral networks of the political public sphere.” It is central to their model of deliberation that it privileges less-formal, nongovernmental groups—“a plurality of modes of association in which all affected can have the right to articulate their point of view.” (Habermas 1996b, however, emphasizes, and appears more sympathetic to, formal— especially, legal—institutions.) The principle that deliberation should be free and open has its analogue in the traditional conversational norm that exchanges be spontaneous and informal (Burke 1993, 91). Seventeenthcentury French treatises on conversation emphasize the need for spontaneity, or at least the appearance of spontaneity (Burke 1993, 106). Although informal rules abound about how to engage in conversation and what to speak about, conversations are not restricted by binding rules controlling 84

content and practice (Burke 1993, 91-92). The current focus on deliberation outside state institutions reflects the long-standing view that conversation is suited to informal settings. Cicero observes that the proper location for conversations is not in official gatherings; the “conversation should find its natural place in social gatherings, in informal discussions, and in intercourse with friends; it should also seek admission at dinners” (Cicero 1975, 135). Similarly, Renaissance and early modern authors of manuals of conversation advise that the appropriate occasions for conversation are semi-formal occasions, somewhere between the familiarity of the family and the distance of the public stage. These occasions included dinner parties—the subject of the final chapters of Stefano Guazzo’s La civil conversazione (1574)—and semi-public assemblies such as “wakes,” academies, salons, and clubs (Burke 1993, 114). A second principle of the conversational model is that deliberation should be equal. Supporters of deliberation as conversation list equal participation as essential to political discourse. Joshua Cohen (1989, 22-23; 1996, 99) includes equality—both formal and substantive—as one of four conditions for deliberative decision-making, and equality dominates James Bohman’s (1996, 16) list of the “basic normative requirements and constraints on deliberation.” For Benhabib, a moral principle that undergirds deliberative democracy is “egalitarian reciprocity,” which maintains that “each individual has the same symmetrical rights to various speech acts, to initiate new topics, to ask for reflection about the presuppositions of the conversations” (1996b, 78). This equality, which is at the core of deliberative democracy, is more than a right accorded all potential participants, more than the “absence of exclusionary barriers.” It is a belief that, for deliberative democracy to work, “it is essential that as many voices as possible are heard in the debate . . . , that a high level of participation be maintained” (Chambers 1996, 197-98). Advocates of the conversational model promote “extensive deliberation” so “that as many voices as possible are heard in the debate” (Gutmann and Thompson 1996, 37). Interlocutors in conversation, generally, are expected to participate equally. Turn-taking in conversation is an important element of this equality. Cicero supports alternation between speakers when he writes that “the one who engages in conversation should not debar others from participating in it, as if he were entering a private monopoly; but, as in other things, so in a general conversation he should think it not unfair for each to have his turn” (Cicero 1975, 137). The ideal of equal participation among interlocutors is accepted by Baldesar Castiglione, in the Renaissance Italian dialogue The Book of the Courtier (1959, 110), where he writes that “‘conversation’ implies a certain equality.” It is also widely noted by a host of late seventeenth- and early eighteenth-century English treatises, like Richard Allestree’s Ladies Calling (1673, 7), James Forrester’s The Polite Philosopher (1734, 33), and Henry Fielding’s Miscellanies (1743, 164). More recently, Peter Burke (1993, 91) identifies “the equal distribution of ‘speaker rights,’ expressed through the emphasis on turn-taking” as one of the primary characteristics of conversation. A third principle of the conversational model is that deliberations should be determined by “the force of the better argument.” According to this principle, which Habermas enunciates, participants in deliberation are “required to state their reasons for advancing proposals, supporting them or criticizing them” (Habermas 1975, 108 and Cohen 1989, 22). Because only the “force of the better argument” should persuade participants, Chambers writes that practical discourse “must set conditions such that only rational, that is, argumentative, convincing is allowed to take 85

place” (Chambers 1996, 99). Similarly, Benhabib writes, collective deliberation must be conducted “rationally and fairly” (1996b, 69). Nonrational persuasion, according to these theorists, becomes equated with coercion. For some proponents of the conversational model, coercion is not limited to “threats and bribes,” but includes “rhetorical manipulation,” which consists chiefly of appeals to the passions (Chambers 1996, 151, 187, n. 30). Defenders of the conversational model who oppose introducing passions into political discussion either ignore or oppose rhetoric. They argue that rhetoric—at least, “too much rhetoric”— manipulates people into a consensus that is not rationally based and is, therefore, illegitimate. Thus, Benhabib writes that rhetoric limits, rather than enhances, social justice “because rhetoric moves people and achieves results without having to render an account of the bases upon which it induces people to engage in certain courses of action rather than others” (1996b, 83). Habermas writes that “[r]eaching understanding is the inherent telos of human speech,” and the process of reaching understanding, according to Habermas’s theory of communicative action, ought to meet “the conditions of rationally motivated assent” (1984, 285-95). From this perspective, rhetoric is an inferior form of speech, “in which at least one of the participants is acting strategically, while he deceives other participants” (Habermas 1996b, 294). “The force of the better argument” presupposes other characteristics besides reason. So that the better argument prevails, advocates of the conversational model maintain that deliberations ought to be conducted sincerely: each participant should present his arguments sincerely, listen to another’s arguments sincerely, and “recognize his dialogue partner as responsible and sincere in her desire to reach agreement, even if he disputes the validity of her claim” (Habermas 1995, 89; Chambers 1996, 99, 156, and 190). Implicit in “the force of the better argument” is also the belief that deliberation should be cooperative, not agonistic. According to Benhabib (1992, 90-95; 1996a, 7), the cooperative-agonistic dichotomy underlies the distinction between the Habermasian “proceduralist-deliberative model of democracy” and the “agonistic model of democratic politics,” advanced by political thinkers like Hannah Arendt and Sheldon Wolin. As part of the cooperative view of deliberation, Chambers expects that participants are not set in opposition to each other, in order to win, but are “in a search for a common ground” (1996, 162-63). Under ideal conditions, the “common ground” reached, according to Habermas, is consensus (Habermas 1979, 1; Chambers 1996, 156-57). Although not all conversations are (or are expected to be) rational, the humanist view of conversation is rationalistic. For Cicero, conversation ought to be free from “exhibitions of passion, that is, mental excitement that is excessive and uncontrolled by reason” (Cicero 1975, 139). Cicero also excludes, from conversation, appeals to the speaker’s authority because relying on someone else’s opinion—Cicero includes his own opinion—substitutes blind faith for reason: “In discussion it is not so much weight of authority as force of argument that should be demanded. Indeed the authority of those who profess to teach is often a positive hindrance to those who desire to learn; they cease to employ their own judgment, and take what they perceive to be the verdict of their chosen master as settling the question” (Cicero 1979, 13). Cicero cites the Pythagoreans as examples of this uncritical acceptance of authority. In lieu of rational argument, the Pythagoreans replied to their opponents with the words “Ipse dixit,” or “He himself said so,” referring to their master Pythagoras. The Pythagoreans’ error was that, in using appeals to authority in philosophical discussion, they transgressed rhetorical decorum, which limits conversation to rational proof.

86

Renaissance humanists, like Leonardo Bruni and Erasmus, link their own rejection of authority in conversation to Cicero. In Dialogus I of the Dialogi ad Petrum Paulum Histrum of Leonardo Bruni, Niccolò Niccoli, one of the dialogue’s interlocutors, echoes Cicero’s opposition to relying on authority in rational conversations. Niccoli criticizes the Scholastic regard for Aristotle as “the equivalent of sacrosanct truth which it is wrong to contradict.” The medieval schoolmen state that they “depend in their remarkable wisdom” on the Philosopher, by whom they mean Aristotle. “‘Thus spoke the Philosopher,’ they say, whom it is forbidden to gainsay; with them ‘thus he spoke (ipse dixit) is tantamount to the truth, as if he were the only philosopher, or his opinions are fixed as if the Pythian oracle of Apollo had uttered them from his holy shrine” (Marsh 1980, 33-35). Like Cicero and Bruni, Erasmus refuses to accept appeals to authority in his debate with Martin Luther over free will. In his De libero arbitrio, a kind of philosophical dialogue about free will, Erasmus condemns Luther’s followers with the same expression used by Cicero and then Bruni. Erasmus writes that the Reformer’s votaries “approve with unrestrained zeal whatever [Luther] taught: ‘He, himself has spoken it!’” (Rupp and Watson 1969, 96) They substitute blind obedience for independent thought. The humanists also counsel against appeals to negative emotions; moderation of the passions is preferred over emotional excess. Giovanni Pontano’s Aegidius “evokes a placid gathering,” of the Neapolitan Academy, where sober discourse predominates (Marsh 1980, 101). And in De libero arbitrio,” Erasmus maintains that destructive emotional appeals are to be avoided and contention eschewed. He describes his disputation with Luther as “temperate,” devoid of “too much wrangling” (Remer 1996, 92-97; Rupp and Watson 1969, 36-37). Sincerity and cooperation also characterize the humanist conversation. Sincerity is implicit in the humanist demand that interlocutors earnestly pursue truth over self-aggrandizement. Participants in humanist conversation are supposed to work together, not deceive each other, in search of truth. Defenders of humanist conversation, beginning with Cicero, acknowledge conversation as a cooperative enterprise, which aims at discovering truth, not refuting someone as an opponent. Cicero explains that his own aim in De finibus, a dialogue on ethics, is “to discover the truth, not to refute someone as an opponent” (Cicero 1983, 17). Like Cicero, the Renaissance humanists exclude the verbal agon from conversation. Thus Erasmus denies that he is engaged in warfare in his disagreement with Luther. Combat, he explains, will only obstruct the search for truth. He offers the example of “two combatants who, in the heat of a quarrel, turn whatever is at hand into a missile, whether it be a jug or a dish.” He questions the reader: “What sort of sincere judgment can there be when people behave in this way? Who will learn anything fruitful from this sort of discussion—beyond the fact that each leaves the discussion bespattered with the other’s filth?” (Rupp and Watson 1969, 36-37) Lorenzo Valla, in his own De libero arbitrio, denies that he fights “for the sake of victory rather than truth.” And Vegio, in Valla’s De voluptate, contrasts himself with the Stoics, who “think it unlawful to abandon a belief once they have adopted it. . . . As for me,” he writes, “if someone makes a better point than I do, I yield, and am grateful besides” (Valla 1948, 166; Marsh 1980, 66). Contemporary thinkers also note the cooperative character of conversation. For example, Thomas Farrell (1996, 236) speaks of conversation as “bipartisan,” and H.P. Grice (1975, 41-58) recognizes a “cooperative principle” that controls conversation. Although many contemporary political theorists identify deliberation with conversation, this view of deliberation has not always dominated. Classical rhetoricians, whose intellectual tradition both reflected and influenced the practice of public speech from the ancient Greeks to

87

modernity, saw oratory, not conversation, as the model of deliberation. The deliberative genre was the only type of rhetoric that was expressly political, and it was this genre that was viewed within the rhetorical tradition as the dominant form of political communication. The characteristics of oratory contrast sharply with those of conversation. These differences between oratory and conversation correspond well with the distinctions between the rhetorical, that is, oratorical, and the conversational conceptions of deliberation. While conversation is informal and spontaneous, and today’s proponents of the conversational model uphold free and open deliberation, oratory is more restricted. Because oratory is intentional (directed “toward extrinsic goals”), orators do not generally speak extemporaneously, although they sometimes try to make it appear that way (Farrell 1996, 238). But interlocutors in a conversation, whose speech is not intentional, speak “off the cuff.” Oratory is also restricted by institutional rules, procedural restraints on speech in the courtroom and political assemblies. Oratory is performed in arenas distinct from the forums in which conversation is practiced. The orator typically speaks in a formal setting. Aristotle’s three-part division of oratory into deliberative, judicial (forensic), and epideictic (demonstrative) corresponds to the three formal arenas in which these species of oratory were practiced: political assemblies, juries, and crowds gathered for special occasions. Focusing on the deliberative and judicial genres, Cicero writes: “Oratory is the kind of discourse to be employed in pleadings in court and speeches in popular assemblies and in the senate” (1975, 135). In contrast to the equality of speakers in the conversational ideal, oratory is unequal. Speaker and audience are not identical, as in conversation, but distinct. A few are speakers, the majority is listeners. This distinction between speaker and audience, assumed by classical rhetoricians, was the normal pattern of deliberation in the world of oratory. Athenian citizens had the right of isegoria—“the right of all citizens to speak on matters of state importance in the Assembly”— with no Athenian possessing a greater right than another to address the assembly. But, in fact, there were few rhetores (orator/politicians). By choice or habit, most Athenians did not address the public (Ober 1989, 108, 78-79). In republican Rome, speaker and audience were divided by law. Deliberation in the senate was closed to common citizens, and in the contiones, the public meetings called before voting in the popular assemblies, speakers had to be invited by the presiding magistrates (Taylor 1966, 15-19; Wirszubski 1968, 18-19, n. 2). Thus, whether legally mandated or not, the practice of oratory meant an inequality in participation between orator and auditor. Against the rationalism implicit in “the force of the better argument,” rhetoricians have traditionally viewed emotional appeals as necessary in oratory (Quintilian 1980, 405; France 1972, 28-32). The importance of emotional appeals to classical rhetoric is indicated by their status as modes of persuasion or proofs. Aristotle (1991, 37-39) established, and subsequent rhetoricians have accepted, three modes of persuasion: ethos, pathos, and logical explanation. Only the last proof is directed to the listener’s reason; the first two appeal to emotions (Quintilian 1985, 421). And of the three rhetorical proofs, it is pathos, the most emotionally charged, that is most highly valued. Pathos is depicted as the quintessential rhetorical talent. Cicero and Quintilian—even St. Augustine—urge emotional appeals. Cicero writes that “every one must acknowledge that of all the resources of an orator far the greatest is his ability to inflame the minds of his hearers and to turn them in whatever direction the case demands. If the

88

orator lacks that ability, he lacks the one thing most essential” (1971, 243). Cicero goes so far as to advise the orator to prefer emotion to reason. Thus, the hearer should be “so affected as to be swayed by something resembling a mental impulse or emotion, rather than by judgment or deliberation. For men decide far more problems by hate, or love, or fear, or illusion, or some other inward emotion, than by reality” (1976, 325). Quintilian adopts Cicero’s preference for pathos to logical explanation in oratory. In a passage that seems to justify the most damning critiques of rhetoric, Quintilian recommends emotional appeals for their unique ability to deceive, when judges “and their thoughts have actually to be led away from the contemplation of the truth . . . and just as lovers are incapable of forming a reasoned judgment on the beauty of an object of their affections, because passion forestalls the sense of sight, so the judge, when overcome by his emotions, abandons all attempts to enquire into the truth of the arguments, is swept along by the tide of passion, and yields himself unquestioning to the torrent” (1985, 419-21; Vickers 1998, 76-78). Diametrically opposed to Habermas’s call for rational deliberation is Quintilian’s instruction to enflame emotions in deliberative oratory (1980, 485). And while Augustine and his Christian successors do not advocate using pathos to pervert the truth, they do not abandon emotional appeals. Because orthodox Christian theology posits a radical disjunction between reason and volition, brought on by the Fall, Christian rhetoricians, such as Augustine, can justify pathos for “moving the minds of listeners, not that they may know what is done, but that they may do what they already know should be done” (Augustine 1958, 4.27). Ethos is an important part of oratory. Aristotle writes: “for it makes much difference in regard to persuasion (especially in deliberations . . .) that the speaker seem to be a certain kind of person” (1991, 120). As with pathos, Quintilian finds ethos particularly necessary in deliberative rhetoric: “But what really carries weight in deliberative speeches is the authority of the speaker” (1980, 485). The significance of ethos in deliberation is also confirmed by more recent rhetoricians, like John Quincy Adams (1812, 1:268). For rhetoricians, the force of a speaker’s argument cannot be treated separately from the force of a speaker’s authority; both affect the listeners who must decide which proposal to adopt. The sincerity and cooperation expected in conversation and in deliberation qua conversation are largely absent from oratory. Sincerity, in the sense that orators are presumed to believe in their arguments, is not an accepted feature of oratory. Rather, orators present the arguments they believe to be most persuasive, not the arguments they personally find the best or the truest. Thus, Quintilian (1980, 295) counsels that orators must sometimes hide what they believe. Similarly, orators must exaggerate or understate their points as will best persuade their audience (Cicero 1976, 157-59, 519-23). Although John Quincy Adams states that “of deliberative eloquence the first principle is sincerity,” he implies that this sincerity is not manifested in believing your own arguments, but in supporting the policy of your convictions. No speaker should recommend, he continues, that “which he would not join in executing himself” (1812, 1: 267). For rhetoricians, the ends do not justify all means, but require the orator, at times, to employ means that philosophers would find, in Cicero’s words, “not only wanting in discretion, but positively unseemly and disgraceful” (Cicero 1976, 163). Though orators are expected to remain faithful to their objectives, the justifications of these ends— so much at the heart of the conversational model of deliberation—are, for rhetoricians, adaptable to the audience.

89

While the conversational ideal is cooperative, oratory is agonistic. The orator’s goal, particularly in deliberative and judicial oratory, is to defeat his opponent: “To prove one’s own case and demolish the adversary’s” (Cicero 1971, 397). The contentious character of political speech is suggested by the fact that the Greek word agon means not only “contest” or “struggle,” but also denotes the “public assembly” and “assembly place” (Rahe 1992, 43). People use rhetoric, as Aristotle states in the first few sentences of Rhetoric, “to defend themselves and attack [others]” (1991, 29). In Isocrates (1980, 147) the orator becomes the athlete struggling against his opponent in the gymnasium. In this imagery is reflected the “feeling that oratory is a contest in which man exhibits something of his manliness” (Kennedy 1974, 189). Later, Cicero (1976, 109, p. 261; 1971, pp. 337-39) and Quintilian (1979, 123-25) reject the ideal of the orator as athlete, adopting instead the metaphor of the orator as soldier, vanquishing his enemies on the battlefield (Shuger 1988, 21-23). The metaphor of the soldier still appears in seventeenth-century France (France 1972, 30). Bernard Lamy in De l’art de parler “compares the orator to a soldier using the figures of rhetoric as weapons to compel the submission of his enemy” (Lamy 1969, 137-41). Regardless of the metaphor chosen, athletic or military, rhetoricians portray oratory as a struggle in which one side wins and the other side loses (Remer 1999, 43). Oratory as the Rhetoricians’ Political Genre Why did the classical rhetoricians view deliberative oratory, and not conversation, as the main genre for politics? Because political speech is public and directed primarily toward the masses, they believed that emotional appeals were necessary, and deliberative oratory made use of such appeals. Thus, Aristotle accedes reluctantly to the employment of negative emotion. Although he initially asserts that “the arousing of prejudice, pity, anger, and similar emotions has nothing to do with the essential facts,” he concedes soon that, given Athens’ large juries and assemblies, the orator must appeal to emotions” (1991, 28-41). Quintilian less ambivalently notes that oratory, because it is practiced before the people-at-large, must make use of emotions. Speaking of orators, he writes: “We on the other hand have to compose our speeches for others to judge, and have frequently to speak before an audience of men who, if not thoroughly ill-educated, are certainly ignorant of such arts as dialectic: and unless we force, and occasionally throw them off their balance by an appeal to their emotions, we shall be unable to vindicate the claims of truth and justice” (1985, 365). Cicero explicitly distinguishes between the popular character of deliberative oratory, which necessitates engaging the audience’s emotions, and the elitist nature of conversation, in which rational argument alone suffices. Cicero assumes that the common people cannot be appealed to through reason. As he puts it, “The precision of speech we employ, when abstract truth is critically investigated in philosophical discussion, is one thing; and that employed, when we are adapting our language entirely to popular thinking, is another” (1975, 203-05; 1983, 99, 171-72). Nevertheless, despite the classical rhetoricians’ elitist assumptions—assumptions most would not find credible today—their choice of oratory for political speech can also be attributed to another, non class-based assumption: that reason alone is insufficient in a large group, regardless of its social or class composition. Viewed from this perspective, their observations about the need for emotional appeals in large audiences reflect a rhetorical insight about the necessary means of persuasion in a specific context, that is, in a public setting. This insight is familiar to many professors, who perceive that teaching styles will differ between a large introductory lecture and a small seminar, even if the quality of students are identical in each; the lecture will require more

90

performance and “showmanship” than the seminar. Despite their affinity for the rational best class of citizens, these classical rhetoricians do not, as a rule, treat the public as synonymous with the lower classes, and deliberative oratory as identical to speech before the ignorant masses. When members of the elite gather in numbers unsuitable for conversation, that is, when it becomes a public audience, then it also must be approached in an “oratorical” manner. For example, even in his idealized account of speech in the senate (with three hundred members before Sulla’s reforms in c.80 BCE and six hundred afterward), Cicero observes that, “when the matter under consideration is . . . important,” then copiousness (copia), the “nonrational” use of stylistic abundance, “is necessary either to win the Senate to a wise policy or to furnish it with information” (1977, 505-07). Neither Aristotle nor Cicero generally presents the orator as artfully condescending toward his public audience. Aristotle begins the Rhetoric by upholding a distinction he makes in the Nichomachean Ethics between judges and students: judges act in the realm of opinion, where they must make their own decisions; students, by contrast, are led to truth by a teacher. Aristotle rejects the hierarchical teacher-student relationship as the model for rhetorical persuasion, opting instead for a model in which the speaker respects the public’s autonomy. The judge’s role in the Assembly or jury is to “decide himself,” not to “learn” from the orator (Allen 2004, 140-43). For Cicero, the respect the orator must accord his audience is implicit in the near impossible standards the true orator must meet. Cicero maintains that he must have “attained a knowledge of all important subjects and arts.” Without such “knowledge, well-grasped and comprehended by the speaker, there must be something empty and almost childish in the utterance” (1976, 17). This conception of the rhetorical situation contrasts sharply with that found in Plato’s Gorgias (1987, 18), where Socrates affirms and the Sophist Gorgias concedes that the orator is a “non-knower” persuading a gathering of “non-knowers.” Another reason why rhetoricians have viewed oratory, not conversation, as suited to political debate is that oratory is directed to action in a way that conversation is not, and politics depends on action. Political oratory is highly structured—for example, rules determine who can speak and when—and must end in a decision to act, while conversations are less formal and do not have to conclude in agreement. The need to lead the audience to a decision and, then, impel it to act encourages the orator to appeal to the audience’s emotions. As St. Augustine observed, even listeners who know what should be done must be moved, through pathos, to act on that knowledge. A more subtle explanation of why the ancient rhetoricians linked oratory to politics is that they shared the classical view that politics is a heroic activity. Conversation may further philosophical truth better than oratory, but it does not produce heroic individuals; its egalitarianism, tranquility, and rationality militate against the emergence of an outstanding person from the group. The ancients linked politics and the glory attained by its practitioners to speech. What defines a man as a political animal, according to Aristotle, is the power of speech, “to declare what is advantageous and what is the reverse, . . . of the just and unjust” (1995, 11). And it was specifically speech before the Assembly that Aristotle had in mind. In Euripides’ The Suppliants, Theseus, the leader of Athens, identifies public speech with preeminence and renown. Defending Athens’ freedom before the herald dispatched by Creon, the monarch of Thebes, Theseus argues that in free Athens, “whoever wishes to bring useful advice before the public may do so. In this way, whoever longs for eminence can shine” (Rahe 1994, 28). Some three hundred and fifty years later, Cicero links eloquence to greatness in De oratore, where Crassus states: “There is to my mind no more excellent thing than

91

the power, by means of oratory, to get a hold on assemblies of men. . . . For what is so marvellous as that, out of the innumerable company of mankind, a single being should arise, who either alone or with a few others can make effective a faculty bestowed by nature upon every man?” (Cicero 1976, 23-25) For Cicero, however, the orator’s heroism extends well beyond the achievement of personal glory. Cicero maintains that it was the orator who, through eloquence, civilized men into citizens and, after the establishment of societies, gave shape to laws, tribunals, and civic rights. And “the wise control of the complete orator is that which chiefly upholds not only his own dignity, but the safety of countless individuals and of the entire state” (1976, 25-27). The Contemporary Relevance of Rhetoric Vis-à-vis Deliberative Democracy Although I have just considered why the classical rhetoricians believed oratory, not conversation, more appropriate to political debate, the question of the relevance of their arguments today must still be considered. Are their arguments obsolete? If not, can their arguments form part of a critique of deliberative democracy? Or perhaps can we see some of their arguments as compatible with those of deliberative democrats? Here my response is more speculative and tentative than my earlier analysis. Because their argument about the importance of emotional appeals in a large audience does not depend solely on their belief in the intellectual and moral superiority of the elite, but on a more universal assumption about human nature, I believe that the rhetoricians’ outlook is relevant. What they argue, contra many deliberative democrats, is that human beings are complex creatures— rational and emotional—and must be addressed as such. This viewpoint is especially relevant nowadays when many have come to accept that moral debates cannot be ended by “rational proof” alone, but must be resolved through some mixture of reason and emotions (Rorty 1985, 343-53; Nussbaum 1995, 360-95). As Martha Nussbaum argues (1995, 381-82), we would not be better off if decisions were made by calculating intellects lacking empathy. Intellect without emotions “lacks the sense of the meaning and worth of persons” needed to deliberate about less-visible human concerns, like far-off famines, homelessness, and safety standards. Even if you argue that decisions should be arrived at rationally, the impetus to act on your decision usually involves pathos. Accordingly, because political debate was destined to conclude in action, classical rhetoricians included the passions in deliberative oratory. Many theorists of deliberative democracy, however, escape the link between emotions and action by de-emphasizing the role of action. Political debate, they imply, is about discussion, but this discussion need not culminate in activity. Chambers makes this point explicitly when she contrasts her Habermasian approach with that of “strategic action.” In strategic action, “participants are primarily interested in bringing about a desired behavioral response.” Chambers, however, argues for a view of deliberation in which “participants are interested in bringing about a ‘change of heart,’” in which “communicative actors are primarily interested in mutual understanding as opposed to external behavior” (1996, 99). But while “mutual understanding” is admirable, the lack of action, in politics, has political consequences. For example, a discussion about racism may culminate with a “change of heart” for some participants, but unless we concern ourselves with translating ideas into action—which, in the end, requires emotional appeals—then the “external” racism will continue untouched. Because they oppose introducing passions into political discussion, many if not most deliberative democrats either ignore or oppose rhetoric (Young 2000, 77-78). They argue that rhetoric—at least, “too much rhetoric”—manipulates people into a consensus that is not rationally 92

based and is, therefore, illegitimate. For advocates of deliberative democracy, rhetoric limits, rather than enhances, social justice “because rhetoric moves people and achieves results without having to render an account of the bases upon which it induces people to engage in certain courses of action rather than others” (Benhabib 1996, 83). But it is misleading to portray rhetoric as one-sidedly grounded on emotional appeals. Classical rhetoric involved a balancing of rational and emotional proofs. And though the question of when and how to appeal to the emotions can be morally troubling, it cannot be escaped in the realm of politics. All too many deliberative democrats, however, avoid the hard questions rhetoricians have faced by closing their eyes to these questions. Some theorists of deliberative democracy contend that emotional appeals are coercive, and in a sense this claim is true. But reason—deliberative democracy’s hallmark—also has been viewed as coercive. Zeno the Stoic’s analogy of rhetoric to the palm of the hand and of dialectic to the closed fist alludes to the greater force of logical argument, which compels its listeners to agree (Cicero 1983, 99). More recently, it has become a commonplace of postmodernists that reason is not neutral, but is a means of control, a form of coercion; for many postmodernists, no coercionfree zone is possible within discourse (Chambers 1996, 5-6, 232; Villa, 1992, 712-21). But as Chambers herself concedes, not all coercion is the same. “One cannot imagine social interaction that is completely free from . . . coercion,” but, she argues, we must distinguish between “how little and how much” coercion, between situations when public understanding is shaped by “strong (implied or explicit) threats, such as ostracism, anonymous denunciations, public reprimands, even burning at the stake . . . [and] situations where individuals do not live under these threats” (1996, 230, 234). Chambers’s rejoinder to critics of rational discourse, though, can be used against her and other deliberative democrats as well. To argue that emotional appeals are coercive does not prove that they are illegitimate because all discourse contains some element of coercion, if coercion is defined broadly enough. The classical rhetoricians’ assumption that some are more capable of political deliberation than others is also relevant to any consideration of deliberative democracy. Advocates of deliberative democracy require an equality of political discourse that ignores the inequality of potential political participants. Some people, however, are better at political deliberation than others; they persuade others better through reason and eloquence. I am not arguing that these differences between people are innate: they are at least partly rooted in education, expertise, interest in the issues debated, and so on. If deliberative democrats simply asserted the formal right of every citizen to participate, then their position would be unexceptional. But, then, they would not be saying anything new: such a right is protected, in the United States, by the First Amendment. Theorists of deliberative democracy, however, assert more than a citizen’s formal right to enter public discourse; they demand a substantive right. Instead of equality of opportunity to participate, they demand equality of fact in participation. Such equality, though, has never existed, and not only because the majority has been inhibited from participating. People choose not to participate for many reasons, including the (correct) belief that others have already expressed similar opinions and have expressed them better. Gutmann and Thompson (1996, 132-33) implicitly recognize this fact when they describe the emergence of minority group leaders who can eloquently present the group’s position. The deliberative democrats’ demand for egalitarian political deliberation becomes more compelling, however, if we accept an assumption that characterizes the classical world and that deliberative democrats largely imply: the inherent value of political activity. Aristotle (1995, 10)

93

argues that “man is by nature a political animal,” that “man is fully human only when engrossed in public deliberation” (Rahe 1994, 22). Cicero assumes that politics is the most important pursuit, and, therefore, that the most capable should devote themselves to politics. For Cicero, “true dignity lies in virtue; and virtue is most conspicuously displayed in eminent services to the commonwealth.” Cicero further affirms that “nothing is closer to my heart than the commonwealth itself” (2001a, 423; 2001b, 247). Although theorists of deliberative democracy distance themselves from Cicero’s strong republicanism, they often adopt a weaker version of it. As Chambers argues: “advocates of deliberative democracy find republican models of democracy too demanding; [republicans] require a level of civic virtue not likely to be attained in liberal democratic societies, put too much stress on the creation of a community that acts as one, and finally, are not concerned enough with the autonomy of the individual within collective procedures.” But, she continues, “with the exception of the question of autonomy, the difference is really one of degree” (1996, 184). Although deliberative democrats wish to situate their ideal between the individualist liberal model and the communitarian republican model, they come closer to the republican model in viewing political activity as a form of communication that expresses our humanity, not as the self-interested pursuit of power (Habermas 1996a, 27, 23). And because advocates of deliberative democracy view political participation as an expression of humanity, they seek to include as many citizens as possible in political discourse. We need not accept either the ancients’ assumption that politics is the highest endeavor or the deliberative democrats’ implicit assumption that political discourse is essential for us. But even if we wish to accept that devotion to political activity is, in some form, fulfilling or “humanizing,” why must it be limited to the kind of discourse that advocates of deliberative democracy extol? Acknowledging conversation as a legitimate form of political communication should not require invalidating another form, like political oratory. Although the heroic features of oratory may not be as important to us as to earlier generations, the sustained argument, the freedom from interruption, that political oratory provides is still necessary (Walzer 1989-90,189-91). Despite the wishes of deliberative democrats, the distinction between speaker and audience cannot be made to vanish. That speaker and listeners are not equal, however, does not exclude listeners from the political process. Ultimately, it is the audience, not the speaker, that must deliberate, in the literal sense of “weighing” the competing arguments and deciding between them. Although such deliberation may not conform to the dictates of “rational-critical” discourse, it is participation nevertheless. In my defense of the merits of deliberative oratory, I believe there is room for political conversation. Our political world is vastly different from the political world of the ancient Greeks and Romans, where deliberative oratory developed. Political dialogue in, what Habermas terms, “a plurality of modes of association” outside the formal political arenas is significant: new political opinions are generated and old views are modified there. I also agree with Jane Mansbridge that the role of “everyday talk” on politics should be acknowledged. My primary concern has been the coolness, if not outright hostility, of deliberative democrats toward the insights offered by the rhetorical tradition. I am encouraged, however, that some writers associated with deliberative democracy are now openly making room for rhetoric. For example, Iris Young argues in Inclusion and Democracy that the dispassionate speech that Habermas aims at—which would exclude rhetoric—“has exclusionary implications” (Young 2000, 63). She writes that the ideal of disembodied and disembedded reason that it presupposes is a fiction.” It’s a fiction that privileges the wealthier, powerful, and educated

94

over marginal, less powerful, less educated groups. She writes that “focus on argument . . . tends to enact internal exclusion of style and idiom. . . . A norm of dispassionateness dismisses and devalues embodied forms of expression, emotion, and figurative expressions. People’s contributions to a discussion tend to be excluded from serious consideration not because of what is said, but how it is said.” She concludes that “a theory of democratic inclusion requires an expanded conception of political communication, both in order to identify modes of internal inclusion and to provide an account of more inclusive possibilities of attending to one another in order to reach understanding.” Rhetoric, she argues, is a mode of communication that “remedies exclusionary tendencies in deliberative practices” (Young 2000, 57). Young finds three uniquely positive functions of rhetoric that accompany argument in political communication: (1) rhetorical moves often help to get an issue on the agenda for deliberation; (2) rhetoric fashions claims and arguments in ways appropriate to a particular public in a particular situation; and (3) rhetoric motivates the move from reason to judgment (Young 2000, 66-70). As I have tried to demonstrate in this talk, these three functions, most particularly the second, that is, the accommodation of argument to circumstance, have been a concern of rhetoricians for about the past two-and-a-half millenia. William Rehg in an essay entitled “Reason and Rhetoric in Habermas’s Theory of Argumentation” proposes what he terms “a more substantive conception of rhetoric, which would be compatible with Habermas’s theory of argumentation.” He states that he presents here “an intermediate view that acknowledges the intrinsic role of ethos and pathos in cogent argumentation, without sacrificing the rational standards of logic and dialectic” (Rehg 1997, 367). Although I am personally dubious of whether Habermas’s position can be reconciled with rhetoric, Rehg believes they can and that ethos and pathos contribute to rational argumentation. As far as I can tell, neither Young nor Rehg specify the type of political communication—that is, oratory or conversation—to which they think rhetoric can contribute. Presumably, they believe that rhetoric has a role to play in both forms of communication. Jane Mansbridge in “Everyday Talk in the Deliberative System,” however, clearly extends rhetoric, or what she calls “a ‘considered’ mixture of emotion and reason rather than pure rationality” to all types of conversation (Mansbridge 1999, 213). In doing so, Mansbridge expands the possibilities of rhetoric beyond where even Cicero was willing to take it. As we’ve already seen, Cicero as well as the Renaissance humanists viewed conversation or sermo as scholarly, staid, noncompetitive, and rational. This view ensured that politics was a worthy of topic of conversation only as an abstract, theoretical subject. Deliberative democrats, however, have defined conversation as a—if not the—genre for political speech. In incorporating some of the traditional elements of political oratory into conversation, like the use of ethos and pathos, Mansbridge suggests that conversation can be more truly political than the idealized conversation of some deliberative democrats. This idea of a more open conversation has implications for the goals of inclusiveness that Iris Young is concerned about. Ciceronian conversation was explicitly intended for the elite. Erasmus, for example, manifests Cicero’s view of conversation in his debate with Luther over “free will.” Erasmus designates his audience for De libero arbitrio as the learned elite, the same class of persons that populated Cicero’s philosophical dialogues. Popular discussion of matters like free will, Erasmus maintains, is not expedient since it will endanger Christian piety and harmony. “Such matters,” he writes, “might allowably have been treated in discussion by the learned world, 95

or even in theological schools. . . ; on the other hand, to debate such fables before the gaze of the mixed multitude seems to me to be not merely useless but even pernicious.” It was with the goal of excluding the common people from such theological discussions that Erasmus composed his work on free will in Latin. He explains to Luther: “Writing in Latin, I disguise my thoughts from the common folk, while you [Luther] take pains to have this disputation of yours translated into the German language so that you can make a shot of Erasmus to farmers, sailors and cobblers, people before which he is a speechless man” (Remer 1996, 93-94). Undoubtedy, Habermas and other deliberative democrats do not share Erasmus’s elitism. Nevertheless, by “adopting a stance of controlled and measured expression of the neutral facts that commands authority just because it claims to be impartial and dispassionate,” Habermasian discourse, at least unwittingly, excludes many citizens from the conversation. The introduction of a robust rhetoric into deliberative democracy, however, rectifies this problem. Those deliberative democrats who introduce political rhetoric into conversation, use rhetoric to expand political conversation not only beyond the bounds set by other deliberative democrats, but even beyond the limits set by the founding theorists of classical rhetoric too. REFERENCES Adams, J.Q. 1810. Lectures on Rhetoric and Oratory. 2 Volumes. Hilliard and Metcalf, Cambridge, MA. Allen, D. 2004. Talking to Strangers: Anxieties of Citizenship since Brown v. Board of Education. University of Chicago Press, Chicago. Allestree, R. 1673. Ladies Calling. Oxford. Aristotle. 1991. Aristotle On Rhetoric: A Theory of Civic Discourse. Trans. George A. Kennedy. Oxford University Press, New York. Aristotle. 1995. Politics. Trans. Ernest Barker. Oxford University Press, Oxford. Augustine of Hippo. 1958. On Christian Doctrine. Trans. D. W. Robertson, Jr. Bobbs-Merrill, Indianapolis. Benhabib, S. 1992. Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in Contemporary Ethics. Routledge, New York. Benhabib, S. 1996a. “The Democratic Moment and the Problem and Difference.” In Benhabib, S. (Ed.), Democracy and Difference: Contesting the Borders of the Political. Princeton University Press, Princeton, pp. 3-18. Benhabib, S. 1996b. “Toward a Deliberative Model of Democratic Legitimacy.” In Benhabib, S. (Ed.), Democracy and Difference: Contesting the Borders of the Political. Princeton University Press, Princeton, pp. 67-94. Bohman, J. 1996. Public Deliberation: Pluralism, Complexity, and Democracy. MIT Press, Cambridge, MA. Burke, P. 1993. Art of Conversation. Cornell University Press, Ithaca. Castiglione, B. 1959. The Book of the Courtier. Trans. Charles S. Singleton. Anchor Books, Garden 96

City, NY. Chambers, S. 1996. Reasonable Democracy: Jürgen Habermas and the Politics of Discourse. Cornell University Press, Ithaca. Cicero, MT. 1971. Brutus and Orator. Trans. G.L. Hendrickson and H.M. Hubbell. Harvard University Press, Cambridge, MA. Cicero, M.T. 1975. De officiis. Trans. Walter Miller. Harvard University Press, Cambridge, MA. Cicero, M.T. 1976. De oratore. Books 1-2. Trans. E.W. Sutton and H. Rackham. Harvard University Press, Cambridge, MA. Cicero, M.T. 1977. De republica and De legibus. Trans. Clinton Walker Keyes. Harvard University Press, Cambridge, MA. Cicero, M.T. 1979. De natura deorum and Academica. Trans. H. Rackham. Harvard University Press, Cambridge, MA. Cicero, M.T. 1983. De finibus. Trans. H. Rackham. Harvard University Press, Cambridge, MA. Cicero, M.T. 2001a. Letters to Friends. Volume 1. Trans. D.R. Shackleton Bailey. Harvard University Press, Cambridge, MA. Cicero, M.T. 2001b. Letters to Friends. Volume 3. Trans. D.R. Shackleton Bailey. Harvard University Press, Cambridge, MA. Cohen, J. 1989. “Deliberation and Democratic Legitimacy.” In Hamlin, A. and Petit, P. (Eds.), The Good Polity: Normative Analysis of the State. Basil Blackwell, Oxford, pp. 17-34. Cohen, J. 1996. “Procedure and Substance in Deliberative Democracy.” In Benhabib, S. (Ed.), Democracy and Difference: Contesting the Borders of the Political. Princeton University Press, Princeton, pp. 95-119. Dryzek, J. 1990. Discursive Democracy: Politics, Policy, and Political Science. Cambridge University Press, Cambridge UK. Farrell, T. 1996. Norms of Rhetorical Culture. Yale University Press, New Haven. Fielding, H. 1743. Miscellanies. A. Millar, London. Forrester, J. 1734. The Polite Philosopher. Robert Freebairn, Edinburgh. France, P. 1972. Rhetoric and Truth in France: Descartes and Diderot. Oxford University Press, Oxford. Grice, H.P. 1975. The Logic of Conversation. In Cole, P., Morgan, J.L. (Eds.), Speech Acts. Seminar Press, New York, pp. 41-58. Gutmann, A. Thompson, D., 1996. Democracy and Disagreement. Harvard University Press, Cambridge, MA. Habermas, J. 1975. Legitimation Crisis. Trans. Thomas McCarthy. Beacon Press, Boston. Habermas, J. 1984. The Theory of Communicative Action. Trans. Thomas McCarthy. Beacon Press, 97

Boston. Habermas, J. 1989. The Structural Transformation of the Public Sphere: An Inquiry into a Category of Bourgeois Society. Trans. Thomas Burger. MIT Press, Cambridge, MA. Habermas, J. 1995. Moral Consciousness and Communicative Action. Trans. Christian Lenhardt and Shierry Weber Nicholson. MIT Press, Cambridge, MA. Habermas, J. 1996a. “Three Models of Normative Democracy.” In Benhabib, S. (Ed.), Democracy and Difference: Contesting the Borders of the Political. Princeton University Press, Princeton, pp. 21-30. Habermas, J. 1996b. Between Facts and Norms: Contributions to a Discourse Theory of Law and Democracy. Trans. William Rehg. MIT Press, Cambridge, MA. Isocrates. 1980. Panegyricus. Trans. George Nolin. Harvard University Press, Cambridge, MA. Kennedy, G. 1974. The Art of Persuasion in Greece. Princeton University Press, Princeton. Lamy, B. 1969. La Rhetorique ou L’art de parler. Reprint of 1699 Amsterdam Edition. Falmer, Sussex. Mansbridge, J. 1999. “Everyday Talk in the Deliberative System.” In Macedo, S. (Ed.). Deliberative Politics: Essays on Democracy and Disagreement. Oxford University Press, New York. Marsh, D. 1980. Quattrocento Dialogue: Classical Tradition and Humanist Innovation. Harvard University Press, Cambridge, MA. Nussbaum, M.C. 1995. “Emotions and Women’s Capabilities.” In Nussbaum, M.C., Glover, J. (Eds.). Women, Culture, and Development. Oxford University Press, Oxford. Ober, J. 1989. Mass and Elite in Democratic Athens: Rhetoric, Ideology, and the Power of the People. Princeton University Press, Princeton. Plato. 1987. Gorgias. Trans. Donald J. Zeyl. Hackett Publishing, Indianapolis. Quintilian, M.F. 1979. The Institutio Oratoria of Quintilian. Volume 4. Trans. H.E. Butler. Harvard University Press, Cambridge, MA. Quintilian, M.F. 1980. The Institutio Oratoria of Quintilian. Volume 1. Trans. H.E. Butler. Harvard University Press, Cambridge, MA. Quintilian, M.F. 1985. The Institutio Oratoria of Quintilian. Volume 2. Trans. H.E. Butler. Harvard University Press, Cambridge, MA. Rahe, P.A. 1992. Republics Ancient and Modern: Classical Republicanism and the American Revolution. University of North Carolina Press, Chapel Hill. Rahe, P.A. 1994. Republics Ancient and Modern: Classical Republicanism and the American Revolution. Volume 1. University of North Carolina Press, Chapel Hill. Rehg, W. 1997. “Reason and Rhetoric in Habermas’s Theory of Argumentation.” In Jost, W. Rhetoric and Hermeneutics in Our Time: A Reader. Ed., M.J. Hyde. Yale University Press, New Haven. Remer, G. 1996. Humanism and the Rhetoric of Toleration. Penn State Press, University Park, PA.

98

Remer, G. 1999. “Political Oratory and Conversation: Cicero vs. Deliberative Democracy.” Political Theory 27, 39-64. Rorty, A.O. 1985. “Varieties of Rationality, Varieties of Emotion.” Social Science Information 25, 343-53. Rupp, E.G., Watson, P.S. (Eds.). 1969. Luther and Erasmus: Free Will and Salvation. Westminster Press, Philadelphia. Shuger, D. 1988. Sacred Rhetoric: The Christian Grand Style in the English Renaissance. Princeton University Press, Princeton. Taylor, L.R. 1966. Roman Voting Assemblies: From the Hannibalic War to the Dictatorship of Caesar. University of Michigan Press, Ann Arbor. Valla, L. 1948. “Dialogue on Free Will.” In Cassirer, E., Kristeller, P.O., Randall, J.H. (Eds.), The Renaissance Philosophy of Man. University of Chicago Press, Chicago. Vickers, B. 1998. In Defence of Rhetoric. Clarendon Press, Oxford. Villa, D. 1992. “Postmodernism and the Public Sphere.” American Political Science Review 86, 712-21. Walzer, M. 1989-90. “A Critique of Philosophical Conversation.” The Philosophical Forum 21 (1-2), 182-96. Wirszubski, C. 1968. Libertas as a Political Idea at Rome during the Late Republic and Early Principate. Cambridge University Press, Cambridge, UK. Young, I.M., 2000. Inclusion and Democracy. Oxford University Press, Oxford.

99

BİREY İLE TOPLUM ARASINDAKİ MÜZAKERE ZEMİNİ: KAMUSAL ALAN

Hamdi BRAVO* ÖZET ‘Devlet’, belirli bir devlet felsefesi çizgisine göre, tek tek bireylerin bir araya gelmesiyle ve kendi yararlarını gözetmek kaygısıyla oluşturduğu bir kurumdur. Ancak bu biraraya gelişin ortaya çıkardığı eser, hem tek tek bireylerin baş etmelerinin olanaklı olmadığı kadar büyük bir güce hem de bütünün (toplum ve devletin) yararını gözetirken kendisini oluşturan bireyleri dikkate almayıp kolaylıkla harcayabilen bir mekanizmaya dönüşmüştür. Temsili demokrasi, bütün adına kararları alacak yöneticilerin ve yasa-yapıcıların seçiminde –belirli bir oranda da olsa- bireyleri söz sahibi yapması dolayısıyla, “birey” ile “devlet” arasındaki ilişkilerde önemli bir düzenleyici işlev görmüş, bu ilişkide belirli bir oranda dengeleyici olmuştur. Ancak temsili demokrasinin (bireylerin kendilerine ilişkin karar alma süreçlerinde doğrudan doğruya yer alamamaları, temsilcilerini ancak belirli ve uzun aralıklarla belirleyebilmeleri ve değiştirebilmeleri, temsilcilerin temsil ettiklerinden çok kendi kişisel yararlarının peşinden koşmaları türünden) kimi kusurları dolayısıyla, bu düzenleyiciliği ve dengeleyiciliği birey açısından sınırlı kalmış; bireyin devlet karşısında uğradığı haksızlıkları dile getirebilmesi ve engelleyebilmesi neredeyse tamamen rastlantıya ve temsilcilerin insafına terk edilmiştir. Müzakereci demokrasi anlayışının üzerinde yeşerdiği zeminin, temsili demokrasinin birey aleyhinde oluşturduğu bu güçsüzlükler olduğu söylenebilir. Müzakereci demokrasi anlayışı, bireylerin kendi yararlarına olanı devlet karşısında rahatça dile getirebilecekleri ve savunabilecekleri bir sivil toplum ortamını öngörmektedir. Ancak söz konusu ortamı oluşturabilmek, birey ile devlet arasındaki iletişimin sağlıklı bir biçimde kurulmasını sağlayacak bir ara-alanın varlığıyla olanaklı olabilecektir. Söz konusu ara-alan, siyasetbilimciler tarafından “kamusal alan” diye adlandırılmaktadır. Müzakereci demokrasinin işler hale gelip amacını gerçekleştirebilmesi için, hem bireylerin hem de onların sözcüsü durumundaki sivil toplum örgütlerinin kendilerini içinde rahatça dile getirebilecekleri kamusal alanın sınırlarının karışıklığa izin vermeyecek biçimde çizilmesi gerekmektedir. Bunun gerçekleşmesi için, “kamusal alan” kavramının açık bir biçimde içeriklendirilip tanımlanması yerinde olacaktır. Bu bildirinin amacı bu tanımlamayı Habermas’dan yola çıkarak ve bu tanımı kimi noktalarda eleştirerek yeniden yapmaya çalışmak olacaktır. Anahtar Kelimeler: Müzakereci demokrasi, sivil toplum, bireysel hak ve özgürlükler, devlet, kamusal alan, Habermas

* Doç. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi. 100

BİREY İLE TOPLUM ARASINDAKİ MÜZAKERE ZEMİNİ: KAMUSAL ALAN ‘İnsan’ın hangi koşulların etkisiyle “toplumsal bir yaşam”ı sürmeye başladığı sorusuna siyaset felsefecileri tarafından verilmiş değişik yanıtlar vardır ve bu yanıtlar, ne yazık ki, birbiriyle çelişki içindedir. Bu çelişkili yanıtların hangisinin gerçeğe uygun olduğu konusunda mantıksal olarak -yani elimizde halihazırda varolan verilerden yola çıkıp akıl yürüterek- bir karar vermek olanaklıysa da, bu kararın güvenilirliğini sınayabilecek herhangi bir empirik kanıta sahip değiliz. Ancak bu konuda yanıt bulmanın taşıdığı tüm güçlüklere rağmen, toplumsal bir yaşamın içinde var olmanın insanı doğal yaşamın sunduğu sınırlı bir yaşamı sürdürmek zorunda kalmaktan kurtardığını rahatlıkla iddia edebilir, kendi yaşamımızın şu an sahip olduğu çeşitliliği ve konforu, refahı, güvenliği, uzunluğu vb. buna somut bir kanıt olarak gösterebiliriz. İnsan olarak -diğer canlılara kıyasla- yaşamımızın fazladan sahip olduğu bütün bu değerler, muhakkak pekçok koşulun katkısını gerektirmiştir. Ancak, tarihin son dönemlerinde insanlığın hemen hemen her alanda yaptığı büyük atılım ve bu atılımın gerçekleşmesinde özellikle katkısı bulunan uluslar dikkate alınırsa, onların bu katkıyı yapmasını olanaklı kılan koşullar arasında söz konusu ulusları yöneten devletler ile o ulusları oluşturan bireyler arasındaki ilişki tarzının özel bir öneme sahip olduğunu görürüz. Bu ilişki, bireyler ile devletler arasındaki iletişim ve etkileşimin önünü açacak, bu iki farklı birim arasındaki kopukluğu giderecek ve toplumsal özgürlüğü geliştirecek bir tarzda düzenlenmiştir. Yukarıda belirtilmiş olduğu gibi “toplumsal yaşamın hangi koşulların etkisiyle başladığı sorusu”na empirik bir yanıt vermek zor olsa da, insanın bu yaşamı sürdürmekten neden vazgeçmediği sorusuna empirik olarak gözlemlenip doğrulanabilecek bir yanıt verebiliriz, sanırım: Gereksinimlerinin diğer canlılarınkiyle kıyaslanamayacak kadar çeşitli olması ve bu gereksinimlerin diğer canlılar gibi doğal yollar ve ürünler aracılığıyla karşılanamaması, her insanı diğer insanların çalışmasına ve üretimine muhtaç kılmıştır. Toplumsallığı, bir kez oluşturulduktan sonra vazgeçilmez kılan, insanın kendisinin bu zayıflığına ilişkin bilinci olmuştur. Platon’dan Hegel’e pekçok filozofun paylaştığı bu bakış açısı, toplumsal yaşamın varlığını sürdürmesini bu gerekçeye dayandırır ve toplumsal yaşamın asli yapısal özelliğini, yukarıda dile getirilen eksikliklerinden dolayı biraraya gelmiş insanların oluşturduğu üretime yönelik işbirliği ağında görür. Toplumsal yaşam, tüm diğer ikincil görünümlerini bir yana bırakırsak, özünde, insanların kendi varlıklarını sürdürmek için belirli bir üretim ilişkisi çerçevesinde biraraya geldiği ve her birinin bu üretim ilişkisinde belirli bir yer işgal edip bir işbölümü ağı oluşturduğu bir etkinlikler alanıdır. Bu bakımdan da, insan türünün –üyelerinin bedensel olarak taşıdığı tüm zayıflıklara rağmen- diğer canlılar ve doğa karşısında varlığını sürdürmesine olanak sağlayan asli zemini oluşturur. Bu özelliği dolayısıyla, toplumsal yaşam, insan türü için yaşamsal bir önem arz etmektedir. Toplumsal yaşamın ortaya çıkmasıyla birlikte, toplumsal alanı bölen ikili bir yapı da kendisini gösterir. Bu ikilik -çok genel bir adlandırmayla- “yönetenler” ve “yönetilenler” arasındadır. “Yönetenler”i, toplumsal yaşam için yön gösterici ve belirleyici kararların alındığı ortamdaki kişiler oluştururken; “yönetilenler”i, alınan bu kararların uygulandığı, aktörlerin eylemlerinin bu kararlara göre biçimlendiği ortamdaki kişiler oluşturur. Buradaki ayrılık, siyaset –ve siyasetin kurumlaşmış görünümü olan ‘devlet’- ile –devletin bir parçası olmamak anlamında- sivil toplum arasındadır. Toplumsal yaşamın ortaya çıkardığı bu yapı içerisinde siyasetten beklenen –ya da: siyaseti insan yaşamı için anlamlı ve değerli kılan-, herkesin kendi bireysel yararı için bir parçası olmayı kabul ettiği, ancak kendisi için çabalarken ürettikleri aracılığıyla aslında herkesin yararına hizmet etme 101

olanağı bulduğu toplumsal yaşamı, “genel yarar”ı gözeterek düzenleyecek kararları alması ve bu kararların uygulanmasını sağlayacak ortamı yaratmasıdır. Bunun aksi bir durum, yani devleti ele geçirmiş azınlıktaki bir siyasi grubun yalnızca kendi yararını gözeterek kararlar aldığı ve toplumda bu kararları uygulattığı bir durum, siyaseti, ona maruz kalan kişilerin gözünde pekçok bakımdan değersiz, anlamsız, tehlikeli, zararlı bir şey haline getirir. İlkin, kendisinin her daim bir amaç olarak -yani değere sahip bir varlık olarak- algılanmasını isteyen insan, başkalarının yararı, mutluluğu, refahı ya da çıkarı için yalnızca bir araç olarak algılanmaya ve bu doğrultuda bir muameleye itiraz edecektir. İkincileyin, yalnızca bir araç olarak algılandıklarında, değerli bir varlık olarak görülmeyecekleri için, onların yararını gözetmeyen, insanların varlığını, güvenliğini, mutluluğunu vb. tehlikeye atan bir ortam oluşacaktır. Üçüncüleyin, insanlar, kendi zararlarına, kendi aleyhlerine alınmış olan bu kararlara uymak zorunda kaldıklarında, bir özgürlük problemi ortaya çıkacak; insanlar, uyduklarında zarara uğrayacakları, acı çekecekleri, mutsuz olacakları kararlara -elbette isteyerek değil, ancakdışsal bir zorlama ve baskı sebebiyle uymak zorunda kalacaklardır. Bu haliyle toplumsal yaşam, kendisini anlamlı ve değerli kılan “insan yaşamına ve türüne katkı yapıp bunları ilerletme” özelliğini yitirecek, insanın varlığı için tehdit oluşturan bir koşul haline gelecektir. Toplumsal yaşamın bireyler için sağladığı yararı sürekli kılmak, yani karar alınan ortamda genel yararın gözetilmesi amacını her zaman önplanda tutabilmek için, sivil toplum ile devlet arasında sivil toplumun alınan kararları sürekli denetleyebileceği, yönlendirebileceği ve bu karar alma süreçlerine dahil olabileceği bir araalan oluşturmak gerekmektedir. Bugün örneğini kendi ülkemizde deneyimleme olanağı bulduğumuz türüyle “temsili demokrasi”, “müzakere ortamı”nın yaratılmamış olduğu bu kısıtlı haliyle, yönetimin toplum eliyle gerçekleştirildiği bir siyasi ortamdan çok, toplumun “genel yararı gözeterek” gereken kararları alacağını umduğu temsilcileri seçtiği bir siyasi ortamı yaratmaktadır. Toplumun, seçtikten sonra temsilcilerine kendi yaşam problemlerini dile getirip iletebileceği ve yasalarla güvenceye alınmış hiçbir kurumsal arabirimin var olmadığı böylesi bir siyasi ortamda, genel yararın yakalanabilmesi, rastlantıya kalmış gibi görünmektedir. Bu haliyle de, “sivil toplum” ile “devlet” arasındaki ayrıklık genişlemekte; toplumun devletle ilişkisi, bir “bir”liktelik oluşturmaktan çok, huzursuz eden bir gerilime dönüşmektedir. Demokrasiyi, toplumsal yaşam açısından amaçlanan işlevine kavuşturabilmek için, ona, devlet ile toplum arasındaki ikiliğin aşılabileceği bir biçim kazandırabilmek gerekmektedir. Çağımızın önemli düşünürlerinden Habermas, bu biçimi kazandırmada en önemli arabirim olarak “kamusal alan”ı görmektedir. Ona göre kamusal alan, öznelerin kamuya ait olanı yakalama amacı doğrultusunda, akılcı tartışma ortamına eşit taraflar olarak katıldıkları bir alandır. Bu alanın Habermas tarafından dile getirilmiş özelliklerine bakarsak, en temelde şunlarla karşılaşırız: bu alan, -ülkemiz düşünce hayatında yerleşik olan “kamusal alan” tasarımının tam tersine- devletten, onun iktidarından, buyruklarından tamamen bağımsız ve ayrı olduğu gibi, bunlara karşı “genel yarar ilkesi gözetilerek” eleştirel söylemlerin üretildiği bir yerdir de. Kamusal alan, bireylerin iktisadi özneler olarak var olduğu ve pazar ilişkilerine dayanarak bireysel çıkarlarını maksimize etmeye çalıştıkları sivil toplum alanından da tamamen farklı ve ayrı bir yerdir. Bu alanda var olan öznelerin ilişkilerinin üzerine oturduğu zemin, almak ve satmak değil, tartışmak ve müzakere etmektir. Sivil toplum ile devlet arasındaki kopukluğu ortadan kaldıracak bir köprü olarak görülen kamusal alanda, müzakereye dayalı biçimde oluşan kamuoyu dolayımıyla yönetsel iktidarın politikaları eleştirel bir süzgeçten geçirilmekte, devletin kararlarına egemen olacak siyasetin oluşumuna toplumsal kesimlerin katılımı sağlanmaktadır. Bu yolla, kamusal alanın özneleri olarak yurttaşlar siyasal sürece dahil olmaktadır. 102

Habermas’ın müzakerenin zemin bulduğunu düşündüğü “iletişime dayalı kamusal alan” modelinde, topluma yön ve biçim vermek için alınan politik kararlardan etkilenen bütün bireyler, bu norm ve kararların oluşturulmasında, değiştirilmesinde ve benimsenmesinde söz sahibidir. Bu kararlara maruz kalan herkes, bu konudaki fikirlerini kamusal alanda dile getirebilir. Bu açıdan bakılınca “kamu”, akıl yürütenler ya da rasyonel müzakereciler topluluğudur. Kamusal alan bütün toplumun ortak iyiliğini sağlamaya odaklı tartışma ve etkinliklerin içinde oluştuğu bir sivil hayat alanıdır. Bu anlamıyla da kamusal alan, her şeyden önce, toplumsal yaşamımızda politik kararları yönlendirme, meşru kılma ve meşruiyette düşürme işlevini yerine getiren kamuoyunun içinde oluştuğu alanın karşılığıdır. Kamusal alanı daha tanıdık şekilde “siyasetin alanı” olarak da anlamak mümkündür. Ancak burada siyaset ile ifade edilen, geniş anlamıyla ve öznesi tüm yurttaşlar olan ve etkisi bütün kamu meselelerini ilgilendiren bir etkinliktir. Bu etkinliğin içerisinde varlık bulduğu kamusal alan, tüm çeşitliliği ile topluma ait, toplumsal sınıf ve grupların her türlü politik söylem ve eylemleriyle katıldığı bir egemenlik mücadelesi alanıdır. Kamusal alan, formel devlet aygıtının ve kapitalist üretim biçiminin dışında duran yurttaşlara ait toplanma, eleştirel kamusal tartışma, anlaşma ve eylem alanıdır. Demokratik kamusal alanda siyasal kararların meşruiyetinin kaynağı bireylerden ve toplumdan bağımsız gelişmez. Demokratik toplumlarda kamusal alan siyasal sürecin belirlendiği; bireylerin, grupların, firmaların rekabet halinde olduğu; temel hak ve özgürlüklerin düzenlendiği bir alandır. Kısacası, demokratik toplumlarda kamusal alan eşitlik, özgürlük ve farklıkların bulunduğu bir ortak platformdur. Bu söylenenlerden kolaylıkla çıkarılabileceği gibi, bir ideal olarak ortaya konmuş olan kamusal alan, toplumun tümü açısından önem taşıyan konuların keşfedildiği, değerlerin yorumlandığı, sorunların çözümüne katkıların yapıldığı, dile getirilen savları temellendiren iyi sebeplerin üretildiği, temellendirme gücü taşımayan kötü sebeplerin değerden düşürüldüğü, bütün bu etkinlikler aracılığıyla da toplum üzerinde uygulanacak kararların meşruiyetinin sağlandığı bir zemindir. Kamusal alanda öznelerin dile getirdikleri aracılığıyla varlık kazanan söylemler, Habermas’a göre, iktidar kurmazlar. Onlar, yönetsel iktidarı ikame etmeyen, sadece onu etkileyen iletişimsel bir iktidar üretirler. Bu etki, meşruiyet sağlama ve meşruiyetten yoksun bırakma ile sınırlıdır. Ancak bu alanın gerçekten toplumsal iyinin keşfedildiği ve bu keşfedilenin toplumsal iyi olduğunun kanıtlanabildiği, dolayısıyla da toplumsal yaşamın insanlara hizmet eden bir kılıkla varlığını sürdürebildiği bir alan olabilmesi için, bu alanda özneler arasında yürütülen iletişimin (ya da müzakerenin) belirli kurallar çerçevesinde yürütülmesi gerekmektedir. Habermas’a göre, pratik siyasal sorunlar –ahlaki bir mahiyet taşıdıkları ölçüde- rasyonel bir çözüme kavuşturulabilir. Bunu yapabilmek için, neyin genel çıkara uygun olduğunu tarafsız biçimde saptama sürecinde “ahlaki bir bakış açısı”nı yakalayabilmek gerekir. Habermas’a göre, gündelik hayatın iletişimsel pratiği içinde yerleşik bulunan rasyonellik potansiyeli açığa çıkartılabilirse, bu ahlaki bakış açısı da kavranabilir. Bu rasyonellik potansiyeli, siyasal sorunların halledilmesi sırasında kamusal bir savlama (ya da: temellendirme/gerekçelendirme) praxisinin kurulmasının zeminini sağlayacaktır. Kamusal alanda müzakere edilen, teorik savlar değil, pratik savlardır. Dolayısıyla geçerliliği kanıtlanmaya/temellendirilmeye çalışılan ifadeler, epistemolojik ifadeler değildir. Bu bakımdan da 103

bunların kabul edilmesi ya da reddedilmesi, bilgi yargısı olduğu iddiasındaki ifadelerin kabul edilip edilmemesinden farklı ölçütlere sahip olacaktır. Kamusal alanda müzakere edilen ifadeler, toplumsal yaşamı herkese uyacak biçimde düzenleme iddiası taşıyan normatif ifadelerdir. Dolayısıyla bunlar ortaya atılırken, bunları kabul etmek için ne türden iyi ve haklı gerekçelerimiz olduğunun da (yani bunların toplumsal yaşama ve toplumu oluşturan tek tek bireylere nasıl bir yararının olduğunun da) gösterilebilmesi gerekir. Dolayısıyla bu durum, katılımcıların savları hakkındaki kendi geçerlilik iddialarını sunup savunabildikleri bir iletişimsel ortama; bu ortamı oluşturacak kurallara gereksinim duymaktadır. Söz konusu iletişim ortamının amacı, Habermas’a göre, ussal olarak güdülenmiş ve evrensel (müzakere ortamında alınacak kararların muhatabı olan ve olacak herkes tarafından kabul görecek) bir uzlaşmayı oluşturmaktır. İşte bu amaç, müzakerenin de kurallarını belirler. İlkin, müzakere sonucunda kabul edilebilecek bir normdan etkilenen ve etkilenebilecek herhangi bir kimsenin gerekçelendirilmiş ve haklı itirazı, bu normu devredışı bırakır. Bu bir ahlaki ilkedir ve herhangi bir katılımcının rızasına dayanmayan normların dışlanması işlevini yerine getirir. Bu ahlaki ilke, öne sürülen savların genel geçerliliğinin evrenselleştirilebilmesi için bir köprü ilke görevi görür. Toplumun tümü için geçerli olabilecek evrensel ilkelerin oluşturulabilmesi amacıyla tasarlanan müzakere ortamında, tarafların uyması gereken kuralları sınıflarken, Habermas, “anlamsal” ve “etik” kuralların yanında, “potansiyel katılımcıları tanımlama”ya ve “katılımcılar arasında eşitlik sağlama”ya hizmet eden kurallardan da söz eder. Bu kuralların nasıl türetip temellendirdiği konusunu çok daha geniş bir araştırma için şimdilik bir kenara bırakacak olursak, bunları Yücel Dursun’un “Habermas’ın Söylem Etikine Bakışı” başlıklı makalesine dayanarak şöyle özetleyebiliriz:

Anlamsan kurallar:

1.1.

Hiçbir konuşmacı kendisiyle çelişemez.

1.2.

Yüklem F’yi nesne A’ya uygulayan her konuşmacı, F’yi bütün ilgili hallerde A’ya benzeyen bütün diğer nesnelere uygulamaya hazır olmalıdır.

1.3.

Farklı kullanıcılar, aynı ifadeyi farklı anlamlarda kullanamazlar.



Etik kurallar:

2.1.

Her konuşmacı, gerçekten yalnızca inandığını iddia edebilir.

2.2.

Tartışma altında olmayan bir normu veya önermeyi tartışan bir kişi, böyle yapma isteği için bir neden sağlamalıdır.



Potansiyel katılımcıları tanımlayan kural:

3.1.

Konuşan ve eyleyen, rekabetteki her öznenin, bir söylemde yer almasına izin verilir. Katılımcılar arasında eşitlik sağlayan kurallar:

104

3.2. i. Herkesin, her ne olursa olsun, herhangi bir iddiayı sorunsallaştırmasına izin verilir. ii. Herkesin, herhangi bir iddiayı söyleme sokmasına izin verilir. iii. Herkesin, davranışlarını, arzularını, isteklerini ifade etmesine izin verilir. 3.3. Hiçbir konuşmacı, içsel ve dışsal zorlama ile, (3.1) ve (3.2) de dayandığı haklarını sınamakta engellenemez. KAYNAKÇA DEMİR, Şeyhmus; Mutlu Sesli. “Türkiye’de Kamusal Alan Kavramlaştırılmasının Muhtevası: Tektiplilik mi, Çoğulculuk mu?”, Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, sayı: 1, (2007): s. 273292. DURSUN, Yücel. “Habermas’ın Söylem Etikine Bakışı”, Dogu Batı Dergisi, 1999, say:9 ss.101-115. HABERMAS, Jürgen. İletişimsel Eylem Kuramı, (Çev. Mustafa Tüzel), İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2001. HABERMAS, Jürgen. Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, (Çev. Tanıl Bora, Mithat Sancar), İstanbul, İletişim Yayınları, 2007 (7. Baskı). HASDEMİR, Tuğba Asrak; Mustafa Kemal Coşkun. “Kamusal Alan ve Toplumsal Hareketler”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, sayı: 63-1, s. 121-149. TOSUN, Gülgün. “Türkiye’de Devlet-Sivil Toplum İlişkisi Bağlamında Demokrasinin Pekişmesinin Önündeki Engellere İlişkin Kuramsal ve Pratik Bir Yaklaşım”, Ege Akademik Bakış, (2001) cilt: 1, sayı: 1, s. 224-243.

105

II. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE KURAMSAL VE UYGULAMALI YAKLAŞIMLAR ROUSSEAU’DA TOPLUM SÖZLEŞMESİ, SİYASAL MEŞRUİYET VE KATILIMCI DEMOKRASİ

H. Emre BAĞCE* ÖZET Rousseau, aydınlanma çağı düşünürlerinin aksine, insan-toplum-doğa ilişkilerinde uyumu vurgular ve antik Yunan felsefesini kendi yüzyılına taşır. Modern uygarlığa yönelttiği eleştiriler, mekanik ve pozitivist toplum görüşünü benimseyen çağdaşları tarafından kavranamadığı gibi, toplum sözleşmesi ve demokrasi kuramı da kendi çağını aşar. Bildiride, Rousseau’nun toplum sözleşmesi ve genel irade kuramına yönelik görüşler ele alınacak, genel irade kuramının çoğunlukla yanlış yorumlandığı, genel iradenin oluşumunu oybirliği ilkesi üzerine inşa ettiğinden dolayı, otoriter veya totaliter yönetimlerin Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramıyla meşrulaştırılamayacağı tartışılacaktır. Rousseau’nun temsili demokrasi ve meşruiyet üzerine yürüttüğü tartışmalar takip edilerek, katılımcı veya müzakereci demokrasi lehine geliştirdiği görüşleri değerlendirilecektir. Anahtar Kelimeler: J.J. Rousseau, toplum sözleşmesi, genel irade, meşruiyet, katılımcı demokrasi ROUSSEAU’DA TOPLUM SÖZLEŞMESİ, SİYASAL MEŞRUİYET VE KATILIMCI DEMOKRASİ Rousseau, insanı topluma, toplumu doğaya karşı konumlandıran aydınlanma çağı düşünürlerinin aksine, insan-toplum-doğa ilişkilerinde uyumu vurgulayan görüşleriyle Sokrates’i ve öğrencileri Platon ve Aristoteles’i, Kynik Dyojen’i, Epiküros’u ve Stoa felsefecilerini kendi yüzyılına taşımıştır. Ancak, uygarlığa yönelttiği esaslı eleştiriler mekanik ve pozitivist toplum görüşünü benimseyen çağdaşları tarafından kavranamadığı gibi, toplum sözleşmesi ve demokrasi kuramı da kendi çağından ziyade günümüze hitap etmiştir. Toplum sözleşmesi, yurttaşlık, meşruiyet, genel irade, demokrasi ve temsil konusundaki görüşleri ile Arendt (2000), Barber (1995), Castoriadis (2006), Habermas (1992; 2000), Manin (1987) ve Marcuse (1968) gibi çağdaş düşünür ve yazarların meşruiyet, kamusal alan, katılımcı veya müzakereci demokrasi tartışmaları arasında önemli bağlar ve benzerlikler bulunmaktadır. Bildiride, ilk olarak Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramına yönelik görüşler ele alınacak ve onun genel irade kuramının çoğunlukla yanlış yorumlandığı tartışılacaktır. Bu çerçevede, Rousseau’nun tek kişinin genel iradeyi temsil edebileceği düşüncesini savunduğu ve bu yolla otoriter veya totaliter rejimlere meşruiyet sağladığı şeklindeki tez değerlendirilecektir. Rousseau’nun genel iradenin oluşumunu oybirliği ilkesi üzerine inşa ettiği ihmal edildiğinden dolayı, bu tezin geçersiz olduğu, dolayısıyla, otoriter veya totaliter yönetimlerin Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramıyla meşrulaştırılamayacağı ileri sürülecektir. Ayrıca, Rousseau’nun temsili demokrasi ve meşruiyet üzerine yürüttüğü tartışmalar takip edilerek, katılımcı veya müzakereci demokrasi lehine geliştirdiği görüşleri değerlendirilecektir.

* Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi 106

Rousseau Üzerine Yorumlar: Yanlışlar ve Doğrular Rousseau’nun toplum sözleşmesi ve genel irade kuramına dair birçok yorum bulunmaktadır (Akal, 1999, 2002; Akyol, 2001; Arslan, 2003; Bağce, 2007; Erdenir, 1998; Göze, 1995; Hakyemez, 2003; Hampsher-Monk, 2004; İzmir, ty; Kahraman, 2002; Köker, 1989; Muschamp, 1986; Şenel, 1996; Thomson, 1996; Wokler, 2001; Yararsoy ty). Rousseau yorumları arasında, onun otoriter ve totaliter yönetimlere meşrulaştırıcı bir dayanak sağladığı görüşü yaygın olarak zikredilir. Örneğin, Alâeddin Şenel Rousseau’nun genel irade kavramının etkisini şöyle değerlendirmektedir: “Rousseau’nun bu genel irade kavramının hem demokratik hem otoriter yorumlara elverişli olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle bu kuram, hem Fransız Devrimi’nin burjuva demokratik düşünürlerini, hem otoriter bir devlet anlayışı geliştiren Hegel’i etkilemiştir. Dahası, genel iradeyi temsil ettiklerini söyleyerek onun kuramlarından yararlanan hem Lenin gibi komünist parti, hem Hitler, Mussolini gibi, faşist parti önderlerini de etkilemiştir.” (Şenel, 1996: 364-365) Şenel “demek ki, toplumun üyelerinin tüm haklarını genel iradeye devrettikleri toplum sözleşmesinin, oybirliği ile kabul edilmiş olması gerekir” (1996: 362) demesine karşın, genel irade ve toplum sözleşmesini birbirinden ayırt etmektedir: “‘Genel irade’nin kişisel iradelerin toplanması sonucu oluşacak bir ‘çoğunluğun iradesi’ demek olmadığını görüyoruz. Genel iradeyi genel yapan oyçokluğu değilse nedir? Toplumsal (ortak) yarardır. Bu durumda genel iradenin ortaya çıkması için ne oyçokluğunun ne de oybirliğinin olması zorunlu değildir. Bir durumda oyçokluğu sağlamış olabilir ama o şey gene de toplumun çıkarına olmayabilir, dolayısıyla genel iradeye uygun sayılmayacaktır. Öte yandan çoğunluğun katılmadığı bir görüş, toplumsal çıkara dolayısıyla genel iradeye uygun olabilir. Hatta tek bir kimsenin görüşü bile, toplumsal çıkara uygunsa, genel iradeye uygun demektir.” (Şenel, 1996: 363). Tek kişinin genel iradeyi temsil edebileceği şeklinde Rousseau’ya yakıştırılan görüşler birbirine zıt iki uca ayrışır. Kimi yorumcular, tek kişinin veya partinin yönetimini haklılaştırmak ve meşrulaştırmak için Rousseau’ya başvururken (Erdenir, 1998) kimileri yukarıda değinilen görüşlere karşı Rousseau’yu bütün kötülüklerin kaynağı olarak mahkûm etmeye çalışır. Bu görüşte Rousseau devletçi, otoriter ve diktatöryal yönetimlerin teorik lideri olarak resmedilmekle kalmaz, bireyi devlete feda ettiği, Toplum Sözleşmesi’nin devletçiliğin İncili olduğu, Rousseau’nun ‘kutsal devlet’in bekası için demokratik düzene müdahale edilmesini ve hukukun askıya alınmasını meşru gördüğü ileri sürülür (Yararsoy, ty). Böylece, Hobbes’un dahi savunmadığı görüşler kolaylıkla Rousseau’ya mal edilir. Kimi yorumcular da, Rousseau’nun demokrasi düşüncesinin “ana zembereği” olarak genel iradenin zorla dayatılmasını görür ve Rousseau’nun modelinin özel iradeleri yok sayan, toplumu homojenleştiren ve tek tip insan modelini öneren bir düşünce sistemi olduğunu ileri sürerler (İzmir, ty). Rousseau’ya dair bu tür yorumların arka planında kişilerin Türkiye’de tek parti yönetimini nasıl gördükleri önemli rol oynar. Rousseau’nun toplum sözleşmesi ve genel irade kuramına dair tartışmalardan bir diğeri genellikle demokrasi bağlamında yürütülür. Bu yaklaşımda, Rousseau’nun belirli çelişkilerinin veya tutarsızlıklarının bulunduğu kaydedilmekle birlikte, ne tür bir demokrasi modeli öngördüğü, esas itibariyle liberalizme ve temsili demokrasiye referansla araştırılır. Bu yorumlarda, Rousseau’nun 107

çoğulculuğu veya azınlık haklarını dikkate almayan çoğunlukçu bir modeli benimsediği görüşü ağırlıklıdır (Arslan, 2003, Hakyemez, 2003). Takip eden sorulara yanıt aranması konuya açıklık getirecektir: Bir yandan tek kişinin genel iradeyi temsil edebileceği, öte yandan azınlığı dikkate almayan çoğunlukçu bir demokrasiyi benimsediği şeklinde Rousseau’ya atfedilen iki görüş birbirini dışlamaz mı? Tüm yurttaşların onayının alınmadığı bir durumda, tek kişi veya herhangi bir çoğunluk genel iradeyi temsil ettiğini nasıl ileri sürebilir? Rousseau’nun modelini kavramak için şu soru da sorulmalıdır: Farklılıkların tanınması ve teminat altına alınması bakımından insanlar arasında asgari ortak bir zemine ihtiyaç duyulmaz mı? Rousseau’da otoriter ve totaliter yönetimlere dair görüşler bulunduğunu ileri süren yorumlar, Rousseau’nun hangi düşünce geleneği içinde bulunduğunu ve hangi düşünürlerin fikirlerinden etkilendiğini göz ardı etmektedirler. Bu durum Rousseau’yu çoğunlukçu demokrasinin temsilcisi olarak sunan ve onu temsili demokrasi çerçevesinde yorumlayanlar için de belirli ölçüde geçerlidir. Bu tür yorumlar, düşünürün esas kaygısı ve eserleri arasındaki bağlar dikkate alınmadan, kimi cümleleri üzerinden Rousseau’nun düşünce sistemine dair hüküm verildiğini göstermektedir. Klişelere ve önyargılara rağmen, Rousseau’nun toplum sözleşmesi ve genel irade kuramının günümüzde iletişimsel, katılımcı veya müzakereci demokrasi bağlamında ilgi gördüğünü kaydetmek gerekir. Marcuse, Habermas, Manin ve Barber gibi temsili demokrasiyi meşruiyet bağlamında tartışanların görüşlerinde Rousseau’nun temsili demokrasi eleştirisi doğrudan veya dolaylı biçimde etkili olmuştur. Rousseau’nun Düşünce Sisteminde Antik Yunan Etkisi Antik Yunan dünyası Rousseau’nun düşünce sisteminin omurgasını oluşturur. Rousseau Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev’de birçok bakımdan Platon ve Aristoteles’in düşünce sistemine bağlı kalır; insanın yetkinleşme arzusunun veya potansiyelinin, kendi içinde aynı zamanda bozulma eğilimi taşıdığını belirtir; insanın yetkinleşmesi düşüncesinin araçlara uyarlanmasının yıkıma yol açtığını ileri sürer. Bu yolla kendisinin de içinde yaşadığı sanayileşme ve ilerlemeyi yücelten aydınlanma çağını eleştirir (Rousseau, 1998; 2001 [İEK]). Rousseau, yine antik Yunan düşüncesindeki iktisat ve siyaset arasında ayrım yapılması konusundaki ısrarlı yaklaşımı (Aristoteles, 2000; Platon, 2001) benimser ve bunu kendi dönemine uyarlar. İktisadı, insanın zorunlu ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik, hane yönetimiyle sınırlı ve kamusal alanın dışındaki faaliyetler olarak düşünür. Aristoteles’in ısrarla benimsediği gibi, Rousseau da yaşamla, mutlu yaşam arasında ayrım yapar. Bunun için öncelikle insanın doğa ile uyumlu bir ilişki kurması gerektiğini belirtir. Diyalektik veya lineer türleriyle ilerlemeci fikirlere ve pozitivist yaklaşımlara bu nedenle karşıdır. Özne sorunu ile ilgilenir; eşitlik ve özgürlüğü birbirinin karşısında değil, tamamlayıcı öğeler olarak ele alır. Doğal yaşama ve bozulmamış topluma yönelik vurgusu onun Sokrates, Platon ve Aristoteles’in düşünce sistemlerine olduğu kadar Kynik, Epiküros ve Stoa felsefelerine de nüfuz ettiğini gösterir. Bir anlamda, iki düşünce sisteminin doğal yaşam ve siyasete dair önerilerini sentezler ve modern döneme uygular. Nasıl ki Sokrates, Platon ve Aristoteles yurttaş ve polis arasında parça ve bütün ilişkisini kurmaya çalışmışlar ve yurttaşlığın canlandırılması için öneriler getirmişlerse, Rousseau da yurttaşların bir arada mutlu yaşayacağı ortak bir yaşam alanının inşa edilebileceğini düşünür (Ağaoğulları, 1994; Bağce, 2009).

108

Rousseau’nun Uygarlık ve Rasyonellik Eleştirisi Rousseau, antik Yunan’da başlayıp 20. yüzyılda Frankfurt Okulu ile zirveye ulaşan uygarlığa yönelik köklü eleştirilerin 18. yüzyıldaki temsilcisidir. Öyle ki, bilgiyi güçle özdeşleştiren yeniçağın hâkim rasyonelliğini, 18. yüzyılda ortaya çıkan pozitivist toplum algısını ve içinde yaşadığı çağda yükselen ve sonraki dönemlerde birçok düşünür tarafından övgüyle karşılanan tarihselci yaklaşımların insanlık için yıkımdan başka bir şey getirmeyeceğini savunur. Rousseau çağdaşlarının ilerleme hayranlığına itiraz eder; eşitlik, özgürlük, yabancılaşma, mülkiyet, yurttaşlık, ahlak ve kamusal alana dair tartışmalarıyla, uygarlığın çürük ve yıkıcı temeller üzerine inşa edildiğini ileri sürer. Rousseau’nun eleştirdiği düşünürlerin başında hiç kuşkusuz Hobbes yer alır. Hobbes’un bu uygarlığa meşruiyet sağlayan düşünce sisteminin geçersizliğini göstermeye çalışır. Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev’de Rousseau, çağdaşlarının aksine bilim ve teknolojinin ilerlemeye değil insanlar arasında ahlaki çürümeye yol açacağını ileri sürer. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nda ise uygarlık eleştirisini ilerletir, Hobbes’un resmettiği doğa durumunun bütünüyle geçersiz olduğunu, Hobbes’un doğa durumu adı altında aslında bozulmuş toplumdan bir kesit sunduğunu ifade eder. Bu tezi ile Hobbes’un modelini kökünden sarsar. Hobbes’un “insan insanın kurdudur” görüşünün, doğa durumundaki insanı değil, bozulmuş toplum halindeki insanı resmettiğini, bu rekabetçi ve yıkıcı tutumun, modern toplumun temel özelliğini oluşturduğunu savunur. İnsanlar Hobbes’un düşündüğünün aksine, doğa durumunda değil, bozuk toplumda, “insan etini bir defa tadınca başka bütün yiyecekleri hırçınlıkla geri çeviren, sadece insan yutmak isteyen aç kurtlar”a dönüşmüştür (İEK: 138). İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nda Rousseau, insanın bugünkü doğasında doğal ve yapay olanın birbirine geçtiğini, toplumsal insanın, doğal insan olmadığını ileri sürer (İEK: 75-77). Bu nedenle, toplumda edinilmiş fikirlerin uygarlık öncesi doğal hale aktarılmasının yöntemsel açıdan yanlış olduğunu vurgular (İEK: 84). Doğal durumda, insan doğal ihtiyaçlarını karşılayan dayanıklı, gürbüz bir varlıktır; insan doğa halinde sade bir yaşam sürer ve olanaklara sahip olduğu için seçim yapma özgürlüğüne de sahiptir (İEK: 89-90). Rousseau’ya göre “bir kişinin iki kişiye yetecek kadar yaşama araç ve gereçlerine sahip olması” ile doğal, mutlu yaşam bozulmuş, insanın kendine yeterliliği azalmış, sınırsız mülkiyetle birlikte, eşitsizlik, kölelik ve sefalet de artmış, insanlar ölesiye çalışmaya ve birikime zorlanmıştır; bütün bunlar da sonuçta özgürlüğü yok etmiştir (İEK: 100, 119133). Rousseau, Platon’un da Devlet’te tartıştığı üzere, uygarlığın “olmak” ve “görünmek” arasındaki bağı kopardığını, ahlaki bozulmayla birlikte şatafatın, gösterişin, aldatmanın ve hilenin yaygınlaştığını düşünür (İEK: 136-137). Yeni insan Rousseau’ya göre, köle-efendi ilişkisi içindedir. “Kimilerine karşı kalleş, müzevir ve düzenbaz, kimilerine karşı da çalımla buyuran, sert bir insan… Onları korkutamadığı ya da kendi çıkarına onlara yararlı bir tarzda hizmet etmekte bulmadığı zaman, onu gereksindiği bütün bu insanları aldatmak zorunluluğunda bırakır. Sonunda insanı yiyip bitiren tutkudan, kendi mevkini yükseltme hırsından çok başkalarının üstüne çıkmak gereksinmesi, bütün insanlarda karşılıklı olarak birbirlerine zarar vermek karanlık eğilimini, gizli bir kıskançlık eğilimini uyandırır; bu kötü eğilimler, darbesini daha güvenle vurabilmek için çoğu zaman iyi dilek ve iç yakınlığı maskesini takınır; kısacası, bir yanda rekabet, yarışçılık öte yandan çıkar çatışmaları, hep kendi çıkarını

109

başkasının zararına sağlamak gizli arzusu.” (İEK: 137). Rousseau’nun uygarlık eleştirisi aynı zamanda modern rasyonelliğe yönelik köklü bir eleştiridir. Rousseau’ya göre, örneğin gelecek için çaba göstermek insan doğasına uygun değildir (İEK: 134). Doğal hukukun ilkelerinin iki temel kaynağı refah ve varlığımızı korumak, hemcinslerimizin yok olmasına karşı duyduğumuz hoşnutsuzluktur (İEK: 79). Hastalıklar ise modern toplumda yaşam tarzına bağlı olarak artmaktadır, aşırı eşitsizlik beraberinde özgür olmamayı getirmektedir. Halbuki, bu bozulma ılımlılık ve doğal yaşam ilkelerinin gözden geçirilmesiyle ortadan kalkabilir (İEK: 9193). Rousseau’ya göre, düşünme hali de doğaya aykırıdır, doğa durumunda özgür ve anlık irade geçerlidir; bu nedenle düşünen insan yozlaşmıştır. Doğa durumunda insan fark eder, hisseder, ister, arzular, çekinir, maddi gereksinimlerini karşılayacak şekilde hareket eder, çalışmaya ve zorlamaya dayalı bir düşünüşten uzaktır, hatta ölümü bile bilmez doğa halinde. Caraibe’lerde gündüz yatağını satan kişi, akşam onu geri almaya çalışır, çünkü gündüz olunca gecenin geleceğinin dahi farkında değildir Öyleyse, akıl kullanımı zamanın ürünüdür. İleriyi görmek, garanti altına almak arzusu moderndir (İEK: 92-109). Rousseau bir yandan da antik Yunan’dan modern dünyaya miras kalan akıl ve duygu karşıtlığını aşacak bir düşünce sistemini yerleştirmeye çalışır. Bu kapsamda, insanın diğer duygularına da kaynaklık eden en temel doğal erdemin merhamet olduğunu ileri sürer. “İçten gelen acıma duygusuna karşı koymadan başka bir insana veya hayvana fenalık yapılamaz”, “duyarlı varlıklara hiçbir fenalık yapmamalıyım”, “insan ve hayvanlara karşı görevlerle bağlıyız” gibi ahlaki yargıları esas alır (İEK: 80). Rousseau’ya göre, merhamet “insanda her türlü düşünceden önce geldiği kadar evrensel ve yararlı da olan, hayvanların bile belirtilerini verdiği bir erdemdir… ‘Derin bir kalp yumuşaklığı; işte doğanın insana gözyaşlarını vermekle sunduğu hediye’” (İEK: 111-112). Rousseau böylece Hobbes’un (1995) ve onun ayak izlerini takip eden Freud (1997: 186200) gibi uygarlık savunucularının ilerlemeci ve çatıştırıcı rasyonelliğini yadsır. Rousseau, doğal merhametin giderek insanlardan sökülüp atıldığı, insanların hasis, cimri, özenişli, kötü kişilere dönüştüğü bu süreçte, en güçlünün hakkı ya da ilk el koyanın hakkı gibi teorilerin geçersizliğini ise şu soru ile gündeme taşır: “Birçok kardeşlerimizin, sizin elinizde fazla olan şeylere gereksindiği için ölmekte olduğunu ya da acı çektiklerini, sizin, ortak geçim araçlarından kendi geçim araçlarınızı aşan miktarı kendinize mal etmek için insan türünün açıkça, oybirliğiyle verilmiş onayını almanız gerektiğini bilmiyor musunuz?” (İEK: 139). Rousseau’nun bu sorusu aynı zamanda onun mülkiyet ve sözleşme anlayışını da ortaya koyar. Rousseau mülkiyet ve miras yoluyla zengin ve yoksul arasındaki ilişkinin perçinlendiğini, biri olmaksızın diğerinin olamayacağını güçlü bir şekilde ortaya koyar (İEK: 138-139). İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nın ilk satırlarında insan türünde doğal-fiziksel ve siyasal olmak üzere iki türlü eşitsizlik bulunduğunu, ancak “doğal eşitsizliğin kaynağı nedir?” şeklinde bir soruya yanıt aramanın “doğruyu arayan akıllı ve özgür insanlara” uygun düşmeyeceğini savunur (İEK: 83). Böylece, tartışmalarını ahlaki temeller üzerine oturtur. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı şu cümle ile sona erer, “açlık içindeki çoğunluk zorunlu ihtiyaç maddelerinden yoksun yaşarken bir avuç insanın gereksiz şeyler bolluğu içinde yüzmesi doğa kanununa açıkça aykırıdır” (İEK: 160). Bu görüşleriyle uyumlu olarak, Toplum Sözleşmesi’nde de mülkiyetin hangi koşullarda meşru olabileceğini tartışır (Rousseau, 1987 [TS]: 31-32).

110

Devletin ve İktidarın Doğuşu Rousseau İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nın ikinci bölümünde mülkiyetin doğuşuyla devletin doğuşunu ilişkilendirir; zenginlerin doğal hukuku yeni kurumlar ile ikame etmeye çalıştığını; böylece devletin zenginlerin icadı olduğunu ileri sürer. Adalet, barış ve özgürlüklerin güvencesi söylemi altında, insanların köleliğe alıştırıldığını düşünür; devletin doğuşu, zayıflara yeni bağlar, zenginlere ise yeni güçler katmıştır. Devlet doğal özgürlüğü yok etmiş, mülkiyet ve eşitsizliği koruma altına almış, ustalıklı gaspa geri alınamaz hak payesi vermiş, insanları çalışmaya, kulluğa, sefalete boyun eğmeye zorlamıştır (İEK: 140-141). Rousseau Toplum Sözleşmesi’ne zemin hazırlarcasına, devletin kuruluşundaki kusurların hiçbir zaman tedavi edilmediğini dile getirir (İEK: 143). Bu kısımda, köleliğin, mutlakıyetin, paternalizmin eleştirisini yapar; Hobbes ve Pufendorf gibi kuramcıların mutlakıyeti veya köleliği meşrulaştıran görüşlerini çürütmeyi amaçlar. Toplum Sözleşmesi’nde yeniden ele alınacağı üzere, insanın özgürlüğünden yoksun bırakılamayacağını, her ne ad altında olursa olsun bunun meşrulaştırılamayacağını ileri sürer. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nda meşruiyet ve yasallık arasında bağlar kurar; kötü yönetim sonucunda herkesin kendi doğal özgürlüğüne dönme hakkının bulunduğunu, “sözleşmenin doğa icabı geri dönülemez ve bozulamaz” olmadığını savunur (İEK: 150). Bu çerçevede, devletin mutluluğu adına yurttaşların kanlarının nasıl döküldüğünü tarihsel örneklerle irdeler ve bunu eleştirir. Zorbalıkla başlayan yönetimin kalıtım yoluyla nasıl sürdüğünü ise şöyle anlatır: “Böylece, artık kalıtım yoluyla babadan oğula geçerek şef olanlar kendi yüksek yöneticiliklerini bir aile malı gözüyle görmeye, kendilerini başlangıçta sadece görevlisi oldukları devletin sahipleri saymaya, kendi yurttaşlarını köleleri gibi görüp evcil hayvanlar gibi kendilerine ait olan şeyler sayısı arasında saymaya, kendilerini de tanrılara eşit ve kralların kralı görmeye alıştılar” (İEK: 152). La Boetie’nin Gönüllü Kulluk Üstüne Söylev’ini (1995) çağrıştırırcasına, iktidarın kendini nasıl yeniden ürettiğini ve toplumun tümüne nasıl yaydığını tartışır. Rousseau’ya göre, insanlar “kendi üstlerinde olanlara değil de kendi altlarında olanlara baktıklarında egemenlik, onlara bağımsızlıktan daha değerli hale geldiği, kendileri de başkalarına zincir vurabilmek için kendi zincirlerini taşımaya razı oldukları ölçüde baskı altında tutulmayı kabullenirler. Başkalarına emretmek peşinde olmayan insana boyun eğdirmek çok zordur; en doğru ve en becerikli politika adamı bile özgür olmaktan başka bir şey istemeyen insanları kullaştıramayacaktır” (İEK: 153-154). Rousseau, bu kısımda bozuk toplumda zengin ve yoksullar arasındaki ilişkinin niteliğini ayrıntılı olarak inceler ve bu ilişkilerin doğurabileceği yıkıcı sonuçlar üzerine öngörülerde bulunur. Farklı yönetim biçimlerini değerlendirirken, baskıcı yönetime vurgu yapar. Rousseau’ya göre, bozuk toplum üzerine gözlem ve değerlendirmeler sürdürüldüğünde, orada “şerefe değin zararlı ve garip kuralların doğduğu görülürdü; vatanı koruyanların ergeç vatanın düşmanları haline geldikleri, hançerlerini yurttaşlarının başı üzerinde, aralıksız tuttukları görülürdü ve bu yurttaşların, bir gün, kendi ülkelerini baskı altında tutanlara: ‘Babamın göğsüne, gebe karımın bağırsaklarına bir kılıç saplamamı emredersen, kolum bundan nefret edecek, ama gene de hepsini yapacaktır’ dediği duyulurdu” (İEK: 156). Bu ifadelerin de gösterdiği gibi, Rousseau’da, Platon ve Aristoteles gibi, militarist (timarşi) ve zorba yönetimlerin bütünüyle karşısındadır.

111

Rousseau’nun Özlem Duyduğu Ülke İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’ndaki “Sunuş” ve “Önsöz” yazıları bir anlamda Toplum Sözleşmesi’nin giriş kısmı gibidir. Öyle ki, bu iki eser birlikte değerlendirilmeden onun toplum sözleşmesi ve genel irade kuramı üzerinde konuşmak neredeyse olanaksızdır. Rousseau “Sunuş”ta Cenevre Cumhuriyeti’nin halkına seslenir ve erdemli yurttaşlığı vurgular. Doğa kanunlarına yakın, toplumsal yararı gözeten, bireylerin mutluluğunu sağlayan bir kamu düzeninin elbirliğiyle kurulmasından söz eder. Yaşamak istediği devleti ise şöyle tarif eder: iyi yönetilebilecek ölçüde büyüklüğe sahip, herkesin kendi işini yaptığı, kendisine yettiği, herkesin birbirini tanıdığı, erdemlerin bilindiği, yurt sevgisinin herkes tarafından aynı ölçüde hissedildiği, karanlık manevraların olmadığı, hükümdar ve halkın bir ve aynı çıkara sahip olduğu, hükümet ve halkın aynı kişi, tek boyunduruğun ise meşru yasalar olduğu, yasa üstünde kimsenin olmadığı, keyfi yönetimin bulunmadığı, yurttaşlarının özgür yaşadığı ve özgür öldüğü bir devlet (İEK: 63-65). Rousseau uluslararası ilişkileri güçlü, güvenlik ve barış içinde, komşuları ile iyi geçinen bir ülkede yaşamak istediğini söyler. Öyle bir ülke ki, kanun yapma hakkının bütün yurttaşlar arasında ortak olduğu, kanunların törenle duyurulduğu, kurumları güçlü, dengeli ve güvenilir bir ülke; yurttaşların mutluluğunun her şeyin üstünde görüldüğü; insanların eşit, özgür ve güvenlik içinde bulunduğu bir ülke. Bu ülkenin yöneticileri ise, başkalarını yönetebilecek güçte insanlar tarafından kendilerini yönetmek için seçilmiş olduklarından dolayı saygınlardır, dolayısıyla halkın efendisi değil, hizmetkârlarıdır (İEK: 66-72). Toplum Sözleşmesi: Genel İrade ve Meşruiyetin Kaynağı Rousseau’nun çalışmaları, insanların eşit ve özgür yurttaşlar olarak yaşamalarını mümkün kılacak bir yönetimin nasıl kurulacağı ve sürdürüleceği sorunsalına odaklanır. Toplum Sözleşmesi’nde dile getirilen görüşler değerlendirilirken, bunun, “Siyasal Kurumlar” başlığı ile tasarladığı ancak tamamlayamadığı bir eserin giriş kısmı olduğu ve bu bakımdan da henüz taslak niteliği taşıdığı mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev ve İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı birbiriyle de ilişkili iki soru üzerine yoğunlaşmıştır. İlkinde, Dijon Akademisi’nin 1749’da açtığı “bilim ve sanatların gelişmesi ahlakın düzelmesine yardım etmiş midir?” yarışma sorusuna; ikincisinde ise aynı akademinin 1755’te önerdiği “insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı nedir ve bu eşitsizlik doğa kanununa mı dayanır?” sorusuna yanıt aranır. Rousseau her iki çalışmasında da bu sorulara hiç çekinmeden “hayır” yanıtını verir ve bunların temellerini araştırır. Toplum Sözleşmesi ise 1756-1760 yıllarında yazılır ve 1762’de basılır. Rousseau eserin başında “okuyucunun dikkatine” başlığı ile şu notu düşer: “Bu kitap, daha geniş bir yapıttan, epeyi önce, gücümü tartmaksızın yazmaya kalkıştığım, ama, o gün bugün bir yanan bıraktığım bir yapıttan alınmıştır. Daha önce yazdıklarımdan çıkarılabilecek türlü parçalar arasında bu parça okuyucuya sunulmaya en elverişli gibi göründü bana. Yapıtın geri kalan bölümü çoktandır yok oldu” (TS: 12). Bu notun da gösterdiği üzere, Toplum Sözleşmesi henüz taslaktır; diğer eserlerinde olduğu gibi bir sorunsala yanıt bulmayı amaçlamaktadır. Rousseau’ya yönelik farklı ve çelişen yorumlar kısmen bu kitabın taslak oluşundan kaynaklanır. Ayrıca, konunun bütünlüğü bakımından önem arz etmeyen hususlara yer verildiğinden, ana metinden yapılan seçmelerde isabetsizlik yapıldığı da

112

söylenebilir; örneğin, aristokrasi ve monarşi gibi yönetim biçimlerine dair kısımlar Rousseau’nun tartışmasının dağılmasına, bu tür yönetimlerin niteliğine dair saptamaları, Rousseau’nun bu yönetimleri onaylıyor olabileceği yorumlarına yol açmıştır. Rousseau, içinden Toplum Sözleşmesi’ni seçip çıkardığı ‘Siyasal Kurumlar’da Aristoteles, Çiçero veya Montesquieu gibi klasik düşünürlerin eserlerine eşdeğer bir eserle karşılık vermeyi amaçlamış olabilir. Buna rağmen, genel irade ile ilgili görüşleri daha önce belirtildiği gibi, çoğu zaman bağlamından kopartılarak çarpıtılmıştır. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nin ilk dört bölümünde İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nda yürüttüğü tartışmalara yer verir; bu bölümlerde gücün hak sağlamadığı, köleliğin doğa yasasına aykırı olduğu; özgür insanın, kendi iradesiyle köleliği kabul edemeyeceği gibi iktidar karşısında özgürlüğünden de vazgeçemeyeceği tartışılır. “Hep bir ilk sözleşmeye dönme zorunluluğu” başlıklı beşinci bölümde ise genel iradenin temel koşulu belirtilir: “Gerçekte, daha önceden yapılmış bir sözleşme olsaydı –seçim oybirliğiyle yapılmadıkça- azınlık için çoğunluğun seçtiğine katlanmak zorunluğu nerede kalırdı? Başlarına bir efendiyi getirmek isteyen yüz kişinin böyle birisini istemeyen on kişi adına oy vermeye ne hakkı olurdu? Oylarda çoğunluğa hak tanıyan yasa sözleşme ile meydana gelmiştir ve hiç değilse bir defa için oybirliğini gerekli kılar.” (TS: 24) Rousseau’ya göre, öyle bir toplum biçimi bulmak gerekir ki, orada “her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun”; kendisinin ifadesiyle “toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur” (TS: 25). Rousseau bundan sonra genel iradenin ne olup olmadığını tartışır. Bireylerin her birinin iradesi, tüm bireylerin iradelerinin toplamı ve genel irade olmak üzere üç tür iradeyi birbirinden ayrıştırır. Herkesin iradesi tek tek her bir kişinin birbiriyle çelişebilecek kişisel iradelerinin toplamına karşılık gelir. Hâlbuki siyasal bir toplumdan bahsedebilmek için, herkesin iradesinden bireylerin birbiriyle çelişen iradelerinin çıkarılması gerekir; böylece bireylerin hak ve özgürlüklerini koruyan, ortak iyiliği gözeten siyasal bir toplumun temelleri atılabilir (TS: 39). Bu demek değildir ki, Rousseau insanların farklıklarını yok sayar. Siyasal toplumun oluşumunda, insanlar arasında dil, din, cinsiyet, mezhep, ekonomik ve sosyal statü, siyasal görüş gibi ayrımlar yerine; kişilerin hangi dile, dine, cinsiyete, mezhebe, statü ve siyasal görüşe sahip olursa olsun onaylayabileceği evrensel öğeleri ön plana çıkarma çabası içindedir. Dolayısıyla, farklılıkların tanınması bakımından böyle bir zeminin işlevsel olacağını Rousseau’nun gördüğü söylenebilir. Çünkü oybirliği ilkesi esas itibariyle tek tek her bir kişiyi diğer kişilere ve gruplara, azınlığı çoğunluğa karşı koruyan bir ilke niteliği taşır. Rousseau’nun bütün-parça ilişkisi ve yasalara dair görüşlerinde bu kaygı hissedilir. Rousseau’ya göre, “bir parçası eksik bir bütün, bütün sayılmaz. Bu durum sürüp gittikçe, ortada artık bir bütün yok, sadece birbirine eşit olmayan iki ayrı parça var, demektir. Bundan da şu sonuç çıkar ki, bunlardan birinin istemi, öbürü için hiç de genel olamaz”. Aynı şekilde “yasalar istemlerimizi saptayan birer belgedir sadece”; “yasalar toplum halinde birleşmenin koşullarından başka bir şey değildir aslında”; “kim olursa olsun bir adamın kendi başına verdiği buyruklar, hiçbir zaman yasa olamaz” (TS: 49). Yasaların genelliği ile ilgili değerlendirmeler sırasında, Rousseau kişisel ve toplumsal farklılıkları hukuksal güvenceye alacak görüşler de ortaya koyar: “Yasaların konusu geneldir, dediğim zaman şunu anlıyorum: Yasa yurttaşları bir bütün, davranışları da soyut olarak göz önüne alır; yoksa özel bir kişiyi ya da özel bir davranışı dikkate almaz. Böylece, yasa birtakım ayrıcalıklar kabul edebilir ama adlarını belirterek kimseye ayrıcalık tanıyamaz. Yasa yurttaşları 113

sınıflara ayırabilir; hatta bu sınıflara girme hakkı veren birtakım özellikler de gösterebilir ama, şu ya da bu kimseyi, isim söyleyerek, bu sınıflara sokamaz.” (TS: 48-49). Genel iradenin yanılıp yanılmayacağı konusunda, Rousseau “genel istem her zaman doğrudur ve kamusal yararlara yöneliktir” (TS: 39) ifadesiyle temel ilkeyi dile getirir. Kitabın farklı yerlerinde kişilerin veya halkın yanılabileceğinden veya aldatılabileceğinden, bunu önlemek için halkın yeterince aydınlanması gerektiğinden söz eder. Kimi yorumcular bunu yönetici elitin veya liderlerin meşrulaştırılması olarak değerlendirirler; hâlbuki Rousseau bu konuya şöyle açıklık getirir. “Yeterince aydınlanmış olan halk karar almaya, oylaşmaya başladığı zaman, yurttaşlar arasında hiçbir birleşme olmazsa, küçük ayrılıkların büyük sayısından her zaman genel istem doğar ve oylaşma her zaman yerinde bir oylaşma olur. Ama genel birleşme zararına dolap düzenlerle birtakım küçük birleşmeler olursa, bunlardan her birinin istemi üyelerine oranla genel, devlete oranla özel olur: O zaman, artık insan sayısı kadar değil, birleşme sayısı kadar oy sahibi var, denebilir.” (TS: 39). Bu ifadeden anlaşıldığı üzere, Rousseau her bir kişinin görüşünü özgürce paylaşabileceği ve dikkate alınacağı bir durumu düşünmektedir. Hatta birleşmelerden birinin bütün öbürlerine üstün gelecek kadar büyük olması durumunda, “artık o zaman genel istem diye bir şey yoktur, üstün gelen görüş de sadece özel bir görüştür” diyerek çoğunlukçu demokrasi modeline ne derece mesafeli durduğunu gösterir. Rousseau, halkın yanılmaması için gerekli tek geçerli yolu da şöyle ifade eder: “Genel istemin kendini iyice dile getirebilmesi için, devlet gücünde ayrı ayrı birleşmeler olmamalı ve her yurttaş kendi görüşüne göre kanısını söylemelidir: İşte, büyük Lykurgos’un koyduğu tek ve yüce sistem bu olmuştur. Parça parça birleşmeler varsa, yapılacak şey tıpkı Solon, Numa ve Servius gibi, bunların sayılarını artırmak ve eşitsizliklerin önünü almaktır. Bu önlemler genel istemin her zaman aydınlanması ve halkın aldanmaması için gerekli biricik iyi önlemlerdir.” (TS: 40). Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde diğer eserlerindeki tartışmalarla uyumlu olarak, yurttaşların eşit ve özgür olduğu, her yurttaşın görüşünün toplum tarafından dikkate alındığı bir durumu tasvir eder. Kişilerin eşitliğine ve özgürlüğüne duyduğu tutkunun bir sonucu olarak, gelecek kuşakların sözleşme ile bağlanamayacağını da belirtir (TS: 19). Sonuçta, Rousseau, “niçin genel istem her zaman doğrudur ve niçin herkes hep birbirinin mutluluğunu ister?” sorusuna şu yanıtı verir: “Çünkü herkes sözünü kendine mal etmeyecek ve herkes için oyunu kullanırken kendini düşünmeyecek bir tek insan yoktur.” (TS: 41). Rousseau’da Temsili Demokrasi Eleştirisi ve Katılımcılık Rousseau, bütün adına parçayı dışlamaz, tam aksine parçaların etkisizleştirilmesini önlemeye çalışır; tartışmalarında hiyerarşik ve temsili yönetim anlayışının meşru olmadığını gösterir ve yöneticileri görevliler şeklinde tanımlayarak onları yurttaşlara karşı sorumlu kılar (TS: 69, 103– 115). Siyasal modelinin her aşamasında halk katılımı öngörür; halkın ancak ve ancak katılım yoluyla güçlü olabileceğini ileri sürer: “Bir hükümetin iyi olabilmesi için, halkın aşırı ölçüde güçlü olması gerekir” (TS: 71); “halkın kurultay halinde toplanması düşten başka bir şey değil, denecek. Bugün

114

bir düştür, doğru; ama iki bin yıl önce düş değildi. İnsanların özü mü değişti dersiniz?” (TS: 103). Rousseau, Aristoteles’in yurttaşlık ve kamusal alanla ilgili görüşlerini önemser; 20. yüzyılda Arendt ve Habermas tarafından yeniden keşfedileceği üzere, özel alanın kamusal alan aleyhine genişlemesinin yurttaşlık açısından sakıncalarına işaret eder. “Tembellikleri ve paraları, onlara sağlasa sağlasa yurdu köleliğe sürükleyecek askerlerle, onu satacak temsilciler sağlar… Şu finances sözcüğü kölelere özgü bir sözcüktür; sitede bilinmeyen bir sözcük” (TS: 108) ifadelerinin gösterdiği üzere, bir yandan kamusal alana ve yurttaşlığa yönelik tehditleri, öte yandan siyaset ve iktisat arasındaki çatışma ve gerilimi açıkça belirler (Bağce, 2007). Ortak mutluluğun ve iyi yasaların ancak yurttaşların kamusal işlere katılımıyla mümkün olacağını savunur: “Devlet ne kadar iyi kurulmuş olursa, yurttaşların kafasında kamu işleri özel işlere kıyasla o kadar üstün bir yer tutar. Hatta, özel işler daha da azalır, çünkü ortak mutluluktan her bireyin payına kendi mutluluğundan daha büyüğü düşer ve dolayısıyla özel çabalardan bekleyeceği fazla mutluluk kalmaz. İyi yönetilen bir sitede herkes halk toplantılarına koşar; kötü bir yönetimdeyse oraya gitmek için kimse yerinden kımıldamak istemez. Çünkü, bu toplantılarda yapılanlarla kimse ilgilenmez; orada genel istemin ağır basmayacağını herkes önceden sezer. Çünkü, ev işleri her şeyi kendine çeker. İyi yasalar daha iyilerinin yapılmasına yol açar, kötülerde daha kötülerinin.” (TS: 108-109). Rousseau bu bağlamda, temsilcilerin temsil edilenlere karşı sorumsuzluğunu benimseyen temsili demokrasinin meşru olmadığını ilan eder: “Egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına aktarılamazsa, yine aynı nedenlerden temsil de edilemez. Egemenlik başlıca genel isteme dayanır, genel istemse temsil olunamaz; ya genel istemdir ya değildir; ikisinin ortası olamaz. Buna göre, milletvekilleri milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. Halkın onamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılmaz. İngiliz halkı kendini özgür sanıyorsa da aldanıyor, hem de pek çok, o ancak parlamento üyelerini seçerken özgürdür: Bu üyeler seçilir seçilmez, İngiliz halkı köle olur, bir hiç derekesine iner. Kısa süren özgürlük anlarında, özgürlüğünü o kadar kötüye kullanır ki, onu yitirmeyi hak eder” (TS: 109). Rousseau katılım ve müzakerenin önemini kavramıştır. Kamusallığı ve müzakereyi dışladığı için temsili demokrasinin bir aldatmaca olduğunu belirtir. “Yıkılmaya yüz tutan devlet boş ve aldatıcı bir biçim olarak ayakta durduğu, kimsede toplum bağı diye bir şey kalmadığı ve en aşağılık çıkarlar utanmadan o kutsal genel yarar adını aldığı zaman, genel istem artık dilsiz kalır”. Böyle bir ortamda insanlar yurttaş olarak düşüncelerini ileri sürmez olurlar ve “özel çıkarlardan başka amaçları olmayan birtakım haksız kararları yasa diye benimserler” (TS: 119-120). Ayrıca, yurttaşlar köle durumuna düştüklerinde, özgürlük ve istemlerini yitirdiklerinde “korku ve dalkavukluk, oyları alkışa çevirir; artık görüşüp konuşma yok, ya hayran olmak ya da lanet etmek vardır” (TS: 121-122) sözü yurttaşın özne ve aktörlüğünü vurgular. ‘Genel iradenin dilsiz kalması’, ‘yurttaş olarak düşüncelerin ileri sürülmesi’ ve ‘artık görüşüp konuşma yok, ya hayran olmak ya da lanet etmek vardır’ gibi ifadeler, iletişimin, müzakerenin ve tartışmanın Rousseau’nun kuramında merkezi bir yer tuttuğunu gösterir.

115

Rousseau’nun tüm çabası aktörlerinin temsilciler değil, bütün yurttaşlar olduğu bir kamusal alanın ve demokratik yönetimin temel ilkelerini ortaya koymaktır. Bu tema Rousseau’nun diğer çalışmalarında da cesaretle dile getirilmiştir; öyle ki, sırf onları izleyici konumuna itip edilgenleştirdiği, toplumsal aktörler olmalarını engellediği için Rousseau tiyatroları yermekten çekinmemiş, çözüm olarak tüm yurttaşların katıldığı festival ve karnavalların yaygınlaşmasını önermiştir (Rousseau, 1960 ve 1985; Bağce, 2007, Wokler, 2001). Böylece, Rousseau siyasal toplumun kurucuları ve özneleri olarak gördüğü yurttaşların eşit ve özgür varlıklar olarak bir arada mutlu yaşamalarının temel koşullarını tespit etmiştir. Önerdiği modelin aynı zamanda bireysel ve toplumsal farklılıkların meşruiyetine dair kapsamlı bir çerçeve sunması dolayısıyla Rousseau övgü ve saygıyla anılmayı hak etmektedir. KAYNAKÇA Ağaoğulları, M. A. (1994), Kent Devletinden İmparatorluğa, Ankara: İmge. Akal, C. B. (1999), “Devlet, Yasa, Hakimiyet”, Cumhuriyetin 75. Yıl Armağanı, İstanbul: İÜ Hukuk Fakültesi. Akal, C. B. (2002), “Rousseau’cu Cumhuriyet Spinoza’cı Devlete Karşı”, Toplum ve Bilim, 92. Akyol, T. (2001), “Hangi Hukuk?”, Milliyet, 7.9.2001. Arendt, H. (2000), İnsanlık Durumu, 2. baskı, çev. B. S. Şener, İstanbul: İletişim. Aristoteles (2000), Politika, 5. baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi. Arslan, Z. (2003), “Rousseau’nun Hayaletleri: Yeni Devlet Eski Söylem”, Doğu ve Batı, 21. Bağce, H. E. (2007), “Siyaset ve Demokrasi Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, 40/4. Bağce, H. E. (2009), “Antik Yunan’dan Günümüze Siyaset: Ezelî Sorunlar ve Yeni Arayışlar”, A. Özkan (der), Siyasetin İletişimi, Tasam. Barber, B. (1995), Güçlü Demokrasi: Yeni Bir Çağ için Katılımcı Siyaset, çev. M. Beşikçi, İstanbul: Ayrıntı. Castoriadis, C. (2006), Dünyaya, İnsana ve Topluma Dair, 3. baskı, çev. H. Tufan, İstanbul: İletişim. Erdenir, B. (1998), “Mustafa Kemal Atatürk ve J. J. Rousseau’nun Düşüncelerinin Karşılaştırılması”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 40/14. Freud, S. (1997), Uygarlık, Din ve Toplum,2. baskı, çev. S. Budak, Ankara: Öteki. Göze, A. (1995), Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 7. baskı, İstanbul: Beta. Habermas, J. (1992), Rasyonel Bir Topluma Doğru, çev. A. Çiğdem, M. Küçük, Ankara: Vadi. Habermas, J. (2000), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, 3. baskı, çev. T. Bora, M. Sancar, İstanbul: İletişim. Hakyemez, Y. Ş. (2003) “Çoğunlukçu Demokrasi Anlayışı, Rousseau ve Türk Anayasaları Üzerindeki Etkisi”, AÜ Hukuk Fakültesi Dergisi, 52/4.

116

Hampsher-Monk, Iain (2004), Modern Siyasal Düşünce Tarihi: Hobbes’tan Marx’a Büyük Siyasal Düşünürler, haz. N.Arat, İstanbul: Say. Hobbes, T. (1995), Leviathan, 2. baskı, çev. S. Lim, İstanbul: Yapı Kredi. İzmir, M. (ty.), “Rousseau: Bir Türk Hukuk İdolü”, Erişim tarihi: 22.03.2009 http://medeniyetmektebi. org/mm/index.php?option=com_content&task=view&id=485 Kahraman, H. B. (2002), “Modern Türk Siyasetinin Rousseaucu Kısıtlamaları Üstüne: RousseauKant Bağlamında Bir Değerlendirme”, Birikim, 93. Köker, L. (1989), “Rousseau ve Demokrasi ya da Liberal Teorinin Eleştirisinin Öğeleri Üzerine Bir İnceleme”, Türkiye Günlüğü, 4. La Boetie, Etienne de (1995), Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 2. Baskı, çev. M. A. Ağaoğulları, Ankara: İmge. Manin, B. (1987), “On Legitimacy and Political Deliberation”, Political Theory, 15/3. Marcuse, H. (1968), Tek Boyutlu İnsan: İleri Endüstriyel Toplumun İdeolojisi Üzerine İnceleme, çev. S. Çağan, İstanbul: May. Muschamp, D. (1986), “Rousseau and the General Will”, D. Muschamp (ed.), Political Thinkers, New York: St. Martin’s Press. Platon (2001), Devlet, 3. baskı, çev. S. Eyuboğlu, M. A. Cimcoz, İstanbul: İş Bankası. Rousseau, J. J. (1960), Politics and the Arts: Letter to D’Alembert on the Theatre, trans. A. Bloom, Ithaca, New York: Cornell University Press. Rousseau, J. J. (1985), The Government of Poland, trans. W. Kendall, Indianapolis: Hackett Publishing Co. Rousseau, J. J. (1987) [TS], Toplum Sözleşmesi, 2. baskı, çev. V. Günyol, İstanbul: Adam. Rousseau, J. J. (1998), Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, çev. S. Eyuboğlu, İstanbul: Cem. Rousseau, J. J. (2001) [İEK], İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, 6. baskı, çev. R. N. İleri, İstanbul: Say. Şenel, A. (1996), Siyasal Düşünceler Tarihi, 5. baskı, Ankara: Bilim ve Sanat. Thomson, D. (1996), “Rousseau ve Genel İrade”, D. Thomson (der.), Siyasi Düşünce Tarihi, İstanbul: Şule. Wokler, R. (2001), Jean-Jacques Rousseau: Ahlaki Çöküş ve Özgürlük Arayışı”, B. Redhead (der.), Siyasal Düşüncenin Temelleri, İstanbul: Alfa. Yararsoy, D. (ty.), “Rousseau’nun Türk Siyasi Yapısına Etkileri”, Erişim tarihi: 11.03.2009 http:// websitem.gazi.edu.tr/dursun.yararsoy/DosyaIndir?DosyaNo=cb527aa6a84febde33444dd 3615f7788

117

JÜRGEN HABERMAS’IN MÜZAKERECİ DEMOKRASİ TEORİSİ

Yunus Yoldaş* Özlem Becerik Yoldaş** ÖZET İçerik olarak müzakereci demokrasi (Deliberative Democracy) kavramının bazı merkezi argümanları Antik Yunan’a kadar uzanmaktadır. Joseph Bessette 1980 yılında yazdığı doktora tezi ve makalesinde müzakereci demokrasi kavramının çağdaş kullanımını ele almıştır. Bu kavram Jürgen Habermas’ın hukuk ve demokrasi teorisiyle ilişkilendirilmiştir. Habermas bağlamında ‘Müzakere’ ve ‘Tartışım’ sıkça eşanlamlı kullanılmıştır. Son yüzyılda müzakereci demokrasi tartışımı önemli ölçüde farklılaşım kazanmıştır. Bu sunumda kavramsal ve metodolojik düzeyde şu sorular tartışılmaya açılacaktır: Jürgen Habermas’ın müzakereci demokrasi teorisinin temelleri nelerdir? Siyasal süreçlerin değerlendirilmesinde uygun standartlar nelerdir? Müzakereci demokrasi modern toplumlarda katılımcı metodlarla realize edilebilir mi? Anahtar Kelimeler: Jürgen Habermas, müzakere, tartışım, katılım JÜRGEN HABERMAS’IN MÜZAKERECİ DEMOKRASİ TEORİSİ 1. Giriş Yakın dönemde normatif demokrasi konsepti olarak geliştirilen ‘Müzakereci Demokrasi’ (Deliberative Demokratie) teorisi, çağdaş siyaset kuramı ve felsefe alanında en çok tartışılan konulardan biridir. Müzakereci demokrasi konseptinin teorik temelde tartışılması, pratikte uygulama yöntemlerinin geliştirilmesi, toplumun demokratikleşmesine katkıda bulunması açısından son derece önemlidir. Bununla birlikte bu demokrasi konseptinin gelişmesinde de kavramın içeriği açısından sağlayacağı kazanımlar yadsınamaz1. Bu çalışma, Jürgen Habermas’ın ‘müzakereci demokrasi’ teorisinden hareket ederek, yeni demokratik perspektiflerin kazanılması ve tartışılmasını hedeflemektedir. 2. Kamusal Alan ve Özel Alan Ayrımı Jürgen Habermas ‚Kamusallık, Öffentlichkeit’ kavramını, 1962 yılında doçentlik tezi olarak sunduğu‚ Kamusallığın Yapısal Dönüşümü = Strukturwandel der Öffentlichkeit’ ve sonra yayınladığı‚ Gerçeklik ve Geçerlilik = Faktizität und Geltung’ isimli eserlerinde geliştirmiş ve bu kavram üzerinden toplumu analiz etmiştir. Habermas’a göre‚ kamusallık’ fikri açıklık kavramıyla ilişkilidir. Bu kavram yurttaşların kamusal meselelere (işlere) eşit şartlarda katılımıyla fikir veya kamuoyu oluşturmasıdır. Kamusallık

* Yrd. Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Biga İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü ** Öğr. Gör., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Biga İİBF Kamu Yönetimi Bölümü 1 Thorsten Hüller, Deliberative Demokratie: Normen, Probleme und Institutionalisierungsformen. Münster 2005, S.2 118

kavramı ne gizli ne de özeldir2. Kamusallık kavramından anlaşılan, kritik düşünen bireylerin biçimsel olarak siyasal sistemin bir parçası olmadan, siyasal sistem üzerinde baskı oluşturmak için doğrudan iletilen tartışmalarla kamuoyu oluşturmaktır. Kamusallık istem oluşturmanın şartını taşır ve demokrasi teorisi açısından dört önemli işlevi vardır3: 1) Kamusallık, aktif yurttaşlık gelişiminin temelidir, 2) Kamuda, kamusal menfaat materyel alanda belirlenir ve siyasal eylem alanında hakemlik rolü oynar, 3) Medya üzerinden bilgilerin iletilmesiyle, kamuda şeffaflığı sağlar, 4) Siyasetin demokratik prensibi açısından teminat işlevi görür. Kamusal alan katılım ve yurttaşlarla ilişkilendirilmektedir ve bu anlamda kamusallık kavramı aktif katılımın gerçekleştiği alandır. Habermas kamusallık kavramını hem tartışım yönlendirici eylemlere hemde demokrasi prensiplerine bağlamaktadır.4 Habermas, ‚Kamusallığın Yapısal Dönüşümü = Strukturwandel der Öffentlichkeit’ isimli eserinde, kamusal ve özel alan ayrımını Batı Avrupa’nın tarihsel süreçlerini analiz ederek kavramlaştırmıştır. Modern anlamıyla, Batı özel ve kamusal alanları ancak 18. yüzyılda erken kapitalist iktisat temelinde ulusal ve bölgesel devletlerin oluşması ve feodalitenin sarsılmasıyla ortaya çıkmıştır. Latince’de ‘privatus’ Almanca ‘privat’ Türkçe ‘özel’ anlamına gelen kelime, 16. yüzyıl ortasında raslanmaktadır. Bu kavram İngilizce ‘private’ ve Fransızca ‘privé’ sözcükleriyle aynı anlamı taşımaktadır5: Bu sözcük kamusal görevi olmayan (not holding public office or official position) anlamına gelmektedir. ‘Özel’ devlet aygıtının alanı dışında olanı, ‘kamusal’ ise devlete ilişkili olanı simgeler. Kamusal topluluk (the public, le public) özel varlıkların karşıtı olarak, ‘kamu gücünü’ ifade eder. Devlet memurları (public persons, personnes publiques) ise kamusal şahıslardır. Yaptıkları işleri gereği kamusaldır. Devletin bina ve kurumları da (public office, service public) kamusal olarak adlandırılır. Diğer taraftan devlet işlerinin dışında kalan özel merciler yanında, özel işler ve özel evler de bulunmaktadır 6: 3. Müzakereci Demokrasi ve Tartışım (Diskurs) Habermas bir kamusallık prensibi üzerinden iletişimsel metodun kuvvetli bir şeklini gerçekleştirmeyi amaç edinmiştir. Eğer kuvvetli bir yapısal kamusallık gerçekleştirecekse, iktidardan uzak iletişim bunun aracı olacağı bilincindedir. Tartışım (Diskurs) teorik temellendirme ve kendini müdafa etme mercidir. Tartışım yalnızca iletişimin amacı olarak hizmet ediyor. Tartışım bu olayda analog temelinde ‘sözleşme’ olarak görülmektedir. Tartışım (diskurs) hem yöntem olarak hem de Guido Palazzo, Die Mitte der Demokratie. Über die Theorie deliberativer Demokratie von Jürgen Habermas. Baden-Baden 2002, S.48-52. Papadopoulou Theodora: Deliberative Demokratie und Diskurs. Eine Debatte zwischen Habermas und Rawls. Diss., Tübingen 2005. S.38 3 A.g.e., S.39 4 A.g.e.,S.40 5 Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İstanbul 2007, S.70 6 A.g.e., s. 71 2

119

yaşam şekli olarak işlev görmektedir. Tartışım, aktörlerin gerçeklik temelinde en iyi argümanlarını yönlendirmeleri için bir metod işlevi ve bireylerin kararlarını oluşturmalarında bir hayat tarzı olarak anlaşılmaktadır. Tartışım siyasal eylem için ve siyasal kurumlar için meşruluk kriteri sunmaktadır. Bu ilişkide Habermas, eğer istem oluşturulması iktidardan uzak tartışma prensiplerine bağlanırsa, siyasal sistemde demokrasinin gerçekleştirilebileceğini düşünüyor. Demokrasi siyasal ve kurumsallaşmış tartışımda kendi gerçek anlamını keşvederse ve ‘Deliberative Demokratie = Müzakereci Demokrasi’ olarak adlandırılır. Bu fikir sadece bir devlette ve devletin kurumlarında gerçekleşir7. Deliberation (latince, deliberatio) kelimesinden türeyip Türkçe de düşünme, fikir, müzakere ve tartma gibi anlamlara gelmektedir. Aynı zamanda karar oluşturmada düşünme süresi dikkate alındıktan sonra, emir komuta yerine, tartışarak karar verme anlamlarına gelmektedir8. Habermas’ın demokrasi anlayışı yurttaşların demokratik tartışımıyla ortaya çıkmaktadır. O bir tartışımın amacını, ‘tartışıma olanak sunan geçerlilik talebinin tanınması (veya reddedilmesi) üzerinden rasyonel biçimde motive olan bir karar olarak, anlıyor. Siyaset üzerine yapılan tartışımlar, demokratik süreçlerin meşru normlarının üretimidir. Habermas, Robert Alexy’nin önerdiği tartışım kurallarını şu şekilde belirlemiştir9:

‘Her ifade ve eyleme uygun özne tartışıma katılabilir,



a. herbir katılımcı her iddiayı problemleştirebilir. b. herbir katılımcı her iddiayı tartışıma getirebilir. c. herbir katılımcı kendi ideolojisini, isteklerini ve ihtiyaçlarını ifade edebilir. 3) Herbir katılımcı tartışım içinden ve dışından baskı ve zorlamayla, yukarıda anılan 1. ve 2. maddedeki haklarını kullanmasından mahrum bırakılamaz’.

Müzakereci siyaset kavramının kökeni, Kuzey Amerikalı siyaset bilimci ve devlet teorisyenlerinin müzakereci demokrasi konseptini, Cumhuriyetçi bir bakış açısıyla geliştirmelerine dayanmaktadır10. Müzakereci demokrasi teorisinin hedefi, vatandaşların siyasi konular ve söylemler üzerinde tartışımlara katılmalarıdır. Habermas bu söylem ve tartışım kurallarını Joshuha Cohen’den11 alarak kendi teorisine uygulamıştır. Bu söylem ve tartışım kuralları aşağıdaki gibidir: Bir tartışım, tartışmalar ve müzakerelerden oluşuyor. Bu tartışmalar ve müzakereler esnasında, farklı partiler arasında eleştiriye açık şekilde bilgi alışverişi gerçekleşiyor. Bu müzakereler kamuoyuna açık olmalıdır. Hiç kimse, her ne kadar

A.g.e.,S.47 Walter Reese-Schäfer, Jürgen Habermas. Frankfurt/New York 2001, S.102 9 Martin Scheyli, Politische Öffentlichkeit und deliberative Demokratie nach Habermas. Institutionelle Gestaltung durch direkdemokratische Beteiligungsformen. Baden-Baden 2000, S.35 10 A.g.e.,S.37 Habermas’la birlikte ‚müzakereci demokrasi’ teorisinin diğer uluslararası tanınmış temsilcileri, Rawls, Ackerman, Benhabib, Forst, Gutmann/Thomson, Wietman, Goodin, Bohman, Chambers, Dryzek, Laden ve Estlund gibi düşünürlerdir. 11 Joshuha Cohen müzakereci siyaset kavramını, karar vermede ve müzakerelerde ideal prosedürün toplumsal kurumlara yansıması gerektiğiyle ilişkilendirmektedir. Cohen bütünüyle yeterli derecede müzakereci yönlendirilen fikrinden ve siyasal kurulan toplumu şu şekilde açıklıyor: ‘The notion of a deliberative democracy is rooted in the intuitive ideal of a democratic association in which the justification of the terms and conditions of association proceeds through public argument and reasoning among equal citizens. Citizens in such an order share a commitment to the resolution of problems of collective choice through public reasoning and regard their basic institutions as legitimate as far as they establish the framework for free public deliberation.’ Jürgen Habermas, Faktizität und Geltung. Beiträge zur Diskurstheorie des Rechts und des demokratischen Rechtsstaats. Frankfurt am Main 1998, S.369 7 8

120

potansiyel olarak kararlardan etkilense bile, müzakereler dışında bırakılmamalıdır. Katılımcılar dış baskılara maruz kalmamalıdır. Katılımcılar sadece bağımsız, anlaşılır iletişim şartlarına ve argümanlarının yöntem kurallarına bağlıdır. Müzakereler katılımcıların eşitliliğini etkileyecek iç baskılardan uzak tutulmalıdır. Her katılımcı; dinlenilmesinde, konuların gündeme getirmesinde, katkılar sağlamasında, önerilerde bulunmasında ve eleştiri getirmede eşit şans ve koşullara sahiptir12. Müzakerelerin siyasal özellikleri şu şekildedir: Siyasal müzakereler, prensip gereği sınırsız devam ettirilir veya her an tekrardan başlatılabilir. Bu uygulamadan genel olarak rasyonel anlayışın motive edilmesi amaçlanmaktadır. Siyasal müzakereler salt çoğunluğun sağlandığı oybirliği kararı ile sonuçlandırılmalıdır. Müzakereci demokrasinin uygulama prensibi gereği, salt çoğunluk kuralının uygulanmasını sağlamak, yalnız burada azınlıkta olanlar, katılanların çoğunluğunu ikna edene kadar, oy çokluğunun mantıklı ortak uygulamanın temelini oluşturduğunun inancındadır. Siyasal müzakereler herkesin genel menfaatlerinin düzenlenebileceği bütün konuları ihtiva etmektedir. Kamuda özellikle kaynakların eşitsiz bir şekilde dağılımıyla ilgili sorular, eşit katılım ve iletişim haklarının algılanmasına bağlıdır. Siyasal müzakereler ihtiyaçların yorumlanmasında ve şekillenmemiş (ön) siyasi ideolojilerin değişiminde ve tercihlere kadar uzanmaktadır13. Habermas müzakereci fikrini Cohen’e göre genel ilgilerin ve problemlerin çözümünde kamuoyunun aydınlatılmasında danışmanlık yaparak, daimi demokrasinin ana unsuru olarak kendisi için, ‚Müzakereci Politika Metodunu’ ‚demokratik süreçlerin çekirdeği’ olarak görüyor. Bununla birlikte müzakereci politika esaslı müzakerenin ve tartışımın ağını oluşturuyor. Müzakereci politika temeli, tartışımcı siyasal karar oluşturma şeklini oluşturmalıdır. Müzakereci siyaset, sosyal entegrasyon işlevi açısından, tartışımcı yapısıyla bir fikir ve istem oluşturması meşruluğu kazanmaktadır14 . 3.1 Soru ve Tartışım (Diskurs) Çeşitleri Habermas’a göre, siyasal soruların boyutları üç kategoriye ayrılmaktadır. Bunlar moral sorular, pragmatik ve ampirik sorular, etik, ifade ve değerlendirici sorulardır. Adalet veya moral soruları: Bu tür sorular değer yargıları ve vurgulayıcı söylemlerin indirgendiği, normatif ifadelerin bir çeşididir. Belirli bir grubun veya bireyin aşağıdaki sorulara genel standartlarda cevap verebilmesi gerekir. Ne yapmam gerekiyor? sorusuna bir amaç ortaya koyma şarttır:15 Hepsi için aynı ölçüde ne iyidir? Ne, kimin tarafından akılcı bir şekilde geri çevrilebilir? Moral talepleri açısından, adalet konseptinin uygulanmasında model olabilmesi için, bireysel ahlaki yargı üzerinde fikirbirliğinde olunması gerekir. Çatışmaya dayalı taleplere karşı hakkaniyetli çözümler üretme, belirli kaynakların ve mesleki pozisyonların dağılımında hakkaniyet ölçüsünde hareket etmek oldukça önemlidir. Bunların yanında siyasal kararlarla ilgili konularda ve siyasal düzenlerin parçası olarak çeşitli moral soruları vardır. Habermas, 1998, S.370 Habermas, 1998, S.371 14 Martin Scheyli, 2000, S.38 15 Thorsten Hüller, 2005, S.30 12 13

121

Pragmatik ve ampirik sorular: Siyasal tartışımda pragmatik sorular nelerdir? Eşgüdüme dayalı işlerle ilgili sorular, örneğin trafikte sağ şeridi kullanmak. Verimli ve etkili amaç gerçekleştirmeyle ilgili soruları da kapsamaktadır. Müzakere edilerek, amaca rasyonel olarak en iyi şekilde nasıl ulaşılacağı saptanır. Değer taşımayan sorular sadece bir olay mevcut mudur değil midir gibi ampirik sorular bu soru kategorisine aittir16. Bu tür soruların daima tartışmaların merkezinde olmaları gerekmiyor. Daha çok bu hedefler siyasi gündemde yer alıyor. Etik, ifade ve değerlendirici sorular: Habermas normatif soruları ‚moral’ ve etik’ sorulara ayırmıştır. Etik sorular bölünmüş bir yaşam şeklini ve kollektif hedef belirleme şeklini kapsıyor. Moral sorular; benim için veya bizim için ne iyidir? şeklinde tekil veya çoğul olarak soruluyor17. 3.2 Siyasal Kamuoyu ‚Kamusal’18 kavramı genel olarak halk dilinde‚ kamuda, belirsiz sayıda insanların (...) algılama, iştirak, katılım veya etki olanaklarını mümkün kılmak’ şeklinde anlaşılmaktadır19. ‚Kamusallık’ kavramı böylelikle birincil dereceden‚ herkese genel objektif açık olma özelliğini’ taşımaktadır. Aynı zamanda bu kavramın ikinci anlamı, geniş kapsamlı siyasi nitelik taşımaktadır. Nerede, bir seyircinin önünde sınırlarını belirleyemeyen bir konuşmacı bulunursa, orada siyasal kamuoyu oluşmaktadır. Konuşmacı ve seyirci arasındaki ‚iletişimsel eylem’ bir sosyal alan meydana getirmektedir. Bu sosyal alana katılan kamusal aktörler iletişim için sorumluluk görevini üstlenirken, seyirciden de asıl bu iletişimden kamusallık oluşturuluyor20. Habermas’a göre, siyasal kamuoyu ‚iletişimin içeriği için ve fikirlerin ve düşüncenin ortaya konmasında bir ağ olarak’ tanımlanmaktadır21 ve siyasal kamuoyunu modern toplumlar açısından oldukça önemli ve ayırdedici özellik olarak görmektedir. ‚Kamusallık’ ilişkisinde siyasal sistemi çeşitli eylem alanlarına ayırmaktadır22. Merkezin ve çevrenin aktör alanı olarak; siyasi partiler, parlamento, mahkemeler ve yönetim merkezi, dernekler, örgütler ve sosyal hareketler ise çevreyi temsil etmektedir. Bu bağlamda Habermas çevreyi girdi ve çıktı çevresi olarak ayırmaktadır. Girdi çevresi olarak büyük ölçekli meslek birlikleri ve organizasyonlar, çıktı çevresi olarak küçük çıkar grupları, dernekler ve sosyal hareketlerdir. Habermas kamusallık kavramını sadece bu gruplarla sınırlı tutmamakta, bilakis ulusal ve uluslar ötesi, bölgesel ve yerel, popüler bilim, edebiyat, sanat, feminizim alternatif ve özel siyaset, kahve sohbeti, parlamento müzakereleri v.b. leridir23. Siyasal kamuoyunun işlevlerini sosyolog Friedhelm Neidhart üç alanda özetlemektedir. Şeffaflık işlevi: Kamusallık bütün konular ve fikirler için kollektif anlamı olduğu gibi, tüm toplumsal gruplara açık olmalıdır. A.g.e.,S.31 A.g.e.,S.32 18 ‚Kamu’ ve ‚kamusallık’ kavramlarının semantik anlamı genel olarak devlet hukuku açısından ele alınmaktadır. Bunun yanında bu kavramlar tarihsel, sosyolojik, felsefi ve siyaset bilimi açılarından çeşitli sorunlarla ilişkilendirilerek tanımlanmaktadır. 19 Martin Scheyli, 2000, s.67 20 A.g.e., S.68 21 A.g.e., S.75 22 Markus Ottersbach, Außerparlamentarische Demokratie Neue Bürgerbewegungen als Herausforderung an die Zivilgesellschaft. Frankfurt/ New York 2003, S. 70 23 A.g.e.,S.71 16 17

122

Geçerlilik işlevi: Katılan kamusal aktörleri getirdikleri konular ve fikirlerin ikna edilebilirliliğini hesap vermek zorunda olduğu bilincinde olmalıdırlar. Fikirlerin kabul edilebilirlilik değerini ve argümanların yorumlanmasında, sonunda en iyi argümanın kazanacağı karara bağlanmaktadır. Yönlendirme işlevi: Kamu iletişiminin çıkan sonuçlar, kamu aktörleri arasında özellikle kamu fikirleri açısından siyasal etkiye sahip olması gerekmektedir24. Habermas müzakereci demokrasi çerçevesinde siyasal kamuoyunun işlevlerini, siyasal kararların meşruluğu bir siyasi sistemin çevresindeki fikir oluşumu süreçlerine bağlamaktadır. Siyasal kamuoyu siyasal sistemin çevresiyle eşit tutulmalıdır. Burada müzakereci demokrasi iki farklı anlam taşıyan bir yapıya sahiptir. Birincisi hukuk devleti açısından yasal, demokrasinin fikir ve kamuoyu oluşturma sürecini düzenleyen yöntemler, ikincisi siyasal kamuoyu çerçevesinde kurumsallaşmayan, biçimsel olmayan fikir oluşturulmasıdır25 . Habermas birincisinde parlamenter sistemde kurumsallaşan fikir ve istem oluşması şeklinde sınırlı bir kamuoyundan bahsetmektedir. Bu anlamda sosyal sınırlı ve zaman açısından kısıtlı metodlarla düzenlenmiş bir yapı mevcuttur26. İkincisinde yani siyasal kamuoyunda zaman, sosyal ve mekan sınırların açık olacağını ve bu şekilde kalacağını vurgulamaktadır. Siyasal kamuoyunun problem seçimine ve buna bağlı kararlarla değil, bilakis zaman akışı içinde yeni problemlerin tesbitinde ve bu konuda duyarlılıkta oluşmaktadır. Habermas genel siyasal kamuoyunu spontane olarak betimliyor, çünkü kendi yapılarında ne organize edilmiş veya organize edilebilir durumdadır27. 4. Sivil Toplum Kamusallık ve sivil toplum arasında sıkı bir ilişki vardır. Habermas kamuoyunda muhafaza edilen tartışımcı temellendirilmiş katılımı sivil toplumun yeniden keşfi olarak görmektedir. Kamusal iletişim şartlarından muaf olan sivil toplumu kavramak mümkün değildir. Bu bağlamda sivil toplum kavramını kamusallık üzerinden tanımlanmaktadır. Kamusal alan sivil toplum alanında temel unsurlarla devlete bağlıdır28. Habermas‚ sivil toplum kavramını toplumun kendini organize etmesi ve bir örgüt formu olarak ele alıyor. Bu kendini organize etme iletişimsel kamuoyu üzerinden gerçekleşmektedir. Sivil toplum siyasal müzakereciliğin alanıdır. Habermas sivil toplumu tanımlamak için tartışımın unsurlarını kullanmış ve buna bağlı olarak da tartışımın sınırlarını ve ortaya çıkan sorunların çözümünü formule etmiştir. Sivil toplum, yurttaşlar hem meşruluk hemde hakkaniyetle hukuk normlarını yorumlayabilmeye uygun olduğu durumda mevcuttur. Eğer bütün toplumun üyeleri aktif katılımcılar ise ve toplum bu şekilde işlerse bu idealleştirilen modeldir29. Müzakereci siyaset sivil toplumda formel metodlarla kurumsallaşan fikir ve istem oluşması ve şekli olmayan siyasal kamuoyu ağında gerçekleşir. Müzakereci siyasetin bu modeli aynı zamanda rasyonelleşen yaşam dünyasıdır30. Martin Scheyli, 2000, S.70-71 A.g.e., S.74 26 A.g.e., S.78 27 A.g.e., S.79 28 Papadopoulou Theodora, 2005, S.122 29 A.g.e.,S.123 30 Wieland Jäger Marion Baltes-Schmitt, Jürgen Habermas Einführung in die Theorie der Gesellschaft. Wiesbaden 2003, S.80 Jürgen Habermas, Die Einbeziehung des Anderen Studien zur politischen Th31 24 25

123

Sivil toplum kavramının kendine özgü olan iki hedefi vardır. Bunlardan birincisi demokratik kamuoyu ve sivil toplum ilişkisi arasında siyasal kültür yansımasının öne çıkmasını sağlama, ikincisi ise görev temelinde devlet yükünün hafiflemesi ve devletin problem çözüm işlevlerinin tekrar yüklenmesinde toplumun araç olarak işlev görmesidir31. 5. Sonuç Habermas, demokratik hukuk devletinin normatif temelleri üzerine kurduğu ‚Müzakereci Demokrasi Teorisini’ siyaset felsefesi açısından temellendirildiği gibi, felsefi, hukuk, sosyoloji ve siyaset biliminin temel argümanlarıyla analiz etmiştir. Habermas kurumsal anlamda iki raylı demokrasi anlayışını önermektedir. Demokrasinin birinci rayı temsili parlamenter sistem, ikinci rayı ise kamusal biçimsel olmayan tartışmaların kombine edildiği alandır. Bunlardan ilkini siyasal sistemin merkezinde bulunan parlamento; diğer devlet erkleriyle hükümet, yönetim ve yargı üzerinden yerine getirirken, ikincisini resmi olmayan kamuoyu olarak betimliyor. Burada gerçekleştirilen tartışımlarla, toplumsal sorunların algılanması, argümanlara göre formule edilmesi ve siyasal karar süreçlerine kurumsal olarak, siyasal partiler aracılığıyla iletilmesi sağlanacaktır32. Habermas müzakereler esnasında tartışımda kullanılan lisanın anlaşılır olmasını demokrasi için önemli ölçüt olarak görmektedir. Lisan iletişimsel eylemin gerçekleşmesinde harekete geçiren bir araç olma özelliğini ve aynı zamanda demagoji üretme tehlikesini taşıyor. Tartışımın manipulasyon tehlikesi kamuoyunu ve kitleleri galeyana getirme gibi veya şantaj yapma gibi özellikleri de mevcuttur. Ayrıca tartışımın, medya üzerinden kamuoyuna aktarılacağı varsayımından hareketle, iletişim biçimini bozarak söylemleri çarpıtıp veya çarpıtmayacağıda hesaba katılmalıdır. Bir yandan medya bu tartışımları asıl iletmesi gerektiği gibi değil, tam aksine kendi reytingi uğruna istediği gibi kamuoyuna aktarabilir. Diğer yandan medya hem ekonomik ve siyasi güç açısından bir tarafa yakın durmak isteyebilir. Bu bağlamda bilgi aktarıma esnasında medya yurttaşları kolayca manipule edebilir veya yurttaşların konuları objektif olarak değerlendirmesini engelleyebilir. KAYNAKÇA Gerstenberg Oliver: Bürgerrechte und deliberative Demokratie. Elemente einer puliralistischen Verfassungstteorie. Frankfurt am Main 1997. Habermas Jürgen: Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İstanbul 2007. Habermas Jürgen: Faktizität und Geltung. Beiträge zur Diskurstheorie des Rechts und des demokratischen Rechtsstaats. Frankfurt am Main 1998. Habermas Jürgen: Die Einbeziehung des Anderen Studien zur politischen Theorie. Frankfurt am Main 1999. Jäger Wieland, Baltes-Schmitt Marion: Jürgen Habermas Einführung in die Theorie der Gesellschaft. Wiesbaden 2003. Oliver Gerstenberg, Bürgerrechte und deliberative Demokratie. Elemente einer puliralistischen Verfassungstteorie. Frankfurt am Main 1997, S.119 32 http://www.politikwissenschaft.tudarmstadt.de/fileadmin/pg/arbeitsbereiche/theorie/Habermas_F_G.pdf 26.02.2009 31

124

Ottersbach Markus: Außerparlamentarische Demokratie Neue Herausforderung an die Zivilgesellschaft. Frankfurt/ New York 2003.

Bürgerbewegungen

als

Palazzo Guido: Die Mitte der Demokratie. Über die Theorie deliberativer Demokratie von Jürgen Habermas. Baden-Baden 2002. Papadopoulou Theodora: Deliberative Demokratie und Diskurs. Eine Debatte zwischen Habermas und Rawls. Diss., Tübingen 2005. Reese-Schäfer Walter: Jürgen Habermas. Frankfurt/New York 2001. Scheyli Martin: Politische Öffentlichkeit und deliberative Demokratie nach Habermas. Institutionelle Gestaltung durch direkdemokratische Beteiligungsformen. Baden-Baden 2000. Thorsten Hüller: Deliberative Demokratie: Normen, Probleme und Institutionalisierungsformen. Münster 2005. http://www.politikwissenschaft.tu-darmstadt.de, 26.02.2009

125

DEMOKRASİ ANAYASAYA DAYALI BİR OLİGARŞİ MİDİR?

Feysel TAŞÇIER* ÖZET Demokrasi olgusunun tartışılmasının arka planında yatan birbirinden değişik birçok düşünce olsa da, bu incelemenin temel olarak yanıtını aradığı iki sorusu vardır. Bunlar; ilkin “demokratik iktidarın gerçek sahipleri kimlerdir?” başka bir deyişle “egemenliğin halkta olduğu fikri bir masaldan mı ibarettir?” sorusu ile birlikte ikinci olarak “demokratik iktidarın niteliği ve meşruiyetinin dayanak noktalarının ne / neler olduğu?” soru(n)ları oluşturmaktadır. Bu sorularla beraber incelemenin temel amacını “anayasaya dayalı oligarşik demokrasi” olgusunun varlığına dikkat çeken Raymond Aron’un düşüncesinden hareketle, iki sonuç çıkarılabileceğini savlamaktadır. Birincisi emperyalist sermaye kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederek kendi olanaklı yayılımını sürdürmek için başvurmaktan çekinmediği zor’u demokrasi retoriğinin arkasına gizleyerek yapar ki bu retorik genellikle yayılmacı sermayenin kendi meşruiyetini sağlamak için başvurduğu bir oyundan ibarettir. Bir zamanlar Cecil Rhodes “yayılma her şeydir”, demişti ve her gece başının üzerindeki “yıldızları asla ulaşamayacağımız o muazzam dünyalar’ı gördüğünde, umutsuzluğa düşüyordu: “Elimde olsa hepsini ilhak ederdim”’ derken emperyalist sermayenin genel politikasını özetlemektedir adeta. Cecil Rhodes’ten önce Kant da başının üstünde uzanan o sonsuz dünyaları ve yıldızları fark etmişti ancak o içindeki ahlaki yasayla bu muazzam dünyaları tutkularının esiri olarak ele geçirmeyi değil özgür bir insan olarak sadece bilmenin ve seyretmenin verdiği hazla yetinmişti. İkincisi birinci madde ile bağlantılı olarak Demokratik retoriğin dilinden düşürmediği eşitlik, özgürlük ve adaletin sağlanması için çağımızda yaygınlaşan Demokrasi taşımacılığının kendi iç çelişkilerinden biri olarak göze çarpan demokrasilerin oligarşik karakterine işaret etmektir. Anahtar Keliemeler: Demokrasi, Egemenlik, Oligarşi, İktidar, Eşitlik, Adalet. DEMOKRASİ ANAYASAYA DAYALI BİR OLİGARŞİ MİDİR? I

“Elimde olsa gezegenleri ilhak ederdim”1

Hiç kuşku yok ki yüzyılımıza damgasını vuran belirleyici kavramlardan biri de demokrasi kavramıdır. Siyaset felsefesi tarihine de baktığımızda demokrasinin antik Yunan dünyasından itibaren başlayan uzun ve tartışmalı bir tarihinden söz etmek mümkündür. Ne var ki hiçbir dönemde çağımızdaki kadar demokrasi olgusunun bu denli tartışıldığı görülmemiştir. Demokrasi olgusunun tartışılmasının arka planında yatan birbirinden değişik birçok düşünce olsa da bu incelemenin temel olarak yanıtını aradığı iki sorusu vardır. Bunlar; “demokratik iktidarın gerçek sahipleri kimlerdir?” bir başka deyişle “egemenliğin halkta olduğu fikri bir masaldan mı ibarettir?” sorusu ile “demokratik iktidarın niteliği ve meşruiyetinin dayanak noktalarının ne / neler olduğu?” soruları oluşturmaktadır.

* Dr., Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi 1 Cecil Rhodes 126

Bunun yanında anayasaya dayalı oligarşik demokrasi olgusunun varlığına dikkat çeken Raymond Aron’un düşüncesinden hareket ederek bu olgudan en azından iki sonuç çıkarılabileceğini savlamaktadır. Birincisi emperyalist (küresel) sermaye kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederek kendi olanaklı ya da olanaksız! Yayılımını sürdürmek için başvurmaktan çekinmediği zor’u demokrasi retoriğinin arkasına gizleyerek yapar ki bu retorik genellikle yayılmacı (küresel) sermayenin kendi meşruiyetini sağlamak için başvurduğu bir oyundan ibarettir. Bir zamanlar Cecil Rhodes “yayılma her şeydir”, demişti ve her gece başının üzerindeki “yıldızları... Asla ulaşamayacağımız o muazzam dünyaları gördüğünde, umutsuzluğa düşüyordu: “Elimde olsa hepsini ilhak ederdim” derken emperyalist sermayenin genel politikasını özetliyordu adeta (Arendt 1998: 11). Cecil Rhodes’ten önce Kant da başının üstünde uzanan o sonsuz dünyaları ve yıldızları fark etmişti ancak o içindeki ahlaki yasayla bu muazzam dünyaları tutkularının esiri olarak ele geçirmeyi değil özgür bir insan olarak sadece bilmenin ve seyretmenin verdiği hazla yetinmişti. İkincisi Demokratik retoriğin dilinden düşürmediği eşitlik, özgürlük ve adaletin sağlanması için çağımızda yaygınlaşan demokrasi taşımacılığının kendi iç çelişkilerinden biri olarak göze çarpan, demokrasilerin oligarşik karakterine işaret etmektir. Tocqueville demokratik hareketin modern toplumların hepsini kişiler arasındaki hal ve şart ayrımlarının ortadan kalkmasına doğru sürüklediğini düşünüyordu. Ona göre; bu karşı durulmaz hareket, ikisi de eşitçi, fakat biri zorba, ötekisi liberal iki çeşit toplumla sonuçlanabilirdi. Marx ise, sosyal ve politik şekil değişmelerinin açıklamasını ekonominin şekil değiştirmelerinde arıyordu. O kapitalist toplumların çelişkilerle bir devrim patlamasına doğru gideceklerini ve bu devrimden sonra sınıfsız bir topluma doğru sosyalist rejimin doğacağını söylüyordu. Böylelikle politik teşkilat ortadan kalkma yolunu tutacaktır. Çünkü onun gözünde bir sınıfın diğer bir sınıfı sömürme aleti olan Devlet, sınıf ayrımıyla birlikte ortadan silinmeye doğru gidecektir. Bunun yanında Aristoteles’in Politikasında yapılmış olan temel üç rejim ayırımı ise tarih üstü bir nitelik taşır. Sadece Yunan siteleri için değil, herhangi sosyal bir çerçeve için de, bütün dünya için de belirleyici olan ilkenin mutlak iktidarı elinde tutanların sayısı olduğunu belirten Aristoteles önemli tarih üstü bir noktaya dikkat çekmişti (Aristoteles 2000: 81).2 Egemenliğin niteliğini belirleyen bu rejimler, Monarşi, Cumhuriyet ve Zorba rejimdir. Monarşi ve Zorba rejimlerde iktidar bir kişidedir. Cumhuriyet rejiminde ise iktidar halkın elindedir. Ancak Aron’a göre, Aristoteles’in ifade ettiği üç rejim de tarihin akışı boyunca birbiri ardından terkedilmiştir. Rejimlerin iktidarı elinde tutanların (bir kişi, birkaç kişi, tüm yurttaşlar) sayısına göre tasnifindeki geçerliliğin terk edilmesi, açık biçimde, Kanunların Ruhu’nda görülür. Montesquieu de rejimlerin bir tasnifini ileri sürer: Cumhuriyet, Monarşi ve Zorba yönetimler olarak. Montesquieu’ya göre, bu rejimlerin her biri sosyal bir tipi karakterize eder. Bu yaklaşımıyla o, Aristoteles’in bir rejimin türü “mutlak iktidarı elinde tutanlara bağlıdır” fikrini sürdürür. Bu üç tür hükümet sırf iktidara sahip olanların sayısıyla tanımlanıyor. Ancak Monarşi ve Zorba yönetimlerde egemenlik tek kişinin elindedir (Aron 1976: 23–24).

Demokrasi ile oligarşi ve demokrasilerin oligarşilere dönüşebilme olasılıklarının detaylı bir okuması için Aristoteles’in Politika’da özellikle III. Kitap boyunca yaptığı analizlere bakılabilir. 2

127

Görülüyor ki buradaki belirleyici unsur, politik düzene ilişkin olarak yapılan vurguda sayısal boyut öne çıkar. Bu sayısallığı önemli kılan temel espri asıl önemli noktayı oluşturur. Bu da politik düzenin veya siyasal alanın oluşturulmasında referans alınan hukuksal mekanizmanın belirlediği egemenlik biçimidir. Burada tartışmalı olan veya açık kılınmaya muhtaç olan nokta, demokrasinin özellikle günümüzde karşı karşıya bulunduğu sorunlardır. Bu sorunların odağında yatan esas konu ise yönetimde sadece biçimsel olmayan, pratik olarak da hâkim olan şeyin ne olduğu ile ilgilidir. Nitekim demokrasi olgusunu tartışmalı kılan unsur da biçimden ziyade bu pratik süreç oluşturur. Politik düzeni meşru gösteren bütün faktörlerin bir arada görünmesi pratik olarak bu faktörlerin işlemesi ile ancak anlamlı olur. Demokrasi söz konusu olduğunda dile gelen pek çok sorunun kaynağında da bu yatmaktadır. Şekilden ibaret kalan hukuksal ve yönetsel mekanizmanın siyasal düzeni uzun ve kalıcı bir birliktelik temelinde sürdürmesi imkânsızdır. Böylesi rejimlerin çalkantılara ve her türlü bunalıma gebe sorunlara açık olacağı kesindir. Burada hangi demokrasi veya siyasal düzenle bu gerilimlerin aşılacağı sorunu / sorusu en önemli noktayı oluşturur. II Siyasal düzen genellikle hukuksal bir kavramla anlaşılmaya çalışılır. Bu da egemenlik kavramıdır. Egemenlik kavramı, iktidarın meşru kaynağını elinde bulunduran otoriteye göre belirlenip anlam kazanır. Yönetmeye kimin hakkı olduğunu belirleyen bu durum her yönetim tarzı içinde birbirinden farklı kaynaklara dayanarak açıklanır. Egemenliğin biçimden ziyade pratik olarak kimde olduğu tartışması Zorba ve Monarşiden ziyade Demokraside daha çok tartışma konusu edilir. Egemenliğin halkta olduğu teziyle diğer yönetim biçimlerinden farklı bir yere sahip olan demokrasi, modern toplumların hemen hemen hepsinde benimsenen bir yönetim tarzını oluşturur.3 Egemenliğin halkta olduğu tezini yüzyılın başındaki kimi komünist ve faşist yönetimler de biçimsel olarak benimsediklerini ileri sürüyorlardı. Bu ne biçimsel ne de pratik olarak geçerli olmayan bir yaklaşım biçimiydi. Aron hem bu rejimleri hem de pek çok demokratik olma iddiasındaki yönetimleri hukuki bir masaldan öteye gidememekle eleştirir. Çağdaş demokrasilerin pek çok örneğinde yaşanan seçim biçimleri, halkın iradesini hem etkileyen hem de manipüle edebilen usullerin varlığı, fiili olarak demokrasi retoriğini hukuki bir masal kılan unsurlardır. Demokrasi olgusunu geçerli kılan temel unsur yurttaşların özgür iradelerini ortaya koyacakları takdir yetkisinin gerçekten temsil edilmesi oluşturur. Demokratik iktidarın meşru dayanağını oluşturan bu yönelim, egemenliğin halkta olduğu düşüncesini doğurmuştur. Seçim kadar seçilebilmeye de zemin oluşturabilen böylesi bir hukuksal zeminin varlığı onu uzlaşma dışında etkileyebilen her türlü etkiden uzak olmak zorundadır. Buna göre, Demokrasi olgusunun varmak istediği ideal uzlaşmadır. Ne var ki çağımızda gelinen noktada gerek geleneksel gerekse de modern olsun pek çok deneyim göstermiştir ki uzlaşmanın önü uçlaşma ile kapatılmakta. Anayasal kurumların varlığı, demokrasinin teminatı olan uzlaşmayı halk egemenliği ile sağlamayı umar. Halkın egemenliğini biçimsel olarak koruyan ama pratik olarak engelleyen uçlaştırıcı eğilimler egemenliğin halkta olduğu fikrini sadece teorik olarak kabul etmektedir. Meşru iktidarın Anayasal dayanaklarının sağlanmasını bir derece meselesi olarak ele Aron, biçimsel olarak demokratik kurumların varlığının yetersizliğine işaret eder. Halk egemenliği ile ilgili olarak Sartori’nin Demokrasi Kuramı isimli eseri ayrıntılı bir çözümleme sunmaktadır. Bu eserin s. 11-19 kısmına geniş bir okuma için bakınız 3

128

Ona göre, rejimlerin hepsinde meşru kurallar bulunur, hükümet kararlarının buna göre alınması gereklidir. Totaliter, oligarşik veya monarşik olsun, neredeyse bütün rejimlerde sembolik de olsa bir anayasa bulunur. Yöneticilerin kendi bireysel iradelerinin güdümünde biçimlenen bu tür rejimlerde egemenlik “halka rağmen” veya “halksız” olabilecek şekilde işler. Bunun yanında, kararların ve hukukun uygunluğunu belirleyen belirli bir anayasanın varlığı en çok da demokratik rejimler söz konusu olduğunda önem kazanır. Ne var ki demokratik rejimlerin / yönetimlerin anayasaya uygunluğunu engelleyen kimi durumlar da yaşanır. Demokrasiye dayalı parlamenter rejimlerin bir başka deyişle çoğulcu rejimlerin oligarşik karakterini ortaya çıkaran bu tür durumlar ya genellikle bir darbe tehdidi ya da halk egemenliği fikrini pratik olarak manipüle edebilecek her türlü ideolojik güdüm veya uygulama oluşturur. Bu durumlara ilaveten Aron’un yanıtını aradığı daha başka bazı temel sorular da vardır. Bunlar: çok parti rejiminin halk egemenliği fikrinin birebir karşılığı olduğu doğru mudur? Parlamenter uygulama yurttaşlara, doktrininin istediği gibi, gerçek iktidar realitesini veriyor mu? Ve çok parti rejiminde iktidar gerçekten kimin elindedir? İkinci sorun, birincinin zıddı olarak hemen belirir. Gerçekten de, birincisi çok parti sisteminin bir görüntü olabileceğini ve iktidarı gerçek olarak kullanan insanların bu görüntünün arkasına gizlenebilecekleri düşüncesini uyandırır. İkinci soruna gelince: Hükümet sürekli partizanca çekişmeler üzerine kurulu olduğu zaman, etkili bir hükümet biçimi nasıl meydana getirilir? Yurttaşların onayına muhtaç olan bir iktidar nasıl etkili olabilir? İkinciye bağlı üçüncü sorun ise; yurttaşların, grupların aralıksız çatışmalarına göz yuman bir rejimin, hangisi olursa olsun, bir toplumun selameti için gerekli olan birliği bozmaması nasıl önlenir? Son sorunu ise şu şekilde ortay koyar Aron: Anayasaya bağlı – çoğulcu rejimler, halk rejimi olmadan önce anayasa rejimi oldular. Bundan şu sorun çıkıyor: Anayasaya bağlı- çoğulcu rejimler halk rejimi olmaya dönüşebilir ve anayasaya bağlı kalabilir mi? Halk kitlelerinin yükselmesiyle burjuvazi tarafından hazırlanmış ve uygulanmış anayasaya bağlı rejimlerin biçimi arasında bir çelişki yok mu? (Aron 1976: 118-119). Aron’a göre, sıralanan bu soru ve sorunlara bakılırsa demokrasiler kendi içinde oligarşik olabilecek bir niteliğe dönüşme eğilimi içinde olduğu gibi, kaçınılmaz biçimde her türlü demagojiyle de kamuoyunun yanıltılabileceği bir ortama da gebe sorunlara sahiptir.4 Nitekim siyasal parti ve derneklerin kimi faaliyetleri demokratik iktidarı ele geçirme stratejilerinin bir parçası olarak zaman zaman kamuoyunu siyasal alanın birliğini tehlikeye düşürebilecek kimi kuşkucu savlarla yanılttıkları veya demokratik kurumların yozlaşmasını sağlayan eğilimler içinde oldukları da göze çarpmaktadır. Bu ve buna benzer olarak sıralanan sorunlar demokrasilerin gerçek anlamda özünü bozan, yıkan belli başlı durumları oluşturur. Demokrasilerin oligarşik karakterini daha başka yönlerden de inceleyen Aron’a göre politik her rejim oligarşik karakter taşır. Aron’un bu yaklaşımının altında karmaşık her toplumun az sayıda insanlar tarafından yönetildiği savı yatar. Ona göre, rejimler iktidarı kullanan azınlığın karakterine göre değişir. Politik partilerin bünyesinde bile, yöneten yine bir azınlıktır (Aron 1976: 120). Demokrasinin nitelikli olmayan kitlelerin onayına bırakıldığı durumlarda da rejimin esas karakterini yitirdiğini savunan Platon ve Aristoteles benzer kaygıları dile getiren ilk düşünürlerdi. Platon’a göre, demokrasi kolayca kitlelerin egemenliğine dönüşebilecek, kötü bir siyasal düzen olabileceği gibi en kötü siyasal düzen olan tiranlığa (zorbalığa) da kayabilme riskini taşır. Platon, demokrasinin eşit olanlara ve olmayanlara ayrım yapmaksızın, bir tür eşitlik atfettiğini de dile getirerek böylesi bir sistemin rengârenk bir düzen panayırı olduğu için kitle insanın hoşuna gittiğine işaret eder (Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu- M.Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi İstanbul 1993: 557 d, 558 c). Benzer kaygıyı Aristoteles de Politika adlı eserinde dile getirmiştir. Aristoteles’e göre, bilgisiz ve yönetime katılım konusunda ilgisiz olan büyük çoğunluğun (yığın) tercihine başvurulduğu takdirde -ki özellikle çağdaş demokrasilerde yöneticiyi seçme özgürlüğü doğal olarak klasik Yunanın aksine herkese verilmiştir- demokrasinin tiranlığa ya da oligarşiye sapma ihtimali vardır diyerek dikkat çekmiştir (Aristoteles, Politika, çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi İstanbul 2000: 5 Kitap s. 150–151). 4

129

Örneğin Machiavelistler demokratik denilen rejimlerin gerçekte özel tipte oligarşiler, plutokratik5 olduğunu açıklarlar. İktidarı elinde tutan azınlık, zenginlerin, sermayedarların, mütahitlerin, sanayicilerin buyruğu altındadır. Bu adamlar kuvvet araçlarını değil hile yolunu tercih ederler. Bu durumda, en önemli kararları gizlenmiş azınlıklar alacağına göre, demokrasi tamamıyla görünüşte bir demokrasi olurdu (Aron 1976: 121). Modern demokrasilerde oligarşinin plutokratik karakterler gösterdiği bu tür durumlar günümüzde de halk egemenliği fikrinin hukuksal bir düzenlemeden öteye gidemediği düşüncesini uyandırır. Üretim araçlarını elinde tutan zengin sınıfların siyasal iktidarlar üzerinde yarattıkları baskı ve bunun sonucunda alınan pek çok kararda halk egemenliğinin aksine durumların yaşanması da bu düşünceyi pekiştiren uygulamaların başında gelmektedir. Oysa siyasal alanın birliği ve düzeni için alınan kararların birincil önem ve değeri toplum için alınmasında anlam kazanır. Demokrasilerde kararları halk değil onun seçtiği yönetici azınlık alır. Ancak burada gözetilecek temel ayrım, alınan kararların toplumun yararına olması olmalıdır. Bütün bunlara rağmen; Anayasaya bağlı-çoğulcu rejim, yönetilenlere en çok garanti veren rejimdir. Anayasaya bağlı-çoğulcu rejimlerce yurttaşlara verilen garantilerle anayasaya bağlı olmayan rejimlerde kişilere verilen garantiler arasında kıyaslanmayacak derecede farklılıklar vardır (Aron 1976: 125). Demokratik rejimin diğer rejimlere karşı üstünlüğünü imleyen bu durum yöneten – yönetilen arasındaki ilişkiyi betimleyen temel dinamiği oluşturur. Ancak yönetilenin haklarını önceleyen böylesi bir rejimi Aron Machiavelist bir eleştiriyle değil, Marksist eleştiriye dayanarak eleştirir. Marksist teori, anayasaya bağlı-çoğulcu rejimleri burjuva demokrasileri olarak adlandırır. Buna göre böylesi rejimler kapitalizmin saltanatını gizlemekten öteye gidemezler. Gerçek iktidar, ekonomi yönünden yönetici olan sınıfın elindedir. Bu rejimlerde, partilerin bir görüntüden başka bir şey olmadıkları ve gerçek iktidarın üretim araçlarını elinde tutan, kontrol eden veya yöneten az sayıda topluluğun elindedir. Aron’a göre, seçim ve parlamento mekanizmaları sayesinde politik iktidarı kullanan azınlık, aynı zamanda gerçek ekonomik iktidara sahip olan sınıfı da temsil eder (Aron 1976: 127-128). Bu duruma çarpıcı bir analizle tarihsel bir örneği Aron şu şekilde verir: Parlamenter oligarşinin aynı zamanda ekonomik ve politik olduğu bir çağ görülmüştür. 18. yüzyıl İngiltere’sinde, hatta 19. yüzyılın ilk yarısı İngiltere’sine iktidar, seçimlerde dolap çeviren “tekelci” örgütlenme ekonomik iktidarla politik iktidarın aynı yönetici sınıfta olduğu bir konjonktüre yakındı. Bugün batı Avrupa’daki ve Amerika’daki anayasaya bağlı çoğulcu rejimlerin hepsinde, politik görevle ekonomik görevi yapan yöneticiler arasında, deyim yerindeyse sadece fiziksel bir ayrılma görülmektedir. Amerika ve İngiltere’de önemli politik görevleri çoklukla büyük işadamları görürler. Amerika Savunma Bakanlığı Sekreterinin örneği hatırlanacak olursa; daha önce büyük bir Amerikan şirketinin müdürlüğünü yapmış olan bu adam, ortaya bütün dünyayı-saran bir formül atmıştı: “General Motors için iyi olan Amerika için iyidir”. Bir şirketin çıkarı ile milli çıkar arasında önceden kurulmuş bir ahenktir bu (Aron 1976: 129). Bugün küresel ekonominin büyük aktörleri için de benzer politik tercihlerin olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Bunun sonucunda gelişen şey şudur: Dünyanın sorunsuz siyasal birliğinin yolu ekonomik birlikler tarafından belirleniyor. Ekonomik stratejilerin biçim vermeye çalıştığı bir siyasetin ne derece sağlıklı olduğunu da şirketlerin sermaye varlıkları ve büyüme stratejileri oluşturur. İşte demokrasilerin oligarşik karakterini özetleyen bu durum, küresel ekonominin küresel demokrasi isteğini ve biçimini ortaya koyar.

5

İktidarın zenginler sınıfında olduğu hükümet biçimi.

130

Çağımızda politik sorunların çözümü için ortaya çıkan bu tersten durumun bir başka ve en önemli sacayağını ise lobiler oluşturur. Siyasal sorunların ekonomik güce sahip çevrelerce kontrol edilip manipüle edilmeye çalışıldığı bu ortam, demokrasilerin ve genel olarak siyasetin halk egemenliği fikrinin biçimden öteye gidememesini açıkça imkânsız kılan bir başka unsuru oluşturur. Politik düzeyde günümüzün en etkili sonuç alma stratejisinin lobiler üzerine kurulu hale gelmesini açıklayabilecek tek unsur ikna değil ekonomi oluşturur. Oysa antik Yunanda siyasal olsun olmasın kararların alınmasında etkili tek unsuru ikna oluştururdu. Oyçokluğunu oybirliğine götüren değerde yaşanan bu erozyon, çağımızda demokrasinin biçimden öteye giden pratik sorunlara sahip olduğunun bir göstergesidir. III Sonuç olarak, anayasaya bağlı-çoğulcu rejimler bütün politik rejimler gibi oligarşik özellikler taşısa da bilinen rejimlerin çoğundan daha az oligarşiktir. Çağımızda bu rejimlerde, ekonomi yönünden hâkim azınlıkların yönetici politik çevrelere daima bağlı oldukları doğrudur. Fakat en karakteristik olay, bir yönden sosyal ve ekonomik gücün, öte yandan politik iktidarın ayrı oluşudur. Politika yönünden en önemli görevleri yapanlarla sosyal yönden en önemli mevkileri ellerinde tutanlar aynı kimseler değillerdir. Sosyal ve ekonomik seçkinlerle politik personelin bu ikiliğinin sonucu, iktidarın bölünmesi olmuştur. İktidar az sayıda insanların elinde olacak yerde, anayasaya bağlı-çoğulcu rejimlerde kararları gerçekte kimin aldığı artık bilinmiyor. Bu durumun yarattığı bölünme yüzündendir ki, gerçek güç, sahnenin önünde boş yere aranan karanlıktaki birkaç kişinin elindedir. Bu noktada Aron’un çözüm olarak gösterdiği yöne eğildiğimizde ise şu tespitleri yaptığını görüyoruz: Çağımızın anayasaya bağlı-çoğulcu rejimlerinin gerçek sorunu, hükümetin oligarşik karakterini / niteliğini azaltmak veya yalnızca bunu yapmak değil, aynı zamanda ve özellikle iktidarın dağılması ve yöneticilerin güçsüzlüğü tehlikesini azaltmaktır (Aron 1976: 139-140). Oligarşiye karşı olan polemiğin tamamlayıcı ikinci polemiği bu rejimlerdeki istikrarsızlığı, güçsüzlüğü ve etkisizliği hedef alır. Bu rejimlerin istikrarsız, sallantılı olduğu, bazen iktidarı kimin ve ne süreyle kullanıldığının bilinmediği doğrudur. Her hükümetin, haliyle bir yandan iktidarda kalmak, öte yandan iktidarı ortak yarar doğrultusunda kullanmak gibi iki amacı vardır. Anayasaya bağlıçoğulcu rejimler Aron’a göre iki nedenden dolayı bozulabilirler. Bu türden rejimler aşırı oligarşiden veya aşırı demagojiden dolayı bozulabilirler. Birinci halde, bir azınlık müesseselerde dolap çevirdiği, onların niyetine, yani yurttaşlar hükümetini gerçekleştirmesine engel olduğu için bozulabilir. İkinci çeşit bozulma ise tersine, oligarşi sanki ortadan pek silindiği, değişik gruplar isteklerinin sonuna kadar gittikleri ve ortada milli çıkarı korumaya yetenekli hiçbir otorite kalmadığı zaman kendini gösterebilir. Sonuç itibariyle bozuk rejimlerin, aşırı oligarşi ve aşırı demagoji yüzünden yıkıldığını söyleyebiliriz. Buna ilave olarak Aron Platon’un, yönetilenler yöneticiler, yöneticiler de yönetilenler gibi davrandıkları, yurttaşlar itaat etme alışkanlığını kaybettikleri, disiplin tanımadıkları, yöneticiler yönetilenlerin alkışlarını arar oldukları zaman, demokrasi bozulmaya yüz tutar düşüncesini aktarır. Aron’un anlattıkları bir bakıma, yöneticilerde ve yönetilenlerde görülen bu çift yönlü bozulmanın modern toplumlarımıza aktarılmasıdır. Ona göre yurttaşlar gereğinden fazla istiyorlar, yöneticiler de yeterince kararlı olamıyorlar. Oysa yönetilenler istemekle beraber çoğunluğun verdiği kararı kabul etmek, yöneticiler yurttaşların beğenilerini dikkate almak, ama şamatacı herhangi bir azınlık önünde

131

de eğilmemek zorundadırlar (Aron 1976: 172). Anayasaya bağlı-çoğulcu bir rejimin esas itibariyle iki çeşit düşmanı olur, çünkü iki çeşit kusuru vardır. Bu düşmanlar, partileri faaliyeti ile milli birliğin bozulduğunu ilan edenlerle, sosyal birliği ve parlamenter sahnenin gerisindeki oyunu yöneten oligarşi taraftarlarını elemeyi hayal edenlerdir. Bu ideolojik iki muhalefeti, sadeleştirmek için, sağcı ihtilalciler ve solcu ihtilalciler adını verir Aron. Ona göre birinciler milli birlik için tehlike olarak gruplar ve partiler arasındaki aralıksız çatışmayı gösterirler; ikinciler, “tekelcileri”, sınıf kavgasını, sosyal farklılığı gösterirler ve tek tip bir toplumun hepsinde fiili olarak mevcuttur. Bu iki çeşit ihtilalci ekollerin bazı şartlarda ortak bir amacı vardır: İki uçtan bakınca, kötülüğün kendisi olan çoğulcu rejimi yıkmak. Çoğulcu rejim solcu ihtilalcilerin gözünde üstü örtülü kapitalist oligarşiyi yarattığı için; sağcı ihtilalcilerin gözünde de sosyal bozulmaya sebep olduğu ve solcu ihtilalcilere bir şans verdiği için kötüdür (Aron 1976: 173 – 174). Bunların sonucu olarak yıkılan anayasaya bağlı-çoğulcu rejimlerin çökmesinden sonra ortaya çıkabilecek olan rejim Aron’a göre sınırlı olma veya otoriter olma iddiasında olan anayasaya bağlı olmayan rejimler geçer. Anayasaya bağlı-çoğulcu rejimin ana fikri, anayasallığın kutsallığıdır: Yurttaşların hepsi kavgalarını anayasa kurallarına göre çözümlemeye razı olmak zorundadırlar. Şiddete sırt çevirmek, rejimin adeta ideolojisi halini alır. Bununla, partizan olmayan Devletin, yani partiler Devletinin, parti çokluğuna ve doktrinlere göz yumuyorsa da boş olmadığı meydana çıkar, çünkü şiddete sırt çevirmede Aron’a göre bir felsefe vardır. Her politik rejim, sosyal çekişmelerin kurallara bağlanmasının ve iktidarda ekip yenilenmesinin özel bir biçimiyle tanımlanır. Anayasaya bağlı-çoğulcu rejim, çekişmelerin barışçıl çözümlemesine ve ekiplerin düzenli olarak yenilenmesine yöneliktir (Aron 1976: 346). Anayasaya bağlı-çoğulcu rejimler ya aşırı oligarşiyle, ya aşırı demagojiyle ve aşağı yukarı her zaman etkililik kısıtlamasıyla kusurludurlar. Aron burada dikkate alınması zorunlu bir unsuru politik yarışma ve rekabet anlayışından söz eder. Ona göre, Anayasaya bağlı-çoğulcu rejimlerin politik işlemesi, bir yarışma teşkilatıdır, yani çağdaş toplumlarda yarışma teşkilatı kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü artık Tanrı veya gelenek tarafından gösterilen yöneticiler yok. Doğuş itibariyle meşru görülen yöneticiler artık mevcut olmayınca, meşru yöneticiler bir yarışmadan olmazsa nereden çıkarlar? Bu yarışma organize edilmezse, keyfe ve zora bırakılmış olur. KAYNAKÇA Aristoteles. (2000). Politika. Çev. Mete Tunçay. Remzi Kitabevi. İstanbul. Hannah, A. (1998). Totalitarizmin Kaynakları 2- Emperyalizm. Çev. Bahadır Sina Şener. İletişim yayınları. İstanbul. Platon. (1993). Devlet. Çev. Sabahattin Eyüboğlu- M.Ali Cimcoz. Remzi Kitabevi. İstanbul. Raymond, A. (1976). Demokrasi ve Totalitarizm. Çev. Vahdi Hatay. MEB. İstanbul.Sartori, G. (Tarihsiz). Demokrasi Kuramı. Çev. Deniz Baykal. Siyasi İlimler Türk Derneği. Yayın No: 23 Ankara.

132

GELECEĞİN OTORİTESİ DEMOKRASİ Mİ, TEKNOKRASİ Mİ?

Şener AKSU* ÖZET Demokrasinin evrilmesinde endüstri ilişkilerinin kaçınılmaz etkisi olmuştur. Endüstri ilişkileri artık 19.yüzyıl ilişkileri değildir. Günümüz insan birikimi ve etkinlikleri, yeni bir demokrasi kavrayışını zorunlu kılmaktadır. Yaşamalanlarının genişlemesi, otoritenin yeniden kurgulanmasını kaçınılmaz hale getirmektedir. Özellikle internet, yeni bir pazar doğurmuş, dolayısıyla bu pazarın gereksinimleri yeni ilişkiler üretmiştir. Yaşamalanı otorite ilişkisi açısından demokrasi evrilmez ve insan gereksinimlerini karşılayamazsa iflas edecektir. Geleceğin otoritesinin teknokrat bir aristokrasi olması pek olasıdır. Anahtar Kelimeler: Yaşamalanı, otorite, sanal pazar, teknokrat aristokrasi GELECEĞİN OTORİTESİ DEMOKRASİ Mİ, TEKNOKRASİ Mİ? Bir şeyin ne olduğunu bilmek, onu var eden nedeni bilmekle olasıdır der Aristoteles. Bu belirlemeyi ölçüt alırsak; demokrasinin ne olduğunu bilmek için, demokrasiyi var eden nedenleri bilmemiz gerekir. Demokrasinin doğduğu Yunan şehir devletleri bu konuda bize ipucu verecektir. Uzun süre toprağa dayalı ekonominin egemen olduğu bu devletler, koloni hareketiyle ticarete ve başka yerlere ulaşmış tacirlerin artmasıyla değişti. Ticaretle elde edilen birikim, toprağa sahip olanların zenginliğine ulaştı. Toprağın temel üretim aracı olduğu bu dönemde, toprak sahibi olanların soyluluğu karşısında, ticaretle elde edilen birikimlerin zenginliği arasındaki gerilim; demokrasinin doğmasında etken oldu.1 Zenginler, kent iktisadının yönlendirmesinde söz sahibi olmak istiyorlardı ve bu ancak, bir soylunun egemenliği yerine, zenginlerin de egemenlikte söz sahibi olmasını sağlayacak bir çözümle gerçekleştirilebilirdi. Bu çözüm arayışı demokrasiyi doğurdu, ancak Yunan demokrasisi, ilk demokrasi olmakla ve ticarete dayalı zenginliğin talepleriyle biçimlenmekle, günümüzün demokrasi gereksinimlerinden farklıydı. Buna karşın, demokrasinin kentle ilişkisini ve özellikle de yönetimin herkesçe paylaşılması olasılığını barındırması bakımından bugünden farklı değildi. Demokrasiyi var eden nedenlerin başında gelmese de vazgeçilmezi kent yaşamıdır. Kent yaşamı, demokrasiyi bir gereksinime döndürecek olasılıklar barındırır. Öncelikle üretim tüketim ilişkisi birçok işbölümüne ayrılmıştır ve doğal olarak insanlar kendi kendilerine yetemediklerinden başkalarına yaşamsal bağlarla bağlıdırlar. Üretim araçlarına sahip olanlarla, bu araçlarla üretim yapanlar da birbirlerine bağımlıdır; çünkü üretim araçlarına sahip olanlar, toprağa bağlı ekonomilerdeki gibi kendi emekleriyle yetinemezler. Başkalarının emeklerine de gereksinim duyarlar. Emekçilere duyulan zorunluluk ve emekçiler arasındaki dayanışma; onların yönetim arzularını güçlü tutar ve bu nedenle emekçilerin de yönetime katılma olasılığını barındıran bir siyasi sisteme gereksinim duyulur. Bu gereksinim, demokrasiyi doğuracaktır. Demokrasinin evrimi, bir anlamda kentlerin evrimidir. Kentler evrildikçe, kent iktisadı değiştikçe demokrasi talebi de, demokrasinin kendisi de değişmektedir. Kent bir pazar etrafında kurulur ve iktisadın temelini pazar ekonomisi oluşturur. Bu pazar, zamanla birçok pazarla birleşerek, * Kocaeli Üniversitesi Öğretim Elemanı 1 Yunan demokrasinin gelişimi için geniş bilgi için bkz. Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi, Bulut Yayınları, İstanbul, 2002, C.I, s.133-138 133

şehirlerarası bir pazar halini aldığında, hatta giderek bir ülke ortak pazara dönüştüğünde, biz ona ulus devlet diyebiliriz; o zaman demokrasi, yönetime katılma taleplerini doğrudan karışlamayacak hale gelmektedir. Demek ki demokrasinin mekanı kenttir. Mekan-zaman ilişkisi, toplumsal varlıklarda zorunlu olarak yaşamalanı-otorite ilişkisi olarak kurulur. Yaşamalanı mekansallığı, otoriteyse türün zamansallığını temsil eder. Türün ortak bilinçaltı, hem yaşamalanını korumaya, hem de otoriteyi oluşturmaya yönelik eğilimler doğurur.2 Yaşamalanına, dolayısıyla mekana uygun olmayan bir zamansallık olamayacağından, mekanın yapısına uyarsız otorite düzenleri bozulur ve yerine yenileri kurulur. Dolayısıyla mekandaki her değişiklik, kaçınılmaz olarak zamana etki edecektir. Demokrasi açısından düşünüldüğünde, pazara dayalı topluluğun gereksinimlerindeki değişiklik, yani kentteki değişiklik, otoriteyi değiştirmeye zorlayacaktır. Demokrasi tarihi açısından da bu açıkça ortadadır. Demokrasi, genişlemiş pazar olan ulus devletlerin doğuşuyla gelişmiş, belirginleşmiştir. İlk demokrasilerde olduğu gibi, ulus devletlerin doğuşunda da ticaretin; yani sermaye dolaşımının etkisi vardır. Henüz endüstri ilişkilerinin egemen olmadığı kentlerde, Haçlı Seferleri ve ardından Coğrafi Keşiflerle başlayan eski dünyadaki yoğun ticaret, tacirlerin birikimini artırdı ve toprak sahibi soyluların zenginliğinden daha büyük zenginlikler elde etmelerine olanak verdi. Toprağa dayalı ekonomilerin oluşturduğu sınıflaşma ve soyluların yönetim hakkı, bu yeni talepleri karşılayamadı. Öte yandan otoriteler de tüccarlarla dayanışma içine girdiler. Otoriteler tüccarların gereksinimlerine göre dönüşmeye başladı.3 Endüstri devrimi, kent ekonomisini başat haline getirince, ülkeler ortak bir pazara dönüştü ve zorunlu olarak otorite demokrasiye evrildi. Demokrasi, pazar etrafında oluşmuş kentlerde doğdu; ülkenin pazar haline geldiği ulus devletlerde büyüdü; ancak artık pazar, ulus sınırlarını çoktan aştı. Özellikle sanal pazar, yeryüzünün bir pazar haline gelmesini sağlayacak boyuta ulaştı. Mekansallıktaki bu büyük değişiklik, zorunlu olarak zamansallığı değiştirecektir. Bir başka deyişle; yaşamalanındaki bu değişiklik, otoriteyi değiştirecektir. Sadece otoriteyi değil, otoriteleşme biçimini de çünkü yaşamalanındaki değişiklikler olağanüstüdür ve dolayısıyla otorite de olağanüstü değişecektir. Her şey tarihselliğiyle kavranabileceği için, demokrasiyi tarihselliğinden, dolayısıyla ortaya çıkış nedenlerinden bağımsız kavramak veya anlamak olası değildir. Dolayısıyla demokrasinin nasıl dönüşeceğini belirlemek de nasıl geliştiğini bilmekle ilişkilidir. Demokrasi önünde sonunda sermayeyle ilişkilidir ve sermayenin gereksinimleriyle çelişik yürütülmesi zordur. O halde sermayeyi ve onun beklentilerini ortaya çıkarmak, demokrasideki dönüşümleri anlamayı sağlayabilir. Demokrasi, endüstri ilişkilerinden türemiş, ulus devletlerin otoriteleşme biçimidir. Günümüzde sermayenin uluslar arası bir boyut kazanması karşısında, ulus pazarları sermayenin gereksinimiyle çelişecektir. Bu çelişki, pazar düzeyinde yaşanmaktadır ve artık yeryüzü kadar büyüyen pazar, yeni bir otoriteye gereksinmektedir. Yaşam alanının yeryüzü kadar genişlemesi sonucunda, yeryüzünün tümüne egemen olacak bir otoriteleşme süreci demokrasiden türeyebilir mi? Bu konuda geniş bilgi için bkz. Şener Aksu, Ulusal Egemenlikler ve Geleceğin Otoritesi, Kocaeli Üniversitesi Yayınları, Kocaeli, 2003 3 Devlet tüccarları yüksek otoritesinin hizmetine mi soktu? Yoksa güçlü devlet, ticari gücün gerekli bir aracı mı oldu? Sorularıyla başlayan tartışma için bkz. John Kenneth Galbraith, (Çev.Müfit Günay) İktisat Tarihi, Dost Yayınları, 1987, s.42-43 2

134

Eğer demokrasi, kendi yetersizlikleri ve eksiklerine karşın, ulus devletlerde sermayenin gereksindiği işlevi üstlenebilmişse, böyle büyük bir ölçekte de üstlenebilir. Üstelik, ilk demokrasilerde olduğu gibi, doğrudan demokrasi için de sanal dünya olanak sağlayacak düzeydedir. Buna karşın, sanal dünyanın kendisi, bir insanın bilgi edinme sınırlarının çok çok üstündedir ve bu yeni teknik bilgi, sermayenin bir gereksinimi veya sonucu olmak yerine, sermayenin kendisi olmaya yetkindir. Bu durumda, bu üst teknik bilgiye sahip olanların, üretim araçları ve ilişkileri üzerinde, tacirlerin veya sermayecilerin üretim araçları ve ilişkileri üzerindeki etkisinden daha büyük etkisi olacağı şüphesizdir. Yüksek teknik bilginin üreticisi ve geliştiricileri birçok kişi olacağından, bunu organize edecek olan bir merkez gereklidir ve bu merkez yeni otorite olacaktır. Dolayısıyla yüksek teknik bilgiyi örgütleyen, denetleyen, sahibi olan otorite, geleceğin otoritesidir. Böyle bir otoritenin göreceli olarak yönetim eşitliğine olanak sağlayan demokrasiden türemesi olası mıdır? Bertrand Russell, Kant’ı çağrıştıracak biçimde, bir dünya hükümetinin barışı getireceğini ummasıdır. Barış umudunu besleyen böyle bir otorite demokrasiden evrilebilir. Ancak, demokrasinin klasik sermaye yerine, yeni sermayenin, yani yüksek teknik bilgi organizasyonunun gereksinimlerini karşılaması gerekecektir. Öte yandan, böyle büyük ölçekli bir yaşamalanı, olağanüstü çelişik gereksinimleri barındıracağı için kontrolü zordur ama kontrollü kargaşa ortamı olan demokrasiye uygundur. Kargaşanın genel geçer kuralları açısından bakıldığında, kargaşa geçicidir ve kendinden sonra gelen dinamiklerin ortaya çıkışını sağlayan eğimlere olanak tanır. Demek ki kargaşa düzenin mayasıdır. Her kargaşayı düzen takip eder, eğer kargaşalar uzarsa katı otorite arzuları da artacaktır. Demokrasi, kontrollü de olsa kargaşayı içinde barındırdığı için, katı otoritelere yönelik arzulara yol açabilir. Demokrasinin uzun süre devam ettiği yaşamalanlarında, katı otorite olasılıkları artacağından, demokrasinin bu olasılıklar karşısında bir çözüm üretmelidir. Bunun için demokrasinin, eşit yönetim olasılığını güven altına alması gerekecektir. Oysa, yüksek teknik bilgi, insanların zihinsel etkinliklerini de belirleyecek gücü ulaşma aşamasındadır ve dolayısıyla insanların özbilinç sahibi bir özne olması ortadan kaldırılabilir. Endüstri ilişkileriyle başlayan yabancılaşmada insan, yönetim olasılıkları artsa da yönetime etkisi azalmış, kendine ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Yüksek teknik bilgi sahiplerinin yönetime yönelik olasılıkları diri tutsalar bile, insanların yönetime etkilerini yok edebilecekleri, günümüz demokrasisindeki düzeneklerden de anlaşılabilir. Dolayısıyla geleceğin otoritesi, düzmece bir demokrasi ama gerçekte bir teknokrasi olacaktır. Yani yüksek teknik bilginin ve organizasyonunun sahiplerinin tekelinde olacaktır. Geleceğin otoritesinin demokrasi olmasının önündeki bir başka engel de, sermayenin, emeğin küreselleşmesi karşısındaki tutumudur. Emek de sermaye gibi küreselleşseydi, demokrasi kurgusunun yerküre boyutundaki bir yaşamalanında varlığını sürdürmesi kolay olurdu. Ne var ki emeğin küreselleşmesini en son sermaye isteyecektir ve otoriteleri denetlediği içinde bunun gerçekleşmemesine yönelik birçok önlem geliştirilmiştir. Yerelliğe ve dolayısıyla yerel sömürü düzeneklerine mahkum edilen emek, teknokrasiye daha uyarlıdır. Tarihsel birikim ve ayrışmalar, olası dünya devletinin hem olanağı, hem olanaksızlıklarına işaret etmektedir. Öncelikle ortak Pazar, ortak yaşamalanı, ortak otorite, zorunlu olarak ortak dili, ortak para dolaşımını ve ortak duyuşu gerektirir. Böyle bir ortaklık kurmaca olacaktır; çünkü toplumların, toplumsal sınıfların veya insanların çıkarlarının kesişim kümesi, insanlığa yönelik tehditler olacaktır. Bunun dışındaki gereksinimlerin bir bileşkesi olmadığı gibi, çatışması kaçınılmazdır. Demek ki

135

küresel ölçekli bir yaşam alanı cadı kazanı gibidir. Çatışkı ve gerilimlerin giderilmesi için, belki de konfederasyon tipi bir yapı kurulacaktır. Böyle bir yapı içinde demokrasi oluşabilir, ancak üniter yapı demokrasiye daha uyarlıdır. Yüksek teknik bilgi sermayesi, geniş çaplı bir yaşamalanındaki yönetim organizasyonunu tehlikeye atmaktan kaçınacağı için, yetkin kişilikler bir tehdit oluşturacaktır. Yetkin olmayan kişi özne olamayacak, geleceği hakkında belirleme yaparken kendi yargıları yerine başkalarının yargılarını kullanacaktır. Başkalarının yargılarını kullananların gerçekte demokrasiye ihtiyacı olmayacaktır. Bu nedenle geleceğin otoritesi, ya geleneksel cemaat kurgusunu kullanarak veya başka kurgularla, yetkin bilinçler yerine, edilgen bireyler üretecektir. İleri teknoloji bilgisi bu olanağa daha bugünden sahiptir ve bu olanak, tarihsel olarak kullanılmış birçok düzenek üretmiştir. Son söz olarak; demokrasi, yeni sermayenin, yani ileri teknoloji bilgisinin gereksinimlerini de karşılayacak bir evrimle üretemezse, kontrollü kargaşa, kendi içinden teknokrasiyi üretecektir. Teknik bilgi organizasyon sahiplerinin yönetimi ister açık olsun, ister demokrasi örtüsü altında olsun kaçınılmazdır. Teknokrasinin gereksindiği kargaşa, yerkürede şimdiden başlamıştır. Öte yandan, özellikle küresel kriz, uluslar arası sermayenin önünde bir engel olmaktan çok, geleceğin küresel sermaye düzeninin yapılarını kurma olanağı verecek bir olanaktır. Geçmişin koşullarına göre oluşmuş kurum, kuruluş ve değerlerin formatlanması, yeni yapıların kurulmasına yol açacak ve küresel sermaye, yerküreyi bir pazara dolayısıyla yaşamalanına döndürecek ve demokrasinin olanaklarından bile olsa, teknokrat bir otorite üretecektir.

136

III. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE KURAMSAL VE UYGULAMALI YAKLAŞIMLAR BEST PRACTICES FOR DELIBERATIVE DEMOCRATIC DESIGN (WITH SOME THOUGHTS ON THE CASE OF TURKEY)

Ethan J. LEIB* David L. PONET** ABSTRACT In this paper, we hope to accomplish two main objectives. First, we sketch an account of how to think about using citizen representatives as part of an effort to promote and enhance deliberative democratization. We present six desiderata of citizen representation: deliberation, impartiality, cross-sectionality, civic responsibility, legitimacy, and indirect accountability. Second, we discuss how our model of citizen representation might be useful in Turkey’s own project of deliberative democratization. Along the way, we will reveal our preferences about deliberative democratic design; our thinking about how the case of Turkey actually illuminates some on-going debates about citizenship; our provisional thoughts about how Turkey’s deliberative democratization challenges some of the conventional wisdom about the implementation of deliberative democracy in so-called “divided societies;” and our guesses about how Turkey’s deliberative democrats might draw upon local resources and use these strategies in the quest for EU accession. Key Words: Jury system, participation, deliberative democracy, representation, institutional design BEST PRACTICES FOR DELIBERATIVE DEMOCRATIC DESIGN (WITH SOME THOUGHTS ON THE CASE OF TURKEY) There is interest in deliberative democratic design all across the globe. Indeed, even countries that have some trouble being considered formal democracies among political scientists and intellectuals – whether because of authoritarian traditions, nondemocratic institutions, political instability, or human rights abuses – have shown substantial interest in pursuing deliberative democratization.1 Advocating deliberative democratic design either to supplement or reorient political society has become commonplace among progressives in many countries seeking an outlet for their democratization efforts. Although conventional accounts of deliberative democracy emerged from a group of liberal Western democrats that were looking for deeper democratic societies than their traditionally representative and aggregative political systems could afford, there is no reason to believe that deliberative democratic principles cannot be useful outside the context of their original elaboration. * Scholar-in-Residence, Columbia University Law School; Associate Professor of Law, University of California—Hastings College of the Law; Board of Scholars, Initiative & Referendum Institute at the University of Southern California School of Law; J.D/Ph.D., Political Science, Yale University. ** Parliamentary Analyst, United Nations Children’s Fund (UNICEF); Ph.D., Political Science, Columbia University. The authors thank Patrick Sellers for insightful research assistance. 1 See, e.g., Ethan J. Leib & Baogang He, eds., The Search for Deliberative Democracy in China (New York: Palgrave 2006). 137

However, it is essential for any country seeking to reap the rewards of deliberative democratization to be cautious and mindful of whether and how the principles of deliberative democratic design can be transposed to its distinctive culture. Conversely, liberal Western democrats have much to learn from watching other countries’ citizens and intellectuals struggle with deliberative democratization, for such struggles can reveal facets about the implementation of the theory that are not always apparent in liberal Western contexts. The case of Turkey is illustrative. In this paper, we hope to accomplish two main objectives. First, we will sketch an account of how to think about using citizen representatives as part of an effort to promote and enhance deliberative democratization. Second, we will discuss how our model of citizen representation might be useful in Turkey’s own project of deliberative democratization. Along the way, we will reveal our preferences about deliberative democratic design; our thinking about how the case of Turkey actually illuminates some on-going debates about citizenship; our provisional thoughts about how Turkey’s deliberative democratization challenges some of the conventional wisdom about the implementation of deliberative democracy in so-called “divided societies;” and our guesses about how Turkey’s deliberative democrats might draw upon local resources and use these strategies in the quest for EU accession. I. Using Citizen Representatives in Deliberative Democratic Design2 Recent years have witnessed a proliferation of practices and proposals rooted in theories of participatory and deliberative democracy. These practices and proposals seek to engage small groups of “lay” citizens in policy formation, consultation, empowered participation, or deliberation.3 Yet, advocates for these forms of participatory and deliberative democracies have rarely explored the problem of representation in these citizen panels.4 Indeed, few theorists even conceptualize the citizens who participate in these fora as representatives themselves because they are usually designed or proposed as supplements or complements to representative institutions; this disables some from seeing an incontrovertible fact – that democratic dynamics require representative standins for “the people” in most instances. In fact, when the “the people” don’t have some representative stand-in, as in full-scale direct democracy, the pathologies of mass democracy are more obviously present and deliberation is absent almost by necessity. Some of this material is drawn from our prior work on the subject. See Ethan J. Leib & David L. Ponet, “Citizen Representation and the American Jury,” in Imperfect Democracies: The Democratic Deficit in Canada and the United States (Richard Simeon & Patti Lenard, eds., forthcoming 2010). Indeed, we developed our six criteria in an investigation of the American jury; here we emphasize their normative valence as a matter of political theory rather than as an account of the jury’s design specifically. 3 See, e.g., ROBERT ALAN DAHL, AFTER THE REVOLUTION: AUTHORITY IN A GOOD SOCIETY (Yale Univ. Press 1970) (calling for a “minipopulus” of citizens to advise policymakers for a year); PETER DELEON, DEMOCRACY AND THE POLICY SCIENCES (SUNY Press 1997) (calling for “Participatory Policy Analysis,” utilizing lay citizens in administrative rule-making); JAMES S. FISHKIN, DEMOCRACY AND DELIBERATION: NEW DIRECTIONS FOR DEMOCRATIC REFORM (Yale Univ. Press 1991) (calling for “Deliberative Polling” using random sampling); ARCHON FUNG, EMPOWERED PARTICIPATION: REINVENTING URBAN DEMOCRACY (Princeton Univ. Press 2004) (analyzing “empowered participation” in Chicago school districts and police precincts). JOHN GASTIL, BACK BY POPULAR DEMAND: REVITALIZING REPRESENTATIVE DEMOCRACY THROUGH DELIBERATIVE ELECTIONS (University of California Press 2000) (calling for “Citizen Panels”); ETHAN J. LEIB, DELIBERATIVE DEMOCRACY IN AMERICA: A PROPOSAL FOR A POPULAR BRANCH OF GOVERNMENT (Penn State Press 2004) (calling for a “Popular Branch” of government using stratified random samples of citizens); David Fontana, Reforming the Administrative Procedure Act: Democracy Index Rulemaking, 74 FORDHAM L. REV. 81 (2005) (calling for “deliberative rulemaking” to incentivize agencies to utilize lay citizen deliberators); John Ferejohn, The Citizens’ Assembly Model, in DESIGNING DEMOCRATIC RENEWAL 192 (Mark E. Warren & Hilary Pearse eds., 2008); 4 But see Mark Warren, Citizen Representatives, in DESIGNING DEMOCRATIC RENEWAL, supra note 3, at 50; Mark Brown, Citizen Panels and the Concept of Representation, 14 J. POL. PHIL. 203 (2006); Mark Stephan, Citizens as Representatives: Bridging the Democratic Theory Divides, 32 POL. & POL’Y 118 (2004). 2

138

Even if the “lay” citizens participating in such fora are doing so qua citizens, they are still serving in a representative capacity for the class of citizens who do not or cannot participate. Thus, resolving the questions such as who may participate, how participants are selected for inclusion, and how citizens are supposed to act in their representative capacities when they engage in exercises of deliberative democracy may be just as important as defending the underlying theoretical reasons for why a small group of citizens should be charged with tasks of governance. The task of developing an adequate account of citizen representation is more pressing than ever as more proposals are closer to adoption and integration into governmental functioning. California, for example, is considering a proposal for a “Citizen’s Assembly,” modeled on a recent experiment with citizen representatives in British Columbia and other jurisdictions worldwide. The Netherlands, Australia, Britain, and Taiwan, to name a few, have also followed suit or will soon do so in the near future.5 This paper takes as a given that this form of deliberative democratization – enrichment of the political system with lay citizen input into the state in some essentially direct form – is normatively attractive.6 What follows is a specification of how we ought to think about these citizen representatives who are the locus of the deliberative democratization. Accordingly, here we specify six desiderata of citizen representation, which should be thought of as “best practices” for any deliberative democratic reform agenda that will use lay citizens. These desiderata are not exhaustive or mutually exclusive but are important normative polestars for ensuring the design helps instantiate the goals of deliberative democratic representation.

A. Deliberation

When citizens are operating in their representative capacities, they should not simply vote on the matters before them without deliberating about what course of action to take individually and as a group. The American jury is exemplary in this regard: it is widely assumed and very likely that the vast majority of actual juries engage in some degree of reasoned deliberation – and that that is a good thing, too. Indeed, some argue that the unanimity rule, in effect in 48 state criminal court systems and the federal court system, conduces to and incentivizes deliberation.7 Turkey’s system of presidential selection that once required a supermajority of parliamentarians to agree on a candidate is an institutional design tactic for triggering deliberation, as was the supermajoritarian requirement necessary for removal. There is a deep lesson here: when furnishing a small class of lay citizens with the right and power to speak for the entire community, it is useful to insist that citizen representatives undergo a process of deliberation before voting. Bargaining and trading cannot overwhelm the process, J.H. Snider runs a blog at http://isolon.org devoted to tracing these developments around the world; its focus is the “Citizens’ Assembly” model recently implemented in British Columbia, Canada. 6 There are, of course, other models of deliberative democratization. Consider, for example, civil society enrichment and support, education campaigns, media and press subsidization and liberation, imposing reason-giving requirements upon judges and legislators. We take no position on the value of these modalities of deliberative democratization beyond the claim that these measures, if adopted, do need to be supplemented with the use of lay citizens in governance. But we don’t argue for that conclusion here. See LEIB, supra note 3, for that argument. 7 See generally Ethan J. Leib, Supermajoritarianism and the American Criminal Jury, 33 HASTINGS CONST. L.Q. 141 (2006). For an exhaustive survey of jury decision rules throughout the United States, see David Rottman et al., State Court Organization, Bureau of Justice Statistics, tbl. 42 (2000). For some recent comparative data, see Ethan J. Leib, A Comparison of Criminal Jury Decision Rules in Democratic Countries, 5 OHIO ST. J. CRIM. L. 629 (2008) 5

139

and virtually all decisions should be preceded by the authentic discussions of citizen representatives. Such deliberation must be ensured through several features of institutional design; it is not enough merely to hope for it. To be sure, Cass Sunstein8 and Tali Mendelberg9 have recently brought empirical social science to bear on a most pressing set of questions: Is fruitful deliberation even possible in group settings?10 Aren’t there structural features of small group interaction that will forever recommend against using small group deliberation in the service of inclusive policy? Ultimately, Sunstein and Mendelberg have proffered tentatively negative conclusions, suggesting that intrinsic group dynamics prevent deliberation and further entrench prior positions and prejudices.11 But both Sunstein and Mendelberg similarly acknowledge that such group propensities can be averted through careful institutional design. Accordingly, they do not conclude that deliberation is worthless, only that it must be perfected as a process of decision-making. Any institutional design project that draws on citizen representation must remain deeply committed to the virtue of deliberation. Supermajoritarian decision rules, privacy, and secrecy all can contribute to safeguarding the role of deliberation in the decision-making of citizen representatives.12 Design strategies that might counteract some of the pathologies of polarization may include those that seek to achieve balance of presentation and utilize moderators and facilitators. These designs would be relatively easy to implement on citizen panels of all stripes. What Turkey will do to design around the traditional protection of younger citizens and the traditional deference to elders13 to ensureequal participation and status in deliberative fora is a question best left for indigenous ingenuity. Impartiality As a background precondition for deliberation, some degree of impartiality is required. Of course, citizen participants in deliberative fora have interests, and they need not check them at the door. It is too difficult to expect citizens to take the posture of an independent judge in the day-today political disputes of any given system, especially when the very issues ripe for deliberation are matters close to citizens’ hearts and identities. But citizens can and should keep an open mind while crafting policy and engaging in participatory fora. Discernable prejudice, preemptive pre-judgment, overt public refusal to follow norms for deliberation, and/or an especially close personal stake in a matter to be discussed can all be predicates for disqualification.

Cass Sunstein, Deliberative Trouble? Why Groups Go to Extremes, 110 YALE L.J. 71 (2000). Tali Mendelberg, The Deliberative Citizen: Theory and Evidence, in RESEARCH IN MICROPOLITICS 6: POLITICAL DECISION MAKING, DELIBERATION, AND PARTICIPATION (Michael X. Delli Carpini et al. eds., JAI Press 2002). 10 For an argument “against deliberation” because it is invariably distorted by effects of gender, race, and class bias, see Lynn M. Sanders, Against Deliberation, 25 POL. THEORY 347 (1997). For a suggestion that these dynamics will remain relevant in deliberative democratic design in Turkey, see Ülkü Doğanay, “Rethinking Democratic Procedures: Democracy and Deliberative Experience in Turkey’s LA21 Process,” Political Studies 52: 728-44 (2004). Still, Doğanay’s article only further confirms how a focus on the representative quality of a citizen panel can help improve the implementation of deliberative democracy. 11 In Sunstein, supra note 8, Sunstein is most interested in one of these dynamics: the law of group polarization. Id. at 85 (groups tend to “make more extreme decisions than would the typical of the average individual in the group”). 12 In this regard, it is worth noting that processes of direct democracy – using citizens as a whole and not representatives thereof – do not conduce to deliberation without very substantial design tactics to avoid the pathologies of mass democracy. See LEIB supra note 3. 13 See, e.g., Andrew Mango, The Turks Today 166 (Woodstock, NY: Overlook Press 2004). 8 9

140

Although hardly a very controversial idea, impartiality must be achieved through careful institutional design. The American jury suggests some ways to accomplish impartiality through selection mechanisms that allow challenges for particular biases, charges and direction from authority figures like judges, and otherwise. Such protocols would need more flesh before they could be operationalized (especially in the case of Turkey where religious disputes easily translate into “personal stakes” that probably should not be disqualifying) – but that goes beyond our limited aims here. It suffices to say that citizen representatives must have a central commitment to impartiality – a standard that legislative representatives need not embody in the same way (if at all), since they are often expected to be “interested” in favor of their constituents. Any effort to use citizen representatives in exercises of self-government or deliberative development will likely need to achieve some modicum of impartiality. Cross-Sectionality Elaborating on the contours of impartiality in the American jury context in particular has led to somewhat more specificity in defining what representativeness might mean. One way to secure impartiality is by employing a representative sample or cross-section of the populace at large such that no single group, interest, or identity enjoys preponderance. In a series of cases, the US Supreme Court articulates a cross-sectional ideal: the pool from which juries are drawn14 must be “representative” of a fair cross-section of the community. This coheres with “descriptive” or “mirror” representation. For example, Glasser v. United States, in 1942, held most generally that the jury itself must be representative of the community.15 Ballard v. United States clarified in 1946 that such representation may not exclude women.16 That same year, Thiel v. S. Pac. Co. held that the cross-section requirement prevents intentional exclusion of wage-earners, requiring inclusion of all socio-economic classes.17 By 1954 in Hernandez v. Texas, the cross-section requirement enjoyed constitutional magnitude, as the selection of jurors on any ethnic basis whatsoever was proscribed.18 Aside from the judicial doctrines that ensure cross-sectionality, the US Congress has also taken action to ensure a jury’s “descriptive” representativeness with the Jury Selection and Service Act.19 The statute declares: It is the policy of the United States that all litigants in Federal courts entitled to trial by jury shall have the right to grand and petit juries selected at random from a fair cross section of the community in the district or division wherein the court convenes. It is further the policy of the United States that all citizens shall have the opportunity to be considered for service on grand and petit juries in the district courts of the United States, and shall have an obligation to serve as jurors when summoned for that purpose.20

See Holland v. Illinois, 493 U.S. 474 (1990) (fair cross-section requirement applies only to the jury pool, not the impaneled jurors on any particular case). 15 315 U.S. 60 (1942). 16 329 U.S. 187 (1946). 17 328 U.S. 217 (1946). 18 347 U.S. 475 (1954). 19 28 U.S.C. §§ 1861–69, 1871 (1994). 20 28 U.S.C. § 1861. 14

141

The statute requires that juries are to be “selected at random from a fair cross section of the community,” highlighting that randomness is the statutory mechanism for jury selection and representation. Indeed, even the mechanics for random selection are codified by Congress at 28 U.S.C. § 1863. Although a random lottery system was once a credible democratic system of representation,21 the jury system’s use of the lottery and randomization technique is unique in contemporary democratic political culture. Congress chose randomness on the theory that random selection has special properties that render it a very good way of achieving a fair cross-section of the community, necessary to the jury’s claim to represent, as a microcosm, the community at large. But note that whatever the merits of proportional representation,22 neither Congress nor the courts have required proportional representation in the jury context.23 This may be a hint that as a matter of institutional design, when small groups of lay citizens are called into duties of governance, descriptive representation is important, but should be achieved through randomness rather than proportional representation. Of course, the US is not without institutions that pay homage to PR24 and in a PR system like Turkey’s, there may be considerable enthusiasm for proportional methods of filling slots in any citizen panel context. But there are dangers: “Members of the jury may come to think of themselves as standing in for people like themselves and decide their prime function is to represent their outside constituency,” undermining the normative aspiration of impartiality.25 Indeed, there is reason to be critical of Turkey’s use of PR.26 Finally – and perhaps most remarkably – to achieve proper representation with an appropriate cross-section of the community, American legislatures have determined that jury service is mandatory. To fulfill the promise of the fair cross-section requirement, Congress has authorized penalties of fines and terms of imprisonment for citizens’ failure to comply with jury summonses in 28 U.S.C. § 1866(g).27 So committed is Congress to the fair cross-section requirement – and the need for representation that extends beyond self-selection – that it abandons the otherwise deep American commitment to voluntarism and non-coercion. Although many proponents of lay participation through citizen representatives have latched onto the jury’s use of random selection,28 See BERNARD MANIN, THE PRINCIPLES OF REPRESENTATIVE GOVERNMENT (Cambridge Univ. Press 1997). Indeed, Manin explores the use of the lottery in Athens – but also helps explain why the lottery system is not more routinely used by democracies outside the juridical context. 22 In this regard, see David L. Ponet, Multiculturalism and the Challenges of Political Representation (2006) (Ph.D. dissertation, Columbia University). 23 See, e.g., United States v. Freeman, 514 F.2d 171 (8th Cir. 1975), holding that a defendant in a criminal case is not constitutionally entitled to demand a proportionate number of his race on either the jury that tries him or on the venire or jury roll from which jurors are drawn. See also United States v. Di Tommaso, 405 F.2d 385 (4th Cir. 1968) (proportional representation of the various identifiable groups in the community not required). 24 For example, California voters just established through the initiative in 2008 a “Citizens Redistricting Commission” that essentially seats five Republicans, five Democrats, and four independents to engage in drawing legislative districts. See California Constitution, Art. XXI (Proposition 11). 25 NEIL VIDMAR & VALERIE HANS, AMERICAN JURIES 76 (Prometheus Books 2007) 26 Turkey’s version of PR employs a 10 percent electoral threshold, which is particularly restrictive and non-representative. Indeed, the threshold is an outlier when viewed in a comparative context. Random lottery, by contrast, is much more likely to capture a cross-section or representative sample. 27 But see id. at 77 (“a substantial number [of summonses] are not returned. In some urban jurisdictions, fewer than 20 percent of the citizens who are summoned initially ever serve. This poor response rate has been identified as the biggest cause of nonrepresentative juries.”) 28 See FISHKIN supra note 3, at 16-17, 22-25, 33, 35, 38, 42-46, 50-51, 59, 67, 77, 81, 92, 99, 100; Crosby et al. supra note 3, at 170, 171, 174, 175; DELEON supra note 3, at 111; GASTIL supra note 3, at 228-229. 21

142

the jury’s use of mandatory participation to overcome the problems associated with self-selection has not caught on as substantially.29 And although proposals for citizen representation rightfully draw upon the randomization and lottery system mandated by the jury system, more proposals ought to draw upon the provisions for compulsory service which help the jury achieve representativeness and, in turn, contribute to the jury’s commitment to impartiality.30 Without compulsory service, we cannot help but systematically exclude those who are too busy or too timid to participate.31 As we suggest briefly in Part II, the traditions of mandatory service in Turkey may make this desideratum easier to achieve than it might be in many liberal and Western countries, fixated as the latter often are on freedom from obligation to the state. D. Civic Responsibility Somewhat distinct from mandatory service’s contribution to representativeness and impartiality is its civic responsibility valence: reinforcing that citizen participation in deliberative fora is a civic responsibility of all citizens. For example, many courts have articulated the proposition that jury service is part of a citizen’s duty to his or her polity. In Taylor v. Louisiana, the Court affirmed that trial by jury exists because “sharing in the administration of justice is a phase of civic responsibility.”32 Also, in United States v. Raszkiewicz, the Seventh Circuit noted that jury service “further[s] the notion that participation in the administration of justice is a part of one’s civic responsibility.”33 Quite generally, citizen panels are sites to further reinforce a sense of civic responsibility for popular control over one’s own polity. There is one more point to be made here: by reinforcing that service on citizen panels is a civic responsibility, we might contribute to the accuracy of the political system. Although there is only rarely a right and a wrong in political decision-making, there is a doctrine of the “wisdom of the multitude” already present in Aristotle: with greater inclusion below the level of parliamentary and representative democracy, the fora for citizen representation may produce wisdom through deliberating in a civic-minded way. When people come to a full appreciation that they have a duty to discharge their responsibilities with care, they are, perhaps, more likely to take their role seriously – and, accordingly, more likely to arrive at wise answers. Most studies of juries confirm that citizens are generally competent and wise,34 at least when the institution for their participation is properly embedded in an accountable system, on which more E. Legitimacy

One of us has further elaborated upon this issue in Ethan J. Leib, Pragmatism in Designing Popular Deliberative Institutions in the United States and China, in THE SEARCH FOR DELIBERATIVE DEMOCRACY IN CHINA, supra note 1. 30 Proponents of citizen representation also draw upon the jury system’s payment of fees and expenses for citizen participation. These fees and expenses are federally mandated by 28 U.S.C. § 1871 and are rather paltry. The jury system can “afford” to be this cheap because it relies on mandatory service. Precisely because others do not recommend mandatory service and cannot compel service, they rely on far more generous compensation and reimbursement. See, e.g., BRUCE ACKERMAN & JAMES C. FISHKIN, DELIBERATION DAY (Yale Univ. Press 2004). These incentives notwithstanding, the self-selection problems remain. 31 For an example of a deliberative forum in Turkey that suffered from its failure to garner representative citizens, see Doğanay, supra note 10 32 419 U.S. 522, 530–31 (1975) (citing Thiel v. S. Pac. Co., 328 U.S. 217, 227 (1946)) (Frankfurter, J., dissenting). 33 169 F.3d 459, 466 (7th Cir. 1999). 34 See generally VIDMAR & HANS, supra note 25. 29

143

While the previous four “best practices” have grown increasingly specific, the fifth dimension operates at a more general level: due regard must be had to the citizen representative’s role in a polity’s quest for political and democratic legitimacy. The US jury system, for example, is designed to garner the voice of the people more deliberately and deliberatively than electoral politics, thereby contributing to popular sovereignty. Although many deliberative democrats surely favor citizen participation for its “educative” effects in helping citizens understand themselves and their polity better,35 consider also Abramson’s channeling of Aristotle, relevant in the discussion of civic responsibility above: “Aristotle suggested that democracy’s chief virtue was the way it permitted ordinary persons drawn from different walks of life to achieve a ‘collective wisdom’ that none could achieve alone. At its best, the jury is the last, best refuge of this connection among democracy, deliberation, and the achievement of wisdom by ordinary persons.”36 Citizen panels should be designed with the understanding that citizen representatives are not only educating themselves – but the larger political system as well. That contributes to the internal legitimacy of the regime that allows for input from citizen representatives. That enhanced legitimacy may, in turn, have compliance benefits that penetrate society more broadly, leading to greater rule of law achievements, especially in unstable democracies. In addition to enhancing a polity’s internal legitimacy, the very use of lay citizens in the functioning of the law-making system endows the entire polity with greater external legitimacy to those viewing the system from outside because the substantial and unbridgeable gap between the represented and the representatives is made ever smaller through additional and iterative layers of representations. This may be useful for compliance in the global order: as other countries grow to respect American commitment to democracy through the implementation of citizen representation, Americans may have more capital to spend in the world community as well. This same insight is particularly important for Turkey in its quest for EU membership: by developing cutting-edge participatory fora, the Turkish can credibly claim even greater political and democratic legitimacy than European nations without deeply democratic processes that involve citizen deliberations. Why stop at the Copenhagen Criteria? F. Indirect Accountability The final element to our account of “best practices” for citizen representation is to ensure some form of indirect accountability. It is commonplace for political theorists of representation to try to develop an account of accountability.37 Of course, standard representative democracy demands

See, e.g,. ALEXIS DE TOCQUEVILLE, DEMOCRACY IN AMERICA 273-75 (J.P. Mayer ed., George Lawrence trans., Harper Collins 13th ed., 1969). 36 JEFFREY ABRAMSON, WE THE JURY 11 (Harvard University Press 1994). Similarly, Vidmar and Hans note that “[d]iverse juries have an edge in fact-finding, especially when the matters at issue incorporate social norms and judgments, as jury trials often do [...] Deliberations encourage the sharing of knowledge and also the testing of narrative accounts.” VIDMAR & HANS, supra note 25, at 340. 37 See, e.g., Warren, supra note 4; Brown, supra note 4, at 210-11. 35

144

some form of accountability from the representative to the represented; most democracies handle this dimension of design with regular direct elections. At first glance, however, citizen representatives in citizen panels stand in stark contrast to legislative representatives who are traditionally subject to electoral mechanisms or recall.38 Yet, although citizen representatives serving in panels have no apparent constituency (at least if PR isn’t used to seat representatives) and cannot be voted out of office, elections and recall are not the only types of democratic accountability. Modern complex liberal democracies have many administrative officials and judges that are subject to different mechanisms of accountability that do not necessarily impugn their democratic credibility. They are not all directly elected or even answerable to someone who is. To be sure, the institution of the jury is a paradigmatic one and most relevant to deliberative democratization reforms that use citizen representation, since jurors are picked at random (more or less) and have no electoral accountability to the community they serve. Citizens doing the representing in juries seem traceable to no moment of election and seem to provide no opportunity for the populace to exact any formal sanctions for disagreement – other than protest and the occasional riot (as in the Rodney King affair). There are still other ways that the juror representative strains the idea of accountability. A common conception of representative accountability is that representatives must give their constituents reasons for their decisions.39 Yet jurors issue verdicts without providing reasons. Unlike many judicial opinions that offer an accounting, a jury verdict in the United States stands alone. Although jurors are prototypical deliberators in their pursuit of a verdict – which can surely be thought of as a reason-giving activity – they need not disclose reasons to the outside world, only to one another, a feature that insulates citizen representatives even further from accountability. Obviously, not all countries design their jury systems in this way: Spain, Denmark, and some Swiss jurisdictions, for example, do ask jurors for explanations. But most jury systems around the world do just fine without this type of accountability.40 Nevertheless, there are a few indirect accountability mechanisms suggested by the jury that may be useful in thinking about citizen representation. First, there is a form of deliberative or discursive internal accountability embedded in each juror’s responsibility to debate and to provide reasons to fellow participants (even if not to the public). Deliberative accountability can also be found in the jury’s relationship with the judge overseeing the trial (who is an arm of the state) and the counsel for each side (in the criminal context, one side is an arm of the state as well). Jurors participate in a deliberative practice with other institutional actors, some of whom are answerable to

It bears noting that accountability even in the context of legislative or electoral representation is always imperfect and significantly attenuated: representatives do not always seek reelection (whether by choice or because of term limits), which may undermine electoral accountability. We explore this issue in Ethan J. Leib & David L. Ponet, Representation in America: Some Thoughts on Nancy Pelosi, Gavin Newsom, Tim Johnson, and Deliberative Engagement, 16 THE GOOD SOCIETY 1 (2007). Moreover, the information environment among representatives and constituents is asymmetric thus making it difficult to impute responsibility with clarity. Finally, many constituents may have voted for the incumbent’s challenger but are still supposed be represented by their district legislator – a common phenomenon that throws another feature into light: political representation is not a principal-agent relationship where the representative simply acts on the instructions of his principal or constituent. In other words, clear accountability never obtains fully. On the limits of accountability, see generally John Dunn, Situating Democratic Accountability, in DEMOCRACY, ACCOUNTABILITY, AND REPRESENTATION (Bernard Manin, Adam Przeworski & Susan Stokes eds., Cambridge Univ. Press 1999). 39 AMY GUTMANN & DENNIS THOMPSON, DEMOCRACY AND DISAGREEMENT ch. 4 (Harvard Univ. Press 1996) 40 For a comparison of jury systems around the world, see Leib, A Comparison of Criminal Jury Decision Rules in Democratic Countries, supra note 7. 38

145

the state and to the persons whose interests are directly affected. Trustee accountability is also given expression through the jury: jurors are imbued with a sense that they “stand for” and “act for” the community at large.41 They are charged with a responsibility that purports to make them feel accountable. The very process of selection – which has jurors seeing many of their fellow panel members challenged for cause, for bias, or for other reasons – and jury instruction contributes to this sense of accountability; this signals to the ones actually chosen that their role is to be impartial and to serve the public good. Additionally, there are also external accountability mechanisms. There is dialogue from jury to state that keeps the citizen representatives ultimately answerable to the state for final policymaking authority. Indeed, it remains the responsibility of the state to carry out the commands of the jury, so there is room for legislator representatives to absorb some accountability.42 And, finally, the jury is embedded in a much more complex and layered system of justice that routinely takes decisions away from it, whether by a trial judge requiring a directed verdict for one party or dismissing a case before the jury makes a decision, or by an appellate court overruling a jury’s judgment call.43 This layered form of representation-within-representation is typical of democratic representation and is well demonstrated through the indirect accountability mechanisms to which citizen representatives in the jury are subject. In short, as Warren44 and Mansbridge45 articulate, it may be that a lack of formal or electoral accountability can actually facilitate accountability to the public good. This is a critical lesson for designers of deliberative democratization through the use of citizen representatives. I. The Case of Turkey Although our six criteria were developed in a particularized American context with especial attention to the jury system – a quintessential example of the use of citizen deliberation and participation in the processes of governing – we don’t think they are irrelevant as exports, even in a country that has routinely had a more “technical” rather than participatory conception of democracy. Indeed, even without a functioning jury system in Turkey, we think deliberative democratization through the use of citizen panels could be guided by our six criteria (as could jury design, if deliberative democratizers were inclined to promote juries). Meditating on the case of Turkey helps bring a few insights into salient relief.

ABRAMSON, supra note 36. This is akin to the insight that elected legislators have a lot of control over the implementation of commands issued by citizens in an exercise of direct democracy. See generally ELIZABETH R. GERBER ET AL., STEALING THE INİTİATİVE: HOW STATE GOVERNMENT RESPONDS TO DİRECT DEMOCRACY (2001) 43 It is probably worth noting that in the context of British Columbia’s Citizens’ Assembly, which utilized a randomlyselected group of citizen representatives to debate electoral reform, the designers of the Assembly built in an indirect accountability mechanism: the province had a mass referendum on whether to adopt into law what the citizen representatives decided. Alas, the deliberative preferences of the few who participated in the Assembly did not achieve the supermajority required to have it enacted into law. For more on this aspect of the design, see Warren, supra note 4. 44 Id. 45 Jane Mansbridge, Representation Revisited: An Introduction to the Case Against Electoral Accountability, 2 DEMOCRACY & SOC’Y 1 (2004). 41 42

146



A.Obeisance to the State as a Part of Turkish Citizenship: Challenge or Benefit?

In Turkey, it seems clear that the concept of citizenship differs in important respects from standard Western models. Although the concept of citizenship routinely involves some presumption of allegiance to the citizen’s state, Turkish citizenship traditionally has seemed to carry with it deeper obeisance to the state.46 One can point to the constitutional law prohibiting citizens’ criticism of “Turkishness” or other service requirements in the military and otherwise to support such a claim. Assuming that the relationship between state and citizen differs – affectively and/or practically – one must ask whether that different relationship is a native resource for deliberative democratization or a challenge to it. That isn’t a question we can answer as foreigners to the Turkish system, but it is an important question for designers to put on the proverbial table. From the American perspective, however, even posing this question highlights just how much theories of deliberative democracy draw upon unarticulated ideas about citizenship that do much of the work in ensuring a successful design of deliberative democracy. B. Mandatory Service in Turkey: A Useful Local Resource? In the US, mandatory service to the state is quite rare. The jury may very well be the only example of it – but it is a very useful one to demonstrate how central mandatory service can be in a proper exercise of citizen representation. The fact that the jury system is in operation and has broad-scale support within the American populace allows us to support mandatory service in citizen representation systems more generally for the US with a straight face. Nevertheless, we are quite aware of the difficulty in getting any mandatory program off the ground in the US. The terrain might be different in Turkey. Turkey has mandatory conscription in the military,47 mandatory voting in elections, and some mandatory public service for medical professionals. These facts – which may be hugely unpopular for all we know! – certainly evidence a political culture where mandatory participation in the functioning of the state is not anathema. Unlike obeisance to the state more generally, this particular expression of such a commitment seems to be an unmitigated benefit for designing deliberative democratization efforts predicated on the mandatory jury model.

C. Is Turkey “Divided”? What Effect Should the Answer to that Question Have?

There is a rich literature that argues institutional design should differ substantially between “divided” societies and those that are not.48 There has even been some work attempting to assess whether the principles and institutions of deliberative democracy in particular can help divided societies.49 But although the relevant literatures beg us to characterize a society on the dimension But see E. Fuat Keyman & Ahmet Icduygu, “Globalization, Civil Society, and Citizenship in Turkey: Actors, Boundaries, and Discourses,” Citizenship Studies 7(2): 219-34 (2003). Whether civil society is doing more work in mediating Turkish citizenship and eroding traditional obeisance to the state (as these authors suggest) is impossible for us to say. Whatever the final word on this issue, it has design consequences for implementing citizen panels in Turkey. 47 Mango, supra note 13, at 135. 48 See, e.g., Ian O’Flynn & David Russell, eds., Power Sharing: New Challenges for Divided Societies (London: Pluto Press 2005); Arend Lijphart, Democracy in Plural Societies: A Comparative Exploration (New Haven, CT: Yale 1977); Donald Horowitz, Ethnic Groups in Conflict (Berkeley: University of California Press 1985); Benjamin Reilly, Democracy in Divided Societies (Cambridge: Cambridge Univ Press, 2001). 49 See John C. Dryzek, “Deliberative Democracy in Divided Societies: Alternatives to Agonism and Analgesia,” Political Theory 33(2): 218-42 (2005); Ian O’Flynn, “Divided Societies and Deliberative Democracy,” British Journal of Political Science 37: 731-51 (2007). 46

147

of division (and generally presume that Turkey is divided), there is precious little guidance on how to make that characterization on a society-wide basis. It is, of course, easy to notice that there are some serious cleavages in Turkish society between Islamists and secularists, and between Kurdish nationalists and the Turkish government. But are those cleavages any more substantial than the divisions between the pro-life and pro-choice camps in the US? Between the religious fundamentalists on the right and the center of the political system? Perhaps, but political theorists and political scientists haven’t been careful enough in telling us how to assess or compare magnitudes of division – and what differences these differential magnitudes have for institutional design. Dryzek essentially admits that these cleavages are comparable, yet one must have the suspicion that we can do better in ordering divisions. Nor is it completely clear that it makes sense to characterize an entire society as divided based on a few cleavages. “Turkish-ness” may very well be a more coherent identity than “American-ness,” serious divisions notwithstanding, so caution is sensible before assuming that a few divisions should shuttle a society onto a different institutional design track.50 If it is correct that citizen representatives cannot fruitfully deliberate about core political questions like, say, the headscarf in schools because it implicates a major cleavage in society (a proposition we don’t concede, but we recognize that some deliberative democrats would encourage taking off of the table issues that get too close to a social cleavage traceable to identity), that shouldn’t necessarily disable citizens from deliberating within state institutions about all manner of other political issues. Citizens can deliberatively democratize piecemeal, perhaps, even if some cleavages will lead to stalemates in citizen panels. Pace Dryzek, we suspect that divided Turks can fruitfully be brought into a deliberative forum run by the state. We would encourage the use of citizen panels mobilized by the state, even if certain subject matters were bracketed so as to steer clear of core divisions. Still, a careful rumination about the interesting and complex case of Turkey really helps nuance and complicate so much of what passes for the conventional guidance to “divided” societies. D. The Use of Deliberative Democratization on the Accession Path to the EU Introducing deliberative democratic mechanisms such as citizen panels into Turkey’s governing system could also play a central role in Turkey’s quest to gain entry into the EU, if that remains a desideratum of the Turkish people.51 EU accession generally constitutes one of the main unifying forces in a country whose divisions are so often bemoaned, though there is evidence of the issue’s politicization along partisan party lines.52 Even with the issue’s politicization, EU accession presents the main secularist opposition party (CHP) and the majority Islamist party (AKP) with potential gains. For secularists, EU accession represents the fulfillment of the modernization vision that Ataturk espoused, an embrace of modernity and a final departure from Turkey’s Ottoman past. Meanwhile, for Islamists, EU accession represents a means to entrench toleration and the freedoms to express and profess religion without undo state interference (in addition to the potential economic benefits of Union membership). Indeed, EU accession for Islamists might remove more

This is different from the argument about potential cultural homogeneity in divided societies. See Margaret Moore, “Beyond the Cultural Argument for Liberal Nationalism,” CRISPP 2 (1999): 26-47. 51 Some recent polling data shows a decline in support for EU admission by Turks. That decision is obviously one to be decided (deliberatively) by Turks. But assuming Turks want that result, deliberative democratization efforts might be a boon for the reasons we explore here. 52 While EU accession potentially constitutes a point of convergence for Turkish society, the issue has become politically contentious. Indeed, recent news reports suggest growing CHP opposition to the current accession track. After all, the AKP has turned it into a signature issue for the party. By guaranteeing everyone an equal seat at the table, deliberative democratization could bring the CHP back into the fold and remove EU accession from any one party’s clutch. 50

148

permanently the risk of military intervention in political affairs. Cast a little differently: “most secularists would be happy if Europe were to become the guarantee that radical Islam could never gain a firm foothold in Turkey; and most believers would be happy if Europe were to become the guarantee of more democratic freedom to practise their faith in the way they choose.”53 The adoption of progressive deliberative democratic institutions for citizen representatives would likely catapult Turkey into the vanguard of democratic practices not only in its Asia neighborhood – where it already stands out as a model – but in Europe as well where robust participation on the part of citizens in democratic decision-making is often wanting. In that sense, deliberative democratization could bolster Turkey’s claim to membership; indeed, deliberative democratization might get beyond the limited Copenhagen Criteria. Such deliberative democratization would mark a meaningful evolution in the conception of Turkish citizenship that reaches back to the Ottoman Sultanate where individual participation outside of the political elite class was absent.54 It is at once consistent with the Turkish ethic of individual obligation or duty to the state and the participatory democratic ideal of an individual’s right, if not duty, to participate in the governing of the polity. Moreover, in employing deliberative citizen panels, a social learning could take root where Turkey’s polarized groups could reach new mutual understandings and come to appreciate commonalities.55 Such social learning and the ameliorative, if not curative, effects it has on social divisions would also contribute to the case for membership.

Conclusion

Clearly our reflections upon the potential marriage between Turkey and mandatory deliberative democratic service for citizens begs the question of just how we would operationalize such new types of self-governance, quite foreign to the current regime. While it is beyond the aim of this paper to offer a detailed roadmap, proposals in other contexts such as Canada and the US could serve as a useful guide – and the normative criteria we offer here should be a useful starting point. A modern democracy created in 1923, Turkey is accustomed to large-scale changes over short periods. The constitution was amended by national referendum as recently as 2007 (with an amendment calling for “more democracy” – however serious – through the direct election of the President), so the precedent for binding citizen decision-making on the national scale is there. We think Turkey could stand out as a beacon of democratic practice not only to its neighbors in Muslim Asia but just as crucially also to its European counterparts.

Chris Morris, The New Turkey: The Quiet Revolution at the Edge of Europe 82 (London: Granta 2006). See Doğanay, Supra note 10. See Bora Kanra, “Democracy, İslam, and Dialogue: The Case of Turkey. “Govemment and Opposition 40(4):515-39 (2005). 53 54 55

149

OLIGARCHIC TENDENCIES IN DELIBERATIVE DEMOCRACY Aviezer TUCKER*1 ABSTRACT I examine oligarchic tendencies within institutionalized deliberative democracy in theory and practice. Institutional Deliberative democracy consists of deliberations within an institution according to regulations that are enforced and lead to voluntary changes of preferences that conclude in a majority vote. Oligarchic tendencies in deliberative democracy are changes in the preferences of a majority to match those of an interested minority through its control and manipulation of the deliberative process. I demonstrate first oligarchic elements in theories of deliberative democracy. Then I examine oligarchic aspects of consensus conferences in Denmark, France, the U.S. and the U.K. I conclude considering whether the oligarchic tendencies in deliberative democracy are necessary. Key Words: Deliberative Democracy, Oligarchy, Consensus Conferences OLIGARCHIC TENDENCIES IN DELIBERATIVE DEMOCRACY This article examines oligarchic tendencies in institutional deliberative democracy. I examine oligarchic tendencies in theoretical expositions of deliberative democracy. Deliberative democracy takes place within an institution according to enforced regulations and leads to voluntary changes of preferences expressed by a majority vote. Oligarchic tendencies in deliberative democracy are changes in the preferences of a majority to match those of an interested minority that manages the deliberation and uses the selection of voters, control of the flow of information to them, and the rules of deliberation to manipulate the results. “Deliberation can occur only if someone pays for it. Deliberation can be effective only if there is inequality, either of access to specific information or of calculating capacity. Add a dose of self-interest, and the mixture will reek of “manipulation,” “indoctrination,” “brainwashing,” whatever one wants to call it” (Przeworski 1998, 148). Oligarchic deliberative democracy is pre-emptive when it attempts to pre-empt anarchic democratic deliberation that it cannot control. Oligarchic deliberative democracy reintroduces in a new guise one of the oldest and most seductive programs in political philosophy: The transformation of the polity into a school. Pedagogues have dreamt at least since Plato of transforming the state into a grand educational institute directed by teachers like themselves. Plato imagined turning the state into an exclusive selective school. “Rousseau’s adored Legislator is nothing but the great Educator” (Talmon 1970, 31).

* Ph.D, Gvirtzman Foundation 1 The research leading to this essay was supported by Australian Research Council Discovery Grant DP0342795. I wish to thank my co-researchers at the Research School for Social Science of the Australian National University, John Dryzek and Robert Goodin. None of the above is to blame for any of my conclusions. 150

The Bolsheviks attempted to turn society into a kind of strict reform school for delinquents, emphasizing discipline over academic achievement. Habermas’ deliberative democracy endorses the research seminar as a new model for the polity Ideally, the research seminar is a democratic institution for the expansion of knowledge, where scholars deliberate critically as equals not only about their results but also, and more significantly, about their methods. However, as most former students who took advanced seminars know, academic reality rarely quite matches this ideal. Research seminars devolve too often into a sophisticated tool for indoctrinating advanced students in the tenets of a particular school or approach to their field. Students read a selective list of publications that should direct them “logically” to the opinions, methods, even dogmas of their teacher, which they are expected to develop, apply or polemically defend in seminar papers. Some, perhaps most, academics who practice this sort of homogenisation in the guise of deliberation, honestly believe they convince their students by the power of their arguments, rather than by their authority, selection of readings and moderation of the discussion. Since seminar leaders disagree with each other, significant correlations between their opinions and those of their students are not likely to emanate exclusively from deliberation. If the seminar fails to convince some students, it is tempting to explain dissent by ignorance, the baneful influence of other bad teachers or wickedness, to be neutralized by more re-education or bullying respectively. If the state is a grand seminar, re-education should be applied to overcome the irrational views citizens had accumulated through their interaction with bad politicians, the media, religion, the market or, most significantly, their own interests. Society must be homogenised, re-educated and its prior loyalties and convictions obliterated, as a precondition to deliberative democracy. This precondition must be achieved by a homogenising oligarchy that can then direct the democratic seminars for the following reasons: 1. Democratic majorities should vote for the common will, what is good for all members of society upon reflection and deliberation. 2. When the majority does not vote for the common will, the majority is not truly democratic. Democracy is not about the rule of the majority, but the rule of “best reasons” (Young 2000, 23). 3. Majority vote against the common will reflect ignorance, sectorial interests, or manipulative oppression by an interested minority that uses its institutionalized power though religion, the media and so on. 4. The necessary initial task of deliberative democracy and its managers is to overcome all the factors that mislead people into voting against the common will, like ignorance, the mass media, religion, class divisions, economic inequality and special interests. 5. This grand overcoming requires the elimination of social inequalities and their legacies. 6. An educated intellectual avant-garde should be in charge of both distinguishing voting majorities that result from the common will from those that result directly or indirectly from social inequalities, and of homogenising and re-educating the deliberating voters because it has a direct, supra-deliberative, access to the truth and the common will. 7. Only when sufficient homogenisation is achieved, can real deliberative democracy and its benefits come about.

151

8. Society can never be sufficiently homogenous and re-educated to start deliberating, and so the revolutionary elite can never be sufficiently powerful to bring about the desired homogenisation and re-education and therefore always needs more power. 1-6 constitute oligarchic deliberative democracy. 7-8 take the oligarchy over the brink into totalitarianism, though 8 would rarely be stated in such blunt terms. Rousseau is interpreted often as a theorist of deliberative democracy, especially in France (Bourg 2004). Rousseau and the Jacobins present a classical case for a slide from 1-6 oligarchy to 7-8 totalitarianism. Habermas’ theory of oligarchic deliberative democracy displays clearly 1-7 reasoning. Existing deliberative democratic forums are `mini-publics’ small groups that deliberate over an issue according to certain rules and then vote on it. They cannot display 7-8 characteristics because they form small parts of much larger democratic systems. Their methods of oligarchic managerial domination are subtler. Instead of executing or imprisoning the opponents of “the general will,” they are selected out of participation in the deliberative forum. Deliberation managers use the flow of information to the deliberators and the rules of deliberation to favour a desired outcome. Theory and Practice: Rousseau’s General Will and Jacobin Deliberative Democracy Rousseau (2001, book two) argued that the state should be directed by the general will towards the common good. Rousseau’s Social Contract and subsequent French political theory have attempted to discover how to determine the general will? (Bourg 2004) The general will is distinct of the will of all because according to Rousseau, the general will is based on the common interest; while the will of all is founded on private interests, the aggregate of private wills. The common interest allows society to exist; private interests would tear it apart. Rousseau believed that if informed people deliberate, without prior communication with each other to create groups or parties, from many little differences, should emerge the general will. To manifest the general will, society should not be composed of associations and special interests, but of equal citizens who deliberate freely. Deliberative democracy leads then to the common will. It is reasonable to interpret Rousseau as claiming that the general will should emerge following the deliberations of unorganized citizens who are not stake holders. Jacob Talmon (1970) considered Rousseau’s doctrine of the general will to be the philosophical fountainhead of totalitarian democracy: Rousseau’s doctrine implies according to Talmon that citizens who do not prefer the general will, do not really will what they think they will, and so should be coerced to do what they really will. The totalitarian project is to “liberate” people of their individuality, social ties and loyalties, to allow their deliberations to direct them to the common will. Rousseau rejected parliamentary democracy because popular sovereignty should not be transferred to representatives who would develop oligarchic special interests. The oligarchic potential in Rousseau’s scheme lies in a well-organized minority of intellectuals, like the Jacobins (who were initially just a political debating club), who are in charge of managing deliberative democratic institutions and are certain of the contents of the general will. In his Secret Catechism, Robespierre stated that the greatest danger to Liberty is from people’s lack of enlightenment that results from their ignorance and misery. The opinions of the people do not count, are not the general will, as long as they are hungry, dominated and misled by the rich who hire venal journalists 152

to manipulate them (Ibid 106). Democracy is not about listening to the people and counting their votes, but about the creation of conditions for the true expression of the general will. Till then, the intellectual revolutionary vanguard may follow the common will, not democratic majority vote (Ibid 105-107). Gradually, Robespierre and Sieyes came to the opinion that the pure general will cannot be relegated to a selfish assembly, to mere parliamentary majorities. “The majority in the real sense is where the true general will resides, even if that will happens to be expressed by a numerical minority” (Ibid, 99) of Jacobin activists. The idea that popular majority vote does not count as democratic until certain egalitarian prerequisites are satisfied runs from the Jacobins through Habermas to contemporary theorists of deliberative democracy like Bohman (1996) and Gutmann & Thompson (1996, 2004). Habermas’ Utopia There is a significant continuity between the arguments of Rousseau for the common will and of Habermas for practical reason. Habermas follows Rousseau more than Kant: “The moral principle is so conceived as to exclude as invalid any norm that could not meet with the qualified assent of all who are or might be affected by it…. only those norms are accepted as valid that express a general will. (Habermas 1990, 63) Consensus following a reflexive process of argumentation, mutual criticism, and airing of cultural values, among all concerned is the common will (Ibid 67). Since for Habermas only the results of an ideal speech situation are rational, less than ideal speech situations are, to varying degrees, less than rational. It stands to reason then for intellectuals to proceed on what an ideal speech situation would have resulted in. rather than bother with a necessarily imperfect actualization of deliberative democracy. As with the Jacobin use of Rousseau’s utopia, the requirement of utopian speech situation leads to falling back on a hypothetical general will that can never be ascertained empirically. An intellectual minority can then conveniently define and represent (and enforce if armed) the hypothetical general will, that would have resulted from an ideal speech situation2. Habermas tends to reduce what he calls `knowledge’ to power relations. Yet, he would like political deliberation to be rational and free of such biases. The utopian solution is the homogenization of society, an end to power distinctions and with them biased deliberations. However, such a utopia can be approximated only by the massive concentration of total power in a political centre that can destroy all competing power concentrations to create a “people’s democracy.” The utopian presuppositions of discourse are: Everybody who can speak and act can participate in discourse. Everybody can question any assertion. Everybody can introduce any assertion. Everyone can express his attitudes, desires, and needs. No speaker can be constrained by internal or external coercion. (Ibid, 89) Though this ideal can form the foundation of an innocuous ethical system, politically, it may be used to legitimize an oligarchy that should regulate and enforce rules of discourse that are less than ideal. Habermas is aware of some of these problems.

Habermasian utopian consensus is impossible in the real world. As Rescher (1993, 127-137) put it, consensus on values is neither plausible, nor desirable. Rescher (156-157) traced this consensual utopia back to Hegel’s march of reason in history and Marx’s dream of a homogenous society without special interests. More sympathetic readers of Habermas like Dryzek (1990) and Bohman (1996) also find the requirement for consensus disturbing in the context of pluralist society. 2

153

But his reply only strengthens my reservations: Discourse rules, he claims, are not constitutive, “discourse rules are merely the form in which we present the implicitly adopted and intuitively known pragmatic presuppositions of a special type of speech,… participants in argumentation must assume these conditions to be approximately realized… regardless of whether and to what extent these assumptions are counterfactual in a given case or not.” (Ibid 91-92) Implicit intuitions are hard to argue for or against. The dialectics of having to assume counterfactually utopian conditions in order to approximate them eludes me: how can we assume an ideal to approximate it?! This sounds like the religious fundamentalist requirement to have faith to approximate belief. Habermas acknowledged that “[t]opics and contributions have to be organized. The opening, adjournment, and resumption of discussions must be arranged. Because of all these factors, institutional measures are needed to sufficiently neutralize empirical limitations and avoidable internal and external interference so that the idealized conditions always already presupposed by participants in argumentation can at least be adequately approximated.” (Ibid 92) This gives the manager of the deliberative democratic institution a kind of oligarchic power. The requirement to present arguments and reasons discriminates against the unarticulated who can nevertheless act and choose rationally (Young 2000, 37-40). For example, immigrants (or people who divorce) can make a rational decision to exit one political environment and enter another, without using political theory or comparative politics to explain why (cf. Friedman 2000). In Miloš Forman’s 1965 movie Loves of a Blond there is a scene that exemplifies this: The director of a dormitory for working young women lectures them on the evils of premarital sex. The chair of the residents’ committee suggests then to put it to a democratic vote. Who supports abstinence? A unanimous show of hands follows. Who is against? None. The next frame shows the protagonist hitchhiking to Prague…. Later, Habermas (1996) distanced himself from Rousseau whom he considered merely a representative of the Republican tradition that he wished to overcome. While Rousseau considered the people inalienably sovereign, Habermas located sovereignty in the rational public sphere between civil society and the state. However: “On account of its anarchic structure, the general public sphere is, on the one hand, more vulnerable to the repressive and exclusionary effects of unequally distributed social power, structural violence, and systematically distorted communication than are the institutionalized public spheres of parliamentary bodies. On the other hand, it has the advantage of a medium of unrestricted communication. Here new problem situations can be perceived more sensitively, discourses aimed achieving self-understanding can be conducted more widely and expressively, collective identities… can be articulated with fewer compulsions than is the case in procedurally regulated public spheres. Only in an egalitarian public of citizens that has emerged from the confines of class and thrown off the millennia-old shackles of social stratification and exploitation can the potential of an unleashed cultural pluralism fully develop—a potential that no doubt abounds just as much in conflicts as in meaning-generating forms of life. But in a secularized society that has learned to deal with its complexity consciously and deliberately, the communicative mastery of these conflicts constitutes the sole source of solidarity among strangers….” (Habermas 1996, 307-308)

154

Deliberation in the public sphere requires then first the establishment of a Communist utopia, the homogenisation of society and the generation of classless secularized society. Unfortunately, the totalitarian power required for such radical egalitarian transformation of society, to allow the emergence of “authentic complete democracy” has never been used for that purpose. Once any group achieves totalitarian power, it corrupts and uses it for its own benefit. The Jacobins first excluded from discussion in the name of deliberative democracy the special interests, the upper classes and the clerics; when that was considered insufficient, they decapitated them, when that proved yet insufficient they proceeded to decapitate other classes and special interests, culminating with themselves. Other theories proposed different and sometimes more moderate lists of necessary conditions for deliberative democracy. These lists mention often inclusion of all concerned, their equality and so on (e.g. Bohman 1996, 16). The exact details of the lists of democratic prerequisites and the ensuing debates among theorists of deliberative democracy about the best lists are not important when compared with their salient companion, the centralized revolutionary political power necessary for attempting to implement those lists. Young’s Deliberative Dilemma Young (1990, 91-95) criticized Gutmann’s claim that “distributive fairness is a necessary condition for institutions of democratic participation.” (Ibid 93) Young, who emphasized the significance of “difference” and pluralism did not consider the abolition of personal or group interests and their replacement with the general will prerequisites for deliberative democracy. However, Young also favoured the egalitarian transformation of private corporations and state bureaucracies, as well as legislative and executive institutions necessary for deliberative democracy: “The leverage of inequality that allows participatory processes to favour the will of the stronger… is often traceable to… authority and power…. If constitutional democracy restructures all institutional forms, and not merely institutions now falling under public policy decisions, then people are less likely to be powerless to express their voice in any one forum.” (Ibid 94) Young considered Gutmann’s demand for economic equality as a necessary condition for deliberative democracy insufficient because economic egalitarianism does not eliminate other forms of inequality by which groups are stereotyped, silenced or marginalized. Young, unlike Gutmann, did not consider what should happen if a cycle of deliberation and distributive justice does not result in increased egalitarianism. Like the Jacobins at the beginning of the Revolution, Young was sure of the direction of the process and that any unbiased deliberative forum would agree with her concept of distributive justice. Despite their different philosophical assumptions, eventually both Gutmann and Young demanded radical egalitarianism prior to true democratic deliberation. Still, Young gripped the horns of the deliberative democratic dilemma when she wrote: “To suggest that the institutionalization of participatory processes should wait upon the achievement of distributive justice… is not only to postpone such democratization into an indefinite utopian future, but to make the achievement of distributive justice equally unlikely. On the other hand, weakening relations of domination so that persons have greater institutionalized opportunity to participate in discussion about the making of decisions that affect them itself is a condition for achieving greater distributive fairness…. Economic equalization and democratization… foster one another and should occur together to promote social justice.” (Ibid) Later, Young still considered justice, institutions that prevent oppression and domination, a precondition for true democracy. Writing at the close of the 20th century, she had no hesitation to 155

state that “Political actors can try to impose their idea of more just conditions through authoritarian or revolutionary force. I would not say that trying to do so is always wrong, but only rarely is it a live option. The use of undemocratic means to try to create conditions of greater freedom from social and economic domination and possibilities for self-development for more people, moreover, itself carries risks of producing or reinforcing injustice.” (2000, 35) I doubt many residents of Eastern Europe, East Asia and parts of Latin America would agree that ideologically egalitarian and democratic authoritarianism is rarely a live option and that such authoritarianism merely “carries risks” and is not always wrong. Though equivocal in her rejection of revolutionary egalitarian authoritarianism, Young relinquished the requirement for homogenization to endorse a normative politics of difference, anarchic deliberation where differences contribute to a more objective and just discussion. “In a decentered model of deliberative democracy… the democratic process cannot be identified with one institution or set of institutions…. Rather, the process of communication that give normative and rational meaning to democracy occur as flows and exchanges among various social sectors not brought together under a unifying principle…. There is no final moment of decision…. The normguided communicative process of open and public democracy occurs across wide distances and over long times….” (Young 2000, 46) These politics of difference would transcend the oligarchic demand for homogenisation by a managerial class prior to deliberation. However, politics of difference do not represent a form of institutional deliberative democracy as the deliberation advocated here would not be conducted according to enforceable rules. Rather, this amounts to not much more than a more considerate and sometimes polite version of ordinary contemporary democratic politics, where opposing sides listen to each other and appeal to moral and just considerations beyond their particular interests. This politics is not even strictly deliberative as it would necessarily involve compromise and voting to resolve issues. Young was certainly aware of the oligarchic dilemmas of institutional deliberative democracy that Rousseau, Habermas, Gutmann and others seem to have ignored. However instead of offering a version of institutional deliberative democracy that is not oligarchic, her writings display a to and fro movement from a version of institutional deliberative democracy that is just as oligarchic, indeed authoritarian, as that of her predecessors, and a normative recommendation for democratic deliberation that is non-oligarchic and celebrates difference, but is also anarchic, not institutional, and not quite deliberative either. Democratizing Deliberative Democracy There are indications that the oligarchic tendencies in institutional deliberative democracies are very common. Oligarchic deliberative democracy was promoted theoretically explicitly in the U.K by Wilsdon and Willis (2004) of the Demos Institution. They suggest that the problem with acceptance of new technologies is anarchic deliberative democracy. Instead, they advocate what I call “pre-emptive democracy,” they call for state initiation of public discourse “upstream” to dominate and determine the terms of public discourse to generate the desired results. However disingenuous this misinterpretation of Foucault’s discourse analysis is, the manipulative intended use of deliberative democracy by the state is clear. As Goodin and Dryzek (2006, 221-222) put it: “[T]here is an element of self-selection in all deliberative microcosms: citizens must agree to participate, and many decline… Yet these designs remain very different from those that rely completely on self-selection, which are likely to attract only strong partisans.” 156

It is difficult to make precise estimates of the frequency and levels of oligarchic manipulation in minipublics because many of the accounts of really existing deliberative democratic exercises, composed by advocates of deliberative democracy are coy when it comes to providing relevant information for evaluating oligarchic tendencies: The level of partisan self-selection, the identity of the organizers and their agenda, the sources of funding for the exercise and their reasons, the selection process of the deliberators, the structure of flow of information to the deliberators and who controlled it, who set the rules of deliberation, who enforced them, and how did the rules affect the outcome? It may be possible to reduce or even neutralize the oligarchic tendencies of deliberative democracy by a wise institutional design. No institution can regulate itself. Therefore institutions must check and balance each other. A constitutional model may admit institutional deliberative democracy while preventing it from corrupting into an oligarchic indoctrination/ education system, a pre-emptive democracy. I do not know of such a design, but I cannot exclude its possibility. I can only illustrate how such a design may look like by suggesting a few measures that may limit the oligarchic tendencies of institutional deliberative democracy, though they fall far short of eliminating them: Boy (2004) recommended complete transparency, filming the conference, and having the film available on demand. External evaluation is another type of control. But these measures were obviously insufficient in the French case. Avoiding the self-selection of the deliberators may require the introduction of a compulsive jury duty-like system. The steering committee and organizers should be weakened in relation to the deliberators, for example, by having the deliberators elect the steering committee rather than the other way round, or having an established distribution of members of steering committees according to estates such as scientists, social scientists, humanist scholars, entrepreneurs, politicians, migrant workers and people who run hardware stores and therefore know best how everything works. The minipublic may be empowered by deciding itself how long it needs to come to grips with a complex issue and deliberate. Currently, steering committees of consensus conferences have virtually unlimited time to plan while the deliberators have only three weekends. The lay panel may be empowered to select its own moderator, and its own list of questions within a topic. Democracy in general, deliberative democracy included, is not a process for optimal decision making. It is however a superior process for correcting political mistakes or poor decisions after they had been made. Whereas tyrannies are unable to admit, let alone correct, their mistakes, democracies can recognize and replace failed policies and elected officials, at least eventually. However, in the short history of consensus conferences, I know only of a single case (the Norwegian consensus conference about GMF) of reconvening subsequent consensus conferences on the same issue with the same or different panellists that allow them to correct their own mistakes or the mistakes of previous panels, given new information, most notably about the effects of previous recommendations. The quality of a series of panels may well be higher than that of any single one. Such measures could mitigate some of the oligarchic tendencies of institutional deliberativedemocracy. They should contribute to the separation of democratic deliberation from adult education. However, these measures fall far short of neutralizing the oligarchic tendencies I have detected. Whether it is possible to overcome oligarchy to achieve pure deliberative democracy and what institutional shape such deliberative democracy might take, I do not know. For now, the definite note of caution that emerges from this research is to be wary of falling back into the Jacobin and Communist political trap that uses a democratic utopia as a bait to ensnarl the politically naïve in the designs of a sophisticated intellectual minority and its revolutionary designs for domination. 157

REFERENCES Bohman, James (1996) Public Deliberation: Pluralism, Complexity, and Democracy, Cambridge MA: MIT Press. Bourg, Dominique (2004), “Chapitre 1- Le cadre juridique et les instruments du Débat public,“ “Chapitre 3 – Democratie representative et democratie participative,“ & „Chapitre 4 – Parlement, conferences de citoyens et determination de l’intérět general,“ in Concertation, decision, environment: Les confernces de consensus: un nouveau mode de deliberation politique? Rapport final (unpublished final report for the French grant agency). Boy, Daniel (2004) “Chapitre 2 – Des modalites Francaises de debat public aux conférences de consensus,“ „Chapitre 5 - Le point de vue des politiques,“ „Chapitre 7 – Genese de la Conférence de 1998 en tant qu’object politique,“ &“Chapitre 8 - Les conférences de consensus : modes d’emploi“ in Concertation, decision, environment: Les confernces de consensus: un nouveau mode de deliberation politique? Rapport final (unpublished final report for the French grant agency). Friedman, Jeffrey (2000) After Democracy, Bureaucracy? Reply to Ciepley. Critical Review, 14, 113-137. Goodin, Robert E. & Dryzek, John S. (2006) “Deliberative Impacts: The Macro-Political Uptake of Mini-Publics,” Politics and Society, 34 No. 2, 219-244. Gutmann Amy & Thompson Dennis (1996) Democracy and Disagreement, Cambridge MA: Harvard University Press. Gutmann Amy & Thompson Dennis (2004) Why Deliberative Democracy? Princeton: Princeton University Press. Habermas, Jürgen (1990) Moral Consciousness and Communicative Action, trans. Christian Lenhardt & Shierry Weber Nicholson, Cambridge MA: MIT Press. Habermas, Jürgen (1996) Between Facts and Norms: Contributions to a Discourse Theory of Law and Democracy, trans. William Rehg, Cambridge MA: MIT Press. Przeworski, Adam (1998) “Deliberation and Ideological Domination,” in Jon Elster ed., Deliberative Democracy, Cambridge: Cambridge University Press, 140-160. Rousseau, Jean-Jacques (2001) Du contrat social, Paris: Flammarion. Rescher, Nicholas (1993) Pluralism: Against the Demand for Consensus, Oxford: Oxford University Press. Talmon J. L. (1970) The Origins of Totalitarian Democracy, New York: Norton. Wilsdon James & Willis, Rebecca (2004) See-Through Science: Why Public Engagement Needs to Move Upstream, London: Demos Institute. http://www.demos.co.uk/catalogue/ paddlingupstream/ Press.

Young, Iris Marion (1990) Justice and the Politics of Difference, Princeton: Princeton University Young, Iris Marion (2000) Inclusion and Democracy, Oxford: Oxford University Press.

158

DELIBERATIVE DEMOCRACY IN DIVIDED SOCIETIES: CASE STUDIES OF DELIBERATIVE POLLING®1 IN BULGARIA AND NORTHERN IRELAND

Alice SIU* ABSTRACT Democracy can be difficult to achieve in divided societies. Thus, with conflicts and tensions entrenched in communities, can deliberative democracy be achieved in divided societies? And, if so, what would it look like? In divided societies, some members are unwilling to speak to each other or even walk on the same side of the street with one another, so can we expect people to have mutual respect for one another? This paper explores an innovative method of public consultation called Deliberative Polling that has been used to gather microcosms of towns, cities, countries in the US and abroad and even, the entire European Union. This paper presents two Deliberative Polling projects conducted in divided societies and discusses the results and impacts of these deliberative projects. Keywords: deliberation, divided societies, deliberative democracy, democratic governance, public participation DELIBERATIVE DEMOCRACY IN DIVIDED SOCIETIES: CASE STUDIES OF DELIBERATIVE POLLING®2 IN BULGARIA AND NORTHERN IRELAND Introduction In divided societies, where ethnic and religious conflicts are entrenched in communities, many would agree that these societies would be unlikely places for deliberative democracy. In many societies, conflicts and tensions have grown so strong and spread so deep over time that some members of these societies may be unwilling to even be in the same room. But, even if people do come to table, they may not trust and respect each other, which may potentially make matters worse. However, what if ordinary citizens were placed in a structured environment, where citizens engaged in moderated discussions with balanced information from these divided societies? Would they be willing to deliberate? What would be the result of such deliberations? This paper examines two deliberative projects in divided societies using Deliberative Polling, a structured public consultation method. The first project was conducted in Bulgaria, where citizens examined social policies toward the Roma. The second project was conducted in Northern Ireland, where citizens deliberated on whether to integrate schools for Catholic and Protestant children in Omagh. This paper begins with a discussion of Deliberative Polling and the conditions by which the participants in these divided societies deliberated. Then, this paper discusses in detail each of these deliberative projects and its resulting impact on these divided societies. Deliberative Polling is a registered trade mark of James S. Fishkin. All income from the trade mark is used to support activities and research of the Center for Deliberative Democracy at Stanford University. Please visit the CDD website for more information: http://cdd.stanford.edu * PhD, Associate Director, Center for Deliberative Democracy, Stanford University Deliberative Polling is a registered trade mark of James S. Fishkin. All income from the trade mark is used to support activities and research of the Center for Deliberative Democracy at Stanford University. Please visit the CDD website for more information: http://cdd.stanford.edu 2 Deliberative Polling is a registered trade mark of James S. Fishkin. All income from the trade mark is used to support activities and research of the Center for Deliberative Democracy at Stanford University. Please visit the CDD website for more information: http://cdd.stanford.edu 1

159

Deliberative Polling: An Innovative Public Consultation Method Deliberative Polling is a scientific and deliberative public consultation method that attempts to identify what the public would think if they were informed. Conventional methods of gathering public opinion represent “top of the head” opinions or impressions based on soundbites and headlines (Fishkin, 1995). Furthermore, as a result of what social scientists call “rational ignorance”, the general public has little incentive to invest time acquiring information about or confronting public policy issues (Downs, 1957). Thus, when conventional pollsters query citizens about their opinions, pollsters are not only likely to gather “top of the head” opinions, but also phantom opinions, and opinions based on selective sources (Fishkin, 1995). First, phantom opinions are opinions that do not actually exist. The best example of phantom opinions is from the experiment conducted by George Bishop at the University of Cincinnati (Bishop, Oldendick, Tuchfarber and Bennett, 1980). Bishop and his team decided to poll citizens about a nonexistent legislation called the Public Affairs Act of 1975. Even though this piece of legislation was fictional, a large percentage of citizens who were polled still expressed their support or opposition toward this Act. In addition, to celebrate the twentieth anniversary of this fictional piece of legislation, the Washington Post decided poll the public again (Fishkin, 1995). This time the Washington Post not only asked respondents about the Act, but also indicated either President Clinton wanted to repeal the Act or the Republican Congress supported the Act. Not surprisingly, respondents expressed their views towards this fictional Act and perhaps, some respondents expressed their opinions based on cues about the position of the President or Congress. The second issue with conventional polling is that people tend to be selective about their information sources, whether it is information from television, internet, or friends. Thus, conventional opinion polls will gather biased public opinion rather than considered opinions that have weighed balanced information. The process of Deliberative Polling is designed to provide participants with an environment to engage in balanced and moderated deliberations (Fishkin, 1995). The process includes random sampling, pre and post questionnaires, moderated small group and plenary discussions and Deliberative Polling events are typically held over a weekend. In order for results of the process to be scientifically representative, participants in the Deliberative Polling process are selected through scientific random sampling, this way everyone has an equal chance of being selected. Participants who are selected are asked to complete a baseline survey with questions relevant to the discussion topics and afterwards, participants receive balance briefing materials that have been prepared and approved by an advisory and/or stakeholder committee. At the event, participants are randomly assigned to small groups of 12-15 persons and in these small groups, moderators are present to ensure participants engage in deliberations equally. Following small group discussions, groups are convened in a plenary session where experts and policymakers answer questions that are developed in each of the small groups. The plenary sessions are not a platform for experts and policymakers to make speeches or lecture participants rather, the session is used for participants to seek concise answers to their questions. Before participants depart the event, participants complete a final questionnaire to capture their opinions after balanced deliberations. The method of Deliberative Polling has been conducted in the US and abroad, in industrialized and developing countries, and on a variety of issues that are pertinent to civil society and democratic governance. (Please see Appendix for a timeline of Deliberative Polling projects.) Results from past Deliberative Polls have consistently shown significant attitude changes and

160

knowledge gains (Luskin, Fishkin and Hahn, 2007). Moreover, many Deliberative Polls have made significant policy impacts (Luskin, Fishkin and Plane, 1999; Fishkin, He, Luskin and Siu, 2006). For example, in Rome, Italy, citizens deliberated about health care costs and the issue of excessive number of empty hospital beds. Prior to deliberations, less than half of the participants supported the elimination of hospital beds, but, after deliberations, almost two-thirds of participants supported the decrease in the number of empty hospital beds and to redirect resources to other vital healthcare needs. More information on this Deliberative Poll can be found at http://cdd.stanford.edu/polls/italy. The Deliberative Polling process allows participants to not only understand and discuss issues, but also allows participants to weigh the merits of arguments from opposing sides. After deliberations, participants still may not agree with their opposition, but, by developing considered opinions, participants could begin to understand their opposition and perhaps, develop public policies that are agreeable to everyone. Case One: Examining the policies toward the Roma in Bulgaria As in many other European countries, the Roma in Bulgaria face discrimination in employment, education, and in society in general. Thus, in April 2007, the Centre for Liberal Strategies and its partner organizations, Alpha Research and the Open Society Institute in Sofia, conducted a national Deliberative Poll in Bulgaria to discuss the policies of housing, crime, and education toward the Roma. The Center for Deliberative Democracy at Stanford University advised the organizers of this event. In examining the participants and results of this event, this discussion will first detail the representativeness of the participants and then address the results and impacts of this event. A report and press coverage for this Deliberative Poll can be found at http://cdd.stanford. edu/polls/bulgaria. Through scientific random sampling, Alpha Research selected 1344 people to complete a baseline questionnaire for this event and of these respondents, 255 people participated in this two-day Deliberative Polling event from April 14th to 15th. In comparing the participants and nonparticipants (people who did not come to the event), there were a few demographic differences. Participants were somewhat more educated than non-participants, 24 percent of participants had college degrees versus 17 percent of non-participants. With regards to occupation, more white-collar workers participated in the event, 30 percent versus 20 percent for non-participants and less retired people participated, 21 percent versus 31 percent for non-participants. There were no significant differences between participants and non-participants in terms of age, gender, marital status, and religion. It is important to point out that there were more Roma participants on the day of the event, about 10 percent of participants were Roma, while only 5 percent of non-participants were Roma. Please see Appendix B for a table that details the demographics of participants and non-participants for this Deliberative Poll. After deliberations, participants’ views towards the disadvantaged changed significantly. Prior to deliberations, about 9 percent of participants felt that “the government should do more to help the poor and disadvantaged in Bulgarian society”, but, after deliberations, 41 percent of participants supported this view, an increase of over 30 percent. Furthermore, when asked specifically about government assistance for the Roma, participants became more supportive of such assistance post deliberations. Across all three policy issues, participants moved in the direction of more integration with

161

the Roma after deliberations. In terms of housing policies toward the Roma, participants became less supportive of the Roma living in separate neighborhoods, support decreased from 45 percent to 21 percent, a change of 24 percent. Post deliberations, more participants thought that “the majority of the Roma do not have resources to build or buy their own houses” and at the same time, more participants gave support for the government to “help people living in illegal housing to get and repay loans to build new houses.” Participants’ opposition toward surrounding the ghettos by walls grew slightly, but more participants came to agree, after deliberations, that the Roma neighborhoods breed crime and diseases that affect everyone. The deliberations on crime and the Roma revealed that participants became more in favor of employing more Roma in the judicial and law enforcement systems. Support for increasing the number of Roma police officers went from 32 to 56 percent and for more Roma employees in the Court, support increased from 26 to 45 percent. Furthermore, participants decreased support for ethnic profiling, that is stopping and checking people just because they are Roma. With regards to education policies, participants felt that integration of schools is necessary. After deliberations, fewer participants believed that Roma schools should be preserved. In fact, participants thought that most Bulgarians and most Roma would not be supportive of preserving Roma schools. Post deliberations, over 65 percent of participants felt that “Roma schools should be closed and all the children should be transported by buses to their new school”, compared to 42 percent before deliberations. However, participants are concerned that Roma children would be “reluctant to attend school because they don’t know enough Bulgarian language and culture.” In terms of participants’ knowledge regarding these three policy issues, participants were asked to answer ten knowledge questions. These multiple choice questions included the percentage of Roma prisoners, the religious affiliation of the Roma, quotas for university admissions, and percentage of suspects that are Roma. Overall, participants’ knowledge increased about 8 percent, from 21 to 29 percent. The answers to these knowledge questions were available in the briefing materials that were given to the participants and were pertinent to the deliberations. The results presented thus far from this Deliberative Poll demonstrate that deliberation in a divided society is not only possible, but also capable of shifting people’s opinions and perspectives on difficult policy issues. Participants in this event gained a better understanding of the current policies and its effects toward the Roma. With unbiased information, participants were able to reconsider their opinions and determine what types of policies would be better for the Roma and for society as a whole. In fact, after deliberations, participants felt more strongly that “better relations between Roma and other Bulgarians will only come through more mixing of the two communities.” The majority of participants highly valued this event, over 70 percent of participants felt the “event as a whole” was extremely valuable. This deliberative event was not only valued by the participants, but also by the Prime Minister, Sergei Stanishev. In the Prime Minister’s closing remarks, he said “The national Deliberative Poll is something brand new for Bulgarian society and in Bulgarian politics. It is very important…to implement this method to get public support for other crucial or divisive issues in Bulgarian society.” In addition, he added, that “The Deliberative Poll is a mini referendum which has to be applied for key decisions also in other areas such as education or health care reform because this method allows for a deeper knowledge of the essence of the issues, for possible ways to resolve these issues, and for the policies and actions which the institutions should undertake with the support of the society.” These closing remarks by the Prime Minister demonstrated the potential 162

impact this deliberative event will have on policies toward the Roma. Case Two: Discussing the integration of schools for Protestant and Catholic children in Northern Ireland In Northern Ireland, there is a long history of conflict between Protestants and Catholics. The topic of education is even more sensitive as it involves school-age children and their interactions in such a deeply divided society. The organizers of this Deliberative Poll were a team of researchers from Newcastle University, School of Education at Queen’s University Belfast and the Center for Deliberative Democracy at Stanford University. But, to have a truly balanced and informative discussion, many partners were involved in this project including, the Council for Catholic Maintained Schools, Northern Ireland Council for Integrated Education, and the Department of Education. This Deliberative Poll was a local event held in Omagh County Town of Tyrone. The organizers selected Omagh in particular because Omagh was a good representation of Northern Ireland and because of recent declines in school enrollment Omagh was likely to engage in discussions about next steps regarding its educational system (Fishkin, Gallagher, Luskin, McGrady, O'Flynn and Russell, 2007). Participants in this Deliberative Poll discussed a few education issues: changing the school system, collaboration between schools, and collaboration between denominations. In examining this deliberative project, we will first discuss the participants and non-participants for this event, and then, we will detail the results and impacts of this Deliberative Poll. Please note that a report and press coverage of this Deliberative Poll at http://cdd.stanford.edu/polls/nireland. For this one-day deliberative event in January 2007, IPSOS-MORI conducted a baseline survey for 565 people and of those respondents, 124 people participated in the event. Participants and non-participants in this Deliberative Poll had no significant demographic differences. The average age for participants was 40.7 years and for non-participants, 40.0 years and there was no difference in the average age of full-education completion, 17.9 years for both participants and non-participants. There were no significant differences between participants and non-participants for marital status, employment, gender, religion, and number of school-age children. It is important to note that more women participated in this event than men, about 76 percent of participants were women. Please see Appendix C for a detail representativeness table for this Deliberative Poll. Unlike the Bulgarian Deliberative Poll, the results for Northern Ireland did not tend consistently toward an integrationist perspective. In examining the changing of the school system, participants did become more supportive of changing the status quo. Post deliberations, participants showed less support for “keeping the traditional pattern of schools for ages 11-18 and ages 11-16” and “retaining all school types currently in the Omagh area.” In terms of collaborations among schools, in general, participants became more supportive of collaboration. The majority of questions on this issue did not change statistically significantly, but tended toward the position of more support for collaboration. That is, after deliberations, participants increased support for schools to share “facilities like a technology lab or a sixth form” and for students to travel “to nearby schools for subjects unavailable at their own” school. With regards to sharing a campus, participants became more opposed to the idea, even if a shared campus would retain distinct identities. Participants’ attitudes towards mixed education and collaboration between denominations moved in the direction of collaboration and mixed education, but changes were not statistically 163

significant. On a scale from 0 to 1, with 1 being more supportive of mixed education and denominational collaborations, participants’ position that “mixed education promotes mutual respect and understanding” were at .796 prior to deliberations and at .794 after deliberations. Participants maintained their support for mixed education. Participants’ positions were high and remained high for issues such as “increasing the number of formal integrated schools”, having children attend schools with balanced religious enrollment, and requiring schools to partner with “the closest neighboring schools, regardless of religious composition.” However, despite much support for mixed education, one question did receive less support after deliberations, and that is, “requiring unmixed schools to partner with a school with children of a different religion,” support for this question decreased from .650 to .622, on a 0 to 1 scale, with 1 being more supportive of collaborations between denominations. Like the Bulgarian Deliberative Poll and consistent with all past Deliberative Polls, participants experienced significant knowledge gains, a 7 percent overall increase. A total of 7 knowledge questions were asked and the questions included, the percentage of decreased enrollment in Omagh schools, funding for older students, and identifying the official employer for teachers in voluntary grammar schools. Among these seven questions, the question regarding school funding for older students experienced the most increase, from 23 percent to 79 percent, a 56 percent increase. In a forthcoming paper from the organizers of this Deliberative Poll, the authors examine the attitudinal differences between Catholic and Protestant participants (Fishkin, Luskin, O'Flynn and Russell, Forthcoming). The authors found that there were no attitudinal differences between Catholic and Protestants participants, meaning participants, regardless of religious background, felt the same way about these education issues. Furthermore, this paper examined how favorable, open to reason, and trustworthy participants felt toward Catholics and Protestants. The changes pre and post deliberation for how favorable participants felt of Catholics and Protestants did not change significantly. Catholic participants felt Protestant participants were slightly less favorable after deliberations, but the mean remained high at .770 after deliberations, with 1 being more favorable. Protestant participants felt Catholic participants became more favorable as well, with a post deliberation mean of .663. Post deliberations, Catholics felt that Protestants were more open to reason, on a 0 to 1 scale, with 1 being more open to reasons, Catholic participants were at .540 before deliberations and increased to .696 post deliberations. In regards to trustworthiness, Catholic participants felt Protestant participants were more trustworthy after deliberations, the mean prior to deliberations was .658 and increased to .723 after deliberations. As for Protestant participants’ views of Catholic participants, Protestant participants also felt that Catholic participants were more open to reason and trustworthy post deliberations. The post deliberation mean for open to reason was at .616 and for trustworthiness at .763. In general, Catholics and Protestants developed much better impressions of each other after deliberations, which make it much easier to have conversations on sensitive issues. Discussion and Conclusion The Deliberative Polling projects discussed in this paper demonstrate that deliberative discussions are attainable in divided societies. Organizers of both projects found that participants were fully capable of sharing their viewpoints and respecting the opinions of others, regardless of ethnic or religious background. The process of these Deliberative Polls did not completely change the minds of participants or force participants to come to any type of consensus. Rather, this was 164

an opportunity for citizens across deep divides to learn about the facts of the situation and issues at hand and weigh competing arguments presented by the briefing materials, fellow participants, and from experts and policymakers. As revealed in the results, participants changed their minds after deliberations – some changes were in the direction of integration, while others were in the opposite direction. But, nevertheless, participants began to understand each other and value the importance of discussion with one another. Furthermore, through these deliberations, participants experienced significant knowledge gains, which is very important because we want to know that participants are developing opinions based on correct information. These Deliberative Polling projects brought the communities in these divided societies closer and in particular, in the case of Bulgaria, the endorsement and support from the Prime Minister shows that the deliberations held in April 2007 will only be the beginning of deliberative democracy in Bulgaria.

REFERENCES Bishop, George F., Robert W. Oldendick, Alfred J. Tuchfarber, and Stephen E. Bennett. "Pseudo-Opinions on Public Affairs." The Public Opinion Quarterly 44, no. 2 (1980): 198-209. Downs, Anthony. An Economic Theory of Democracy. New York: Harper and Row, 1957. Fishkin, J. S. The Voice of the People: Public Opinion and Democracy. New Haven: Yale University Press, 1995. Fishkin, J. S., T. Gallagher, R. C. Luskin, J. McGrady, I. O’Flynn, and D. Russell. “A Deliberative Poll on Education.” 2007. Fishkin, J. S., B. He, R. C. Luskin, and A. Siu. “Deliberative Democracy in an Unlikely Place: Deliberative Polling in China.” 2006. http://cdd.stanford.edu/research/papers/2006/chinaunlikely.pdf. Fishkin, J. S., R. C. Luskin, I. O’Flynn, and D. Russell. “Deliberating across Deep Divides.”, Forthcoming. Luskin, R. C., J. S. Fishkin, and K. S. Hahn. “Deliberation and Net Attitude Change.” Paper presented at the ECPR General Conference, Pisa, Italy, September 6-8,2007 2007. Luskin, Robert C., James S. Fishkin, and Dennis L. Plane. “Deliberative Polling and Policy Outcomes: Electric Utility Issues in Texas.” In Association for Public Policy Analysis and Management. Washington D.C., 1999.

165

Appendix A: Timeline of Deliberative Polling Projects

166

B: Representativeness for Bulgarian National Deliberative Poll

  Age (in years) Gender (Female)

Participants (%) 45.6 42

Non-Participants (%) 48.6 42

Education University Degree College Secondary Primary No Degree

  24 5 15 2 0

  17 5 22 4 1

Ethnicity Bulgarian Turk Roma Other Ethnicity

  82 7 10 1

  82 11 5 1

Marriage Single Married Living With Partner Divorced Widowed

  20 59 3 9 9

  17 65 3 4 11

Religion Orthodox Catholic Muslim Other Religion Non-Believer

  79 2 13 0 5

  77 1 14 0 8

Work Blue Collar Student White Collar FreeLancer Self-Employed Farmer Unemployed Retired Other Top Management

  19 7 30 3 2 1 14 21 4 3

  21 5 20 3 3 2 12 31 3 3

167

168

Middle Management Non-Managerial Do Not Work

11 44 40

9 39 47

Income Less than 50 Bgn 51 to 100 Bgn 101 to 150 Bgn 151 to 200 Bgn 201 to 300 Bgn More than 301 Bgn

  8 15 23 18 22 11

  6 25 22 16 15 11

N

255

1089

Appendix C: Representativeness for Northern Ireland Deliberative Poll in Omagh

Non-participants (%)

Participants (%)

Gender (Female)

69.1

75.8

Age (in years)

40.0

40.7

Religion Catholic Protestant

69.4 26.1

63.7 33.1

Marital Status Single Married/Living as Married Separated/Divorced/Widowed

10.8 77.2 12.0

10.5 75.0 14.5

42.6 16.4 2.9 0.0

38.7 19.4 1.6 0.8

6.5

8.1

29.3

31.5

2.0

0.0

Employment Full-time Part-time/ On gov’t training program Seeking work Student Retired/Not working/Permanently sick or disabled Looking after home/Caring for elderly or disabled person Other

169

Spouse’s Employment Full-time Part-time/ On gov’t training program Seeking work Student Retired/Not working/Permanently sick or disabled Looking after the home/Caring for an elderly or disabled person Other

66.5 12.0 3.2 0.0

66.0 9.6 3.2 0.0

8.0

11.8

9.2

8.6

1.1

1.1

18.8

19.5

5.2

2.4

10.2

13.0

29.9

31.7

6.1 21.7 7.9

4.9 22.0 6.5

No. of school-age children

2.0

2.2

N

441

124

Education Degree level or higher btec (higher), bec (higher), tec (higher), hnc, hnd gce ‘a’ level including nvq level 3) gcse (w/nvq level 2), gce ‘o’ level, btec (national),tec (nat’l), onc, ond cse (other than grade 1) no formal qualification other answers

170

IV. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE KURAMSAL VE UYGULAMALI YAKLAŞIMLAR

DEMOKRASİDE ÇATIŞMANIN MÜZAKERE YÖNTEMİ İLE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ VE ‘BOSTON ON NOKTA KOALİSYONU’ ÖRNEĞİ ÜZERİNE

Hatice Nur ERKIZAN* Cahillik demokrasi için en büyük tehlikedir. ÖZET Bu makale demokrasiye ilişkin problemleri tarihsel, kültürel ve felsefi bağlamda yeniden ele alıp değerlendirmeye çalışır. Demokrasiye yönelik eleştirileri dışsal ve içsel olarak tanımlar. Demokrasinin zorunlu olarak çatışmaya götürmediği düşüncesini kabul etmekle birlikte demokratik erdemlerin veya etik değerlerin yokluğunda onun bozuluş veya çöküşe yazgılı olduğunu ifade eder. O nedenle; bugün gittikçe büyüyen problemlerle karşı karşıya kalan liberal demokrasinin dönüştürülmesi bakımından müzakereci demokrasi yaşamsal bir öneme sahiptir. Anahtar Kelimeler: demokrasi, çatışma, demokratik erdemler, müzakere, dönüştürme, felsefe, tarih ABSTRACT Ignorance is the biggest threat to democracy. This articles tries to re-evaluate the problems of democracy in relation to historical, cultural and philosohical context. It defines the objections against democracy as external and internal refutations. It is argued that democracy does not necessarily lead to conflict in society. But nevertheless it is not immune from it for in the absence of democratic virtues or ethical values democracy is bound to degenerate if not collapse. Therefore; deliberative democracy is vital for transformation of democracy today in the face of growing enormous problems of liberal democracy. Key Words: democracy, conflict, democratic virtues, deliberation, transformation, philosophy, history DEMOKRASİDE ÇATIŞMANIN MÜZAKERE YÖNTEMİ İLE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ VE ‘BOSTON ON NOKTA KOALİSYONU’ ÖRNEĞİ ÜZERİNE Demokratik bir toplumda yaşama ilişkin farklı kavrayışların ve bu kavrayışlar doğrultusunda biçimlenen farklı yaşama formlarının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu ise çatışma ve onun her türden türevlerinin demokrasinin neredeyse doğal bir uzanımı olduğu düşüncesini gizil ama güçlü bir biçimde içerir gibidir. Platon demokrasinin içerdiği bu çatışma potansiyelini görerek homojen bir toplumun yaratılmasının çatışmayı önleyeceğini söyleyerek çoğulcu ve açık bir topluma karşı çıkmıştı. Mükemmel aklın temsilcileri ve özneleri olarak filozofları gören Platon halkın kendi kendisi hakkında düşünemeyeceğini ve de bundan dolayı da kendini yönetemeyeceğini iddia etmişti. Bu bakımdan Platon’u demokrasi eleştirisi yapan, hatta en sert şekilde yapan ilk filozof olarak tanımlamak çok da doğru değildir; çünkü, çok daha önce Herakleitos şöyle demişti: Eğer eşeğe altın ve samanı sunarsanız, eşek hiç kuşkusuz samanı tercih edecektir ( Barnes, 1987: 116; 110). * Doç. Dr., Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi 171

Bu noktada şu soruyu sormak gerekmektedir: Gelmiş geçmiş filozofların en büyükleri arasında sayılan ve bugün hala düşüncelerine sık sık başvurulan bu kişileri demokrasiye karşı bu kadar eleştirel ve acımasız kılan ne idi? Bu sorunun yanıtı uzun, tartışmalı ama bir o kadar da önemlidir. Bana göre; burada en önemli nokta gerek Herakleitos ve gerekse Platon açısından demokrasinin hiçbir erdeme epistemik ve etik alan bırakmamış olmasıdır. Hiçbir değerin olmadığı bir toplumda ise bizzat politikanın güvenliği tehlikede olacağı gibi demokrasinin de yaşaması olanaksızlaşır. Nitekim öyle de olmuştur. Atina demokrasisi büyük bir gürültüyle çökerek yerini çok uzun yıllar sürecek olan tiranlıklara bırakmıştır. Şimdi konumuz Antik Yunan demokrasisinin çöküşü değil ve zaten onu burada ele almak hem zaman ve hem de ele aldığımız konu bakımından çalışmanın sınırlarını aşar. Ama işaret etmek istenilen nokta şudur: Günümüzde de aynı Antik Yunan toplumunda olduğu gibi demokrasiye karşı güvensizlik, hoşnutsuzluk ve hepsinden de önemlisi onun insanın refahını ve mutluluğunu sağlayamayacağına ilişkin duyulan derin ama gizli bir inançsızlığın oldukça hızlı denebilecek bir biçimde yayılmış olmasıdır (Sitembölükbaşı, 2005: 139-144). Gerek Avrupa ve Amerika’da ve de gerekse demokrasi ile yönetilen çeşitli ülkelerde kültüre, dine ve çeşitli kültlere dönüş insanın yeni arayışının başvuru adresleri haline gelmektedir. Buna eşlik eden her türden Post-modern söylem ise birbirinin ikiz kardeşi olan relativizmi ve subjektivizmi iki dogma haline getirmektedir. Dogma haline gelen relativizmin ve subjektivizmin aklı red etmesi ise yalnızca doğal bir sonuçtur; çünkü her iki anlayışın temeli de algıya, duyulara dayanan epistemolojik temelli bir ontolojiye dayanır (Nussbaum, 1992: 203-212). Eğer duyularımız bize var olanı farklı farklı gösteriyorsa o zaman bizim tüm insanların kabul edebileceği evrensel hakikatlere ulaşabileceğimizi iddia etmek imkansızdır. Zaten Herakleitos ve Platon da duyularımızın bize hakikati veremeyeceğini, onların bizi aldattığını söylememişler miydi? Bu bakımdan Sofistler (belki Pre-Modernistler de denilebilir; aynı biçimde Post- Modernistler için de Post- Sofistler) aynı kavrayışı paylaşırlar ama farklı sonuca giderler: Eğer duyularımız bize gerçeği veremiyorsa gerçek yoktur; herkesin gerçeği herkese göredir; ve eğer akıl diye bir şey varsa da herkesin aklı herkese göredir. Oysa, aynı değerlendirmeden hareket eden Herakleitos ve Platon farklı sonuçlara ulaşırlar. Onlar duyuların mutlak aldatıcılığını mutlak akıla dönerek aşmayı denerler. Hakikate ulaşmanın yolu aklın kendisinden geçer. Ancak aklı oluş alanı içinde görmenin veya oluş dünyasını anlamanın rehberi olarak tanımlamanın kendisi sorun olarak kalır. Mükemmel akılsal özne olarak filozofları gören Platon oluş dünyasının politik yönetimini onlara bırakır. Yığın akılsal kavrayıştan yoksun ve de anlayışsızdır. Onların eline güç vermek tehlikelidir. Aristoteles Platon’un bu sezgisini “çocukların elinde bıçak tehlikeli olabilir” sözüyle tamamlar. Ama bu kavrayış elbette demokrasinin ontik ve epistemik temelleriyle birlikte her türden ahlaki ve politik meşruiyetini de ortadan kaldırır. Sokrates’in ölüme mahkum edilmesiyle de demokrasi karşıtlığı doruğa çıkar. Her ne kadar Stoa felsefesine kadar kökleri geri gitse de her insanın doğuştan eşit ve özgür olduğu düşüncesi ancak Aydınlanma Felsefesi ile birlikte yeniden yeşerme olanağına kavuşur. İnsana saygı, otonomi ve rasyonel birey anlayışı yeni politik söylemin merkezine yerleşir. Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesi bu yeni kavrayışın uluslararası düzeyde onaylanmasını ifade eder. İnsanın eşitliği ve özgürlüğü düşüncesi bireyin akılsal bir varlık olarak bölünemezliği ilkesine dayanır. Çünkü, özgürlük insanın kendi aklına dayanarak özgür seçim/seçimler yapabilmesini ifade eder. İnsan kendi aklına dayanarak seçimler yapabilir, başkaları ile ilişkilerini kendi aklına dayanarak kurabilir ya da düzenleyebilir. Ancak bu kavrayış ilk zamanlarda son derece büyük umutların yeşermesine neden olmuş olsa da bugün artık aynı iyimser değerlendirmeden söz etmek pek olanaklı görünmemektedir. Liberal demokrasinin, daha doğrusu demokrasinin, meşruiyetinin

172

ciddi bir sorgulama ile karşı karşıya olduğu inkar edilemez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü, liberal demokrasinin egemen olduğu toplumlarda şiddet olayları, eğitim ve fırsat eşitsizliği, etnik ve dinsel gerilimler, yoksulluk, adil olmayan paylaşım ve genel olarak adaletsizlik demokrasiye ve demokratik kurumlara olan inançsızlığı ve güvensizliği arttırmaktadır. Bunun doğal sonucunun demokrasiden kopma olacağını öne sürmek aşırı bir iddia olarak algılanmamalıdır. Çünkü, bugün birçok insanın farkına vardığı ve işaret ettiği şey; demokrasinin karşı karşıya kaldığı bu olumsuz duruma karşı hazırlıklı olunmadığıdır. Buna neden olarak birçok şey söylenebilir, ama bana göre birçok neden arasında en önde geleni liberal demokrasinin neredeyse metafizikleştirdiği atomik birey anlayışıdır. Leibniz’in monadlarını andıran liberal birey sosyal ve politik bir varlık olduğunu unutmuş, özgürlüğünü ve eşitliğini kendi çıkarlarına hapsetmiştir. Liberal birey adeta kendi çıkarları tarafından esir alınmıştır. Burada üzerinde durulması gereken iki önemli nokta söz konusudur: Birincisi demokrasiye karşı yöneltilen ontolojik, epistemolojik, etik ve politik itirazlar ki ben bunları dışsal itirazlar (external refutations) olarak alıyorum. Onları kısaca açıklayalım. ı. Ontolojik itirazlar: Demos, yani halk, hakikatin taşıyıcısı olamaz, çünkü yığındır. Başka bir ifadeyle; o bireyselleşmemiş, biçim almamış bir kitledir. ıı. Epistemolojik itirazlar: Yığın hakikati aramaz, görünüşlerin aldatıcılığı ile ilgilidir ve de onunla yetinir. O nedenle; yığının kararı anlamsız, değersiz ve içi boştur. ııı. Etik itirazlar: Yığın gerçek iyi ve erdemin peşinden değil arzu ve isteklerinin peşinden koşar. Haz ve arzularının peşinden koşanlar ise daha baştan başka şeylerin aracı olmaya hazırdırlar. ıv. Politik itirazlar: Yığın kendi ilgi ve çıkarları doğrultusunda tavır alır. Dolayısıyla; sayısalsiyasal çoğunluk/üstünlük ne hakikati ifade eder ve ne de meşruiyet için bir temel oluşturur (eşek ve altın örneği). Bu itiraz bugün liberal demokrasilere yönelik eleştirilerin başında gelmektedir. Demokrasi bunalımdadır. Geçmişte ona yönelik itirazlar bugün biçimsel açıdan değişmiş olsa da, çeşitlenmiş olsa da, özsel bakımdan aynıdır: güvensizlik ve inançsızlık. Bunun temelinde demokrasinin çeşitli grupların ilgi ve çıkarlarının aracından başka bir şey olmadığı inancı yer almaktadır. Bu ise çok ciddi bir tehlikedir ve demokrasinin geliştiği, yeşerdiği topraklarda çoktan ciddi bir kaygı olarak telakki edilmektedir. Ama ne yazık ki; Ülkemizde bilincin ve bilgeliğin özneleri olarak kendilerini taltif eden entelektüellerin büyük bir bölümü bunun pek farkında görünmemektedirler. Onlar Ağustos böceği gibi şarkılar (demokrasi şarkıları bu durumda) eşliğinde ve tarihsel bilincin yokluğu ile puslanmış zihinlerinin yardımıyla mutlu ve bahtiyar bir biçimde şakımaktalar. İkinci itiraza gelince; onu içsel itirazlar (internal refutations) olarak tanımlıyorum. Bu bizzat demokrasinin kendi uygulanma ve yaşanma biçimlerine denk düşen, deyim yerindeyse, fenomenal var oluşuna yönelik itirazları ifade eder. Çünkü, ben bu tartışmada demokrasinin doğası gereği çatışmayı, yozlaşmayı ve her türden bozuluşu içerdiğini öne süren görüşlere yani birinci türden itirazlar olarak tanımladığım dışsal itirazlara katılmıyorum. Ancak içsel itirazlar çok ciddi bir meydan okuma ile karşı karşıya bırakmaktadır demokrasiyi. Bir bakıma o/onlar bir elmayı ya da bir ağacı içinden kemiren kurtlara benzemektedirler. Ve bana göre, demokrasiyi içten içe yiyip bitirmektedirler. Şimdi; demokratik bir toplumun homojen olamayacağı açıktır. Ancak demokratik toplumun üyeleri bir birey olmaları bakımından, eşit ve özgür olmaları bakımından da homojendir. O nedenle demokrasinin ne mutlak bir homojenliği ve ne de mutlak bir heterojenliği içerdiğini söylemek doğru 173

olmayacaktır. Homojenliğin öğesi akıl ve her insanın kendinde bir töz olarak özne olmasıdır. Heterojenliğin öğesi ise her insanın bir töz olarak ve kendi aklına dayanarak varlığını özgürce kurmaya, yaratmaya yönelmesidir. Demokratik bir toplumda bireyleri tanımlayan akıldır; çünkü her birey kendi aklına dayanarak özgürlüğünü yaratır, tercihlerini oluşturur. Dolayısıyla; demokratik söylemin kendisi aklı paranteze alamaz. Sonra; bireyin bireyliği ancak ve ancak diğer bireylerin varlığı ile olanaklıdır. Yani onun bireyliği ancak diğer öznelerin varlığı ile anlam kazanan ve onu tanımlayan sosyal boyut ile olanaklıdır. Bu noktada Aristoteles’in insanı zoon politikon olarak tanımlaması gerçeklik kazanır. Özetle; metafizik bir birim olarak birey yoktur. Liberal demokrasiyi kendi içinden kemiren şey işte bu temel noktanın yanlış kavranışından sudur ederek çoğalır. Onlar maddeler halinde şöyle ifade edilebilir: I)

Atomik birey anlayışı

II)

İnsanın sosyal-politik bir varlık olarak ihmali

III)

Bireyin sayısal bir birime indirgenmesi, yani sayısal bireycilik ya da aynı anlama gelmek üzere, nominal bireycilik

IV)

Paradoksal bir biçimde bireysel aklın inkarı

V)

Temsil yoluyla bireylerin logos’unun rehin alınması

VI)

Demokrasinin insanın karşılaştığı sorunları çözme ve insanın, insanlığın yeşermesi için bir yol olarak görülmesi yerine çıkarların temsil edilme biçimine ve aracına dönüşmesi

VII)

Farklılıkların bireysel akıl ve eleştiri temelli değil grup veya cemaatler aracılığı ile temsiline izin verilmesi

VIII)

Eleştiri ve daha iyi bir yaşam anlayışına yönelik arayışın yerini sığ relativizme ve banal subjektivizme bırakması (buna kısa yoldan Post-Sofist/Modern söylem de diyebiliriz)

IX)

Eleştirinin retorikle yer değiştirmesi. Tıpkı Pre-Sofistlerde olduğu gibi hakikat arayışının yerini insanın içi boş sözlerle iknasının alması, yani sözün şiddet, çıkar ve manipulasyon aracına indirgenmesi

X)

Edilgin birey anlayışı

XI)

Söylemin saldırı ve savunma sarmalına hapsedilmesi, yani inkar ve suçlama ikiciliği.

XII)

Hakikat (iyi ve doğru anlamında) arayışından vazgeçilmesi

Demokrasi eğer bireylerin aklını vesayet altına alıyorsa çatışma öyle ya da böyle kaçınılmazdır. Bu tek başına demokrasinin yıkılmasında veya çözülmesinde tek başına yeterli bir etken olabilecek kadar güçlüdür. Çünkü; demokrasinin özünü kaybetmesinin temelinde onun üyelerinin nominal bireylere dönüşmesi tehlikesi yatar. Bu ise demokrasinin gerçek varlığından ve içeriğinden kopararak nominal hale gelmesi ile sonuçlanabilir. Bireyin nominal bir birey haline dönüşmesi onun edilgin bir “kitle” olması anlamına gelir. Edilgin tekil kitlelerden oluşan bir toplum demokratik bir toplum olarak adlandırılsa da nominal olmanın ötesine geçemez. Nominal bireyler nominal demokrasinin üyeleri olurlar. Başka bir ifadeyle; “tekil kitlelerden” oluşan bir toplum olsa olsa yığın/kitle demokrasisi oluştururlar. Şimdi; durum böyle ise, hem dışsal ve hem de içsel itirazlardan dolayı demokrasiden umudumuzu kesip ondan vaz mı geçelim? İnsanın insanın kurdu olduğunu

174

düşünüp kendimiz de bu durumda daha güçlü kurt olmanın yollarını mı arayalım? Durum kaygı verici ve ciddi ama umutsuz mudur? Benim buna yanıtım psikolojik bir “evet” değildir. Tarihte insanın insanlığının karardığı anlar kadar parladığı anlar da vardır. Felsefenin İonia topraklarında yeşermesi, köleliğin kaldırılması, cinsiyet eşitsizliğine karşı devasa ve zor ama başarılı mücadele umutlu olmamız için yeter nedenlerdir. Demokrasi düşüncesinin her ne kadar eksik ve ideal olmaktan uzak olursa olsun binlerce yıl önce yeşermesi ve bugüne kadar yaşaması ve yeniden insanın yeşermesinin tek olanaklı yolu olarak görülmesi ve umut edilmesi bu olumlayıcı yanıtın temelinde yer alır. Ama bu umut aklın yeni yanıtlar geliştirmesini talep etmektedir. Burada bulunuşumuz da bu çaba ve arayışın açık bir göstergesi değil midir? Umutlu olmamızın nedenlerinden biri bizzat buradaki birlikteliğimiz olamaz mı? Ben bu arayış içinde bundan sonra ne yapılması gerektiğine ilişkin düşüncelerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Demokrasi demokratik erdemleri gerektirir. Bu demokratik erdemler şunlardır: I. II.

İnsanın kendini özgür bir varlık olarak kavraması İnsanın dolayımsız bir biçimde kendinde bir telos/amaç olarak düşünülmesi

III.

İnsanın önce kendini değerli görmesi ve sevmesi

IV.

Gerçek benliğinin kurucusu olarak aklı alması

V.

Akıl ve duygu arasında bağın sağlanması, yani insanın akıl ve duygu olarak bölünmemesi

VI.

İnsanın kendine, kendi kültürüne karşı eleştirel tutum alması

VII.

Kendini etnik, dinsel, kültürel, siyasal ve cinsiyet söylemleri üzerinden kurmaması

VIII.

Kendini diğerlerinin yerine koyabilmesi (kucaklayıcı hayal gücü)

IX.

İnsanın kendini tözsel bir varlık olarak kavraması, yani söylemleri yaratan, etkin olan bir töz olması. Söylemler tarafından yaratılan değil kendini inşa eden tözsel bir özne olması

X.

İnsanın kendini diğer insanlara insan olması bakımından bağlı görmesi ve bu bağı ahlaki ve politik bir temelde kavraması.

Demokratik erdemler birbirine içsel bir bağla bağlı olmasına karşın ve birinin bile yokluğunun boşluk doğuracağını söyledikten sonra yine de tüm bu erdemlerin üç temel erdem olmadan oldukça zayıf kalacağı belirtilmelidir. Bu üç temel erdem şudur: Kişinin kendini akılsal bir özne olarak görmesi, eleştirel bir kavrayışa sahip olması ve kendini diğer insanlara insan olmak bakımından etik ve politik bir temelde bağlı görmesi. Bu kavrayışa sahip bir insan patolojik politizmin, patolojik narsizmin ve patolojik pragmatizmin sınırlarına asla çarpmaz. Patolojik politizm; kişinin kendi mutluluğunu diğerlerinin acısı pahasına elde etmeyi ifade eder. Patolojik narsizm; felaketlerin, talihsizliklerin, her türden kötülüklerin ve şanssızlıkların ancak başkalarının başına gelebileceğini inanan, düşünen kişinin tutumunu tanımlar. Son olarak; patolojik pragmatizm her şeyin çıkarlar tarafından belirlendiğini, herkesin ve her şeyin çıkar düşüncesi tarafından güdülendiğini ve dolayısıyla da “insan çıkarları için düşünen ve eyleyen bir varlıktır” fikrine sabitlenen bir düşünüşü ifade eder. Ben içinde bulunduğumuz dünyada hemen hemen tüm demokrasilerin temelde bu üç tip patoloji tarafından sarıldığını, başka bir ifadeyle, onlar tarafından kuşatıldığını ve kemirildiğini 175

düşünüyorum. Çatışmaların kökeninde bu gerçeğin bulunduğuna inanıyorum. Günümüz toplumlarının her gün biraz daha artan şiddet, suç, baskı, yoksulluk, terör, eşitsizlik, cinsiyet kırımı ile karşılaşmasının temelinde yatan esas olarak bu üç tip patoloji bulunmaktadır. Bu üç tip patoloji liberal demokrasilerdeki çatışmanın da esas nedenini oluşturmaktadır. Daha doğrusu, çatışmanın sürekli olarak üretilmesinin asıl kaynağını teşkil etmektedir. Çünkü bu üç patolojinin esir aldığı şey insanın aklıdır. Aklı bu üç patoloji tarafından esir alınan kişide demokratik erdemlerin yeşermesi mümkün değildir, mucizenin olasılığını red etmezsek. Demokrasi ise mucizeye en az olanak tanıyan bir siyasal yapıdır; dolayısıyla, demokratik bireyin de mucize sonucu ortaya çıkacağını umut etmek oldukça saf bir beklentidir. Sokratesçi bilincin bize duyurduğu gibi eleştirel akla sahip olmayan cahil birey demokrasi için bir tehdittir. Yani cehalet demokrasinin en büyük düşmanıdır. Çünkü, cahil insan çatışmanın ontik gerekçesi, aracı ve malzemesidir. Çünkü; o kendini kendi aklına dayanarak tanımlayan bir varlık değildir. Hazları, arzuları, ihtiyaç ve çıkarları tarafından belirlenmesi bakımından kendisi bizzat araç durumuna itilmiştir. Araçlaşmış ve aklı vesayet altına alınmış bireylerden oluşan bir toplumda gerçek anlamda çoğulculuğun yerini çokçuluk alır. Çokçuluk pseudo-çoğulculuktur. Ve çokçuluk ne demokrasinin ve ne de demokratik bireyin varlığını gösterir, tanımlar. Ahlakını, başka bir ifadeyle erdemlerini yitirmiş bir demokrasi her türden çatışmanın arenası haline gelir. Zaten yukarıda da belirtildiği gibi, bugün demokratik toplumlarda şiddetin, adaletsizliğin ve eşitsizliğin her türünün artması bunu açıkça göstermektedir. Tüm bu sayılanları çatışmanın biçimleri olarak tanımlıyorum; çünkü cinsiyet eşitsizliği aslında bir çeşit çatışmadır. Ve eğer bir toplumda insan-kadın insan-erkeğin aracı ve sömürü nesnesi haline getiriliyorsa bunun çatışma yaratacağı açıktır. Sonra; insanın ortak insani kaygı ve düşünceler tarafından değil de ırksal, dinsel, kültürel vb. ilineksel kategoriler tarafından ele alınarak bölünmesinin çatışmaların en büyüğünü doğurduğu tarihsel bir gerçektir. Ve bugün yaşananlara bakıldığında bu gerçeğin değişmediği ortadadır. Zihinlerin ilineksel kategoriler tarafından işgali hem cahilliğin nedenidir ve hem de çatışmanın. Dolayısıyla her ikisinin eş zamanlı artmasında şaşılacak bir şey yoktur aslında. Cahillik çatışmanın arkadaşıdır. Bilgeliğin yerini bilginin almasını da cahilliğin günümüzdeki yeni biçimi olarak tanımlıyorum. Bu ise her türden etik relatvizmi ve subjektivizmi kapsar. Her toplumun kendi kültürüne saygı adı altında, örneğin Hindistan’da Sittala Devi kültü yok olmasın diye, milyonlarca çocuğun su çiçeğinden ölmesine izin verilmesi bu “yeni-cahilliğe” trajik bir örnek oluşturur. Öte yandan; evrensel insan hakları ve demokrasinin araçsallaştırılmasına tanık olmaktayız. İnsan hakları neredeyse çıkarları korumanın aracına dönüşmüş gibidir. Dolayısıyla; ne demokrasi söylemleri ve ne de insan haklarına ilişkin söylemler inandırıcı bulunmaktadır. Bir yandan vicdan/dini özgürlük tartışması öte yandan çocuk denecek yaşta olan kör bir kıza karşı girişilen tecavüz. Safia Bibi tecavüze uğramakla kalmayıp İslami Federal Şeriat Mahkemesi tarafından suçlu bulunup ağır işçilikle birlikte üç yıl hapisle cezalandırılır (Nussbaum, 1999: 82 ). Demokrasi ve insan hakları uğruna işgal edilen Irak’ta en az 400 kadına Amerikan askerleri tarafından tecavüz edilir. Ne yazık ki insanın yarattığı karanlıkların örnekleri çok fazla… Ancak; bugün üzerinde durmamız ve bir daha sormamız gereken soru açık ve net olarak şudur: Bunlara teslim mi olacağız; yoksa insanlığı yeşertme çabasını sürdürecek miyiz? Tüm bunları ortadan kaldıracaksak bunu nasıl başaracağız? Benim yanıtım açık ve net: Haydi demokratik erdemleri birlikte yeşertelim. Aynı; Boston On Nokta Koalisyon örneğinde olduğu gibi. 1990’lı yıllarda ırksal nefrete dayalı çatışma Boston’da son derece yoğundu. Özellikle gençler arasındaki sokak kavgaları ve cinayetler neredeyse kontrol edilemez duruma gelmişti. 1990 yılında gençler arasında sokakta meydana çatışmaların 73 gencin ölümüyle sonuçlanması 176

ise durumu son derece trajik ve kaotik bir hale getirmişti. Yoksul devlet okullarına ateşli silahların akışı, uyuşturucu satımı ve kullanımı zaten yoksul devlet okullarında okuyan siyah ırktan yoksul öğrencilerin gittikçe artan umutsuzluğu durumu hem daha ciddileştirmiş hem de gerginliğin daha da artmasına neden olmuştu. Kentin emniyet birimlerinde görev yapan polisler gençler arasında işlenen cinayetleri engelleyememeleri nedeniyle kamuoyu tarafından sert eleştirilerin hedefi haline gelmişlerdi. Polislerin kendilerini savunmaları kamuoyunda meşruiyet kazanmalarına yetmiyordu. Onların görevleri ve varlıkları sorgulama konusu haline gelmişti. Bir şeylerin yapılması artık elzemdi ve daha fazla ertelenemezdi. Bu çatışma durumunun içinde kendini bulan taraflar, yani polisler, gençler/ çocuklar ve ilgili başkanlar bir araya gelirler. Her bir tarafın üyesi öykülerini birbirleri ile paylaşırlar, birbirlerine yeniden anlatırlar. Bu öykü paylaşımlarının yarattığı bilinç şu olur: Çatışmanın nedeni ne bilinemez ve ne de belirlenemez güçlerdir. Tam tersine, çatışma birlikte çalışarak ve ancak bireysel sorumluluklar alarak ortadan kaldırılabilirdi. Ayrıca; anlatılan öyküler de birbirini tutmuyordu. Temel problem ise ağırlıklı olarak beyaz, İrlandalı ve Katoliklerden oluşan polis gücü ile genellikle işsiz siyah gençler arasında tam bir bağlantısızlığın var olmasıydı. Her iki grup arasındaki güvensizlik, birbirini anlamama ve içinde bulundukları dünyaya ilişkin derin kavrayışsızlık en uç noktadaydı. Dolayısıyla ve doğal olarak ta aralarında ne karşılıklı saygı ve ne de ortak bir insani zemin söz konusuydu. Bu olumsuz durum kilisede bir cenaze töreni esnasında meydana gelen bir çatışma ile doruğa çıkar. Kilise bu noktadan itibaren inisiyatif alır ve bu Boston On Nokta Koalisyonu’nun oluşumuyla sonuçlanır. Din adamları ve “sosyal liderlerden” oluşan kişiler sokaktaki şiddet ve çatışmanın durdurulması yanında bu durumun dönüştürülmesi için neler yapılabileceği üzerinde düşünürler. Çatışmanın içinde bulunan hiçbir taraf dışarıda tutulmaz. Ve amaç yalnızca çatışmanın son bulması değil aynı zamanda çatışmanın olumlu yönde dönüştürülmesi olarak tanımlanır. Koalisyonun temel yaklaşımı oldukça yalındır: Ortak öykülerden hareket etmek, sokakta şiddet ve çatışmanın içinde yer alan çocuklarla doğrudan iletişim kurmak. Başlangıçta buna direnen gençler birkaç hafta sonra yaklaşımın samimi olduğu konusunda ikna olurlar ve onlarda çatışmanın çözümü içinde yer almayı kabul ederler. Çatışmacı söylemin saldırgan, aldatıcı ve savunmacı retoriği yerini anlamaya, diğerini dinlemeye ve empatiye bırakır. Bu yeni söylem hiç kuşkusuz çatışmanın müzakere yöntemi ile dönüştürülmesinin dilini yaratır. O, etik bir temel üzerinde yükselir. Çatışma grupların çıkarları üzerinden değil ortak kaygılar ışığında ele alınır ve çözülmeye çalışılır. Koalisyon hem polislerle ve hem de mahkemelerle etkin iletişim kurar. Yargılanan çocukların mahkemelerine katılırlar. Hem bilgilerini gerekli otoritelerle paylaşırlar ve hem de çatışmalarda çeşitli biçimlerde yer alan çocuklara yardım ederler. Polisler ve hakimler de bu girişime destek olurlar. Polisler sokakları düzenli dolaşırlar, gençlerle iletişimi samimi ve tutarlı bir biçimde sürdürürler. Polis hizmet ettiği toplumu benimser, onun hangi ırka mensup olduğuna- Siyah ya da Beyaz- hangi dine- bu durumda Katoliklik- veya mezhebe bağlı olup olmadığına bakmadan. Sokaktaki gençler bu kucaklayıcı yaklaşımı kavramakta zorlanmazlar ve de girişime saygı duymaya başlarlar. Daha önce çatışmanın sürdürülmesi ve taraf olunması bir amaç ve tek yol olarak algılanırken şimdi potansiyel işbirliği karşılıklı olarak birbirini anlama ve eleştirel düşünme üzerinden yaratılmıştır. Çatışmanın çözümüne yönelik bu yeni yaklaşım kendini sonucun değişmesinde de gösterir. Gençler tarafından işlenen cinayetler yedi yıl içinde 73’ten 15’e düşer. Bu düşüş Amerika’da ilgili probleme ilişkin yaşanan en keskin düşüş olmuştur. “Boston Mucizesi ” olarak ta tanımlanan bu girişim diğer birçok çatışmanın çözümüne örnek olarak alınmıştır ( Young, 2005: 192-194). Boston On Nokta Koalisyonu’nun gösterdiği şu olmuştur: Çözülemez görünen çatışma durumu kökten değiştirilebilir. Çatışmanın dönüştürülmesi mümkündür.

177

Çatışmanın dönüştürülmesinde izlenilen yöntem karşılıklı müzakere ve anlama olmuştur. Akıl çıkarların temsil aracı olarak görülmeyip kucaklayıcı hayal gücü ile birleştirilmiştir. Çözüm, çatışmanın içinde öyle ya da böyle yer alan her kişiyi gözetmiştir. Yaşanan çatışma bilgi değil yaşama bilgeliği ışığında anlaşılmaya çalışılmıştır. Ve böylelikle; anlama ve müzakere dönüştürmenin iki temel kavramı haline gelmiştir. Sonuç olarak; çatışma ve şiddet döngüsü kırılmıştır. Çatışma yerini insanın kendisini, insanlığını yeşerteceği bir ortama bırakmıştır. Yeni ortamın nasıl olacağı, yani hangi değerler üzerinde yükseleceği önemli değildir. Önemli olan her insanın kendi telosuna uygun bir yaşamı gerçekleştirme olanağına kavuşmasıdır. Burada ne Kilise ve ne de diğer taraflar herhangi bir yaşam anlayışını empoze etmiştir. Ama insanın kendine ve diğer insanlara saygı duyması gerektiği ve her insanın eleştirel aklını kullanarak kararlar vermesi esas alınmıştır. O nedenle; hiç kimse herhangi bir söylemin nesnesi kılınmamıştır. İlgili kişiler görüşme masasına kendi çıkarlarını korumak, bir tarafı temsil etmek ve de bir işi kotarmak güdüsüyle oturmamışlardır. Ortada gerçek anlamda bir çatışma durumu söz konusuydu; bu çatışmanın çözümünde herkes etkin olarak görev aldı ve çatışma yaratıcı bir biçimde dönüştürüldü. Önemli olan bu idi. Bu bir bakıma insanın karşılaştığı olayları nedenlere dayalı olarak açıklamaya çalışan sosyal bilimciler için de bir dersti. Çünkü; nedenler dışsaldır ve onlar doğal dünyayı açıklamak için oldukça uygun görünürler. Yoksulluk, yokluk, eğitimsizlik gibi fenomenler de dışsal nedenler olarak görülebilir ve onlar çözülmeden şiddet ve çatışmanın ortadan kalkmayacağı öne sürülebilirdi. Oysa, insanın karşılaştığı çatışmalar ve çelişkilerin kökenlerinde farklı sebepler bulunabilir. Bunlar, eleştirel aklın yokluğu, Seneca’nın dediği gibi zihinlerin önyargı ve boş inançlarla sarmalanması ve aklın şefkat ve merhamet ile buluşamaması olabilir ( Nussbaum, 1997: 65, 178, 210 ). Yani, anlayıcı aklın yokluğu ile duygusal cahilliğin kendisi birçok çatışmanın sebebini oluşturabilir. Daha açık bir ifadeyle; insanın ve insanlığın yeşermesi için gerekli olan özcü-hümanist bilincin insandaki eksikliğinin kamusal alandaki görünümü olabilir. Ona yeniden ulaşmanın, onu yeniden yaratmanın yolu müzakereci demokrasinin özünü oluşturan demokratik erdemlerin yeniden her birimizde yeşermesi ile olanaklıdır. Bunun için demokrasinin nominal varlığının dönüştürülmesi gerekir. Bu ise nominal yani sahte/pseudo bireyler yaratan liberal demokrasinin yıkılması ile değil demokratik erdemler üzerinde yükselen müzakereci demokrasi aracılığı ile dönüştürülmesinden geçer. KAYNAKÇA Barnes, Jonathan. (1987), Early Greek Philosophy, Penguin Books, London. Nussbaum, Martha C.(1992), “ Human Functioning and Social Justice: In Defense of Aristotelian Essentialism”, Political Theory (20), 202-246. --------------------------- (1997), Cultivating Humanity: A Classical Defense of Reform in Liberal Education, Harvard University Press, Cambridge, M.A. ----------------------------(1999), Sex and Social Justice, Oxford University Press, Oxford. Sitembölükbaşı, Şaban. (2005), “Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak Müzakereci Demokrasi”, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (10), 139-162. Young, Mark. A. (2005), Negotiating the Good Life: Aristotle and the Civil Society, Ashgate Publishing, Enland-USA.

178

“MÜZAKERECİ DEMOKRASİ”NİN FELSEFİ TEMELLERİ Işıl BAYAR BRAVO* ÖZET Tarihsel değişmeyle ve ilerlemeyle ilgili düşüncelerini belirtenlerin, özellikle çağımızda sıklıkla bir “son”dan bahsettiklerini görüyoruz. Bu “son” tasarımı, belirli bir insan doğasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde insanları, doğal istek ve güdülerden ibaret sayan bu doğa tasarımına en uygun düzen olarak liberalizm önerilmektedir. Ancak, küreselleşme ve yeni toplumsal hareketler, liberalizmin demokratik boyutunun meşruiyetini sorgulanır hale getirmiştir. Gerçekten de liberal demokrasinin temsiliyet ve yurttaş kavramıyla ilgili sınırları konularında düştüğü açmaz, liberal demokrasinin en “son” ve en ideal yönetim biçimi olduğu konusundaki görüşlere kuşkuyla bakmaya neden olmaktadır. Şöyle ki, yönetime katılımın giderek azalmasına ve yeni toplumsal hareketlerin gündeme getirmiş olduğu yeni kimlik taleplerinin yurttaş kavramı içinde eritilmeye çalışılmasına tepkiler ortaya çıkmıştır. Müzakereci demokrasi tasarımı, temsili demokrasinin katılımcı demokrasi şeklinde yapılandırılmış şeklidir. Bu yeni yapı, liberalizm ve demokrasi arasında bir gerilim olduğu savından kaynaklanmaktadır. Bu gerilimin ya da bu gerilimin azaltılmasının demokratik açılımları olanaklı kıldığı iddia edilmektedir. Artan ve farklılaşan demokratik taleplerin ve kimliklerin tanınması için liberal savların ve kurumların gerekli olduğu, ancak liberal sav ve kurumların, farklılıklar için ortak eylem alanlarının yaratılmasında yetersiz kaldığı, dolayısıyla demokrasi geleneğinin geliştirilmesi gerektiği düşünülmektedir. Bu gereklilik Jürgen Habermas’ın temellerini atıp, eşitlik ve özgürlük ilkeleri ile çoğulculuk idealinin derinleştirilmesiyle geliştirilen müzakereci demokrasi kuramında, liberal demokrasinin katılımcı bir şekilde formüle edilebilmesi için kamusal alanda eşit ve özgür yurttaşların gireceği müzakere ve sorgulama süreçleri sonucunda varılacak uylaşıma vurgu yaparak dile getirilmektedir. Bu bildiri “müzakereci demokrasi” kavramını tarihsel arka planını göz önüne alarak felsefi bakımdan ele almayı amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: liberalizm, demokrasi, temsili demokrasi, müzakereci demokrasi, kamusal alan.  PHILOSOPHICAL FOUNDATIONS OF “DELIBERATIVE DEMOCRACY” ABSTRACT It seems that those, who spell out their thoughts regarding historical change and progress, often talk about an “end” particularly in our era. This so-called idea of “end” stems from a particular human nature itself. In our time, this idea of nature for which offers liberalism as the most suitable order, counts the human beings as consisting in natural desires and drives. However, globalisation and the new social movements have the legitimacy of the democratical dimension of liberalism investigated. As a matter of fact, owing to the dilemma regarding the issues of the limits about the concepts of the representativeness and citizen of liberal democracy casts shadow upon the views that liberal democracy is the most “ultimate” and ideal type of government. That is, There are some reactions to declining in joining the administration and trying to melt the new identity demands, which are brought up by new social movements, in the concept of citizen. The idea of deliberative democracy is the reconstruction of representative democracy in the form of participatory democracy. This new * Doç. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi 179

form results from the thesis that there is a tension between liberalism and democracy. Some argue that this tension or diminishing it makes possible the democratic developments. In order to recognize the increasing and developing differential democratic demands, one thinks that liberal thesis and organizations are necessary, but that they are short of creating common action realms for the dissimilarities and, in turn, that it is necessary to develop a tradition of democracy. This so-called necessity is set forth by Jürgen Habermas, who lays the foundations of it in his theory of deliberative democracy developed by principles of equality and freedom as well as deeping the ideal of pluralism, and who, lays stress on the consensus to be reached as a result of the processes discussed and questioned by equal and free citizens in the public sphere so as to formulate the liberal democracy in participatory manner. This speech aims to deal with the concept of “deliberative democracy” by considering into its historical background in terms of philosophy. Key Words: liberalism, democracy, representative democracy, deliberative democracy, public sphere. “MÜZAKERECİ DEMOKRASİ”NİN FELSEFİ TEMELLERİ Günümüzde liberal demokrasinin küreselleştirilmesi çabalarının önceden tahmin edilmemiş bir sonucunu yaşamaktayız: Liberal demokrasinin tasarladığı birey, bir devletin yurttaşıdır. Bu nenenle onun kimliği çok da önemli değildir. Ancak küreselleşmeye karşı olarak yeniden önem kazanan ulus-devlet, küreselleşmenin yarattığı ve yaratacağı tek tip tasarımların yerine, çok yönlü pek çok tasarım olduğu kabulüyle küreselleşmeye karşı çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak da çoğulculuk, toplumların neredeyse doğal yapısı haline gelmiştir. Çünkü küreselleşmeyle birlikte ulusötesi kurumların etkinliğinin artması sonucu, insanlar geçmişte hiç olmadığı kadar iç içe yaşamakta, ötekiyle her an birlikte olma olanağı ve riski ile karşılaşmaktadırlar. Bu durum, karşılaşan farklı kültürlerden her bir bireyin hem kendi kimliği hem de ötekinin kimliği üzerine düşünmesine yol açmakta, bu da genellikle bireylerin kendi kimliklerine daha sıkı sarılmalarına neden olmaktadır. Küreselleşmenin, doğası gereği farklılıkları aşıp tektip bir üstyapı oluşturma çabalarına bireylerin kimliklerini öne çıkararak karşı çıkmaları yanında, sosyal bilimler alanında yapılan kültürel çalışmalarda da kimi eleştiriler getirilmektedir. Örneğin Wallerstein evrenselcilik adına ortaya atılan iddialara, aslında evrensel olmadıkları gerekçesiyle saldırmakta, böylece dünya sistemindeki başat tabakaların, kendi gerçeklerini genelleştirip evrensel insan gerçeklikleri haline getiren ve insanlığın önemli kesimlerini araştırmalarının epistemolojilerinde bile unutan görüşlerine karşı net bir tavır almaktadır (Wallerstein, 2000: 206). Bu tür karşı çıkışlar, çokkültürcülük ve farklılık politikalarının revaçta olmasının nedenleri arasında da yer almaktadır. Bu tür politikalara kuramsal bir temel sağlayan postmodernizm farklılıkları adeta kutsamaktadır. Postmodern düşünce dikkat çektiği pek çok konunun yanında, öncelikle dünyanın ortadan kaldırılması imkansız çoğulculuğuna göndermede bulunmaktadır. Postmodernlik, tektiplilik ve evrenselcilik gibi modern kavramların içeriklerini değiştirir: bunun sonucu olarak hem yaşam biçimlerinin farklılığını vurgular hem de bu farklılıkların evrensel tahakkümü hedefleyen bir biçim tarafından değersizleştirilmesine karşı çıkar. Farklılık, sadece kerhen kabul edilecek bir durum olmaktan öte, yüksek pozitif bir değer olarak dile getirilmektedir (Bauman, 2003: 131). Liberal demokrasinin tüm dünya milletleri için geçerli olacağını varsayan teorisyenlerin tasarladığı insan tipinde kültürel kimlik vurgusu yoktur. Onlara göre insan doğası bakımından 180

birbirinin aynıdır. Bu aynılık göz önüne alınarak insanın ihtiyaçlarına yanıt verecek tek ve en iyi yönetim biçimi liberal demokrasi olmalıdır. Ancak postmodernizm insanı sadece doğal yapısı bakımından ele almamakta, vurguyu özellikle insanın kültürel farklılığına yapmaktadır. Vattimo’ya göre postmodernizm iki temel değişimin altını çizmiştir: İlkin Avrupa’nın dünyanın geri kalanının üzerindeki egemenliğinin sona ermesidir. İkincisi yerel ve azınlık kültürlerine söz hakkı tanıyan araçların gelişmesi. Böylece 18. ve 19. yüzyıl Avrupa’sının akıl ve ilerleme adına sürdürdüğü evrensellik ideali ortadan kalkmıştır. Toplum birliğini yitirmiştir, dolayısıyla hiçbir kahraman, toplumsal kategori, söylem anlam tekelini elinde tutma olanağı bulamamaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da çokkültürcülük ortaya çıkmıştır (Touraine, 1994:208). Kimlik farklılıklarına vurgu yapan kültürel çoğulculuk ya da çokkültürcülük tartışmalarının temelinde modern dönemin evrenselci ve üst-söylemlerini eleştiren ve karşı çıkan postmodernizm bulunmaktadır, ancak kültürel çoğulculuğu tek başına postmodernizm hazırlamamıştır. Yukarıda değinmiş olduğumuz gibi bugün etkilerini yaşamakta olduğumuz küreselleşme olgusu da kültürel bakımdan çoğulcu bir bakışın etkili olmasını sağlamıştır. Şöyle ki, ulus-devletler içinde yer alan etnik, dini ve kültürel azınlıkları yok sayan, hatta kimi zaman bu unsurları sistemli biçimde yok eden küreselleşme durumuna alternatif olarak ulus-devlet idealine ulaşma yolunda devletlerin barındırdıkları etnik, dini ve kültürel azınlıkları temsil etme ve ulus-devleti bunlara veya başat olan unsura göre tanımlama isteği gelmektedir. Küreselleşmenin bütünleşme politikası, aslında toplumları oluşturan etnik, dini, kültürel unsurların ayrışmasına, toplumların kültürel bütünlüğünün çözülmesine yol açmıştır. Buna bağlı olarak günümüzde “kültürel çeşitlilik” eskiye oranla daha çok bir değer olarak algılanmaktadır, bu da küreselleşmenin getirmeye çalıştığı “birlikçi” siyasi anlayışı (liberal demokrasiyi) zayıflatmaktadır. Bu durumda, ortaya çıkan çokkültürlülük diye adlandırılan kültürel çoğulculuğun, liberal bir çoğulcu toplum tasarımından türediği kolaylıkla iddia edilebilir. Çokkültürlülük Parekh’e göre, sadece bireysel farklılık ve kimlikle ilgili bir kavram değildir, aynı zamanda kültürle kaynaşmış ve ondan beslenen farklılık ve kimliklerle, yani bir grup insanın kendilerini ve dünyayı anlamakta, bireysel ve toplumsal yaşamlarını düzenlemekte kullandıkları inançlar ve uygulamalar bütünüyle de alakalıdır (Parekh, 2002: 3). Yani temelde iki tür çokkültürlülük anlayışı vardır: bunlardan ilki liberal bir gelenek içinde ortaya çıkmış, birey haklarını temele alan ve bu haklar çerçevesinde çeşitliliği savunan, bireye bir yurttaş olarak haklar veren yaklaşımdır. Bunun kökeni J. Locke, T. Hobbes, Montesquieu, Vico, Herder gibi düşünürlere dayanır. Buna sözleşmeci yurttaşlık modeli de diyebiliriz. Günümüzde bu anlayışı J. Rawls, J. Raz, Kymlicka gibi düşünürlerce temsil edilmektedir. İkincisi, günümüzde C. Taylor, Michael Walzer, Alasdair MacIntyre gibi düşünürlerce temsil edilen cemaatçi (communitarian) yaklaşımdır. Yukarıda anlatılan birinci anlayış, liberal kuramdan hareket etmekte, bireyi bir toplulukla değil, yurttaşlıkla ilişkisi içinde ele almaktadır. Buna göre ayrıcalıklı bir çoğunluk ya da özel haklarla mücehhez bir azınlık yoktur (Walzer, 1996:108). Liberal bakış açısına göre birey, kendi yaşam alanını seçme, yargılama, inceleme ve yeniden gözden geçirme yönünde düşünsel yeteneklere sahip bir benlik olarak tanımlanmıştır. Liberal teori “yurttaşların evrensel eşitliği adına, siyasal görüş dışındaki bütün farklılıklara kayıtsız kalmayı veya bunları siyasette gözetilen konuların dışına çıkarmayı hedefleyen bir perspektiftir”. Bu bakımdan kişinin dini, etnik kökeni, kültürel yapısı kendisi dışındaki kimseyi ilgilendirmez. Birey özgürlüğünü temel alan liberalizm seksenli yıllardan sonra cemaatçilik akımınca eleştirilmiştir. Cemaatçiler liberalizmi, bireyi ve özgürlüğünü çok fazla öne çıkardığı için ve bireyin

181

kendini geliştirmesine olanak sağlayacak bir toplumsal yapıyı kurmakta yetersiz kaldığı için eleştirmektedir. Liberalizmin haklara yaptığı tek yanlı vurgu, kültürel atmosferden, topluluk bağlarından soyutlanmış, içi boşaltılmış bireye ilişkindir. Halbuki cemaatçilik, bireylerin topluluklar tarafından şekillendirildiğini savlar. Bu nedenle toplumu oluşturan alt sınıfları hesaba katan bir haklar kuramı oluşturulmasını ister. Bu da ortak bir iyi kavrayışıyla tanımlanmış gruplara ilişkin kuramlarla olanaklı olabilecektir. Bu bakış açısı tek tek üyelerin amaçlarını gözden geçirme yetilerini sınırlandırsa da, “ortak iyi politikası” geliştirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarır. Üyelerin grup değerlerine “kurucu” bir bağla bağlı olduğuna inanan cemaatçiler, ortak değerlerin savunulması adına kişi haklarının sınırlandırılmasında herhangi bir sakınca görmeyecektir (Kymlicka, 1998:151). Cemaatçi çokkültürlülük anlayışının temel savı, çoğunluk kültürü karşısında gözden kaçırılan grupların kültürlerinin korunması yönündedir. Liberalizmin bireyi, hakları ve özgürlükleri bakımından öne çıkaran vatandaşlık anlayışı, cemaatçilere göre toplumu oluşturan ve gözden kaçırılan grup ve etnisitelerin sorunlarını çözememektedir. Cemaatçiler, liberalizmin bireyi çevresi ve kültüründen soyutlayan bakışını eleştirirler. Cemaatçi bir düşünür olan Charles Taylor’a göre çağdaş toplumun önündeki en önemli sorunlar ahlaki ufkun karaması ve sahiciliğin (authenticity) yok olması ile ortaya çıkmıştır. Taylor bu durumu şöyle ifade eder: “Başka türlü ifade edersek, kimliğimi yalnızca önem taşıyan şeyler temelinde tanımlayabilirim. Ama tarihi, doğayı, toplumu, dayanışmanın gereklerini kendimde bulduklarım dışında her şeyi parantezin dışına atmak, önem taşımaya aday her şeyi ortadan kaldırmak olur. Ancak tarihin, doğanın taleplerinin benim gibi insanların ihtiyaçlarının, vatandaşlık görevlerinin, Tanrı’nın çağrısının ya da bu nitelikte başka bir şeyin ciddi önem taşıdığı bir dünyada yaşıyorsam, kendim için bayağı olmayan bir kimlik tanımlayabilirim. Sahicilik, benliğin ötesinden kaynaklanan taleplerin düşmanı değildir; bu talepleri öngerektirir (Taylor, 1996:40). Cemaatçi yaklaşımı savunanların birbiriyle tam olarak örtüşen iddiaları olmamasına rağmen, temelde kamu yaşamına katılımda “topluluk”a verdikleri önem bakımından aynı talepleri dile getirmektedirler. Örneğin Kymlicka liberal düşüncenin içinde kalarak grup hakları konusuna, liberallerden farklı bir yaklaşım sergilemektedir. O, liberalizmin farklı kimlik gruplarını yok sayan geleneksel tavrının, yeni bir bakış açısıyla yorumlanabileceğini ve cemaatçilerin vurgu yaptığı kültürel farklılıklar konusunu da kapsayacak biçimde genişletilebileceğini savunmaktadır. Ona göre liberalizm geleneksel biçimde kabul edildiğinde bir toplum içinde varolan farklılıkları tanıma ve bunlara çözüm üretmede yetersiz kalmaktadır. Liberal gelenek birey haklarına karşı ikinci bir hak alanı olarak ortaya çıkmak isteyen kollektif hak anlayışına “bireyin önceliği”ni zedeleme düşüncesiyle karşı çıkmaktadır. Bu noktada Kymlicka liberal teoriye yeni bir yol önermektedir. Buna göre liberaller, kültürel yapıların kaderiyle ilgilenmek ve bunu kendilerinin bazı ahlaki statüleri olduğu için değil, insanların önlerindeki seçeneklerin farkına varmalarının tek yolu zengin ve güvenli bir kültürel yapıdan geçtiği için yapmalıdırlar (Bauman, 2000:267). Kymlicka’nın çokkültürlü yurttaşlık düşüncesi, özyönetim hakları, çoketniklilik hakları, özel temsil hakları öğelerinden oluşmuştur. Özyönetim hakları, ulusal azınlıkların yararlanacağı haklardır. Bunun için de federalizm bu haklar için en uygun sistemdir. Kymlicka’nın çokkültürlü yurttaşlık tanımlamasında ikinci hak grubunu oluşturan çoketniklik hakkı da bir ülkeye farklı toplumlardan göç yoluyla gelmiş olan unsurları içermektedir. Bu haklar, etnik gruplara ve dini azınlıklara, egemen toplumun ekonomik ve politik kurumlarında başarılarını engellemeden, kültürel özgünlüklerini ifade etme ve bundan gurur duymada yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Özyönetim haklarında olduğu gibi çoketniklilik hakları da geçiçi değildir, çünkü korunmakta olan kültürel farklılıklar ortadan

182

kaldırılması gereken unsurlar değildir. Kymlicka’nın son hak grubu olan özel temsil hakları ise etnik nitelikte olmayan diğer grupların toplum içinde eşitsiz konumlarının telafisine yönelik bir hak alanı oluşturmaktadır ( Kymlicka, 1998:65-68). Liberalizmin bireylerin siyasal haklarını ve ekonomik olanaklarını, ait oldukları gruba göre tanımlamasına tepki olarak birey haklarına yaptığı aşırı vurgunun farkında olan Kymlicka, liberal bir sistemde azınlık durumunda olan grupların farklılıklar bağlamında haklara sahip olup olamayacağı noktasından başlamaktadır. O, hem bireyin hem de grupların haklarından sözetmektedir. Buna göre bir grup iki tür kolektif hak talebinde bulunabilecektir. Bunlardan ilki grubun kendi üyelerine karşı hakkını, ikincisi ise bir grubun daha geniş topluma karşı hakkını oluşturmaktadır. Bu iki tür hak da ulusal, etnik ve dini grupların istikrarını korumak amacına matuftur. Birinci tür haklar, grubu içerideki muhalefetin istikrar bozucu etkilerinden, yani üyelerinin bireysel olarak geleneksel pratikleri ya da adetleri izlememe kararlarından koruma amacını güderken, ikincisi, grubu dışsal kararların, yani büyük toplumun ekonomik ve sosyal etkilerinden korumayı hedeflemektedirler. Bu iki tür hak talebi arasındaki ayrımı belirginleştirmek için Kymlicka birincisine “iç kısıtlamalar”, ikincisine de “dış korumalar” ismini vermektedir (Kymlicka, 1998: 73). Çokkültürlülük tartışmalarıyla ilgili diğer bir düşünür de Charles Taylor’dur. Taylor’ın tanınma politikasının ortaya koymuş olduğu çoğulculuk anlayışı, farklı yaşam pratiklerinden oluşan kültürel farklılıkların siyasal düzeyde tanınması ve eşit ölçüde saygıdeğer kabul edilmesi esasına dayanmaktadır. Farklı olana katlanmayı ve ona hoşgürüyle karşılık verilmesi anlayışına dayanan ve bir kültürün hiyerarşik üstünlüğüne dayalı anlayışa karşı Taylor, kültürel kimliklerin eşdeğer saygı esasına göre değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Kıcasası Taylor için çokkültürlülüğün en temel ayağı farklı kültürel kimliklerin “tanınması” esasına dayanmaktadır ( Köker, 1996:13). Taylor’ın bakış açısına göre tanıma “yalnızca kişilere borçlu olduğumuz bir kibarlık değil, aynı zamanda hayati bir insan ihtiyacıdır.” “Tanınmanın önemi, artık her yerde şu ya da bu biçimde kabul edilmiş durumdadır; yakın kişisel düzlemde hepimiz, kimliğin bizim için önemli olan öbür kişilerle temaslarımız boyunca nasıl biçimlendirildiğinin ya da nasıl çarpıtıldığının farkındayız. Toplumsal düzlemde, eşit tanınma yolunda sürüp giden bir politika izliyoruz. Her iki düzlem de, önemi gittikçe artan sahicilik idealiyle biçimlendirilmiş durumdadır; tanınma, bu ideal çerçevesinde oluşan kültürde temel bir rol oynar” (Taylor, 1996:50). Taylor, tanınma politikasını geliştirirken modern toplumda ortaya çıkan iki farklı tutumu ele almaktadır. Bunlardan ilki “şereften haysiyete geçişte, tüm vatandaşların eşit haysiyete sahip olduğunu vurgulayan bir evrenselcilik” politikasında şekillenmektedir. Buna göre tüm vatandaşlar, toplumda birinci sınıf ve ikinci sınıf olarak tabir edilen iki ayrı vatandaşlık statüne parçalanmadan herkese eşit ve birincil vatandaşlık tanınacaktır. İkincisi de modern kimlik kavramının gelişimi ile ortaya çıkan farklılıklar politikasıdır. Bu anlayışın temeli herkesin kendine özgü biricik kimliğiyle tanınması olgusuna dayanmaktadır. Böylece, evrenselcilik genel bir insani aynılık “eşit haysiyet” arayışı içindeyken, farklılık politikası “bu birey veya grubun benzersiz kimliği”ni, yani on­ların başka herhangi bir kimseden farklılığını tanıma gereksin­mesi üzerinde ısrar etmektedir (Taylor, 1996:51). Buna göre farklılık politikası çerçevesinde sürdürülen bir tartışma bulunmaktadır. “Evrensel haysiyet politikası, vatandaşları birbirinden farklı kılan yollara iyice “gözlerini kapayan”, ayrım gözetmeme biçimleri için savaşırken; farklılık politikası, ayrım gözetmeme ilkesini çoğu zaman yeniden tanımlayarak bu ayırıcı özellikleri, farklı muamelelerin temeli olarak kabul etmemizi istiyor. Böylece, yerlilerin kendi kendilerini yönetmeleri konusunda sonunda bir anlaşmaya varılırsa, yerli grupların 183

üyeleri başka Kanadalıların yararlanamadıkları bazı haklar ve yetkilerden yararlanacaklar; bazı azınlıklar da, kendi kültürel bütünlüklerini korumak için başkalarını dışta bırakma hakkını elde edecek vb” ( Taylor, 1996:53). Eşit saygı temeline dayanan bu iki politika (farklılığı herkese eşit biçimde sağlamaya ça­ lışmakla, farklılık politikası) birbirleriyle çatışma içindedir. Bu politikalardan ilkine göre, eşit saygı ilkesi, insanlara, farklılıklarını görmezlikten gelerek davranmamızı beklemektedir. Böylelikle bu iki tür arasındaki çelişki açık bir biçimde ortada olunca, son dere­ce doğal bir biçimde gerilimleri ve karşılıklı suçlamaları da tahrik edecektir. Haysiyet politikasını savunanlar “ayrım gözetmeme” ilkesinin ihlalinden duydukları rahatsızlığı dile getirirlerken, farklılık siyaseti savunucuları ise insanları kendilerine aykırı olan tek örnek bir kalıba girmeye zorlayan ve kendi kimliklerini inkar eden karşı politikaları eleştirmektedirler. İddialar daha da öteye giderek eşit haysiyet politikasının, farklılıkları görmezlikten gelen ve sözde yansız olan bir dizi ilkesi, aslında tek bir hegemonyacı kültürün dayatılmasından başka bir şey değildir. Bu iddialar karşısında geleneksel liberaller eşit yurttaşlık ilkesinde ısrarlarını sürdüreceklerdir (Taylor, 1996:55). Taylor’a göre, bu ısrarları dile getirmek, liberal karşıtı olmaktan çok, farklılık politikası olarak adlandırılabilecek bir kamusal yaşam kavrayışına işaret etmektedir. Bu kavrayışın içerdiği veya öngördüğü şey, iki hak düzeyi arasındaki ayrımdır: Liberal evrenselcilik çizgisinde yorumlanan “temel” haklar düzeyi ile kamusal düzenlemeye olanak tanıyan kültürel haklar düzeyi. Bunlardan ilki tekörnek muameleyi gerektirirken ve “asla ihlal edilmemesi” gerekirken, ikincisi kültürel çeşitliliğe olanak sağlamaktadır. Taylor’ın belirttiği gibi, bu görüşe göre ortak amaçları benimsemiş olan bir toplum gene de “liberal” olabilir. Yeter ki böyle bir toplum, özellikle ortak amaçları benimseyenlere karşı davranırken, çeşitliliğe saygı gösterebilsin. Bu amaçların bir araya getirilmesi kuşkusuz kolay olmayacaktır. Ancak böylesi bir tutumu benimsemek bütünüyle olanaksız da değildir. Yine karşılaşılan bu sorunlar, özgürlükle eşitliği ya da refahla adaleti bağdaştırmaya çalışan herhangi bir liberal toplumun karşılaşacağı sorun ve açmazlardan daha büyük de olmayacaktır (Taylor, 1996:68). Taylor’ın dile getirdiği çokkültürlülük yaklaşımı, kültürlerarası ilişkiye ha­zır olmayı ve her tür Avrupa merkezciliğini reddetmeyi gerektirir. Farklılık politikasıyla evrensel olanı değil, farklı olanı desteklemek gereğine vurgu yapar; bir başka deyişle, farklılık politikası “herkese özgü olanı tanımak yoluyla” evrensel olarak var olan bir şeye -herkesin bir kimliği olduğu gerçeğine- saygı göstermemizi ima eden bir perspektife sahiptir. Farklı kimliklerin eşit değerini karşılıklı tanımaya erişmek için bu ilkeye inanmaktan daha fazlasını paylaşmaya, söz konusu kimliklerin eşit sayılmasına standart oluşturacak bazı değerleri de paylaşmaya ihtiyaç vardır: “Değerler konusunda somut bir anlaşma olmalı, yoksa biçimsel eşitlik ilkesinin içi boşalır ve yapmacık bir şeye dönüşür. Tanımaya sahte bir bağlılık gösterebiliriz, ama daha fazlasını paylaşmazsak, bir eşitlik alanını paylaşıyor olmayız. Kendini seçme gibi farklılıkların tanınması da bir anlam ufku gerektir, hem de bu seferki ortak bir ufuk olmalıdır.” (Taylor, 1996: 49) Özetle Taylor, etnik farklılıkları taşıyan yapıların ulusal birleşme çabalarının sonuçsuz kalması durumunda, azınlık cemaatlerinin kendi varlıklarını sürdürme çabalarını onaylamaktadır. Yani, cemaat olarak yaşama mücadelesi bu insanların birer birey olarak sahip oldukları haklardan daha fazlası için savaşmalarını gerekli kılmaktadır. Bauman, bu “daha fazla olan şey”in, yani bireysel haktaki belli kısıtlamaları makul ve hatta hoş kılan “bir şey”in “varlığını sürdürme hedefi” olduğunu ifade etmektedir. Bu, “cemaatin gelecek nesillerde devamı” anlamına gelir. “Varlığını sürdürme hedefi”, cemaatin, genç ve daha doğmamış kuşaklarının seçimlerini kısıtlama, engelleme ve bunların

184

adına seçim yapma hakkını elinde bulundurmasını da gerektirmektedir (Bauman,2000:272). Yukarıda anılan düşünürlerin savları kültürel çoğulculuk konusunda bir farkındalık yaratmakla birlikte kimi sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu sorunlardan biri, kimlikler bakımından ayrımlaşmış bir toplumda ulusal birlik ve beraberliğin nasıl sağlanacağına ilişkindir. Bununla ilgili olarak kimi düşünürler farklılık politikalarının liberal demokrasiyi zedelediğini düşünmektedirler ve şu soruyu sormaktadırlar: “Etnik farklılıkları ya da ulusal kimlikleri gözönünde bulundurmadan, neden insanları yalnızca bireyler olarak görmeyelim?” Kymlicka bu sorunun ardında yatan gerçeğin bu politikayla ulusal birliğin sağlanamayacağı ve eninde sonunda bir parçalanmanın meydana geleceği endişesinin olduğunun bilinmesine rağmen, yine de iyimser olunmasının gerektiğini söylemektedir. Bu anlamda, etnik ve ulusal grupların birçok isteğinin liberal bireysel özgürlük ve sosyal adalet ilkeleriyle çelişmediğini düşünmeye devam etmektedir. Çokkültürlülüğe ilişkin sorunlar kolayca çözülebilecek nitelikte olmasa da, liberal toplumların çeşitli paranoyalardan ürkerek azınlık hakları konusunda tatmin edici çözümler geliştirememeleri gelişmekte olan demokrasilere ağır bedeller ödetebilecektir (Kymlicka, 1998: 393-395). Müzakereci demokrasinin kuramsal temelleri olan ve yukarıda anlatılan ulus–devlet olma ideali ile postmodern söyleme dayanan çokkültürcülük tartışmalarının yanında söylem/tartışım etiği de kuramsal temellerden biridir. Bu etik görüşün temelleri K.O. Apel ve Habermas tarafından atılmıştır. Buna göre, bugün bütün halklarda egemen olan komşuluk ya da arkadaş-düşman ahlakının tersine, dar gruplarda yaşamı belirleyen içgüdüye dayalı duygulara bağlanamaz. Bu nedenle aranan etik rasyonel bir temele sahip olmak durumundadır, başka bir deyişle, o “komşunu sev!”i, “uzaktakini sev!” olarak genelleştirmek durumundadır. Kişi yalnız yakınındakiyle değil, hiç görmediği ve göremeyeceği insanlarla etik ilişkiye girmektedir. Eyleminden etkilenen ve gelecekte etkilenmesi olası olan tüm canlılara karşı sorumludur insan. Apel insanlığın en baştan beri taşıdığı etik taleplerin dramatik bir biçimde artmış ve en yüksek noktasına ulaşmış olmasının kaçınılmaz bir biçimde gerektirdiği bu yeni etiğin, rasyonel olarak temellendirilebilir, evrensel geçerliliğe sahip bir makro etik olduğunu, Habermas ile birlikte geliştirdikleri transsendental-pragmatik tartışım etiğinin bu gereksinime uygun tek etik olduğunu belirtir. Yeni etik, farklı kültürlerden alınacak geleneksel dinsel ve etik normlara dayanamayacaktır; çünkü bu tür normlar öncelikle küçük gruplar arasındaki ilişkileri, aile ve komşuluk ilişkilerini düzenlemektedir. Bu normların en genel olanları bile kişiler arası ilişkileri düzenleyen normların zihniyet etiği açısından genel-geçer hale getirilmesiyle elde edilmişlerdir. Apel dünya dinlerine ve felsefi hümanizme ait normların bunun tipik örneğini oluşturduğunu söyler. Bu nedenle, uluslararası ve toplumsal sınıflar arasındaki mücadeleler bugün hala etik bakıştan yoksundur (Tepe, 2004: 42). Küreselleşmenin insan doğasına en uygun sistem olarak düşündüğü liberal demokrasiyi yaygınlaştırma, hatta evrensel kılma çabasına tepki olarak kimliklerini öne çıkaran ulus-devletlerin yeniden öne çıkması ile kültürel çoğulculuğa vurgu yapan postmodern savlar çokkültürcülük anlayışını ortaya çıkarmıştır diyebiliriz. Ancak bunlar birbirinden farklı kimlik, din ve etnik kökeni olan grupların birarada yaşayabilmelerini olanaklı kılacak tasarımlar ya da modeller sunamamışlardır. Küreselleşmenin dünyayı tektipleştirme çabasına tepki olarak ortaya çıkan ulus-devletlerin kimliklerine ilişkin talepleri, postmodernizmin farklılıklara yaptığı ve söylem etiğinin birbirini tanımayan farklı insanların bir arada yaşamasını sağlayacak etik temelli bir müzakere ortamına yaptığı vurgu,

185

artan ve farklılaşan demokratik taleplerin ve kimliklerin tanınması için liberal savların ve kurumların gerekli olduğu, ancak bunların farklılıklar için ortak eylem alanlarının yaratılmasında yetersiz kaldığı, dolayısıyla demokrasi geleneğinin geliştirilmesi gerektiği sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bu noktada farklı kimliklerin bir arada yaşayabilmelerini sağlamak adına liberal demokrasi geleneği içinde, liberal demokrasiye seçenek olabilecek yeni demokrasi tasarımları geliştirilmiştir: bunlardan biri müzakereci demokrasidir. Habermas’ın temellerini atıp, eşitlik ve özgürlük ilkeleri ve çoğulculuk idealinin derinleştirilmesiyle geliştirilen müzakereci demokrasi anlayışında, liberal demokrasinin katılımcı bir şekilde biçimlenebilmesi için kamusal alanda eşit ve özgür yurttaşların gireceği müzakere ve sorgulama süreçleri sonucunda varılacak uylaşıma vurgu yapılmaktadır. Habermas’ın ortaya koyduğu müzakereci demokrasi anlayışında yurttaşlık kavramı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Yurttaşlık kavramının demokrasiyle bağlantısının özünü doğru biçimde saptamak büyük önem taşımaktadır. Fransız Devrimi’nin felsefi öncülerinin ve devrimcilerinin temel düşüncesi, ulus olarak niteledikleri insan topluluğunu siyasi irade oluşumunun aktif özneleri haline getirmekti. Bu topluluğa ait olmanın koşulları her ne kadar dönemin gerekleriyle sınırlı olarak tanımlansa da, felsefi olarak bu sınırları da ortadan kaldırmak mümkündü. Ulusun temel ölçüt olarak alındığı bu siyasi tasarımda aidiyetin koşulu, etnik olarak bir ırka ait olmaktan geçmiyordu. Cumhuriyet’in ilkelerine bağlı olduğunu bildirmek, daha sonraki biçimsel koşulların gerçekleştirilmesinin önkoşuluydu. Ernest Renan’ın ünlü söylevinde dile getirdiği gibi, bir ulusun varlığı, her gün yapılan bir halkoylaması gibiydi. Eğer Cumhuriyet’in ilkelerini benimseyen insanlar olmazsa, ulus da varolamazdı. Cumhuriyetçi devlet, insanların ortak siyasi irade oluşturmasına olanak sağlayan, insanları siyasi bir bütünün parçası kılan kurucu unsur olarak anlaşılıyordu. Yani ulus adı verilen insan topluluğu, ancak bir devletin varlığında vücut buluyordu. Bu nedenle devleti önceleyen bir ulus kavramı, Fransız Cumhuriyet düşüncesine yabancıdır (Göztepe, 2003: 231-233). Habermas’a göre de devleti önceleyen ulus olamaz. Devlet, belli bir grubun kimliği ile değil, anayasasıyla ıralanır. Yurttaş da bir devlet içinde ve bir anayasaya bağlı olarak ortaya çıkar. Anayasa hem yurttaşı hem de bir ulusun siyasi kültürünü belirler. Şöyle ki, her ulusal kültürün kendi tarihi çerçevesinde geliştirdiği ulusal egemenlik ya da insan haklan gibi anayasal ilkeler her ülkenin kendi yorumu çerçevesinde yeni bir anlam kazanır. Buna dayanarak Habermas, milliyetçilik yerine, her ülkenin “anayasaya bağlılık” ilkesine dayanmasını, milliyetçiliğin karanlık yüzünü tekrar yaşamamak için iyi bir çıkış noktası olarak değerlendiriyor. Habermas’a göre Kantçı ve Rousseaucu anlamda kendi kaderini demokratik olarak tayin etme hakkı, kollektivist ve dışlayıcı bir ulusal bağımsızlık ve ulusal kimlik oluşturma süreci değildir. Aksine, tüm yurttaşları eşit biçimde kapsayan, kendi yasalarını koyma sürecidir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, Habermas’ın, “yurttaş” olarak ifade edilen özneyi, bir devletin yurttaşlığına sahip birey olarak değil, herhangi bir siyasi topluluğun öznesi olan birey olarak anlamasıdır. Habermas demokrasinin öznesini oluşturan yurttaşları ya da halkı, siyaset öncesi varolan bir birlik olarak anlamak yerine, toplumsal sözleşmenin bir ürünü olarak kavramaktadır. Bu toplumsal sözleşme, biraraya gelen özgür ve eşit yurttaşların kendi koydukları özgürlükçü yasaların oluşturduğu düzen içinde yaşama iradelerinin bir ifadesidir. Bu kararların demokratik biçimde işleyen düşünce ve irade oluşturma süreçleri sonunda alınması, Habermas’ın düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Habermas’ın “müzakereci politika” dediği bu model, liberal modelin karşıtıdır. Liberal düşünceye göre, kamu idaresinin bir aygıtı olan devletle, ekonomik çıkarlarını gerçekleştirmeyi kendisine öncelikli hedef edinmiş bireylerden oluşan toplum arasında bir ayrım vardır (Göztepe, 2003:236-237). Bu durumda siyaset, bireylerin, ekonomik çıkarlarını elde etmek için devlete karşı yürüttükleri bir etkinliktir. Bu etkinlikte devletin rolü arabuluculukla 186

sınırlıdır. Burada yurttaşlar, sübjektif haklarla donatılmıştır. Bu haklar sayesinde yurttaşlar devletin yasalarını çiğnemedikleri sürece, devletin müdahalesine ve başka bireylerden gelecek saldırılara karşı korunurlar. Bu nedenle liberal teoride siyasi haklar, bireylere kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için eylemde bulunma hakkından ve oy verme yoluyla, bu çıkarları en iyi şekilde koruyan devleti meşrulaştırmaktan öte bir anlam taşımaz. Buna karşılık Cumhuriyetçi düşüncenin temelinde, eşit bireylerin iletişimsel uzlaşmasına dayanan bir toplum modeli yatmaktadır. Siyasi yapı, ancak bireylerin aktif eylemleriyle kurulabilen bir yapıdır. Yurttaşların ortak politika pratikleri, kendilerini gerçekleştirmelerinin bir biçimi olarak kavranmaktadır. Bu süreçte devlete düşen görev ise, düşünce ve irade oluşturma sürecini güvence altına almak ve böylelikle kendi meşruluğunu da sağlamaktır. Habermas’ın bu modelde gördüğü en önemli eksiklik, demokratik süreci yurttaşların erdemlerine ve etik tavırlarına çok fazla bağımlı kılması ve idealize etmesidir (Göztepe, 2003, 236). Habermas’ın müzakereci politika modelinde ise, demokratik iradenin oluşturulması sürecinin koşulları merkezi bir yer tutmaktadır. Bu modelin Cumhuriyetçi düşünceden farkı, demokratik anayasayı ikincil bir konuma atmamasında ve müzakereci demokrasiyi sadece kollektif olarak eylemde bulunan yurttaşların varlığına bağlamamasında, aksine demokratik karar alma süreçlerinin kurumlaştırılmasında görmesinde yatmaktadır. Habermas ulus-devletlerin, yurttaşların devletin meşruluk kaynağı olarak tanınmasında oynadığı önemli rolü asla reddetmemektedir. Çünkü ancak ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla bireyler, tebaadan aktif yurttaş statüsüne geçmişler ve iktidarın meşruluk kaynağını değiştirerek siyasi güç sahibi olmuşlardır. Ama ulus-devletlerin, karar alma sürecine katılma hakkını etnik aidiyete dayanan kader ortaklığına, homojen bir halka dayandırma çabaları, bu dönüm noktasının da sınırlarını oluşturmuştur. Siyasi etkinlik için kültürel, dilsel, dinsel ve tarihi homojenliği önkoşul olarak varsaymaktan vazgeçmek, müzakereci politika anlayışının özünü oluşturmaktadır, çünkü demokratik düşünce ve irade oluşturma süreci akılcı ve normatif bir anlaşmayı, birbirine o ana dek yabancı olanlar arasında da sağlama kapasitesine sahiptir. Habermas, müzakereci demokrasi anlayışının kapsayıcılığının sınırlarının nerede bittiğine, böyle bir sınırın gerekli olup olmadığına ilişkin sorulara yanıt vermemektedir. (Göztepe, 2003: 236-237). Habermas çokkültürcülüğün, temel hakların, bireyselliğin ve özgerçekleştirimin güvence altına alınması grup kimliklerinin de tanınmasını gerektiği yollu savını aynen kabul eder. Böylece o, bu konuda cemaatçiler ve Taylor’la aynı düşünceleri paylaşmış olur. Ancak Habermas’ın geliştirmiş olduğu kuram, etnik ve azınlık sorunlarının günden güne arttığı bir ortamda topluluk kimliklerine nesli tükenmekte olan canlılara yapılan muamelelere benzer bir tutumla yaklaşılarak koruma altına alınmasının da geçerli bir çözüm olamayacağına işaret etmektedir. Habermas’a göre farklı etnik grupların kültürel yaşam biçimlerinin eşit haklarla birlikte yaşaması için kişilere göre biçilmiş bir haklar kuramına gerek yoktur. Bu tür grup hakları demokratik anayasal devlette verilse bile, bu gereksiz bir uğraştır. Çünkü, içinde kimliklerin oluştuğu yaşam biçimlerinin ve geleneklerin korunması, üyelerinin tanınmasına yardım edecektir. Bu, türlerin, yönetim yoluyla bir tür korunma altına alınması demektir. Habermas kültürlerin kendi gelişimlerini sürdürürlerken doğal mecralarında çeşitli dış etkilere açık olarak gelişim göstereceğinin bilincinde olarak şöyle düşünmektedir. “Kendini tehdit altında hissetmeyen bir çoğunluk kültürü bile canlılığını ancak özgür düzeltimlerle, statükoya değişken tasarılar hazırlamakla ya da yabancı dürtüleri –hatta kendi geleneklerinden kopma noktasına kadar- kendi içine alarak koruyabilir” (Habermas, 1996a). Böylelikle Habermas’a göre çokkültürlülük, bir toplumun kendini dış dünyaya kapatarak 187

kendince bir yaşam sürmesine yarayan siyasal sistem olmamalıdır. Aksine çokkültürlü toplumlar, yaşam biçimlerinin eşit haklarla birlikte yaşaması, her yurttaşa bir kültürel miras dünyası içerisinde büyüme ve çocuklarını bu yüzden ayrıma uğramaksızın aynı dünya içinde büyütme fırsatını veren siyasal yapılar olarak algılanmalıdır. Habermas kültürlerin varlıklarını sürdürmede dışa kapanmaları yerine, etkileşim içinde olmalarının daha iyi olacağını düşünmektedir. Bu nedenle çağdaş toplumlarda yaşanan hızlı değişim, durağan yaşam biçimlerini parçalarken, kültürler değişim gücünü ancak eleştiriden ve kopmadan alırlarsa yaşamaya devam edebileceklerdir (Habermas,1996b: 130-131). Habermas’ın geliştirdiği kuram, durağanlığa ve belli bir grup kimliğinin sonsuza dek korunmasına karşı çıktığı gibi farklı etnisite ve ulusları bünyesinde barındıran çok uluslu devletlerdeki ayrımcı politikalara da karşı çıkmaktadır. “Fransız kültürünün İngiliz çoğunluk kültürüyle değiştirildiği durumda bulacaktı. Bu tür çokkültürlü toplumlarda, bir liberal kültür geçmişi zemininde ve gönüllü birliktelikler temelinde, öz-tanıma yönelmiş tartışmalara izin veren ve bunları destekleyen açık iletişim yapılarına sahip, iyi işleyen bir kamu alanı gelişebilirse, o zaman eşit bireysel hakların gerçekleştirilmesi demokratik süreci de farklı etnik gruplara ve onların kültürel yaşam biçimlerine eşit haklarla birlikte yaşama şansını vermeye kadar genişleyecektir” (Habermas, 1996b: 129). Görüldüğü gibi Habermas, çokkültürlü toplum olgusuna daha çok farklılıklara duyarlı bir dahil ediş olarak ifade etmiş olduğu yaklaşımı ile karşılık vermektedir. Habermas ulusal ve etnik azınlık olgusunun demokratik bir hukuk devletinde çözümsüz olmadığını düşünmektedir. Bu nedenle ayrımcılık sorunu ulusal bağımsızlıkla ve öz-belirlenimlik hakları peşinde koşarak değil, bireysel ve sınıfsal farklılığın kültürel tabanına yeterince duyarlı kalarak etnik ve ulusal azınlıkları topluma dahil etmekle ortadan kaldırılabilecektir. Müzakereci demokrasi anlayışının düşünsel temellerini böylece ortaya koyduktan sonra, müzakereci demokrasi hakkında genel bir bilgi vermek yerinde olacaktır. Liberal demokrasiyi savunanların aksine, müzakereci demokrasiyi savunanlar siyasette adalet ve ahlak kavramlarını etkin kılmayı istemektedirler. Ayrıca, halk egemenliği, eşitlik, kamusal alan gibi geleneksel demokrasinin kavramlarına yeni anlamlar yüklemeye çalışmaktadırlar. Siyasetin olmazsa olmaz öğesinin çıkar olduğu yollu düşüncenin yerine, uslamlamayı önermekle aynı zamanda ekonomik modelden ahlaki modele doğru hareket etmiş olmaktadırlar. (Mouffe, 1999: 756). Müzakereci demokrasinin siyasal görüşme yapılması gerektiği yollu savına göre, herhangi belirli bir amaç ve önceden belirlenmiş gündem olmaksızın özgür vatandaşların gönüllü olarak siyasal nitelikli görüşme veya tartışma yapmaları gerekir. Bu görüşme yoluyla vatandaşlar kendi kişisel deneyimleriyle dışarıdaki siyasal hayat arasında köprü kurarlar. Bu tür görüşmeler sayesinde siyasal sistem ve siyasal dünyayı tekrar besler (Kim, Wyatt ve Katz, 1999: 375). Ancak müzakereci demokrasi sadece karşılıklı görüşme anlamına gelmez, siyasal anlaşmazlıkları çözmekle de ilgilenir. Çünkü demokrasiler anlaşmazlıklardan kaçınamaz. Anlaşmazlıkları aldatma, güç kullanma gibi yöntemlerle değil, toplumun sağlığına katkıda bulunacak şekilde anlamaya çalışarak, eşitlik ilkesine göre ikna etme yolunu kullanarak çözmeye çalışır (Dryzek, 1990: 202). Burada amaçlanan herhangi bir ortak faydayı bulmaktır, belli bir ortak faydayı değil. Ortak fayda bu süreçte icat edilmemekte, biçimlendirilmektedir. Müzakere sürecine katılan taraflar tarafından ortak fayda üretilir ve onun önceden mevcut belirli normatif bir statüsü yoktur (Knight ve Jhonson, 1994: 290). Müzakereci demokrasiye göre bütün vatandaşlar siyasal diyalog sürecine katılabilirler; bu diyalogda hepsi eşit haklara sahiptirler (Smith ve Wales, 2000: 57). Sistemin meşruiyeti bu biçimde

188

sağlanacaktır. Meşruiyetin kaynağı bireylerin önceden belirlenmiş iradesi değil, iradenin oluşum sürecidir: yani müzakerenin kendisidir (Manin, 1987: 351). Böyle bir müzakere bazı katılımcı faaliyet şekilleriyle sonuçlanacaktır. Katz düşüncelerin bireyleri eylemlere yönelttiğini savunur: “Görüşler, halk arasında dolaşan yorum ve gözlemlerin günlük alışverişiyle oluşmaktadır. Birbiriyle konuşma yoluyla insanların sahip oldukları belirsiz eğilimler açıklığa kavuşmakta ve onlar adım adım belirli tutumlara, eylemlere ve oylara dönüşmektedir” (Katz, 1992: 80). Ancak unutulmamalıdır ki, müzakere her zaman ahlaki anlaşmazlıkları çözemeyeceğinden, bireyler eylemde bulunamayabilir. Müzakere şüphesiz uzlaşılamaz değerleri her zaman uzlaşılır yapamaz, ancak o katılımcıların, muhaliflerinin iddialarındaki ahlaki değerleri tanımalarına yardımcı olabilir. O bunu, müzakerecileri kendi çıkarlarıyla ilgili iddiaları toplumsal içerikli olanlardan ayırmaya teşvik ederek, toplumsal çıkarların daha ağırlıklı olması gerektiğini tanımalarını sağlayarak ve kritik olan ahlaki anlaşmazlıkların berraklaşmasına yardım etmek yoluyla yapabilir. Müzakereci süreç vasıtasıyla katılımcılar, her iki tarafın da uzlaşmaz oldukları ihtilafları ayırt edebilirler. Bunun dışında derin görüş ayrılığı içermeyen anlaşmazlıklar daha sonra kolayca belirlenebilir ve başlangıçta göründüğünden daha kolay çözülebilir olduğu ortaya çıkarılabilir. Bazı anlaşmazlıklar eksik bilgi veya yanlış anlaşılmadan kaynaklanıyor olabilirler ve bazıları ise pazarlık, müzakere ve uzlaşma yoluyla çözüme kavuşturulabilir. Ahlaki ilke ve uzlaşmalar, müzakere yoluyla, anlaşmazlıkların yerine konabilirler. Meşrulaştırmanın sağlanabilmesi için daha önce müzakereye katılmayan insanların da içerilmesi gerekir. Bu durum ahlaki anlaşmazlıkları arttırabilir. Ama meşruiyet ancak bu şekilde kazanılabilir. Müzakere, sadece uzlaşma olsun diye uzlaşma sağlamaya çalışmaz. O, farklı düşünmeye devam edebilecek vatandaşların hepsinin kabul edebileceği anlamda karşılıklı olarak haklı çıkarılabilecek bir uzlaşma arar (Gutmann ve Thompson, 1998: 16-17). Değerler hakkındaki çoğulculuk dikkate alındığında bütün ahlaki gerekçelerin ve akıl yürütmelerin herkese ikna edici geleceğini bekleyemeyiz, ancak temel çıkarlar tehlikedeyse en azından biz, özgür ve eşit bütün vatandaşların kabul edebileceği gerekçeler üzerine kararlarımızı temellendirmeye çalışabiliriz (Daniels ve Ezekıel, 1996: 11). Müzakere, hem kararların meşruiyetini arttırmakta hem de müzakereye katılan tarafların kendi sınırlı bakış açılarını, her birinin diğerinin bilgi, deneyim ve yeteneklerinden yararlanarak geliştirebilecekleri şartlar sunmaktadır. İki nedenden dolayı o, isabetli karar alma olanağını artırabilir. Birincisi, bir aktörün diğerlerinin bilmediği bir analiz veya çözümü ortaya koyabilmesi anlamında bireysel yönüyle değerli olabilir. İkinci olarak o katılımcıları, bireysel olarak ulaşamayacakları sonuçlara ulaştırabilmesi yönüyle çok yönlülüğü bakımından değerli olabilir (Smith ve Wales, 2000: 57). Bu sayede müzakereye katılan taraflar hem karşı tarafın fikirlerini hem de kendi fikirlerini değiştirmeye hazır hale gelirler. Sadece kendi çıkarı üzerine kurulu tercihlerin müzakere bağlamında savunulması zor olacaktır (Smith ve Wales, 2000: 58). Müzakereci bakış açısından siyasal tartışma bireylerin düşüncelerini genişletecek ve belli konularda farklı ve bazen karşı görüş açılarından düşünme fırsatı sağlayarak karşılıklılığı ve tarafsızlığı artıracaktır. Arendt bunu “temsili düşünme” veya “genişlemiş zihniyet” diye nitelemektedir. Bu sayede insanlar konuları daha az kendi çıkarlarını düşünerek tartışacaklar ve eğer kendileri başkalarının yerinde olsalardı nasıl hissedeceklerini ve düşüneceklerini öğrenme fırsatı bulacaklardır. Tarafsızlığı geliştirecek bu yaklaşım görüşlerin niteliğini de artıracaktır (Arendt, 1967: 115). Değişik durumlar hakkında ayrıntılı düşünme ve açık fikirlilik, görüş niteliğinin önemli bir boyutudur. Bu yüzden siyasal konuşma bu tarafsız muhakemeyi artıracaktır (Kim ve Wyatt, 1999: 367). Bunlara ek olarak müzakere, yurttaşlar görüş alış verişiyle birbirlerinden bir şeyler öğrenirler, bireysel ve toplumsal yanlış anlamalarını fark ederler ve eleştirel süzgeçten geçen yeni görüşler ve

189

politikalar geliştirebilirler. Ayrıca müzakereci demokrasinin kendi özel işlerinin sınırlı bakış açılarının ötesinde vatandaşların görüş açılarını genişletme bakımından oldukça yüksek bir kapasitesi vardır (Smith ve Wales, 2000: 57). Müzakereci demokrasinin uygulanabilirliğini savunanlar açısından demokratik diyalogun nasıl kurumsallaştırılabileceği konusu önemli bir sorundur. Burada anayasanın önemi büyüktür: Anayasal haklar ve ilkeler, demokratik diyalogun ve hükümlerin ortaya çıkması ve devamı için gerekli şartlardır (Smith ve Wales, 2000: 56). Bununla birlikte müzakereci düzenlemenin pratik örnekleri oluşturulup kurumsallaştırılmadıkça bu ilke ve yasalar ancak sınırlı bir değere sahip olacaktır (Bohman, 1998: 419). KAYNAKÇA ARENDT, H. Truth and Politics, Philosophy, Politics and Society, P. Laslett ve W. G. Runciman (eds.), Blackwell, Oxford, 1967. BAUMAN, Zygmunt, Postmodernizm ve Hoşnutsuzlukları, (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000. BAUMAN, Zygmunt, Modernlik ve Müphemlik, ( Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2003. BOHMAN, J. Survey Article: The Coming of Age of Deliberative Democracy, Journal of Political Philosophy, 6(4), 1998. DANIELS, N. ve EZEKIEL J. Is Justice Enough?, Ends and Means in Bioethics, 26(6), 1996. DRYZEK, J. Green Reason: Communicative Ethics and the Biosphere, Environmental Ethics, 12, 1990. GÖZTEPE, Ece, “Yurttaşlığın Kamusal ve Ulusüstü Boyutu: Avrupa Yurttaşlığı ve “Göçmen Forumu” Örnekleri” ,AÜHF Dergisi, C. 52, S. 4, s. 229-248, 2003. GUTMANN, A. ve THOMPSON, D. Deliberative Democracy, Liberal Education, 84(1), 1998. HABERMAS, J. Between Facts and Norms, Contributions to a Discourse Theory of Law and Democracy, Translated by W. Rehg, MA: MIT, Cambridge, 1996a. HABERMAS, J. “Demokratik Anayasal Devlette Tanınma Savaşımı” Çokkültürcülük ve Tanınma Politikası (Çev. Mehmet H. Doğan), Yay. Haz. Amy Gutman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996b. HABERMAS, J. Öteki Olmak, Ötekiyle Yaşamak – Siyaset Kuramı Yazıları, (Çev. İlknur Aka), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002 KATZ, E. On Parenting a Paradigm: Gabriel Tarde’s Agenda for Opinion and Communication Research, International Journal of Public Opinion Research, 4, 1992. KIM, J. ve WYATT, R. O. News, Talk, Opinion, Participation: The Part Played by Conversation in Deliberative Democracy, Political Communication, 16(4), 1999. KNIGHT, J. ve JOHNSON, J. Aggregation and Deliberation: On the Possibility of Democratic Legitimacy, Political Theory, 22(2), 1994.

190

KÖKER, Levent , “Charles Taylor: Kimlik/ Farklılık Sorununa Sahici Demokratik Çözüm Arayışı” s. 11-14, Çokkültürcülük ve Tanıma Siyaseti, Yay. Haz. Amy Gutman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996. KYMLICKA, Will, Çokkültürlü Yurttaşlık- Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, (Çev. Abdullah Yılmaz ), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998 MANIN, B. On Legitimacy and Political Deliberation, Political Theory, 15, 1983. MOUFFE, C. Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism?, Social Research, 66/3, 1999. PAREHH, Bhikhu, Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek, ( Çev. Bilge Tanrıseven ), Phoenix Yayınları, Ankara, 2002. SMITH, G. ve WALES, C. (2000) Citizens’ Juries and Deliberative Democracy, Political Studies, 48(1), 2000. TAYLOR, Charles, “Tanınma Politikasi”, Çokkültürcülük – Tanıma Siyaseti, Çev. (Yurdanur Salman), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996. TEPE, Harun, “Günümüz Sorunları Karşısında Kant Etiği”, Varlık Dergisi Kasım 2004. TOURAINE, Alain, Modernliğin Eleştirisi, (Çev. Hülya Tufan), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1994. WALLERSTEIN, Immanuel, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, (Çev. Tuncay Birkan), Metis Yayınları, İstanbul, 2000. WALZER, Michael, “Tanınma Politikasi”, Çokkültürcülük – Tanıma Siyaseti, (Çev. Cem Akaş), Charles Taylor’un Yazısına Yorum, Sh. 106-110,Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996.

191

MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN SÜRDÜRÜLMESİNDE GÜVEN KAVRAMININ ÖNEMİ

Hasan Hüseyin AKKAŞ* ÖZET Bir toplumda temsili sistemin çoğulcu ve bireyci nitelikleri toplumsal kesimlerin ayrımlaşmasına neden olmaktadır. Seçim dönemlerinde partiler gösteri merkezine partilerin atadığı adaylar ise müşterilerin beğenisine sunulan temsilcilere dönüşmektedir. Bireysel-grupsal çıkarlar genel çıkarlar olarak tanımlanabilmektedir. Yasa hakimiyeti, özgürlük, eşitlik, insan hakları, yaşam ve mülkiyet haklarını temel alan liberal demokrasi yeni ortaya çıkan değer ve yaşam biçimlerini öteki olarak tanımlamaktadır. Bireylerin cinsiyet, kültür, etnik gibi kendi kimliklerini kendilerince belirleme istekleri, gelirin adil dağıtılması, eşitlik ve fırsat eşitliği talepleri ve toplumsal kesimlerin temsil edilmesi gibi talepler demokrasinin yönetilemezlik kriz alanlarını oluşturmaktadır. Müzakereci demokrasi günümüz temsili demokrasinin yaşadığı bu kriz alanlarını aşmaya çalışan bir modeldir. Çalışmada müzakereci demokrasi tartışmaları, temel varsayımları, nitelikleri ve temsili demokrasi sorunlarına yönelik çözümleri değerlendirilmektedir. Ayrıca müzakereci demokrasinin sürdürülmesinde güven kavramının önemi üzerinde durulmaktadır. Güveni temel almayan bir demokrasinin günümüz sorunlarını çözmeye yönelik girişimlerinin yetersiz olduğu çalışma kapsamında açıklanmaktadır. Anahtar Kelimeler: müzakere, müzakereci demokrasi, güven, siyasal meşruiyet. ABSTRACT In a society, the pluralist and individualistic characters of the representative system causes the differentiation of social unity. During election times, parties become show centers, and the candidates who are nominated by parties become the representatives who are submitted to satisfaction of customers. Individual interests and group interests come to be defined as the interests of the whole society. Liberal democracy which bases itself to the sovereignty of law, freedom, equality, human rights, life and property define the new values and life styles as the other. The wants of people of being able to chose their self identities, gender and culture, also the distribution of wealth, equality and the demands of equal opportunity, equal representation of social sectors establishes the governing crisis of democracy. Deliberative democracy is the model that tries to solve the problems that we are having with the representative democracy in today’s political system. Deliberative democracy discussions, its fundamental assumptions and characteristics, and the solutions to the problems of representative democracy are mentioned in this study. In addition, the importance of the concept of trust in the maintaining deliberative democracy is also mentioned in our study. It is explained in the concept of our study that a democracy which isn’t based on trust is inadequate to solve the problems of today. Key Words: Deliberation, deliberative democracy, trust, political legitimacy.

* Yrd. Doç. Dr., Uşak Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi 192

MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN SÜRDÜRÜLMESİNDE GÜVEN KAVRAMININ ÖNEMİ Müzakereci Demokrasi Kavramı Müzakereci demokrasinin temelleri 5. Yüzyıl Atina’da Perikles dönemine dayandırılmaktadır. Demagogos (halk önderi) olarak tanımlanan Perikles, yurttaşların siyasal katılmalarını sağlamak amacıyla çeşitli önlemler aldı. Bunlar arasında, her yurttaşa çıkarılan yasaya karşı anayasaya aykırılık nedeniyle dava açma yetkisi (grapheparanomon), devlet görevlilerine ücret ödenmesi (misthos) ve konuşma eşitliği (isegoria) ilkeleri getirildi. Atina demokrasisinin altın çağı olarak tanımlanan bu dönemi Aristo devletin daha çok halkçı niteliğe sahip olduğunu belirtmektedir (Ağaoğulları, 1989: 24-26)1. Atina demokrasisinde yaşanan temsil ve müzakerenin sofistçi niteliği (tartışmanın bilgeliğinin kabul edilmesi ve tartışma sonucu eylemin herkes tarafından benimsenmesi), modern dönem düşünce ve eylem dünyasında rasyonel tasarımlara dönüşmüştür. İki kutuplu dünyada Batı tarafında yer alan toplumlarda demokrasi liberal, faydacı, toplumcu biçimde özgürlük, eşitlik ve adalet kavramlarıyla tanımlanarak her bir kuramın rasyonel normları ve toplumsal yaşam biçimleri oluşturulmuştur. Gutmann ve Thompson bu kuramları birincil olarak tanımlarlar. Onlara göre küreselleşmenin yaygınlaşması ve dünyanın Doğu bloğunun da demokrasi talepleri Batı’da liberal temelde tanımlanan demokrasiyi sorunlu hale getirmiştir (Gutmann and Thompson, 2004: 12). Gutmann ve Thompson birincil kuramların toplumda yarattığı apolitik (bireyin politikaya ilgisiz olma hali), depolitik (bireyin politikadan uzaklaşması veya uzaklaştırılması) durumların, çoğulculuğu ve farklılığı göz ardı ederek, bireyci-çıkarcı tutum ve davranışlarla daha çok toplumsal parçalanmışlığa neden olduğunu ve bu durumunda demokraside meşruluk krizine yol açtığını belirterek ikincil kuramları önermektedirler. Bu kuramlar temellerini Atina demokrasisine dayandırması nedeniyle radikal, müzakereci, söylev, diyalojik ve iletişimsel gibi kavramlarla tanımlanarak liberal demokrasideki sorunlar çözümlenmeye çalışılmaktadır (Gutmann and Thompson, 2004: 13-14). Kısaca modern demokrasilerin sürdürülmesinde temsil, seçime indirgenerek parti demokrasisine dönüşmesi, yönetimin uzmanlık gerektirdiği düşüncesi, yurttaşların yönetime katılmalarında etkili olamayacakları inancı ve geçmişe ait ne varsa akılcı tasarımlar yoluyla reddedilmesi demokrasinin yönetilemezlik kriz alanlarını oluşturmaktadır2. Günümüz demokrasisinin temel krizlerinden biri demokrasinin sadece seçime dayalı tanımlanması ve sürdürülmesidir. Seçim kampanyalarında iktidar ve muhalefet partilerinin seçmenle ilişkileri eşit koşullarda değildir. Seçimler adil yapılsa da partilerin aday belirlemesi ve seçmenlerin oy verme davranışlarını etkileyen unsurlar farklılaştıkça seçimlerin adilliği de sorgulanmaktadır. Yurttaşların özgürlükleri ve eşit katılım hakları sınırlandıkça güvensizliğin arttığını ve seçmen-politikacı arasındaki duygusal bağlar yaygınlaştıkça da demokrasinin yozlaştığını dile getiren O’Donnell, bu sorunların çözümünde demokrasinin yeniden tanımlanması gerektiğini söyler. Herkese özgürlüğün ve eşit fırsatların tanındığı, farklılıkların zenginlik olarak algılandığı ve tolere edildiği bir toplumda sadece kurumsal ve yasal düzenlemeler değil yurttaşların birbirlerine güvenerek Atina demokrasisi günümüz temsili, katılımcı ve müzakereci demokrasinin dayanakları olarak belirtilse de günümüz demokratik değerleri ve toplumda demokrasinin sürdürülmesi bakımından karşılaştırıldığında tarihsel süreçler ve toplumsal yapılar göz ardı edilmemelidir. Bu konuda Anıl’ın eseri önemli bir katkı sunmaktadır. (Anıl, 2006: 98-129). 2 Tarihin Sonu ve Medeniyetler Çatışması eserleri şüphesiz evrensel bir medeniyeti vurgulamaları nedeniyle eleştirilse de bu tezlerin iddiaları, toplumların parçalanmışlıklarını anlattığını söyleyen Sarıbay, bu sorunların çözümünde bireylerin birbirlerinin farklılıklarını anlamaya ve paylaşmaya dayalı 1

193

ve çeşitli düzeylerdeki katılım araçlarıyla eleştirel düşüncelerini yaygınlaştırarak kurdukları ilişki ve etkileşimlerinin demokrasiyi güçlendireceğini belirtir (O’Donnell, 2007: 6-10). Kısaca bilişim teknolojisinde yaşanan değişimler kamusal alanı daraltarak demokratik sistemi, partiler tarafından gösterilen adayların seçildiği seçkinci bir yapıya dönüştürmesi, demokrasinin halk (demos) niteliğini dışlamakta ve sadece iktidar (kratos) niteliğini vurgulamaktadır. Modern dönemde müzakerenin temelleri Edmund Burke’ün konuşmalarına, John Stuart Mill’in özgürlük kuramı ile ilgili tartışmalara, onların takipçileri Dewey, Bohman ve Rehg, Banin, Bessette, Cohen’e ve günümüzde Rawls ve Habermas’ın çalışmalarına dayandığını söyleyen Dryzek, günümüz demokrasisinin sorunlarını çözmeye yönelik dile getirilen yurttaşların birbirlerini anlama, tartışma ve yorumlamalarının ve kamusal alanda etkin katılma taleplerinin demokrasinin biçimini de değiştirdiğini belirtir (Dryzek, 2000: 1). Dryzek liberal demokrasinin karşılaştığı sorunların müzakereci demokrasi yoluyla tartışıldığını belirtmekle birlikte müzakereci (deliberative) yerine söylev (discursive) demokrasisi kavramını tercih ettiğini ifade etmektedir. Ona göre müzakere bireylerin karşılıklı tercihlerine yönelmekte ve bir sonuca ulaşmayı gerekli kılmaktadır. Halbuki söylev demokrasisi farklılıkları içinde barındıran bir çoğulcu niteliğe sahiptir. Değişimin engellerinin kaldırılması gerektiği üzerinde duran ve tüm değişimleri içeren söylev demokrasisi anayasa yapım sürecinde toplumun bazı kesimlerini dışta bırakan veya göz ardı eden tüm tutum ve davranışları antidemokratik uygulamalar olduğu gerekçesiyle reddeder. Müzakereci demokrasi ise müzakere sürecinin sonunda uzlaşmayı öngörmektedir (Dryzek, 2000: 2-3)3. Müzakere (deliberative) kavramı, dikkatli biçimde düşünmek anlamına gelir. Fransızcada kavram konuşma, karar, tartışma, düşünüp-taşınma anlamında kullanılır. Türkçede ise müzakere konuşma, akıl danışma ve oylaşım demektir. Kamusal alanda bir konunun müzakere edilmesi, yurttaşların konu ile ilgili ciddi, bilinçli ve düşünce süreçleri yoluyla fikir alış verişinde bulunarak bir sonuca ulaşması demektir (Doğanay, 2003: 38-42). Demokratik krizi aşmada önerilen müzakere yolu yurttaşlar arasında eşitliği ve özgürlüğü yaygınlaştırarak katılımı artırmakla birlikte müzakereci demokraside, müzakere süreçleri ve sonuç odaklı niteliği demokrasinin temelleri açısından değerlendirilmesidir. Müzakereci Demokrasinin Nitelikleri Müzakereci demokrasi çoğulculuğu temel alır. Kamusal alanda yurttaşı yetkinleştirir ve etkin katılma imkanları yaratarak demokrasinin meşruluğuna katkıda bulunur. Yurttaş ile devlet arasında bulunan sivil toplumun yurttaşların çıkar-çekişmelerinin depolandığı alan olarak tanımlayan Putnam, sivil toplumun kamusal alanda alınacak kararları müzakere ettikleri için kararları etkilediğini ve yurttaşların bu kararları desteklediklerini belirtmektedir (Booth ve Richard: 780-782). Burada sivil toplumun etkinliği arttıkça sosyal sermayenin artacağı ve demokrasinin gelişeceği vurgulanmaktadır Yurttaşın yetkinliği, kamusal alanda tartışılacak konularla ilgili ve bilgili olması demektir. Yurttaşlar eğitim yoluyla ve sosyal alanda yeteneklerini geliştirerek sahip oldukları kapasitelerini Teoride liberal demokrasinin krizini aşmada ileri sürülen yurttaş katılımı sivil ve çoğulcu toplumsal alan kavramları radikal demokrasi “aşağıdan yukarıya” veya “demokrasinin demokratikleşmesi” olarak tanımlanmakta ve yeni demokrasi tanımları içinde çekişmeci-çatışmacı (agonistik) çoğulcu demokrasi, müzakereci, diyalojik, söylev, iletişimsel demokrasi gibi kavramlaştırmalar yapılmaktadır. Bu kavramların teorik ve Türk toplumunu açıklamaya yönelik tartışmalar için (Sarıbay, 2000: 1-17), (Vera-Zavala, 2006:161-187), (Keyman, 2000:1-41), (Köker:2008:353-363). 3

194

harekete geçirirler. Yurttaşların kendi kaynaklarını harekete geçirerek kamusal alandaki eylemleri diğer yurttaşlara da kendilerini gerçekleştirebilme imkan ve fırsatlarını yaratır. Yetkin yurttaşlar tepeden tabana ilişkilerini ve etkileşimlerini yatay ağlarla sürdürürler. Farklılıklar birbirlerine güvenerek ve tolere ederek eşit nitelikte kamusal alanda tartışmalara katılmaları ortak aklı yaratır. Böylece demokratik kurumlar kendilerini geliştirmektedirler. Demokratik kurumlar toplumların kendiliklerinden hareket eden eylemlerinin sonucudurlar. Yurttaşlar kapasite ve yapabilirliklerini artırdıkça ve sivil alan yaygınlaştıkça toplumun seçkinleri üzerinde baskı da artarak seçkinlerin dönüşümü gerçekleşir (Welzel ve Inglehart, 2008: 128-133). Kısaca maddi imkânlara sahip olan yurttaşların kendilerini ifade etme ve kendi değerleriyle yaşamayı ilke edinecekleri vurgulanmakta, kamusal alanda toplumu ilgilendiren konuların tartışılmasında kendi çıkarlarını düşünse de sonuçta bu çıkarların ortak yararı oluşturacağı ve bununda demokrasiyi sürdürebilir kılacağı ifade edilmektedir. Üçüncü demokratikleşme dalgasının yarattığı olumlu hava demokrasinin temelleri açısından değerlendirildiğinde yeni demokrasilerin yurttaş katılımını göz ardı ettiği söylenebilir. Rusya’ da Vlademir Putin seçkinci ve Venezuela’da Hugo Chavez popülist “demokrasinin” örneklerini oluştururlar. Her iki ülkede de seçimler yapılmakla birlikte yurttaşların alternatifsizliği, sivilleşememeleri ve örgütlenememeleri nedeniyle seçim sonuçları siyasal iktidarın dönüşümünü gerçekleştirmek yerine sağlamlaştırmakta ve demokrasi otokratik veya teknokratik niteliğe sahip olmaktadır (Krastev, 2006: 53).Yurttaş yetkinliği ve etkinliği müzakereci demokrasinin temel niteliği olmakta ve katılım araçları yoluyla bu yetkinlik gerçekleşmektedir4. Demokrasiye yeni geçen toplumlarda demokrasinin güçlenmesi için yurttaşların otoriter alışkanlıkları yerini, demokratik tutum ve davranışlara bırakması gerekir. Bu aynı zamanda demokrasinin bir toplumda güçlü olmasındaki önemini de anlatır. Hem yasa ve kuralların hem de kültürel değerlerin demokratikleşmesi gerekir. Bu durumda yurttaşların tutum ve davranışları önemli olup demokrasiyi bir rejim ve yaşam biçimi olarak algılamaları ön plana çıkmaktadır (Shin ve Wells, 2005: 89-90). Kısaca yurttaşlar yeni demokratik sistemi kabul etmeli, demokratik kurumları desteklemeli ve yaşamlarında otoriter eğilimlerinden vazgeçmelidirler. Müzakereci Demokraside Usûl Yurttaşların yönetme hakkının yaşama hakkından ayırt edilemeyeceğini iddia eden Weithman, kamusal alandaki tartışmaların önceden esnek olarak belirlenmiş usûllere göre yapılması gerektiğini öne sürer. Müzakerede usûl, demokrasinin iki niteliğine dayanır. Birincisi yurttaşların ırk, din, renk, sınıf, statü ve kimlik tercihleri reddedilmeli ve uzlaşmayı yaratacak unsurlar öncelikli olarak sürdürülmelidir. İkincisi ise yurttaşların kişisel çıkarlardan uzaklaşmasını ve nihai olarak ortak yararı amaçladıklarını müzakere sürecinde göstermeleri gerekmektedir (Weithman, 2005: 263-265). Atina demokrasisine dayanan tartışma ve uzlaşma, bir konunun anlaşılması ve konu ile ilgili yurttaşların ortak hareket etmesini anlatır. Demokraside müzakere varsayımlar üzerinde sonu gelmez tartışmalar yapmak değil, kamusal alanda yurttaşların etkin katılmaları sonucu ortak akılda hareket etmeyi öngörür.

Siyasal iktidarların popülist uygulamaları, skandallar ve yozlaşma seçmenlerin oy verme davranışlarını etkileyerek yurttaşların siyasal kurumlara ve politikacılara güvenmemektedirler. Popülist politikalar yurttaşların siyasal alandan uzaklaşmalarına neden olmaktadır. Daha geniş bilgi için, (Fieschi ve Heywood, 2004: 289-291). 4

195

Müzakere süreci ve bu süreçte yapılan tartışmalar karar almaya yönelik araçsal eylemlerdir. Günümüzde sivil alanın giderek yaygınlaşması yurttaşlar arası ilişki ve etkileşimle birlikte ortaklıkları yaygınlaştırmakta, sorunların çözümü kolaylaşmaktadır (Goodin ve Niemeyer, 2003: 628-629). Yurttaşlar kamusal alanda müzakere ederken üç temel kurala uyması gerektiğini söyleyen Weithman, yurttaşların kurallara uymadıklarında karmaşanın yaşanacağını belirtmektedir (Weithman, 2005: 266). Bunlar; -Yurttaşlar müzakere ettikleri konularda alınan kararları desteklemelidirler. – Müzakere sürecinde alternatif düşüncelerin mantıksal doğruluğu söz konusu olduğunda yurttaşlar, kendi düşüncelerinden vazgeçebilmelidirler. –Alternatif düşünceler yurttaşları ikna edici olmadığında yurttaşların müzakere sürecindeki düşünce farklılıklarına saygı göstermesi gerekir. Müzakereci demokrasinin usûle yaptığı vurgu demokratik sürecin işlevsel hale gelmesinde bireysel özgürlük ve eşitliğin yeterli olmadığını bunların aynı zamanda toplumda yaygınlaşmasını gerçekleştirecek usûllerinde uygulanmasının zorunlu olduğunu belirtir. Yurttaşların birbirleriyle ilişkilerinde güven, karşılıklılık ve saygı bulunmadığında demokratik kuralların uygulanmasının mümkün olamayacağını söyleyen Dryzek, karşılıklılık ilkesinin müzakereci demokraside bir yöntem olduğunu ifade eder. Yurttaşlar birbirlerini haklılaştırarak ve belli usûller dahilinde birbirlerine güvenerek kamu politikalarını birlikte oluşturmaktadırlar (Dryzek, 2000: 153-155). Burada yurttaşların karşılıklı haklılaştırmaları, mantıksal olarak birinin dediğini diğerinin kabullenmesi değil, mantıksal öneriler yoluyla yurttaşların yasaya uymalarını, uymadıklarında ise karşılaşabilecekleri güçlükleri yine mantıksal çerçevede anlamalarını sağlamaktır. Müzakereci demokrasinin usûllere bağlı olması bu usûllerin kimler tarafından ve nasıl oluşturulacağı sorularını akla getirmektedir. Usûle bağlı müzakerede tartışılan konu ve konu ile ilgili usûllerin önceden belirlenmesi, yurttaşlarda kuşku uyandıracağından dolayı yurttaşların müzakereye katılım isteklerini azaltmaktadır. Usûlün belirlenmiş olması, müzakere edilecek konulara katılacak gruplarında önceden belirlenmesine neden olmakta bu durum ise, yurttaşların katılımlarını azaltmaktadır. Müzakere usûlünün belirlenmiş olması alınacak kararla ilgili grupların önceden bilgilendirilmelerini diğerlerinin ise bilgilenmemeleri nedeniyle ilgisizliklerine neden olarak müzakereye katılmada tereddüt edeceklerdir. Müzakere usûlünün belirlenmesi yurttaş yetkinliğini ve etkinliğini azaltmaktadır. Müzakere usûllerinin müzakereyi edecek yurttaşlar tarafından bilinememesi nedeniyle yurttaşlar, kapılar arkasında kararların önceden alındığı izlenimlerini yaygınlaştırarak temsili demokraside eleştirilen parmak hesabının müzakereci demokraside katılanların sadece tartıştığı ama kararlar üzerinde etkili olamadıkları bir sonucu yaratacaktır. Bir diğer ifadeyle müzakerenin sonuç odaklı niteliği tartışma sonucu uzlaşmayı zorunlu kılar ki bu durumda tartışmanın gerekli olup olmadığı tartışmasını da ortaya çıkarmaktadır. Yurttaşların kimlik tercihlerini dışta bırakarak kamusal alanda ortak akılda ve ortak yararı gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Kamusal alanda ortak akıl ve ortak yararı amaçlayan müzakereci söylemler demokrasinin çoğulculuğu, farklılığı ve çok kültürlülük ile bu gerilimler üzerinden demokratikleşmenin gerçekleştirilebileceği düşüncelerini de dışlamaktadır. Seçim sonucu çoğunluğa sahip bir siyasal iktidarın alacağı kararlarda müzakereci usûller uygulanamaz. Çünkü taraflar eşit şartlarda değillerdir. Ayrıca temel hak ve özgürlükler konusunda da 196

usûl tartışması yapılamaz. Çünkü bunlar demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Müzakereci Demokraside Sivil Toplumun Önemi Yurttaşların yetkin ve etkinliği şüphesiz sivil toplumun toplumdaki önemine bağlıdır. Müzakereci demokrasinin sürdürülmesi öncelikli olarak sivil alanın toplumda yaygınlaşmasına, etkinlik kazanması ile bu gelişmeleri meşrulaştıracak kültürel ortama bağlıdır. Yurttaşların güvene dayalı ilişkileri çoğulcu kamusal alanı oluşturmakta ve bu alanda yapılan tartışmalar ve uzlaşmalar sivil alanın kapasitesini artırmakta ve demokrasi kurumsallaşmaktadır Sivil toplum farklılıkları içeren, diğerlerinin çıkarlarına saygı duyan ve kendileri için karşılıklı bağımlılığa sahip olan bir yapıdır. Sivil toplumda yurttaşların birbirlerine benzemeleri gerekmez. Yurttaşların güvene dayalı kurdukları ilişkilerde kamusal sorunların çözümüne katılmalarını öngörür (Hauser ve Benoit-Barne, 2002: 271272). Amerika’yı inceleyen Tocqueville, Amerikan demokrasisinin sivil ağlardan oluştuğunu belirtmektedir. Putnam, günümüz Amerikan demokrasisinin sorunlarını sivil ağların zayıflaması olarak görmektedir. Sivil ağlar yurttaşların birbirleriyle ilişki ve etkileşimlerini, farklılıklarını ve kapasitelerini artırarak birlikte hareket edebilmelerini anlatır. Sivil toplum, toplumun birimleriyle güvene dayalı kurduğu ağ-bağ ve köprü-bağ ilişkileriyle yurttaşları kararların alımında etkili kılmaya çalışarak politik kararları meşrulaştırmaktadır (Hauser ve Benoit-Barne, 2002: 266-267). Sivil toplumun toplumdaki işlevselliğini güvene dayalı ilişkilere bağlayan Putnam, yurttaşların sivil toplumlara güvendiklerinde katıldıklarını ve kendi aralarında oluşturdukları müzakere etme anlama ve yorumlamaya dayalı yatay ilişkiler yoluyla da demokrasiye katkıda bulunduklarını ifade ettiği belirtilebilir. Burada sivil toplum müzakereci demokrasi açısından iki temel rolü yerine getirmektedir. Birincisi yurttaşları yetkinleştirerek kararların alınmasına katılımlarını teşvik etmekle demokrasinin meşruluğun gerçekleşmesini sağlamaktır. İkincisi sivil olmayan unsurlarında sivilleşmesini sağlayarak demokrasinin sürdürülmesine katkıda bulunmaktır. Sivil toplum kamusal alanda çoğulculuğu ve farklılığı tolere ederek karşılıklılık ilkesi çerçevesinde birbirlerini haklılaştırarak konuları müzakere etmeleri sivilleşmeye katkıda bulunmakta ve demokrasiyi sürdürülebilir kılmaktadır. Müzakereci Demokrasinin Sürdürülmesinde Güven Kavramının Önemi Teknolojik değişimin sürekli olduğu toplumsal yaşamda bireyler çevrelerine yabancılaşmakta ve özgürlüklerini yaşadıkları ortamla sınırlandırmaktadırlar. Modern toplumda yabacılaşmanın önlenmesinde üç unsuru dile getiren Helly, bu unsurların gerçekleşmesinde farklı çıkarların birleşmesi, refahın adil dağılımı ve toplumdaki atomize durumların yok edilmesi gerektiğini belirtir. Böylece bireylerin, eşitsizliklerinin giderildiğini gördükçe birbirleriyle güvene dayalı dayanışmaları artmaktadır (Helly, 2003: 20). Bu üç unsur;-toplumdaki tüm kesimlerin katılımlarının gerçekleşmesi, -bireyler arası karşılıklı güven ve etkileşimin kurulması ve –toplumsal kesimler arasında ortak değerlerin yaratılmasıdır. Demokratik toplumlarda güveni sağlayan unsurlar yasaya dayalı yönetim, kuralların önemli olması ile toplumsal değer ve normların bu kurallara uyumudur. Demokratik toplumda güven sivil işbirlikleri ile devlet kurumları arasındaki ilişkilerde ortaya çıkar ve kurumsal bir niteliğe sahiptir. Demokratik sistemin meşruluğu siyasal kurumların, yurttaşları ile kurduğu güvene dayalı ilişkilerine bağlıdır. Kamu hizmetini yerine getiren siyasal iktidarlar saydam, açık ve dürüst davranmadıklarında güven sorunu ortaya çıkmakta ve demokratik sistemin meşruluğu sorgulanmaktadır. Eski Yunan

197

demokrasisinin mimarlarından olan Perikles, tartışmanın en büyük yararının herkesi bilgilendirdiği ve bilgeliğe dönüştürdüğünü söyleyerek demokraside tartışmanın önemini vurgulamaktadır (Maddox, 2008: 18-20). Müzakereci demokraside kararlar alınmadan önce güvene dayalı ilişkilerle kurulan ağ-bağ’larda tartışılmasının demokrasiyi meşrulaştırdığı söylenebilir. Toplumların ekonomik zenginliklerini besleyen değerlerin kültürel olduğunu vurgulayan Fukuyama, güvene dayalı kendiliğinden sosyalleşen toplumların gelişmiş ve demokrasilerinin de sürdürülebildiğini ve bu toplumlardaki sivilleşmenin yüksek olduğunu belirtmektedir. Güvene dayalı kendiliğinden sosyalleşmenin olmadığı toplumlarda ise, modernleştiriciler devreye girmekte ve toplum, tepeden sivilleştirilmeye çalışılmaktadır. Modern dünyanın sorunlarını çözmede geleneksel yaşam değerlerinin önemine vurgu yapan Fukuyama, modern toplumun rasyonel tasarımlarını alışkanlığı etkileyen geleneksel değerlerle birlikte gerçekleştirilmesi gerektiğini iddia etmektedir (Fukuyama, 2005: 41-43, 82-91 ve 166-175). Güvene bağlı sosyal sermayenin bireyin sosyalleşmesi üzerindeki önemini vurgulayan Fukuyama, güven düzeyi düşük toplumlarda sivilleşme ve işbirliklerinin de zayıf olduğunu belirtmektedir. Sosyal sermaye kavramının bir toplumda bireylerin karşılıklı güvene dayalı ilişkileri olduğunu ifade eden Putnam’da güven, teknolojik gelişmeler sonucu ağ-bağ ve köprü-bağ temelinde yatay etkileşimleri içeren bir sivil yaşama alanıdır. İtalyan ve Amerikan toplumlarında demokrasinin yönetilemezlik niteliklerini araştıran Putnam, kuzey İtalya’da kendiliğinden oluşan sistemin toplum kesimlerince güvenilir olmasının sivil ağları geliştirdiğini, kendiliğinden gelişme sürecini yaşayamayan güney İtalya’da ise yurttaşların güvene dayalı ilişkileri kuramadıklarından dolayı sivilleşemediklerini ve sosyal sermayelerini ya sistem dışı oluşturduklarını ya da kendilerini sivil alanın dışında tanımlamaları nedeniyle de suç işleme oranlarında artış görüldüğünü belirtir (Putnam, 1993: 121-162). Toplumsal ve siyasal ilişkilerde güven kavramı ile ilgili yapılan araştırma ve tartışmalar bireylere, olaylara, zamana ve bireysel, grupsal ve toplumsal durumlara bağlı olması nedeniyle tanımlamasını yapabilmek güçtür. Güven kavramı bireyin aileden arkadaşa, komşuya ve iş yaşamına sosyal hayatın her alanında iyi ilişkiler kurma ve sürdürebilme anlamına gelir. Bireyin günlük yaşamını belirleyen güvene dayalı ilişkiler karşılıklı kabullenilen etkileşimleri içerir. Hauser ve Benoit-barne Modern Zamanlarda Güven adlı eserde Barbara Mistzal’ın güven kavramını üç açıdan ele aldığını belirtir. Bunlar bireylerin nitelikleri, sosyal ilişkiler ve sosyal sistemdir (Hauser ve Benoitbarne, 2002: 268-270). Sosyal ilişki içinde yer alan güven kavramı beş özelliğe sahiptir. Yurttaşlar arası ilişkilerde belirsizliği giderir. Toplumda çeşitlilik ve çoğulculuğun artması sosyal yaşamı karmaşıklaştırmakta ve bireyleri bağımlı ilişkiler kurmaya zorlamaktadır. Karmaşık ilişkiler bireylerin rasyonel düşünmelerini engellemekte ve davranışlarında belirsizliklere yol açmaktadır. Güven yoluyla bireyler belirsizliklerini gidermekte ve geleceğe yönelik öngörülerde bulunabilmektedirler. Toplumsal çeşitlilik ve farklılık yurttaşları alternatifler arasında tercihte bulunmalarını zorunlu kılmaktadır. Alternatifi olmayan birinin tercihi de olamaz. Ancak alternatif varsa risk vardır. Yurttaşlar alternatif bir sisteme sahip değillerse sisteme ya inanır ya da sistemi reddeder. Seçim alternatif sunması nedeniyle bir risk oluşturur ve seçim sonucuna katlanmak gerekir. Halbuki bir yurttaşın seçme hakkı sınırlı veya yok ise onun için sistem ya kendisi veya öteki olmaktadır. Seçim sonuçları tahmin edilemediğinde ise sisteme dışsal faktörler girer ve sistem yurttaşa görünmez olur.

198

Burada güven kavramı yurttaş ile sistemin ek yerini oluşturduğunu söyleyen Sarıbay, Ulrich Beck’ten yaptığı alıntıyla demokrasinin meşruluğu ben-öteki yerine, hem ben hem de öteki’ne dönüştüğünü belirtmektedir (Sarıbay, 2004: 18). Müzakereci demokraside güven yurttaşların eşit yasal haklara sahip olmasını ve bu hakların sosyal yaşamda kullanabilmelerini anlatır. Toplumda devlet en az görünen sivil alan ise, en çok görünen alandır. Bireylerin katılımları sivil alan yoluyla toplumda yaygınlaşmaktadır. Devletin eğitim, güvenlik, sağlık ve adalet gibi konularda yurttaşlarına eşit davranması, yurttaşlarında devlet ve kurumlarına güvenlerini artıracaktır. Güven kavramı rejimin meşruluğunu etkiler. Demokrasilerde güven devletten bireye ve bireyden devlete yasal süreçlere, bu süreçlerin yurttaşlarca benimsenmesine, geliştirilmesine kısaca sosyal güvene bağlıdır. Sosyal güven yurttaşların kurumlara olan güvenini anlatır. Birbirlerine güveni olmayan yurttaşların kurumlara güvenmeleri de beklenemez. Siyasal iktidarın etkili olabilmesinde sosyal güven önemli olmaktadır. Demokrasilerde güvenin yüksek olması demokratik yönetişimi ve ilişkilerin yataylığını gösterir. Demokratik olmayan toplumlarda ise güven otoriterliği meşrulaştırır(Jamal, 2007: 1333-1336). Demokratik olmayan rejimlerde güven patronaj ilişkilere dayanır. Bundan dolayı otoriter eğilimlere güvenin artması demokratikleşme önünde temel bir engel olmaktadır. Güven kavramını ölçmede insan hakları konusunda yapılan araştırma ölçeklerinin kullanılabileceğini belirten Jamal, demokratik olmayan bir toplumda insan hakları konusundaki eleştiriler fazla olduğunda demokrasiye olan güvenin arttığını, demokratik toplumlarda ise insan haklarına yönelik taleplerin demokrasiye olan talepleri artırdığını ancak rejime olan güveni azalttığını ifade eder. Bireyler statükodan yararlandıkları ölçüde demokrasiye güvenleri azalacak, yurttaşlıkları yaygınlaştığı ölçüde de demokrasiye güven artacaktır. Yurttaşların güven düzeyi rejimle olan ilişkilerine politik kültürdeki gelişmelere bağlıdır. Demokrasiye geçiş toplumlarında rejimin yurttaş ile kurduğu ilişki yurttaşların güven düzeylerini etkiler. Yurttaşların taleplerini karşılamayan bir rejiminin güven düzeyi düşük olmaktadır (Jamal, 2007: 1345). Esasen güvensizlik kavramı toplumların demokratikleşme süreçlerini açıklamada olumlu bir kavram olarak değerlendirilmelidir. Siyasal güven siyasal kurumların sürdürülmesinde ve siyasal iktidar-yurttaş ilişkilerinde önemli olmaktadır. Siyasal güvensizlik yurttaşların birbirlerine karşı endişelerini ve ayrımlaşmalarını anlatır. Siyaset bilimi çalışmalarında yapılan güven anketlerinin temel nedeni iktidarların icraatlarının meşruluğu ile seçimlere katılım düzeylerini ölçmektir. Güven kavramı üzerine yapılan çalışmalarda siyasal sistem, siyasal iktidar ve yasal uygulamalar ile yurttaş ilişkileri ölçülmeye çalışılmıştır. Güven endeksini etkileyen faktörler arasında ideolojik, dini etnik ve cinsiyet gibi tercihler ile politik kutuplaşmalar, iktidarın aldığı kararlar, uluslararası ilişkilerin etkileri, sivil, sosyal ve siyasal haklar ile siyasal sistemin yürütülmesinde karşılaşılan skandalların siyasal atılım üzerindeki etkileri yapılan anket çalışmalarında politik güven açısından değerlendirilmiştir. Yapılan anketlerde yerel düzeyde yapılan güven anketlerinin daha güvenilir olduğu tespit edilmiştir (Levi ve Stoker, 2000: 475-483). Liberaller kurum-yurttaş ilişkisindeki güvenin karşılıklılık temelinde ortaya çıkan rasyonel bir ilişki olduğunu belirtirken müzakereci demokratlar siyasal güvenin toplumun normatif düzenlemelerinde var olduğunu ifade etmektedirler (Marathe, 2001: 821-822). Elitler ile yurttaşlar arası ilişkileri belirleyen güven müzakereci demokraside, yurttaşlar ve ağ-bağlar arası müzakere ve uyumu gerçekleştirerek bireysel ve grupsal girişimleri ortak eyleme dönüştürmektedir.

199

SONUÇ Müzakereci demokraside yurttaş yetkinliği ve etkinliği toplumda katılım araçlarının yaygınlığına bağlıdır. Toplumda kamusal alan yaygınlaştıkça sivil-siyasal alan ilişki ve etkileşimi güçlenir. Bireyden devlete sivil ağlar yatay eksende ağ-bağ ve köprü bağ ilişkilerini kurmalıdır. Karar öncesi yurttaşlar bilgilendirilmeli, karar sürecinde her yurttaşın katılımı eşit olmalı, konuların karşılıklılık ilkesi ve karşılıklı haklılaştırma yoluyla tartışılması sağlanmalı diyalog-uzlaşma-çekişme gibi iletişimsel süreç müzakere usûlleri olarak yürütülmelidir. Şüphesiz yurttaşların ilişkileri ve etkileşimleri güveni içermelidir. Güvene bağlı olmayan ilişkide bireysel çıkarlar ortak fayda olarak tanımlanabilmekte bu durum ise demokrasinin tüm kazanımlarını tehdit etmektedir. Güven kavramının tanımlamak güç olsa da müzakereci demokrasi usûllerinin sürdürülmesi, yurttaşların karşılıklı güvenine dayanır. Müzakereci demokrasi, sorunların çözümünde yurttaşlara özgür ve eşit tartışma alanları (brain storming, beyin fırtınası) sunarsa da sürekli yapılacak tartışmalar, karar alımını ve alınan kararların uygulanmasını olumsuz etkileyeceği için müzakereyi usûllere bağlamıştır. Bu durum ise yurttaşların özgür ve eşit katılım alanlarını sınırlandırmaktadır. Günümüz sorunlarına çözüm yolu olarak sunulan müzakereci demokrasi sorunları tanımlamada ve çözümünde kamusal alanı genişleterek konuları, tarafların tartışmasına açması, liberal demokrasinin krizlerini aşmada bir model olarak sunulursa da bu tartışmaların uzlaşma ile sonuçlandırılması veya usûl olarak uzlaşılabilecek konuların öncelikli tartışılması, müzakereci demokrasinin sorun alanını oluşturmaktadır. Müzakerenin mantıksal çıkarımlar yoluyla sınırlandırılması müzakere usûllerini nasıl etkileyeceği ve bu usûllerin demokratik niteliklerinin nasıl tanımlanacağı müzakereci demokrasinin bir diğer sorununu oluşturmaktadır. Örneğin bir grubun mantıksal çıkarımı diğer grup tarafından nasıl tolere edilecektir? Yurttaşların kendi alanlarını tanımlayan etnik, dini, sınıfsal gibi özel çıkarlar, müzakere aracılığıyla kamu yararına nasıl dönüştürülecektir? Ayrıca temsili kurumların katılımcı araçlarla dönüşümü de müzakereci demokraside önemli bir sorun olarak durmaktadır. Seçkinciler ile yurttaşlar arasında yatay ilişki nasıl ve hangi usûllerle kurulacaktır? Kamusal alanda yapılan bir müzakerede alınan kararlar parmak hesabına mı dayandırılacak yoksa uzlaşma-diyalog veya çekişme sonuçları karara nasıl yansıyacaktır? Müzakereci demokrasinin bu sorun alanları diyalojik, iletişimsel ve çekişmeci usûller yoluyla giderilebilir. Müzakerenin dinamik özelliği, müzakereci demokrasinin tanım, usûl ve uygulamalarını sürekli yeniden üretmesini demokratik toplumlarda yurttaşlık, insan hakları, özgürlük, mülkiyet, yaşam, eşitlik, temsil ve katılım gibi temel ilkelerin yasalarda değil yaşamda da gerçekleşmesine katkıda bulanacaktır. Bu durum toplumları, müzakere yoluyla kendilerini ve gelecekleri adına daha sağlıklı kararlar almaya yöneltecektir. Kısaca demokratikleşme dalgasının tüm toplumları etkilediği bir dönemde demokrasinin Batı’dan başlayarak yönetilemezlik krizine girdiği reddedilemez bir gerçeklik halini almıştır. Söz konusu krizi aşmada müzakerenin uzlaşma gerektirmesi ve usûl niteliklerinin bağlayıcılığı müzakereci demokrasinin, liberal demokrasinin bir alternatifi olarak sunulmasını engellemektedir. Diğer yandan teknolojik gelişmelerin toplumsal yaşamı karmaşıklaştırması, bireylerin toplumsal ağların zayıflamasına ve bireylerin topluma yabancılaşmasına neden olmaktadır. Bu olumsuzlukların giderilmesinde bireylerin birbirleriyle güvene dayalı ilişkilerini ve etkileşimlerini geliştirmeleri, 200

örgütlenebilmeleri ve birlikte hareket edebilmeleri demokrasinin temelleri arasında yer alan karşılıklı tartışma, anlama ve yorumlamayarak birbirlerini anlamlandırmaya atfedilen önem müzakereci demokrasiyi popüler hale getirmiştir. Demokrasilerin yaşadığı meşruiyet krizini önlemede müzakerenin önemi, müzakereci demokrasinin sürdürülmesinde de yurttaşların güvene dayalı karşılıklı ilişkilerinin geliştirilmesine bağlıdır. Bireyler arası güvene dayalı ağ-bağlardan oluşan sivil toplumun yaygınlaşması, toplum ve devlet arasındaki bağları güçlendireceğini iddia etmek yanlış olmayacaktır. Kamusal politikaları yürütürken kurumlar arası güvene dayalı ilişkiler ile kurum yöneticilerinin ikna edici yönleri, demokratik işleyişin kurumsallaşmasına yol açar. Bu durum aynı zamanda sivil ağlar ve devlet kurumları arasında sürekli gelişmeyi yaratarak güvene dayalı geleceğin demokratik bir zeminin oluşmasını sağlayacaktır. KAYNAKÇA Ağaoğulları, Mehmet Ali. (1989), Eski Yunanda Siyaset Felsefesi, Verso Yayınları, Ankara. Anıl, Yaşar Şahin. (2006), Antik Çağda Demokrasinin Doğuşu, Kastaş Yayınevi, İstanbul. Booth, John A and Richard, Patricia Bayer. (1998), Civil Society and Democratization in Central America, Journal of Politics, Vol.60, No.3, August. Ankara.

Doğanay, Ülkü. (2003), Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek, İmge Kitabevi,

Dryzek, John S. (2000), Deliberative Democracy and Beyond Liberals, Critics, Contestations, Oxford University Press. Fieschi, Catherine and Heywood, Paul. (2004), Trust Cynicism and Populist Anti-Politics, Journal of Political Ideologies, Vol.9, No.3, October. Fukuyama, Francis, (2005), Güven, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul. Goodin, Robert E and Niemeyer, Simon J. (2003), When Does Deliberation Begin? International Reflection Versus Public Discussion in Deliberative Democracy, Political Studies, Vol.51. Gutmann, Amy and Thompson, Dennis. (2004). Why Deliberative Democracy, Princeton University Press. Hauser, Gerard A and Benoit-Barne, Chantal. (2002), Reflections on Rhetoric, Deliberative Democracy Civil Society and Trust, Rhetoric and Public Affairs, Vol.5, No.2. Helly, Denise. (2003), Social Cohesion and Cultural Plurality, Trans., Robert F. Barsky and Patricial Foxen, Canadian Journal of Sociology, Vol.28, No.1. Jamal, Amaney. (2007), When is Social Trust a Desirable Outcome? Examining Levels of Trustin the Arab World, Comparative Political Studies, Vol.40, No.11, November. Keyman, E. Fuat. (2000), Türkiye ve Radikal Demokrasi, Alfa Yayınları, İstanbul. Köker, Levent. (2008), Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye, Dipnot Yayınları, Ankara.

201

Krastev, Ivan. 2006, Democracy’s Doubles (New Threaths to Freedom), Journal of Democracy, Vol.17, No.2, April. Levi, Margaret and Stoker Laura. 2000, Political Trust and Trustworthiness, Annual Review of Political Science, Vol.3. Maddox, Graham. (2008), Truth Telling and the Fragility of Democracy, Socil Alternatives, Vol.27, No.1. Marathe, Gerald M. (2001), Thucydides and Plato on Democracy and Trust, Journal of politics, Vol.63, No.3, August. O’Donnell, Guillermo. (2007), The Perpetual Crises of Democracy, Journal of Democracy, Vol.18, No.1. Putnam, Robert D. (1993), Making Democracy Work, Princeton University Press. İstanbul. İstanbul.

Sarıbay, Ali Yaşar. (2000), Kamusal Alan Diyalojik Demokrasi Sivil İtiraz, Alfa Yayınları, Sarıbay, Ali Yaşar. (2004), Modernitenin İronisi Olarak Globalleşme, Everest Yayınları,

Shin, Dohchull and Wells, Jason. 2005, Is Democracy the Only Game in Town, Journal of Democracy, Vol.16, No.2, April. Vera, America-Zavala. (2006), Katılımcı Demokrasi, Dipnot Yayınları, Ankara. Weithman, Paul. (2005), Deliberative Character, The Journal of Political Philosophy, Vol.13, No.3. Welzel, Christian and Inglehart, Ronald. (2008), The Role of Ordinary People in Democratization, Journal of Democracy, Vol.19, No.1, January.

202

MÜZAKERECİ DEMOKRASİ YAKLAŞIMI BAĞLAMINDA ULUSLARARASI ÇALIŞMA ÖRGÜTÜ

Ekrem Ersin CESUR* ÖZET Liberalizmin temel unsuru olan piyasa ekonomisinde devlet piyasadaki faaliyetlerin dışında tutularak, rolü piyasa işlerliği ve güvenliği ile sınırlandırılmıştır. Bununla birlikte, küreselleşme sürecinde devletin rolündeki azalmaya rağmen, 1994 Meksika ve Türkiye, 1997 Güneydoğu Asya, 1998 Rusya, 1999 Brezilya, 2001 Türkiye ve 2002 yılında Arjantin’in yaşadığı ekonomik krizlere ve 2008 yılında tüm dünyayı etkileyen “Küresel Mali Kriz”e ve bu krizlerin sosyal yansımalarına karşı piyasada kendiliğinden bir çözüm bulunamamıştır. Son krizde görüldüğü üzere, sorun devletleştirmelerle çözülmeye çalışılmaktadır. Soruna demokrasi açısından bakıldığında, toplumda eşit kabul edilmekle birlikte kendi yaşam biçimlerini etkileyen özellikle ekonomik ve sosyal konulardaki kararları sorgulayamamaları ve karar alma süreçlerine katılamamaları nedeniyle alınan kararlarda herkesin değil, bazı çıkar gruplarının eğilimlerinin baskın rol oynamasından dolayı ortaklaşa karar alma süreçlerine dayanan bir yapı içinde kararların herkes tarafından müzakere edilme gerekliliği görülecektir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, ekonomik ve sosyal konulardaki kararlar toplumsal mutabakat sağlanmadan, uluslararası finans kurumlarının ve/veya bölgesel birliklerin istemleri doğrultusunda alınmaktadır. Alınan kararların içeriği her zaman için olumsuz olmamakla birlikte, karar alma biçiminin demokratik olmaktan ziyade tepeden inmeci olduğu söylenebilir. Demokrasideki bu gerilemenin kaynağında ulus devletin azalan rolüne bağlı olarak, sosyal politika ve piyasa mantığı arasındaki güç dengesinin bozulmasının sonucu olarak ortaya çıkan sosyo-ekonomik eşitsizlikler olduğu açıktır. Bu bağlamda, müzakereci demokrasi yaklaşımı kapsamında, Birleşmiş Milletler içindeki üçlü yapıya sahip tek örgüt olan Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ)’nün karar alma mekanizması örnek model olarak değerlendirilebilir. Nitekim UÇÖ, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve emeğe dayalı haksız rekabetin ortadan kaldırılması gibi olumsuz yönleri genel kabul görmüş konularda bile sosyal diyalogu teşvik eden ve tüm taraflara eşit söz hakkı tanıyan bir yapıda uluslararası yasama faaliyetinde bulunmaktadır. Bu nedenle, hem sosyo-ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi ile demokrasideki gerilemeyi durduracak içerik bakımından, hem de tepeden inmeci bir uygulama yerine tüm tarafların eşit olarak temsil edildiği karar alma mekanizması bakımından UÇÖ müzakereci demokrasi yaklaşımının temel ilkelerini içinde barındıran bir kurum olarak öne çıkmaktadır. Anahtar Kelimeler: Müzakereci Demokrasi, Ulus-Devlet, Sosyal Politika INTERNATIONAL LABOUR ORGANIZATION IN THE CONTEXT OF DELIBERATIVE DEMOCRACY APPROACH ABSTRACT In the market economy that is a key component of liberalization, the role of the state has been confined to market operability and security by excluding it from the market actions. Although the decreasing * Öğretim Görevlisi, İstanbul Aydın Üniversitesi, Türkiye Araştırmaları Merkezi. 203

role of the nation state in the course of globalization, a solution has not been found for the economic crisis around Mexico and Turkey in 1994, Southeast Asia in 1997, Russia in 1998, Brazil in 1999, Turkey 2001, Argentina in 2002, the global financial crisis affecting all over the world in 2008 and the social reflections of these crisis. As it seen at the last crisis, the problem has been tackled with the nationalization. In spite of being accepted equal in the society, people can not question especially economic and social decisions affecting their life style. In addition to this, they do not take place in decision making process. So the biases of some stakeholders –not everybody- play a key role in this process. In terms of democracy, it is necessary for the decisions to be deliberated via everybody within the structure based on collective decision making process. Especially in developing countries, the decisions concerning economic and social issues are made in accordance with the demands of international financial corporation and/or regional union without any social consensus. Although the content of the decisions is not always negative, it can be said that the decision making method is imposing rather than democratic. Depending on the decreasing role of the nation state, it is evident that the reason of comedown in democracy is due to the socio-economic inequalities occurring as a result of disorder of the power balance between social politics and market logic. In this sense, in the context of deliberative democracy approach, the decision making mechanism of International Labour Organization (ILO), which has the only tripartite structure within the United Nation Agencies, may be evaluated as sample model. As a matter of fact, ILO takes on international law-making function in the structure encouraging social dialogue and giving an equal hearing to all sides regarding the issues generally accepted in terms of negative aspects such as improving working conditions and eliminating unfair competition based on labour. As a consequence, ILO is an outstanding association that includes main principles of deliberative democracy approach, in so far as it has a context that stops comedown in democracy by overcoming socio-economic inequalities and it has a decision making mechanism which provides all sides with opportunity of equal representation rather than an imposing application. Key Words: Deliberative Democaracy, Nation-State, Social Politics 1.

MÜZAKERECİ DEMOKRASİ KAVRAMI

Demokrasi, oy verme ve sonuca saygı gösterme temelinde, hak ve özgürlüklerin korunmasını, özgürce tartışma hakkının sınırlandırılmamasını, haber ve yorumların farklı süreçlerden geçirilmeden dağıtılmasını, yasal zemindeki hak ve yetkilere saygıyı içeren karmaşık ihtiyaçların tümü olarak ifade edilmektedir. Bu anlamda demokrasinin sadece bazı mekanik koşulların sağlanmasından ibaret olmadığı, bir ihtiyaçlar sistemi olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu karmaşık ihtiyaçlar sistemini formüle etmek için kullanılan parti, parlamento ve ideolojiler gibi mekanik sistemlerin günümüzde giderek aşındığı ve böylelikle devlet merkezli politika yapma biçiminden toplum merkezli politika yapma biçimine kayıldığı görülmektedir. Değişen bu yapı içinde mekanik sistemler durağanlığını korurken, hemen her toplumsal düzlemde, kendisini oluşturan tabana odaklı, parlamento dışı, bir sınıf ya da partiden bağımsız, örgütsel ve programsal açıdan dağınık ve fikir ayrılıkları görülen çok sayıda aktörün de etkin olabileceği düşünülmektedir. Alt siyaset alanı olarak isimlendirilen bu yapının müzakereci demokrasinin uygulama tabanını oluşturduğu söylenebilir1.

Gülgün Tosun, “Türkiye’de Devlet Sivil Toplum İlişkisi Bağlamında Demokrasinin Pekişmesinin Önündeki Engellere İlişkin Kuramsal ve Pratik Bir Yaklaşım”, Ege Akademik Bakış, Cilt: 1, Sayı: 1, 2001, s. 227. 1

204

Alt siyaset alanı bağlamında, Habermas kamusal alana oldukça önemli işlevler yükleyerek, bu alanı bir kamusal müzakere alanı olarak tasarlayarak, devletle toplum arasında bir düşünme ve sorgulama ortamı veya ikisi arasındaki iletişim aracı olarak ifade etmiştir. Bu kapsamda kamusal alan, herkese açık bir diyalog ortamı yaratarak devlet ile bireyler arasında “aracılık” yapan bir tür tampon bölge ve bireylerin vatandaş sıfatıyla devlet nezdinde bir kimliğe kavuştukları bir alan olarak değerlendirilmektedir2. Buna göre, bireylerin kendi ortak çıkarlarını ortaklaşa bir biçimde düşünme noktasına geldikleri her anda bir kamusal alan oluştuğundan kamusal alan, kişinin herkesi ilgilendiren bir konuda bireysel tasarrufuna imkan veren alan olarak tanımlanabilmektedir. Habermas’ın ifade ettiği kamusal alan kavramı bir mekanı değil, bireylerin bir araya gelip ortak sorunlarını dile getirdikleri veya yönetime ilişkin konularda müzakere yaptıkları her “ortamı” kapsamaktadır. Bu bakımdan bireylerin ortak sorunlarını müzakere edebilmeleri ve bu yolla dolaylı olarak yönetime “katılmış” olmaları, demokrasinin gelişmesine katkıda bulunmaktadır3. Nitekim kamu yönetiminde günümüzde üstünde en çok durulan kavramlardan birisi katılımcılıktır. Temsili demokraside yaşanan sorunlara çözüm olarak sunulan daha katılımcı ve daha müzakereci demokrasi arayışlarında ve yönetişim adı altında kavramsallaştırılan yeni yönetim modelinde anahtar sözcük katılımdır. Mekanik sistemlerin yanı sıra, bireyleri, sivil toplum kuruluşlarını ve özel sektör temsilcilerini siyasal ve yönetsel süreçlere daha fazla dahil etmeye dönük yeni yaklaşımlarda tek yönlülükten karşılıklı etkileşime, tek aktörlülükten çok aktörlülüğe dönüşüm amaçlanmaktadır. Bu noktada karşılaşılan temel sorun katılımcılığın nasıl sağlanacağı, bunun demokratik ve adil mekanizmalarının nasıl kurgulanacağıdır. Bununla birlikte, katılımın karar almadan denetime kadar uzanan tüm süreçleri kapsaması gerektiği ifade edilmektedir4. Bu bağlamda, ekonomik, sosyal ve siyasal dönüşümün gerçekleştirilmesinde mekanik sistemlerin uygulamalarının tatmin edici bulunmayarak, buna alternatif bir sistem olarak önerilen müzakereci demokrasi, vatandaşların paylaşımda bulunduğu, yaşadıkları toplumda süregelen faaliyetler hakkında konuşarak toplumla ilgili görüşleri oluşturduğu ve siyasal süreçlere katıldığı söylemci sosyopolitik bir sistem olarak tanımlanmaktadır. Siyasete ilişkin bilgi edinmenin ve salt siyasal konuşmaların bireylerin görüşlerinin niteliğini artıracağından hareketle, kitle iletişim araçlarına açıklık ve günlük hayattaki sıradan konuşmaların bile daha bilinçli tercihlere imkan verdiği gerçeği dikkate alındığında, sistemli bir şekilde geliştirilen mekanizmanın çok daha olumlu sonuçlar üreteceği öngörüsü, müzakereci demokrasinin savunucularının hareket noktasını oluşturmaktadır. Bu noktada, müzakereci demokrasi yasal meşruiyetin çıkarları dengeli bir temsili ile sağlandığı liberal demokrasiden ayrılmaktadır. Nitekim, müzakereci demokraside yasal meşruiyet serbest ve açık müzakere sonrası yasadan etkilenen herkes tarafından mantıki olarak kabul edilmesi ile sağlanmaktadır5.

Ali Ulusoy, “Kamusal Alana Hukuksal Bakış”, 21. Yüzyılda Türkiye’de Sosyal Bilimler ve Toplum Sorunları Sempozyumu, Akademisyenler Birliği, 18-20 Mart 2005, Ankara, s. 216. 3 Ulusoy, s. 216-217. 4 Volkan Erkan, Kamu Kuruluşlarında Stratejik Planlama: Türkiye Uygulaması ve Kuruluşlarda Başarıyı Etkileyen Faktörler. Devlet Planlama Teşkilatı Yayınları, Yayın No: 2759, Ankara, 2008, s. 48. 5 Şaban Sitembölükbaşı, “Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak Müzakereci Demokrasi”, Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 10, 2005, 147-148. 2

205

Müzakereci demokrasi yaklaşımının temelinde halkın bireysel çıkarlarının birleşiminin ötesinde karar alma mekanizmalarında yer alması düşüncesi bulunmaktadır. Müzakere, etkin fikir paylaşımının görüşleri biçimlendirebileceğinden hareketle vatandaşların serbestçe ve eşit bir biçimde katıldıkları karar alma mekanizmalarını destekler. Tartışmalar aracılığıyla bireysel düşünce, değer ve dünya görüşünün değişebileceği düşüncesi müzakereci demokrasi yaklaşımının altında yatan temel düşünce olmakla birlikte bu müzakerenin tek hedefi değildir. Öncelikle (i) müzakerenin bireysel önceliklerde değişim yaratıp, farklı görüşler arasında anlayış ve hoşgörüyü geliştirmesi; bunun yanında (ii) tartışma aracılığıyla müzakerenin sosyal sorunlara ilişkin bireysel çıkarlara dayalı tutum ve davranışlar yanında kamu yararına düşünceyi teşvik etmesi; ayrıca (iii) katılımcılara sorunlarla ilgili kendi durumlarını açığa çıkarma ve düzeltme olanağı sağlayarak, sosyal sorunların çözümüne yönelik yeni çözüm önerilerinin sunulmasını sağlaması ve (iv) tartışmalar aracılığıyla geçmişte uygulanan politikalardan ve özellikle olumsuz sonuçlardan ders çıkarılarak daha iyi kamu politikalarının oluşturulmasına destek olması beklenmektedir. Son olarak (v) nüfusun zayıf kesimleri arasında katılımın sistematik biçimde az olduğu temsili hükümet sürecinde gerçekleştirilen tartışmalardan daha çok açık ve kapsayıcı müzakere sürecinde gerçekleştirilen tartışmaların demokratik bakımdan meşruiyeti kabul görmektedir6. Müzakereci demokrasiyi savunan farklı kesimlerin ortak görüşü, çoğulculuk döneminde tüm vatandaşların serbestçe ve eşit bir biçimde katılımına açık müzakere, karar alma mekanizmasının meşruiyetinin tek garantisi olduğudur. Bu bağlamda, demokratik karar alma mekanizmalarının meşruiyeti, demokratik tartışmaların bir kamusal münazaraya dayanmasına; makul argümanların değiştirilebilir olmasına ve karardan etkilenecek tüm kesim ve görüşlerin temsiline bağlıdır7. Demokrasiye yönelik olarak müzakereci demokrasi yaklaşımı dışında da çeşitli alternatifler sunulmuş olmakla birlikte, yaklaşımın ayrıldığı nokta bir normatif rasyonalizm biçiminin desteklenmesidir. Bir başka ayırt edici özellik ise, liberal kurumların savunulması ile demokratik egemenlik düşüncesinin uzlaştırılmasıyla liberal demokrasiye somut bağlılık temelleri sağlamaya yönelik çabadır. Gerçekten de dikkate değer olan modus vivendi (farklı düşüncedeki insanlar arasında bir arada yaşamaya ilişkin geçici anlaşma) liberalizminin çeşitli biçimleri çözümlenirken, müzakereci demokrasi yaklaşımının savunanların çoğunun liberalizm karşıtı olmadıklarıdır. Marksist eleştiricilerin aksine, modern demokrasi anlayışında liberal değerlerin merkezi önemine dikkat çekmektedirler. Bu noktada amaç liberalizmden vazgeçilmesi değil, manevi boyutun iyileştirilmesi ile liberal değerler ve demokrasi arasında yakın bir bağlantı oluşturulmasıdır. Bu sav, hem liberal hakların savunulması olarak anlaşılan rasyonaliteye hem de halk egemenliği tarafından temsil edilen demokratik meşruiyete cevap verecek anlaşma biçimlerine ulaşılmasını sağlayan yeterli müzakere yöntemleri aracılığıyla geçerli olur. Bu önerme, liberal değerlere karşı tehdit oluşturabilecek tehlikelerin ortadan kaldırılmasıyla halk egemenliğinin demokratik ilkelerinin yeniden düzenlenmesi düşüncesine dayanmakta ve halk egemenliğinden sakınan ve ondan vazgeçilmesi veya sınırlandırılması için yollar arayan liberallerin tehlike algılamalarını yansıtmaktadır. Müzakereci demokrasi savunucuları ise, söz konusu tehlikelerden liberallerin bugüne kadarkinden çok daha fazla demokratik idealleri benimsemeleri ile korunabilineceğine inanmaktadırlar. Bu bağlamda, halk

Colleen M. Grogan, Michael K. Gusmano, “Deliberative Democracy in Theory and Practice: Connecticut’s Medicaid Managed Care Council”, State Politics and Policy Quarterly, Vol. 5, No. 2, 2005, s. 128-129. 7 Raf Geenens, “The Deliberative Model of Democracy: Two Critical Remarks”, Ratio Juris, Vol. 20, No. 3, 2007, s. 355-356 6

206

egemenliğinin öznelerarası terimlerde yeniden yorumlanması ve “iletişimsel biçimde yaratılan güç” olarak yeniden tanımlanması sunulan çözüm önerilerinden birisi olarak ortaya konulmaktadır8. 2.

MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN ORTAYA ÇIKIŞ GEREKÇELERİ

Toplumsal değişimin yeterli olmamakla birlikte en gerekli aracı, yurttaş örgütlenmeleri, bir diğer ifade ile sivil toplumdur. Bu tür hareketler insanlara, hem kendi geleceklerini şekillendirmek için güç elde edebilecekleri, hem de kendileri için bir kimlik kaynağı oluşturabilecekleri toplumsal kurumları yaratma imkanları sunmaktadır. Toplumun en güçsüz kesimleri arasında kök salacak bu tür demokratik ve sivil kurumlar, Avrupa’da yeniden oluşabilecek otoriter eğilimlere ve ırkçılığa karşı en önemli direnme noktalarını da oluşturmaktadır. Bu bağlamda, devlet-toplum-demokrasi üçgeni içindeki tartışmaların merkezine sivil toplum kavramının oturtulmaya başlanmasıyla, toplumsal değişimi gerçekleştirecek araçlar (parti ve devlet) değişmeye ve sivil toplum örgütleri toplumsal değişimin temel araçları olarak tanımlanmaya başlanmıştır9. Kamusal ve özel yaşamların kesin çizgilerle birbirinden ayrılabildiği liberal toplum görüşü, bugünkü toplumları açıklamak için yetersiz kalmaktadır. Bugünün toplumları, liberal toplumlar değil, post-liberal örgütlü toplumlardır ve bu toplumlarda özel ve kamusal yaşamlar arasındaki çizgiyi net bir şekilde çizmek mümkün değildir. Kamusal yaşamlarımızın önemli bir çoğunluğunu çeviren büyük işletme örgütlerinin etkin bir şeklide denetlenmesi de temsili demokrasinin kurumları ile mümkün olmamaktadır. Bu bağlamda, post liberal toplumun yeni kurumsal mimarisinin gereklerine yanıt verebilmek için sadece devlet ve toplum arasındaki sınırları belirleyen değil, tüm örgütlerin yönetişim iktidarlarının sınırlarını belirleyen bir demokratikleşme şemasına ihtiyaç duyulmaktadır10. Nitekim liberal demokrasinin doğası, atomize bireyler arasında kurduğu sözleşmeye dayalı ilişkiler yoluyla toplumun derin ve güçlü anlamını zayıflatmaktadır. Özellikle azınlık hakları, cinsiyet ayırımcılığı, etnik farklılıklar ve kültürel sorunlar gibi konularda liberal demokrasi çağımızın gereklerine uygun bir işlev görmemektedir. Liberal demokraside çoğunluğa dayalı siyasal süreçler, kadınların kamu ve özel alanda çıkarlarını geliştirme, işyerlerinde ve siyasal alanda etnik azınlıkların sistematik ayırımcılığa uğramalarına engel olma ve farklı alt toplumsal grupların kültürel kimliğini korumada yeterli etkinliği gösterememektedir. Bütün bu başarısızlıklar, liberal demokrasinin süreç içinde yıpranmasına yol açmıştır11. Bu yapı içinde günümüzün çok kültürlü yapısı içinde ortaya çıkan sorunlar ve dile getirilen istemlerin müzakere zemininde çözülmesi ve yanıtlanması; bu süreçte demokratik müzakere anlayışının temel norm ve kıstas olarak kabul edilmesi ve toplum yönetiminin katılımcı demokrasiye açılarak demokrasinin taşıyıcı aktörleri olan sivil toplum kuruluşlarının, toplumsal hareketlerin ve vatandaşlık inisiyatiflerinin kendi konuları içinde karar-alma sürecine dahil edilmesi salık verilmektedir12. Ancak, sivil toplum her ne kadar demokratik siyasal sistemin politik temeli olarak tanımlanmaya başlasa da, yurttaş gruplarının, modern demokrasiyi desteklemesi ve onun temelini oluşturmasına

Chantal Mouffe, Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism, Political Science Series, No. 72, Institute for Advanced Studies, Vienna, 2000, s. 2-3. 9 Mete Kaan Kaynar, “Soğuk Savaş Sonrası Avrupa Solunda Yeni Yaklaşımlar: Birey, Sivil Toplum, Demokrasi ve Sosyalizm”, Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 9, 2005, s. 190-191. 10 Kaynar, s. 191. 11 Sitembölükbaşı, 140. 12 E. Fuat Keyman, Küreselleşen Dünyada Türkiye ve Demokratikleşme: Süreçler, Sorunlar, Aktörler, BİLGESAM Raporu, No. 7, Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi, İstanbul, 2008, s. 23. 8

207

gereksinim duyulmaktadır. İşlevsel bir sivil toplumun katılımcı olma zorunluluğu, toplumun katılımcı bir kültürel yapıyı desteklemesi gerektiğine işaret eder. Sivil toplum kavramı ile birlikte yeniden tanımlanacak demokrasinin yaşamını sürdürebilmesi için destekleyici bir kültüre, yurttaşlar tarafından kabul görmeye, ifade, basın, inanç ve mülkiyet haklarının tanınmasına ihtiyacı bulunmaktadır13. Son 20 yılda dünyada yaşanan değişimler, demokrasinin merkezinde toplumun kendisinin yer aldığını; demokrasinin parlamento, siyasi partiler ve seçimden ibaret olmayıp bunlardan daha geniş bir süreci gerektirdiği göstermiştir. Demokrasiye yönelik bu yeni algılanma biçimi yeni demokrasi perspektifi olarak tanımlanmaktadır. Yeni demokrasi perspektifi liberal demokrasinin reddi olmamakla birlikte, liberal demokrasinin tüm toplumsal kesimleri içine alacak şekilde genişletilmesini savunur14. Bu bağlamda, tüm toplum kesimlerinin ortak karar alma süreçlerine “müzakere ederek” katılımlarını öngören müzakereci demokrasi kuramı, ortak karar alma mekanının sadece parlamento olmadığını, bunun yurttaşların bir araya geldiği ve demokratik kurumların meşruiyeti açısından zorunlu bir unsur olarak görülen farklı kamusal alanlarda gerçekleştirilebileceğini savunur. Bu anlamda demokrasi; eşit kabul edilen bireysel ve kolektif kimliklerin yaşam tarzlarını etkileyen kararlar üzerinde sorgulama olanağı buldukları ve karar alma süreçlerine katıldıkları bir kamusal iktidar pratiği olarak anlaşılmaktadır. Bu durumda politikalar, çıkarların gücüne göre değil yurttaşların gerçekleri dinleyip eleştirmesinden sonra doğruluğuna birlikte karar vermeleri şeklinde benimsenmelidir15. Arendt geleneğindeki müzakereci demokrasi savunucuları, devlet ve ekonomi mekanizmalarından ayrılmış ve vatandaşların özgürce görüşüp müzakere edebildikleri kamusal alan serbestisinin altını çizmektedirler. Habermas ve bazı müzakereci demokrasi savunucuları ise, hem kamusal alanın hem de sivil toplum içindeki yapıların önemini vurgulamaktadırlar. Ancak kamusal alanı, her ikisinin de çağdaş yaşamda savunma olanağı kalmayan alternatifler olarak görülen Yunan şehir devletleri veya tüm vatandaşların katılımını öngören Rousseau’nun genel meclisinde olduğu gibi ortak bir kamusal alan içine oturtmamaktadırlar. Kamusal alanın çağdaş demokrasi devletlerinde sivil toplumdan oluşan cemiyetsel hayatın tüm biçimleri ile sivil toplumun içine kendiliğinden yerleştiğini savunmaktadırlar. Benhabib’e göre müzakereci demokrasi yaklaşımının gerekçesi, sivil toplum içinde cemiyet şekillerinin çoğunluğunda kamusal alana yerleşen kitle meclisi yapılanması olmaksızın da demokrasinin gerçekleştirilebileceğidir. Bu herhangi bir biçime tabi olmayan kamusal görüşmelerin sonuçları olan cemiyetler, ağlar ve kurumların çeşitli biçimlerinin birbirine bağlı bir ağ ile kenetlenmesi aracılığıyla sağlanacaktır16. 3.

MÜZAKERECİ DEMOKRASİ UYGULAMALARI VE ULUSLARARASI ÇALIŞMA ÖRGÜTÜ

Günümüzde müzakereci demokrasi ile ilgili yaklaşımların siyasal eşitliğin yanı sıra sosyal eşitlik ve sosyal adalet gibi kavramları demokrasi tartışmalarının gündemine getirdiği görülmektedir. Bu tartışmalar, hem sosyal eşitlik, sosyal vatandaşlık, sosyal adalet gibi hedeflerin önemini hem de bu hedeflere ulaşmayı amaçlayan sosyal politikanın demokrasi açısından vazgeçilmezliğini ortaya koymaktadır. Günümüzün değişen koşulları ve kapitalizmin baskınlığı altında sosyal politikada gerileme Kaynar, s. 192. A.k., s. 193. Leyla Kahraman, Bülent Evre, “Türkiye’deki Siyasi Parti Programlarında “Demokrasi” Kavramlaştırmaları: Karşılaştırmalı Perspektifle AKP ve CHP Örnek Olayı”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 1, 2008, s. 66-67. 16 Evan Charney, “Political Liberalism, Deliberative Democracy and the PUblic Sphere”, American Political Science Review, Vol. 92, No. 1, 1998, s. 97. 13 14 15

208

ya da temel anlamı ve amacını yitirmesi gibi, ulusal politikaların geri çekilmeye zorlanması nedeniyle ulusal düzeydeki siyasal demokrasinin de anlam ve hedefinin daraldığından söz etmek mümkündür. Ayrıca sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin arttığı bir toplumda siyasal eşitliğin ve siyasal vatandaşlığın anlam kaybına uğradığı da açıktır. Oysa siyasal eşitlik yalnızca eşit oy hakkı gibi soyut bir düzlemde düşünülmemekte; aksine siyasal katılımın ancak vatandaşların seçim yapma kapasitelerini geliştirecek koşullar çerçevesinde bir anlam kazanmaktadır17. Bu bağlamda, siyaset teorisyenleri, müzakereci demokrasi yöntemlerinin yerel ve ulusal bağlamda meşruiyet, etkili yönetişim ve vatandaşlık eğitimi gibi konulardaki sorunların çözümüne katkıda bulunduğunu kabul etmektedir. Bu anlayış, çalışma standartlarının belirlenmesi, uygulanması ve izlenmesi gibi uluslararası yönetişim sorunlarına da uygulanabilir. Çalışma standartlarına yönelik bir katılımcı ve müzakereci demokrasi yaklaşımı küresel kamusal alanda çalışma standartları tartışmalarını hareketlendirebilir. Bu yaklaşım, çalışma standartlarına ilişkin, sadece işletme ve düzenleyici kurumları değil ayrıca tüketicileri, sivil toplum kuruluşlarını, gazetecileri ve diğer kişileri de kapsayabilen geniş bir tartışma yaratılmasını da amaçlayabilir. Bu tartışma, (1) ekonomi ve işletme kapasitesi faktörlerinin birleşimi ile çalışma standartlarının kalitesini, (2) resmi yaptırımların dışında siyasal ve piyasa kaynaklı baskılardan doğan uygulamaları ve (3) eğitim ve vatandaşların anlayışını geliştirebilir. Devlet merkezli yaklaşımlarda kamu kurumlarının rolü çalışma standartlarının belirlenmesi ve uygulanması iken merkezi olmayan-müzakereci yaklaşımda merkezi otoriteler çalışma standartlarına ilişkin kapsayıcı, geniş, kamuya açık bir görüşmeyi teşvik etmek için işyeri uygulamalarının şeffaflığını geliştirebilir. Bu görüşmeden doğan kabul edilebilir tutum etrafında sağlanan mutabakat ölçüsünde kamu gücü en az standartların uygulanmasını da sağlayabilir18. Nitekim küreselleşme sürecinde çalışma standartlarına yönelik istemin arttığı görülmüştür. Birçok gelişmiş ülkede işçi sendikaları, uluslararası ticaretin gelişmiş ülkelerde çalışma standartları üzerinde aşağı yönlü bir baskı uygulaması ve gelişmekte olan ülkeler için bir haksız rekabet avantajı oluşturması düşüncesinden hareketle, uluslararası ticarette sosyal boyutun öne çıkarılmasını istemektedirler. Bu noktadan hareketle, ticaretin serbestleştirilmesi ve çalışma standartlarının güçlendirilmesi için daha etkin uluslararası işbirliğine ihtiyaç duyulmaktadır19. Çalışma standartları genel olarak insanlık onuru ve insan haklarının önemli bileşenlerinden biridir. Kamusal faaliyette derin ve geniş biçimde paylaşılan bu bağlılığın en bilindik biçimi devlet kurumları ve uluslararası çaptaki benzer kurumlar tarafından kural ve yükümlülüklerin yerleştirilmesine ve özel ekonomi aktörleri üzerinde uygulanmasına dayanmaktadır. Kapsayıcı müzakereci demokrasi ideali ek olarak uluslararası çalışma standartlarının geliştirilmesinde daha katılımcı yöntemler önermektedir. İnsan haklarının bu boyutunun bir demokrasi veya siyasal katılım koşulu olarak ve bağımsız değerler olan iki önemli temel insan hakkı olarak görülmesinden çok bu yaklaşım bu hakların müzakereci demokrasi yoluyla farkına varılmasına katkıda bulunur. Küreselleşmenin son dalgası, işyeri koşul ve uygulamalarında kamu yararının arttırılmasına ilişkin farkındalık yaratarak bu yaklaşımın keşfedilmesi için dünya çapında bir fırsat yaratmıştır. Bu, bir kısım aktivistler ve işletmeler tarafından çalışma standartlarının yenilenmesini tetiklemiş ve sosyal-

Meryem Koray, “Sosyal Politikanın Anlamı ve İşlevini Tartışmak”, Çalışma ve Toplum, 2007/4, s. 43. Archon Fung, Deliberative Democracy and International Labour Standards, Governance: An International Journal of Policy, Administration, and Institutions, Vol. 16, No. 1, 2003, s. 51. 19 Rémi Bazillier, “Core Labor Standards and Development: Impact on Long-Term Income”, World Development, Vol. 36, No. 1, 2008, s. 17. 17 18

209

izleme ve belgelendirme kurumlarının artmasına neden olmuştur. Ancak, bu bir anlamda kendi kendine gerçekleşen bu gelişmelerin kısa ömürlü, kapsamıyla kısıtlı olmaları ve bazı kesim ve önceliklere adaletsiz bir biçimde öncelik tanıyan bir yapı arz etmesi olasıdır. Bu bağlamda adem-i merkezi müzakere yaklaşımı, geniş tabanlı çıkarların sürdürülmesi, bunun şeffaflığın arttırılması yoluyla güçlendirilmesi ve eninde sonunda çalışma koşulları üzerinden gerçekleşen işletmeler arasındaki sosyal rekabetin dizginlenebilmesi için uluslararası örgütlerin düzenleyici gücünün yenilenmesi gibi karşıt gelişmelerle karşılaşabilir. Buna rağmen, siyasal katılımın bu denli geniş algılanışının etkin çalışma standartlarına yönelik süreçleri hızlandıracağı söylenebilir20. Çalışma standartlarının hazırlanması ve üye ülkelerde uygulanması yönünde çalışmalar Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ) tarafından gerçekleştirilmektedir. Sürekli barışın ancak sosyal adalet temeli üzerine kurulabileceği noktasından hareket eden UÇÖ, tüm dünyada çalışanların çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve emek üzerinden yaratılan haksız rekabetin ortadan kaldırılması için uluslararası yasama faaliyetinde bulunarak, üçlü yapıya sahip olan Uluslararası Çalışma Konferansı’nda sözleşme ve tavsiye kararlarını kabul etmektedir21. Kuruluşu 1919 yılına kadar uzanan UÇÖ, Sözleşmeler ve Tavsiye Kararları yoluyla, çalışma hayatına ilişkin temel haklar, örgütlenme özgürlüğü, toplu pazarlık, zorla çalıştırmanın engellenmesi, fırsat ve muamele eşitliği gibi çalışmaya ilişkin tüm konuları düzenleyici, uluslararası çalışma standartları oluşturur. Mesleki eğitim ve rehabilitasyon, istihdam politikası, iş hukuku, endüstriyel ilişkiler, çalışma şartları, yönetimin geliştirilmesi, kooperatifler, sosyal güvenlik, çalışma istatistikleri, iş sağlığı ve güvenliği konularında teknik yardım sağlar. Bağımsız iş ve işveren örgütlerinin kurulmasını destekler ve bunlara eğitim ve danışmanlık hizmeti verir. Birleşmiş Milletler sistemi içinde Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, yönetim kurullarına işçi, işverenin hükümetlerle eşit olarak katıldığı, kendine has olan üçlü bir yapısı vardır22. UÇÖ her zaman için hükümetler ve sosyal tarafların özgür ve açık biçimde tartışabildikleri ve ulusal politikaları karşılaştırabildikleri tek örgüt konumunda bulunmaktadır. Bunu sağlayan üçlü yapı içinde işçi ve işveren örgütlerine politika ve programları şekillendiren hükümetler ile birlikte tüm taraflara eşit söz hakkı tanınmaktadır. UÇÖ, sosyal ve ekonomik konularda ve başka alanlarda geçerli ulusal politikaların geliştirilmesinde ve duruma göre uygulanmasında sendikalar ve işverenler arasındaki “sosyal diyalogu” geliştirerek aynı üçlü yapılanmayı üye ülkelerde de teşvik etmektedir23. Nitekim ekonomik kriz dönemlerinden çıkış taraflar arasında müzakere ve işbirliğine dayanmaktadır. 1960’ların ikinci yarısında artan enflasyonist baskılar ve 1973 yılındaki ilk petrol krizi, sanayileşmiş ülkelerin çoğunda, savaş sonrası uygulanan endüstri ilişkileri modelinin zayıflamasına yol açmıştır. Ücret artışları ile verimlilik artışları arasındaki paralellik bozulmaya, verimlilik düşmeye, enflasyon ve işsizlik oranları artmaya ve Taylorist-Fordist yoğun üretim sistemleri yenilikçi karakterlerini kaybetmeye başlamıştır. Bu nedenle devletin iş piyasasıyla ilgili stratejileri yasal düzenlemeler ve toplu pazarlık gibi konulardan, verimlilik ve işsizlik gibi temel sorunlarla ilgili makro alanlara kaymaya başlamıştır. Bunun üzerine hükümetler, özellikle enflasyonu kontrol altına alabilmek ve sosyal taraflara merkezi ve ılımlı ücret artışlarını kabul ettirebilmek için konsensüs arayışı içine girmişlerdir. Hükümetler bu amaçlara ulaşabilmek için sosyal tarafların ve özellikle işçilerin politik karar alma süreçlerine daha etkin bir şekilde katılımlarını sağlamıştır. Böylece Avrupa

Fung, s. 68. Banu Uçkan, “Küreselleşme ve Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ)”, Çimento İşveren Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 6, 2002, s. 8-9. 22 KAMU-SEN, ILO, Tarihçe, İşleyiş ve ILO’da Türkiye KAMU-SEN, Kamu-Sen Araştırma Merkezi, Ankara, 2007, s. 3. 23 ILO, The ILO: What it is. What it does. International Labour Organization, Geneva, 2004, s. 7. 20 21

210

başta olmak üzere birçok ülkede, sosyal diyalogun gelişmesine yardımcı olan korporatist model olarak adlandırılan üçlü görüşme ve müzakereler görülmeye başlanmıştır. Karma ekonomiye dayanan, müdahaleci refah devletinin karşılaştığı sorunları çözme amacını taşıyan korporatizm, Keynesyen politikaların uygulama güçlükleri ve dengeli büyüme ihtiyacı nedeniyle, büyük menfaat grupları arasında işbirliğine yol açmıştır24. Sosyal diyalogun farklı yönleri bulunmaktadır. Öncelikle, sosyal diyalog işveren ve işçi sendikaları arasındaki endüstri ilişkilerini ifade etmektedir. Bu bağlamda, sosyal diyalogun toplu pazarlıkla aynı anlama geldiği söylenebilir. Ayrıca, başarılı müzakerelerin gerçekleştirilmesinde bilgi ve bakış açısı değişim süreci olarak değerlendirilebilir. Bu bir açıdan tüm tarafların kazançlı çıktığı artı toplamlı etkileşim (positive-sum interaction) için kurumsal düzenlemelerdir. Tüm bunlar, sosyal ortaklığa yönelik normatif uyum olarak değerlendirilebilir25. Siyasal demokrasinin başarısının ekonomik demokrasiden bağımsız olarak anlaşılamaması ve güçlendirilememesi kadar sosyal ve ekonomik ilişkilerde asimetrinin varlığı da demokrasinin düzgün işlememesine neden olmaktadır. Demokratik süreçlerin gücü, siyasal ve ekonomik demokrasi arasındaki ilişkinin daha iyi anlaşılması ve sağlamlaştırılmasını gerektirmektedir26. Bu bağlamda, kapitalist ekonomilerde meydana gelen ve bir yandan sistemin sürdürülebilirliği ve yeniden üretmesini tehdit ederken, diğer yandan sistemde yapısal değişikliklere yol açarak sermaye birikiminin tıkanıklıklarını giderme ve ekonomik canlanma koşullarını yaratabilen ekonomik krizler27 daha demokratik bir işyeri yapısının oluşturulması için fırsat olarak değerlendirilebilirler. Bunun sağlanabilmesi için hükümet, işverenler ve işçi sendikaları arasında, toplu sözleşme haklarının yeniden yapılanması ve genişletilmesinin ötesinde işçilerin işyeri düzeyinde karar alma mekanizmalarına katılımını sağlayacak yasal hakların güçlendirecek yeni bir sosyal anlaşmaya gereksinim duyulmaktadır. Küresel ölçekte, UÇÖ başta olmak üzere uluslararası örgütler tarafından temel çalışma haklarını içinde barındıran uygun işlerin geliştirilmesi yönünde sarf edilecek çabalar büyük önem taşımaktadır28. Sonuç itibari ile UÇÖ’nün yapısı tüm tarafların etkin katılımı ve taraflar arasında müzakere ve uzlaşıya dayanmaktadır. Nitekim sosyal diyalog da UÇÖ tarafından, hükümet, işçi ve işveren kesimleri temsilcileri arasında, ortak ekonomik ve sosyal konularda her türlü müzakere, istişare ve bilgi değişimi olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda, sosyal taraf temsilcileriyle diğer organize çıkar gruplarının temsilcilerinin gönüllülük ilkesiyle bir araya gelerek, demokratik tartışma ve karar alma süreci içerisinde, ülkenin makro düzeyde ekonomik ve sosyal politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasına katılmasını sağlayan mekanizmanın, toplumda karşıtlık ve çatışma kültürü yerine uzlaşma kültürünün bir ürünü olduğu ve bunun müzakere tabanında anlam bulduğu açıktır. Tüm tarafların karar alma süreçlerine katılmaları, müzakerede bulunmaları ve uzlaşı, toplumun düzen ve ilerlemesi için gerekli ön koşul haline gelmiştir.

Banu Uçkan, “Gelirler Politikası ve Sosyal Diyalog”, Çimento İşveren Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 1, 1999, s. 20. Ravi Naidoo, Poverty Alleviation through Social Dialogue: The Role of Trade Unions in South Africa, Bureau of Workers’ Activities of the International Labour Organisation, Addis Ababa, 2001, s. 2. 26 Jorge Arturo Chaves, Economic Democracy, “Social Dialogue, and Ethical Analysis: Theory and Practice”, Journal of Business Ethics, Vol. 39, 2002, s. 153. 27 Hacer Ansal, Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar (Post-Fordizm’de Üretim Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor?). Birleşik Metal İş Sendikası, İstanbul, 1999, s. 12. 28 Russell Lansbury, “Workplace Democracy and the Global Financial Crisis”, http://www.econ.usyd.edu.au/__ data/assets/ pdf_file/0007/18772/Laffer_Memorial_Lecture_160309.pdf, (Erişim tarihi: 29.03.2009), 2009, s. 1. 24 25

211

KAYNAKÇA Hacer Ansal, Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar (Post-Fordizm’de Üretim Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor?). Birleşik Metal İş Sendikası, İstanbul, 1999. Rémi Bazillier, “Core Labor Standards and Development: Impact on Long-Term Income”, World Development, Vol. 36, No. 1, 2008, s. 17–38. Evan Charney, “Political Liberalism, Deliberative Democracy and the PUblic Sphere”, American Political Science Review, Vol. 92, No. 1, 1998, s. 97–110. Jorge Arturo Chaves, Economic Democracy, “Social Dialogue, and Ethical Analysis: Theory and Practice”, Journal of Business Ethics, Vol. 39, 2002, s. 153–159. Volkan Erkan, Kamu Kuruluşlarında Stratejik Planlama: Türkiye Uygulaması ve Kuruluşlarda Başarıyı Etkileyen Faktörler. Devlet Planlama Teşkilatı Yayınları, Yayın No: 2759, Ankara, 2008. Archon Fung, Deliberative Democracy and International Labour Standards, Governance: An International Journal of Policy, Administration, and Institutions, Vol. 16, No. 1, 2003, s. 51-71. Raf Geenens, “The Deliberative Model of Democracy: Two Critical Remarks”, Ratio Juris, Vol. 20, No. 3, 2007, s. 355-377. Colleen M. Grogan, Michael K. Gusmano, “Deliberative Democracy in Theory and Practice: Connecticut’s Medicaid Managed Care Council”, State Politics and Policy Quarterly, Vol. 5, No. 2, 2005, s. 126-146. ILO, The ILO: What it is. What it does. International Labour Organization, Geneva, 2004. Leyla Kahraman, Bülent Evre, “Türkiye’deki Siyasi Parti Programlarında “Demokrasi Kavramlaştırmaları: Karşılaştırmalı Perspektifle AKP ve CHP Örnek Olayı”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 1, 2008, s. 63-80. KAMU-SEN, ILO, Tarihçe, İşleyiş ve ILO’da Türkiye KAMU-SEN, Kamu-Sen Araştırma Merkezi, Ankara, 2007. Mete Kaan Kaynar, “Soğuk Savaş Sonrası Avrupa Solunda Yeni Yaklaşımlar: Birey, Sivil Toplum, Demokrasi ve Sosyalizm”, Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 9, 2005, s. 177-201. E. Fuat Keyman, Küreselleşen Dünyada Türkiye ve Demokratikleşme: Süreçler, Sorunlar, Aktörler, BİLGESAM Raporu, No. 7, Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi, İstanbul, 2008, s. 23. Meryem Koray, “Sosyal Politikanın Anlamı ve İşlevini Tartışmak”, Çalışma ve Toplum, 2007/4, s. 19-56. Russell Lansbury, “Workplace Democracy and the Global Financial Crisis”, http://www.econ. usyd.edu.au/__data/assets/pdf_file/0007/18772/Laffer_Memorial_Lecture_160309.pdf, (Erişim tarihi: 29.03.2009), 2009, s. 1. Chantal Mouffe, Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism, Political Science Series, No. 72, Institute for Advanced Studies, Vienna, 2000. 212

Ravi Naidoo, Poverty Alleviation through Social Dialogue: The Role of Trade Unions in South Africa, Bureau of Workers’ Activities of the International Labour Organisation, Addis Ababa, 2001. Şaban Sitembölükbaşı, “Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak Müzakereci Demokrasi”, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi, Sayı: 10, 2005, 139-162. Gülgün Tosun, “Türkiye’de Devlet Sivil Toplum İlişkisi Bağlamında Demokrasinin Pekişmesinin Önündeki Engellere İlişkin Kuramsal ve Pratik Bir Yaklaşım”, Ege Akademik Bakış, C. 1, Sa. 1, 2001, s. 224-243. Banu Uçkan, “Gelirler Politikası ve Sosyal Diyalog”, Çimento İşveren Dergisi, C. 13, S. 1, 1999, s.16- 21. Banu Uçkan, “Küreselleşme ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)”, Çimento İşveren Dergisi, C. 16, S. 6, 2002, s. 5-17. Ali Ulusoy, “Kamusal Alana Hukuksal Bakış”, 21. Yüzyılda Türkiye’de Sosyal Bilimler ve Toplum Sorunları Sempozyumu, Akademisyenler Birliği, 18-20 Mart 2005, Ankara, s. 215-220.

213

16 NİSAN 2009, PERŞEMBE AÇILIŞ KONUŞMASI

Sabahattin BALCI* Saygıdeğer Misafirler, Konferansımız için yurtiçi ve yurtdışından Üniversitemize teşrif eden çok değerli konuşmacılar, Üniversitemizin çok değerli öğretim elemanları ve sevgili gençler I.Uluslararası Müzakereci Demokrasi Sempozyumu’nun ikinci gününde sizlerle beraber olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Öncelikle bu konferansın beklenen faydayı sağlaması bakımından gerek katılımcılarımızın yapmış oldukları çok değerli sunuşların ve gerekse sunuşlardan sonra ortaya çıkan tartışmaların ve salonun katkısının çok yararlı ve beklenen faydayı sağladığını ifade etmek isterim. Ve yine özellikle ben Üniversitemize çok yeni katılmış olmama rağmen gençlerimizin burda yapılan pek çok konferansta, seminerde ve benzeri toplantılarda söz alarak sormuş oldukları soruların çok dikkatimi çektiğini ve çok takdirle karşıladığımı da ayrıca ifade etmek istiyorum. Bu bakımdan burada düşünen bir toplumun, mukayese eden bir toplumun, öğrenen bir toplumun ve sürekli olarak kendisini geliştiren bir toplumun varlığını görmüş olmaktan da ayrıca büyük memnuniyet duyduğumu ifade etmek isterim. Bu tartışmış olduğumuz konu esas itibariyle her ne kadar sadece yönetim katlarında, ülke yönetim katlarında yapılan bir iş gibi anlaşılacaksa da esasen toplumun bütün kesimlerini ilgilendiren bir meseledir. Müzakere etmek, müzakere ederek karar almak, müzakere ederek sonuç çıkartabilmek. Bu sadece hükümetlerin veya yasa çıkarıcıların yapması gereken bir iş değil. Esasen çok hızlı değişen bir dünyada, bu 1970lerin sonundan itibaren başlayan çok hızlı bir değişimin içerisinde bütün kavramların yeniden sorgulandığı hatta pek çok kavramın yeniden tanımlandığı bir zamanda ve pek çok değerin eskide kaldığı veya yeni değerlerin ikame edildiği bir zamanda yaşıyoruz ve alışılmış pek çok kurumun, sistemin, yapının ortadan kalktığı bir zamanda yaşıyoruz. Mesela 1960’ların, 70’lerin hatta II. Cihan Harbi’nden sonra ortaya çıkan Doğu-Batı bloklaşmasının, 80’lerde bitişiyle beraber inanılmaz değişimler yaşadık. Şimdi bu yapı içerisinde yeni tezler, yeni teoriler ortaya çıkartıldı. Mesela Huntingon diyordu ki işte 1980 ve 90’ların başına kadar Doğu-Batı bloklaşması çözüldü, bunun yerine medeniyetler arası çatışma gelecek. Yani onun tezi çatışmacı bir tez, mutlaka birileri birileriyle uğraşması lazım, birilerinin döğüşmesi lazım, mutlaka birilerinin harp etmesi lazım, bir yerlerde insanların ölmesi lazım. Onun tezi bunu üstüne oturuyor. Halbuki Huntington’ın tezi bu geçen zaman içerisinde işlemedi. Kendisi çok yakın bir zamanda vefat etti ama görüldü ki medeniyetler arası çatışma değil, medeniyetler arası diyalog, bütün dünya toplumu için çıkış yoludur. Yeniden yapılanma için bütün dünya toplumunun ortak bir değer üretebilmesi için, dünyanın her yerinde üretilen değerlerin bir havuzda toplanabilmesi için ve herkesin bundan yararlanabilmesi için medeniyetler arası diyalog esastır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve bunun karar organları İspanya ile birlikte bu çalışmanın başını çekmekte. Ve böylece Batı medeniyetiyle özellikle bizim coğrafyamızda bulunan Doğu ve Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve bu bölgede üretilen medeniyetin bir çatışma zemininden çekilerek diyalog, müzakere, işbirliği ve birlikte yaşama kültürüne ulaşma ve paylaşmaya doğru gitmeyi sağlama kararlılığını göstermektedir. Bu bakımından meseleye baktığımız zaman müzakereci demokrasi güçlü bir dünya toplumunu yaratmada da son derece önemli bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Esasen her ülkede meseleye baktığımızda konuşmamın başında da söylediğim gibi sadece yönetim katlarında * Prof. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi, Rektör Yardımcısı 214

bu işi düşünmeyelim. Toplumun bütün kesimlerinde müzakere yapma kültürünü geliştirerek birlikte yaşamayı güçlendirecek ortak bir kültürü oluşturmak için müzakerecilik esasını ortaya koymak ve demokratik metotlarla müzakere yapmanın becerisini ve başarısını gösterebilmek esastır. Bunu ben sabah, dünkü konuşmacıların, çok değerli konuşmacılarından pek çok kendi adıma hisseler çıkartarak söylemek isterim ki, evet, kurumsal yönetimlerde de müzakerecilik ve demokratik katılımla müzakerecilik metotlarını kullanmak ve kararları böyle almak, toplumun bütün diğer kesimlerinde hatta ailede bile bu metotları kullanarak çok daha katılımcı ve paylaşımcı, sahibiyet duygusunu artırıcı ve aidiyet duygusunu güçlendirici bir yaklaşımı böylece gösterme imkanı olacaktır. Böylece müzakerecilik, müzakere teknikleriyle ve müzakere anlayışıyla demokratik yaklaşımları birleştirerek bunu toplumun bir yaşam kültürü haline getirebildiğimiz zaman elbette ki toplumda çok yeni açılımlara da fırsat vermiş olacağız. Burada bir nokta var, müzakerecilik meselesinde bir zaafiyet ortaya çıkar mı? Türkiye’de bir söz vardır, malum biliyorsunuz, eğer bir işin yapılmasını istemiyorsanız onu komisyonlara havale edin. Bu yaklaşım var Türkiye’de bir de metot olarak da kullanılabilir bu. Hayır, aksine bir işin çok akılla, farklı bakışlarla, katılımcılıkla ve ortaya çıkan sonucun paylaşılarak herkesin onu benimsemesini sağlamak istiyorsak, evet onu komisyon zeminlerinde ve sabırla müzakere ederek sonuçlandırmamız gerekmektedir. İşte müzakerecilik, müzakereci demokrasi anlayışı ve müzakerecilik teknikleriyle yönetme konusunda karar alma süreçlerinde bir zaafiyetle karşılaşılmaması gerekmektedir. Çünkü kararlar zamanında ve doğru alınmak mecburiyetindedir. Alınan kararların ise yürütülebilmesi gerekmektedir. Biliyorsunuz Atatürk’ün çok güzel bir sözü var, diyor ki: İcra edenler, karar alanlardan daha üstündür. Dolayısıyla karar almada icra edilebilir, yürütülebilir kararların alınması da gerekmektedir. Bu bakımdan müzakereci yaklaşımın karar alma zaafiyetine düşmeden işletilebilmesi de gerekmektedir. Yine bir husus güven meselesidir. Eğer müzakereyle sonuç almak ve karar almak tekniklerini, yaklaşımlarını seçmişsek buradan sonuç çıkması için birbiriyle konuşanların, müzakere edenlerin, fikir sarfedenlerin, biribirlerinin fikirlerinden yararlanmak veya birbirlerinin fikirleri üzerinden sonuç çıkarmak isteyenlerin mutlaka birbirlerine güvenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde sonuç almak mümkün değildir, sadece nezaketle konuşulabilir o zaman.

215

V. OTURUM: MEDENİYETLER ARASI DİYALOGDA MÜZAKERECİ DEMOKRASİ FARKLI KÜLTÜREL TOPLULUKLARIN TEMASI ÇERÇEVESİNDE MEDENİYETLER ARASI İLETİŞİM Aydın İBRAHİMOV* ÖZET Küreselleşen dünyada medeniyet araştırmaları giderek yükselmektedir ve bu konu sosyal bilimlerin odak noktalardan birisi olmuştur. Bu bağlamda, kültürler arası etkileşimlerin değerlendirmesi özel önem taşımaktadır. Bu çalışmada, birbirinden farklı iki medeniyetin temsilcilerinin, kültürler arası ilişkilerini değerlendirerek ve temas özelliklerini oluşturan nedenleri ortaya çıkararak, grupların sosyal davranışlarını günümüze yansıtma şekilleri değerlendirilmektedir. Tarihe atıf yaparak, farklı bir medeniyet ortamında, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Rus kültürel topluluğunun adaptasyon özelikleri analiz edilmektedir. Bu çerçevede 1917 Ekim devriminden dolayı Gelibolu’ya gelen Beyaz Ordu mensuplarının yaşamı, yöre insanları ve çevre ile temasları üzerinde durulmaktadır. Durumun değerlendirilmesi, bu temaslar sonucunda iki farklı sonucun ortaya çıkabileceğini ortaya koymuştur: i) İstanbul’daki Beyaz Rusların durumunda olduğu gibi çeşitli medeni mentalitelerin teması sırasında, ekzojen element, sahip kültür tarafından reddedilerek marjinalleşmektedir. ii) Gelibolu örneğinde olduğu gibi, doğrudan doğruya temasların dışında, dış medeniyet temsilcilerinin özerk bir şekilde kurmuş olduğu sosyal çevrenin temelinde, kendi kendine organizasyon oluşturarak, yerel topluluklarla olgun temasa geçilebilmektedir. Anahtar Kelimeler: Medeniyet, kültürel adaptasyon, kültürler arası etkileşim FARKLI KÜLTÜREL TOPLULUKLARIN TEMASI ÇERÇEVESİNDE MEDENİYETLER ARASI İLETİŞİM Giriş Gelibolu, bilindiği üzere Türkiye’yi dünya ile bütünleştiren bir mekandır. Burada bir savaşın üzerinde şekillenen benzersiz bir iş birliği tüm dünyaya örnek olmaktadır. Ele aldığımız bu çalışmada buralardan çok uzaklarda gerçekleşen bir başka savaşın Gelibolu’daki etkilerinden söz edeceğiz. Bolşevik Devrimi sonrasında çıkan iç savaşta yenilen Beyaz Ruslar’ın Gelibolu’daki misafirliklerini kapsayan; ancak yakın bir tarih olmasına karşın pek bilinmeyen bir dönemi irdeleyeceğiz. Bu dönemde yaşananların ortaya konması, ülkemiz ve Rus toplumları arasındaki tarihsel ve kültürel sıkı bağları açıklamaya yardımcı olacağı gibi, Çanakkale yöresi ve Türkiye ekonomisi açısından da büyük ve zengin bir potansiyele işaret etmektedir. 1. Dünya Savaşı’nın en fazla etkilediği kentlerden birisi kuşkusuz Gelibolu’dur. Bu etki savaş yıllarında ve hemen sonrasındaki dönemde de sürmüştür. 1. Dünya Savaşı’nın da dolaylı etkileriyle 1917’de Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrimi’nden kaçan Beyaz Ruslar, büyük bir göç dalgası ile dünyanın çeşitli ülkelerine sığındılar.

* Prof. Dr., Çanakkale 18 Mart Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi 216

Mütareke yılları olarak adlandırılan dönemde İstanbul ve Gelibolu kentlerimiz de Beyaz Ruslar1 olarak anılan çok sayıdaki bu yeni konuklarına kucaklarını açarak, onları ağırlamıştır. Oldukça yakın bir tarih olmasına karşın, 1920-1923 yılları arasında Gelibolu’da konaklayan Beyaz Rus Ordusu’nun 1. Kolordusu ve pek çok Beyaz Rus ailesinin buradaki yaşamları ülkemizde pek bilinmez. O günleri bizzat yaşayan Beyaz Ruslarca kaleme alınan ve 1923’te Berlin’de yayınlanan “Gelibolu’da Ruslar” adlı kitabın Aydın SÜER tarafından 1987’de Belleten Dergisi’nde aktarılan özeti, konudan daha geniş kesimlerin haberdar olmasını sağlamıştı. Bu süreçte İstanbul’a yerleştirilenler ile Gelibolu’ya gönderilen Beyaz Ruslar’ın buralardaki yaşantıları, profilleri ve etkileri bakımından çok önemli farklar söz konusudur. İstanbul’daki Beyaz Ruslar gerek buraya yerleşenlerin varlığına bağlı olarak, gerekse günümüze kadar uzanan etkiler nedeniyle daha çok bilinmektedir. Gerçekten de Beyaz Rusların Gelibolu’ya ulaşmasıyla kısa süre içinde burasının küçük bir Rus mekanına dönüşmesine karşın, Gelibolu’daki kültürel izler Rusların buradan ayrılmasıyla (İstanbul’dakinden farklı olarak) hızla silinmiş, adeta yok olmuştur. Önemli bir başka ayrıntı ise Gelibolu’da konuk edilenlerin, Beyaz Ordu’nun en disiplinli ve savaşa hazır Kolordusu olmasıdır. Gelibolu, Beyaz Ordu hareketinin Rusya dışında sürdürülmeye çalışıldığı bir mekan olarak Ruslar için tarihsel, politik ve kültürel bakımlardan özel bir anlam taşır. Gelibolu’ya ulaştıktan sonra yıkıcı moral bozukluğundan sıyrılan Beyaz Ruslar, toplumsal hayatlarını burada tekrar kurarak, “Rusya” düşüncesini yeniden oluşturdular. Gelibolu’daki Beyaz Ruslar’ın Gelibolu’da kurulan yaşamı General Kutepov yönetimi nedeniyle “Kutep Rejimi”, “Kutep Ülkesi” gibi yakıştırmalarla andıkları da bilinen bir gerçektir. Gelibolu bir bakıma Beyaz Rus kültürünün doğum yeri olmuş ve buradan dünyaya dağılmıştır. Gelibolu’da Rus Ordusunun Kısa Tarihçesi 1917 Ekim Devrimi’nden sonra çıkan iç savaşın sonucunda, Rusya’da Bolşevikler zafere ulaşır ve mağlub olan General P.N. Vrangel’in komutasındaki Beyaz Ordu, 1920 Kasım’ının başında, son kalesi olan Kırım’ı da kaybederek, 130 gemi ile İstanbul’a ulaşır. Gemilerdeki toplam mülteci sayısı, yaklaşık 150.000 kadar idi. 15 gün boyunca süren tartışmalardan sonra, Fransız İşgal Güçleri Komutanlığı, beklemekten yorgun düşen insanlara karaya çıkma izni verdi ve daha sonra onları, üç askerî kampta yerleştirmeye karar verdi. Don Kazakları birliklerinin yerleşeceği birincisi, İstanbul yakınlarındaki Çatalca’da kurulmalı idi; Gelibolu yakınlarında kurulması planlanan ikincisinde, Rus ordusunun tüm düzenli birliklerini içine alan 1. Kolordu yerleşecekti ve üçüncüsü, Ege Denizi’nin kuzeyinde, Limnos adasında Kuban ve Tersk Kazakları için kurulmalı idi. Fransızlar, kampta kalanlara gıda desteği verilmesine ve yerleşme için gerekli malzemenin temin edilmesine razı oldular. Bunun karşılığında, tüm ticârî gemilerle yükleri Fransa’ya teslim edildi. Burada ele alınan “Beyaz Rus” tanımlaması bir ırk, ulus veya etnik grubu ifade etmemektedir. Bu tanımlama, 1917 Devrimi nedeniyle çıkan iç savaşta Bolşeviklerin “Kızıl Ordu”, Çarlık kuvvetlerinin de “Beyaz Ordu” olarak adlandırılması ile ilgilidir. Devrimden sonra Karadeniz’i geçerek Türkiye’ye sığınan Ruslar, bu tarihten sonra Beyaz Ruslar olarak anılmıştır. (Deleon, s.13.) 1

217

İstanbul’dan yola çıkan “Herson” ve “Saratov” isimli iki Rus gemisi, 22 Kasım 1920’de Gelibolu açıklarında demir attı. Söz konusu gemilerle, sayısı 30 000’i bulacak (asker ve sivil) mültecilerin ilk kafilesi, savaştan ve depremden harabeye dönmüş Gelibolu’ya geldi. Ünlü Rus şairi Vladimir Mayakovski, onlar hakkında şöyle yazıyordu: “...dar Dardanel’e, yarının Geliboluluları, dünkü Ruslar geldi.” 1 Ocak 1921’de, Korgeneral Nikolay Kutepov’un komutanlığında olan 1. Kolordu’da, 9.540 subay, 15.817 er, 369 memur, 142 hekim ve sağlık görevlisi olmak üzere toplam 25.868 kişi vardı. Bunlardan başka, Gelibolu’ya ordu ile bağlantısı bulunmayan, sivil mülteci statüsünde 1.444 bayan ve yaşı 12’den küçük 314 çocuk da gelmişti. Rus birliklerinin yerleşmesi için, Fransız işgal kuvvetleri tarafından, Gelibolu’dan 6 km. uzaklıkta, batı yönünde, sıkıcı ve ıssız bir yer olan, yazın kuruyan Büyükdere Nehri Vadisi seçilmiştir. 1919’da burada, İngiliz askerî kampı yer almıştı. Orada daha önce yerleşenler, yılanların çokluğundan ve yaban gülü çalılıklarından dolayı, bu yere “Gül ve Ölüm Vadisi” ismini vermişlerdi. Ruslar ise, alanın ıssız olmasına ve Gelibolu (Gelibolu- A.İ.) sözüne sesçe benzemesinden, burayı “Göloye Pole” (Çıplak Saha) olarak adlandırmışlardı. Burası askerî birliklerin yerleşim alanıydı; kente ise, kolordunun karargâhı, istihkâm alayı, askerî liseler ve subay okulları yerleştirildi. Gelibolu’da düzenli bir askerî yaşam vardı; askerî geçitler ve teftişler yapılıyor, altı tane askerî ve iki tane subay okulu faaliyet gösteriyor ve disiplini bozanlar mahkeme karşısına çıkıyordu. Bununla birlikte, kolorduda kültür hayatı da aktifti. Daktilo ile yazılmış dergiler çıkarılır, konserler yapılırdı; iki tiyatro sahnesi de vardı. Hoparlörlerin yardımı ile “Şifâhî Gazete” yayımlanır, spor karşılaşmaları ve futbol maçları yapılırdı. Komutanlık ve Rus toplumun sivil önderleri, çocukların ve yetişkinlerin düzenli yaşamasına büyük önem veriyorlardı; bunun için kreş ve lise bile kurulmuştu. 16 Haziran 1921’de, Büyük Rus Askerî Mezarlığı’nda, General Nikolay Kutepov’un çağrısı üzerine, Gelibolu’daki askerlerin getirdiği, 20.000 taştan yapılmış anıtın açılış töreni yapılmıştır. Mayıs 1921 yılından itibaren Ruslar, yavaş yavaş bölgeyi terk etmeye başladılar. Bunun esas nedeni, işgalci kuvvetlerin baskısında, kendilerinin Rusya’ya dönmelerinin mümkün olmadığını anlamalarında gizlidir. Slav devletlerinde çalışmak için gemilerle giden ilk grupta, üç bine yakın mülteci vardı. Fransızların baskılarından ve ikinci bir kışı daha Gelibolu’da geçirme korkusundan Rus Komutanlığı, kolordunun tüm kalan birliklerini almayı kabul eden Sırbistan’a ve Bulgaristan’a gidişi hızlandırmıştı. Ağustos 1921’de süvari birlikleri ve piyadelerin ilk kademeleri gitti. Gidiş kasım ayında da devam etti: Piyade tümeninin kalan kısmı, Kornilov ve Markov alayları, askerî liseler, subay okulları ve hastaneler, Bulgaristan’a taşındılar. Geride kalan tüm birlikler, kamptan ayrılıp kentte, önlerindeki uzun yolculuğa hazırlanmaya başladılar. 8 Aralık 1921’de, Nikolayev Süvari Okulu, istihkâm alayının bir kısmı ve Kızıl Haç gezici ekibi, Selanik üzerinden Sırbistan’a geçti. Son birlikler ise, 15 Aralık’ta Bulgaristan’a doğru “Akdeniz” gemisi ile yola çıktı; gidenlerin arasında, kolordu komutanı General Nikolay Kutepov ve onun karargâhı da yer alıyordu. Gelibolu’da, Sırbistan’a ve Macaristan’a gitmeyi bekleyen istihkâm alayının bir kısmı ve süvari subay alayı kalmıştı. 218

Gelibolu halkı, Rus askerlerini sıcak bir şekilde uğurluyordu; onlarla aralarında iyi bir

ilişki kurulmuştu. Örneğin; Gelibolu’da geçen zaman içinde Rus ordusu mensupları, yerli halkla hiçbir tatsız olay yaşamamışlardı. Bunun ötesinde, özellikle Türklerle, bir dayanışma söz konusu idi. Hatta, Rusların durumlarını gören kentin Türk sakinleri, misafirlerini barındırmak için onlara camilerin kapılarını bile açmışlardı. Halk onlara her konuda destek oluyor ve onlara her zaman saygı gösteriyordu. 6 Mayıs 1923’de, son kafile Sırbistan’a doğru yola düştü ve Gelibolu’daki Rus yaşamının son noktası konuldu... Nobel ödülü sahibi Rus yazar İvan Bunin, 15 Şubat 1923’te, Belgrad’da Gelibolu gazetesine verdiği röportajda, şu açıklamayı yapmıştı: “Gelibolu, Rusya’nın bu vehâmet ve rezâletle dolu yıllarında ortaya çıkan büyük ve kutsal gerçeklerin bir parçasıdır; bu Rus ulusunun dirilmesinin, Tanrı’nın ve beşeriyetin karşısında günah çıkarmasının ve özrünün kabulü için tek umududur.” Ruslar gitti; geride 343 mezar kaldı ve temaslar 1930’ların sonuna kadar sürdü. Kurulmuş mezarlık ve orada yapılmış anıt, Kolordu tarafından Gelibolu Belediyesi’ne devredilmiştir. Merkezi Paris’te olan “Gelibolulular Derneği”, anıtın bakımı için yerli halktan İsmail İsan’la anlaşmıştı; hatta ona, özel bir Rus askerî madalyası verilmiştir. Onun için bir bekçi evi yapılmış ve mezarlık içindeki boş araziyi ekmesine izin verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar yapılan işlerle ilgili, İsmail İsan tarafından “Gelibolulular Derneği”ne, dernek dergisinde de (Sofya ve Paris’te) yayımlanan raporlar gönderilmiştir. 1949 yılında, deprem sonucunda tahrip olan mezarlık dağıldı ve daha sonra da bir yerleşim alanına dönüştü. 1995 yılından itibaren anıtın ve mezarlığın yeniden yapılması için, Rusya Federasyonu ile Türkiye bir anlaşmaya vardılar. Gelibolu Belediyesi, bu amaçla arsa tahsis etmiştir. Rusya’nın konu ile ilgilenen kuruluşları faaliyette bulunmağa başlayıp, anıtın tekrar yapılması için gerekli işlemleri yapmaya devam etmektedirler. Gelibolu’da Toplumsal İlişkiler ve Medeniyetler Arası Diyalog Gelibolu’nun o tarihte işgal altında olduğunu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmakta olduğu yıllar olduğunu hatırlamak gerekir. Ancak, Gelibolu’da farklı kültürlerden, milletlerden ve sınıflardan oluşan toplumun acı ve sıkıntı dolu günlerde bile birbirlerine hoşgörü ile yaklaşmaları günümüz toplumlarında izlenen hoşgörüsüz, şiddet eğilimlerine bir ders niteliğindedir. Bu noktada Rayevsky’nin Gelibolu Günlüğü’nde aktardığı ilginç bilgiler vardır: Çeşitli cephelerde Yunanların ve Türklerin savaşmasına karşın, sivil toplumun aynı tarafları arasında gerilim ya da şiddet söz konusu değildi. Yunanların Mustafa Kemal’e karşı zafer haberleri Gelibolu’ya ulaştığında bayraklarla yürüyüş yapan Yunanlara, Türklerin ironik bir şekilde gülümsedikleri yazılıdır. Karşı kıyıdaki Lapseki’de ise her yerde Türk bayrakları dikkat çekecek kadardı. O dönemde Lapseki’de işgal güçleri yoktur. Zaman zaman İngiliz devriyeleri geziyordu. Buraya kültürel amaçlı bir gezi yapan grubu, polis komiseri Mustafa ve Rusları adeta selamlama sözü haline gelen ‘Kemal Paşa Koroş (iyi, güzel)’ sloganlarıyla çocuklar karşılar. Çocuklardan biri bu arada ‘Vrangel Paşa koroş!, Kemal Paşa koroş!’ diyerek ve parmaklarını birbirine sürterek denklik işareti yapar. Sade Türk halkı Rus askerlerini Kemalistlerin dostu olarak görmekteydi. Bu söylentinin temelini Rusların Gelibolu’daki ilk günlerinde subay ve erlerden oluşan bir grubun Asya tarafına geçerek Kemal Paşanın ordusuna katılması oluşturuyordu. 219

Bu duruma yol açan ise ideolojik bir niyet değil, kışın getirdiği sıkıntılar ve gıda yetersizliğiydi. Çünkü sıradan askerlere kadar Kemalistlerin Bolşeviklere destek verdiği bilinmekteydi. Rusların çeşitli etkinlikler yolu ile Gelibolu’da kültürel, sanatsal ve sportif yaşamı canlandırdıkları kesindir. Gelibolu’da bir yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirilen tüm bu etkinlikler kent ve çevresinde yaşayan yerli halk tarafından da izlenmiş, bazı etkinliklerin de içinde yer almışlardır. Kültürel açıdan önemli etkileşimler de söz konusudur. Bilindiği gibi Türkiye’de plajlardan yararlanmanın ortaya çıkışı Beyaz Ruslarla yakından ilişkilidir. İstanbul’da Florya plajı böyle ortaya çıkmıştır. Gelibolu’da da o dönemde Yunan ve Türklerin sadece küçük erkek çocuklarının denize girmesi, yetişkinlerin denize girmeyişi Beyaz Ruslar tarafından tuhaf karşılanan bir durumdur. Ayrıca Gelibolu’da Rus kadınlarının da plajlara gittikleri ve onların plaja gittikleri yollarda meraklı yabancıları kovan inzibatların olduğunu Gelibolu anılarından öğreniyoruz. Gelibolu’daki Yunan ve Türklerin Fenere giden sahil yolunda gezinti yapmaya başlamaları da Beyaz Rusların gezinti alışkanlığının bir moda olarak yayılmasıydı. O dönemde Gelibolu kozmopolit bir kent durumundaydı. Nitekim, bir Beyaz Ordu Subayının katır üzerindeki Senegalli askerlerle Beyaz Ordu askerlerinin Türk fıskiyesi önündeki fotoğrafına paha biçilemeyeceğini düşünmesi ve fotoğraf makinesi olmadığı için hayıflanması boşuna değildir. Elde edilen bilgiler, Gelibolu’da Ruslar’ın daha çok Türklerle temas halinde olduğunu gösteriyor. Bunun nedenini, belki de iki ulusun ortak kültürel değerlerinde aramak gerekir. Ayrıca Türkiye’ye gelen Beyaz Ruslar içinde Türkçeyi ve Türkleri çok iyi bilen, bir zamanlar Türklere karşı savaşmış generaller ve subaylar ile çok sayıda sanatçı, akademisyen, doktor vb kişiler de bulunmaktaydı. Türklerle ilk ilişkilerin kurulmasında kuşkusuz bunların önemli rolleri olduğunu da unutmamak gerekir. Türkler ve Ruslar aynı zamanda yurtlarında yaşananlar nedeni ile ulusal gururları incinmiş iki duygudaş toplumdu. Beyaz Ruslar Gelibolu’ya ayak basmalarından itibaren Fransızlarla sorunlar yaşamışlardı. Ermenilerle mesafeli ilişkileri söz konusu iken, Yahudilerle ise hemen hiç ilişkileri olamadı. Her ne kadar dinsel açıdan Rumların Ruslara yakınlığı ve sempatisi olsa da, Türklerin karşı saldırıları sonucunda Rumların durumları kötüleştikçe Ruslara karşı sertleşmişlerdir. Beyaz Ordu Donanma Piskoposu o günler için duygularını “Türkler savaşta (1. Dünya Savaşı) Almanların yanında yer almalarına karşın bize hiç kin taşımadılar. Buna karşın dostça ve nazik davrandılar. Şimdi geçmişi hatırladığımda Türkler tarafından bizi kıran, moralimizi bozan tek bir olay hatırlamıyorum. Onlara teşekkür ediyorum. Kuşkusuz biz onlara Almanlardan daha yakınız” diyerek ifade etmişti. Gelibolu’da Rus Yaşamın Esas Özellikleri O dönemde Gelibolu’nun bu kadar büyük Rus nüfusu karşısında tedirgin oldukları düşünülebilir. Ancak Beyaz Ruslar’ın içinde bulunduğu ağır koşullar dikkate alındığında Gelibolu’da kaldıkları süre içinde kentte Ruslar tarafından işlenen çok az sayıda adli olay meydana gelmiştir. Bu sonuçta, Ruslar’ın sert disiplin uygulamalarının etkili olduğu söylenebilir. Ancak yine de salt disiplin yönetmelikleriyle, hapishane ile huzurlu bir kent yaşamının kurulamayacağı açıktır. Yerel toplumla gerginlik yaşanmasından titizlikle sakınıldığı anlaşılmaktadır. Örneğin, tiyatroda Rus General Ştefon’un yanına bir grup sarhoş Yunanlı oturur ve generali gürültü ve sigara dumanı ile rahatsız ederler ancak bu orada bir probleme dönüşmez. Daha sonra ise tiyatro müdürü albaya ve istihbarat 220

nöbetçilerine 8 gün hapis cezası verilir.



Gelibolu’da o günlerde herkes birbirini anlamaya çalışmıştır. Kısa bir süre sonra Rusça sözcükler halk arasında kullanılmaya başlandığı gibi; “kardaş”, “efendi”, “ekmek”, “yok” gibi Türkçe kelimeler de Rusların gündelik konuşmalarına girmişti. Rayevsky Gelibolu’daki anılarında bir Türk yedek subayı olan Efendizade Süreya ile sohbet ettiklerini, onun İngilizceyi çok iyi konuştuğunu ve vermeyi umduğu derslerin ona gerekli olmadığını yazar. Sekiz yaşındaki bir Rum çocuğunun da kendisiyle bozuk bir Rusça ile anlaşmaya çalıştığını aktarır. Farklı kültüre ve dinlere mensup insanlar birbirlerinin inançlarına saygı göstermenin ötesinde, kültürlerini anlamaya çalışarak ilgi göstermiştir. Rayevsky’den Rusların ibadet sırasında camiye gittiklerini öğreniyoruz. Türklerin nezaket göstererek Rusları ayakkabılarını çıkarmadan içeriye buyur ettikleri, kapıdaki Türk çocukların topluluğu Rusça ‘pojaluysta’ (lütfen) diyerek içeri davet ettikleri anlatılmaktadır. Namaz kılan topluluğu izlerken yabancı bir Tanrının evinde de olsa ibadet ruhunun hissedilmesinden söz edilmektedir. Daha da ilginci caminin içinde bulunan ve ikonaları askeri öğrenciler tarafında suluboya ile boyanmış küçük bir kiliseden söz edilmesi ilginçtir. Zaman zaman çeşitli konulardaki Rusça sunumların bazıları da camilerde yapılmıştır. Rayevsky, benzer bir duruma Lapsekide’de tanık olur. Sokakların birinde erimiş mumlarla kaplanan bir Türk mezarında, Yunan şamdanı bulunduğunu, onun yanında da Lapseki Piskoposu Aziz Parfeniy’in mezarı bulunduğunu belirterek duygularını ‘Bu Ortodoksluğun ve İslamiyetin barış içinde yaşadığının bir örneğidir. Ancak bu her zaman olmuyor’ şeklinde ifade etmiştir. Ortak yaşam mücadelesi Beyaz Ordu’yu da ortak bir topluma dönüştürmüştü. Askeri hiyerarşinin de anlamını kaybettiği anlar oluyordu. Örneğin, Rus anıtının inşası için erler, subaylar, kontlar, baronlar hep birlikte taş taşımışlardı. Subaylar ve erler demokratik bir tablo halinde hep birlikte suya girmiş halde ağları toplarken, rütbe farkı olmaksızın avın sonucunu aynı merakla bekliyordu. Rütbesiz erlerin generallerden sigara ateşi istemelerine artık herkesin alışarak yadırganmayışı da böyle bir durumdu. Rusların çoğu 14 Aralık 1921 tarihine kadar Gelibolu’yu boşaltarak Sırbistan, Yugoslavya Krallığı, Bulgaristan ve Tunus’taki Fransız kamplarına gemilerle uğurlandılar. En son kalan grubun da 5 Mayıs 1923 yılında ayrılması ile Gelibolu’daki Rusları aktarma işlemleri tamamen sona erdi. Kentte düzenlenen askeri tören eşliğinde yapılan uğurlamalarda kentteki tüm dükkanlar kapatılmış; Türkler ve Yunanlar birlikte Rusları selamlamışlardır. Gelibolu’daki tüm pencerelerin açık olduğu ve her pencereden mendil ve çarşaf sallanarak uğurlandıkları gemidekiler tarafından betimlenmektedir. Her ne kadar Gelibolu’daki Ruslar fırsat bulabilirlerse İstanbul’a ya da Almanya’ya hatta nereye olursa gitmek istiyorlardı ise de bir yandan günlük hayatı yaşanılır kılmanın, zenginleştirmenin yollarını aradılar. Moral bozacak her türlü olumsuzluk ortadan kaldırılarak adeta Rusya’nın Gelibolu’da bir Rus mekanı oluşturma etkinlikleri başlatıldı. Ayakkabılar ve giysiler için tamir atölyeleri açılarak, terzihane kurularak kentteki geçit törenlerinde tüm ordunun beyaz üniformalar içinde olması sağlanmıştır. Teknik Alay hastane, liman ve fırın inşaatlarını gerçekleştirmiş, kentin su şebekesini tamamen yenilemişlerdir. İkisi kent içinde bulunan altı askeri okulda Pedagojik ve Askeri Psikoloji, Rusya’da Ulusal ve Siyasal Sorunlar, Rus Ordusu Tarihi, Rus Dili, Askeri Coğrafya, Ekonomi-Politik vb dersler okutulmaktaydı. En Yeni Rus Edebiyatı, Meteoroloji vb konularda açılan kurslar ise kamp tamamen terk edilene kadar sürdürülmüştür. Öksüz çocukların bakımı için bir kreş açılmıştır. Kampta yedi ayrı ibadethane oluşturulmuş; ressamlar ikonlar çizerek tahtadan haçlar, sacdan 221

lambalar yaparak süsleme çalışmalarına katılmışlardır. Gelibolu’da sportif etkinlikler JimnastikEskrim Okulu’nun kurulmasıyla başlamıştır. Çocuklar için de beş ayrı yaş grubunda sportif etkinlik grupları oluşturulmuştur. Kolordu Kupası futbol maçları düzenlenmiş, Kolordu Atletizm Yarışmalarına da 220 atlet katılmıştır. 800 kitaplı bir kütüphane ve okuma salonu da faaliyete geçmişti. Sinema makinesi ile film gösterme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, kış süresince, orduda bulunan şarkıcıların ve müzisyenlerin amatör gösterileri ön plana geçmiştir. Kent tiyatrosu 1.000, kamp tiyatrosu ise 2.500 kişilikti. Kolordu tiyatrosu, aralarında Çehov, Gogol gibi tanınmış yazarların oyunları da bulunan 80’den fazla oyun sahneye koymuştur. Ayrıca Alay tiyatroları içinde 10 kişilik profesyonel oyunculardan oluşan kadrosuyla Drozdov tiyatrosu, gerçek sanat icra ediyordu. Teknik Alay eski nefesli çalgıları onararak konserler vermiştir. Bir müzik grubu da sık sık çevredeki köylere ve kasabalara turneler düzenliyordu. Kentte açılan üç restorana genellikle yabancılar gelmekteydi. Buralarda Rus votkası ve kabare türü müzik bulunuyordu. (SÜER, 1987: 315-355) Dergi ve gazete yayını ise Gelibolu’ya gelindiği andan itibaren başlamıştır. Bunlar daha çok İstanbul’daki gazetelerden ve radyolardan derlenen haberleri veriyorlardı. 1921 ortalarında Kolordu’da düzensiz de olsa, ondan fazla dergi çıkmıştır. Yalnızca tek sayı çıkan “Eşafot” adlı mizah dergisi, elle çizilen resimler içeren sekiz sayfa olarak, 48 nüsha yayınlanmıştır. Kentte fuar ve sergi etkinleri de düzenlenmiştir. Sergilerden birinde konserve kutularından müzik aletleri, sabundan satranç takımları vb eserler dikkati çekmiştir. (SÜER, 1987: 315-355)Tüm bu ürünlerin hayata tutunma çabasının ürünleri olarak görebileceğimiz gibi kültürün sürdürülmesi açısından da önemli izler taşımaktadır. KAYNAKÇA ASİLTÜRK, A., “Bilinmeyen Bir Tarihi Gerçek: Gelibolu’da Rus Orduları”, Orkun, Sayı: 58, 2002.. BARAN, T.A., “İstanbul’da Beyaz Ruslar ve Tombalacılarla Mücadele Derneği”, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, Sayı:52, 2005. DELEON, J., 2003, Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar, Remzi Kitabevi, İstanbul. GONCAROV, V., 1998, “Goloye Pole”, Rodina (Russkoy Slavı Rossiya İ Turtsiya: 500 Let Sosedstva), Sayı:5-6, Moskova. İBRAHİMOV İ.; ÇALIŞKAN V., 2005, “Bir Kültür Transferi Örneği: Gelibolu’da Beyaz Ruslar”, Ulusal Coğrafya Kongresi-2005, (Basılı Bildiri), Bildiriler Kitabı, İstanbul. IRDESEL, M., 2003, Gelibolu Yöresi ve Tarihi, Geltur Yayımcılık, Gelibolu. MILLER, General., (1934/Editor) 2004, General A.P. Kutepov, Vosponinaniya Memuarı, Harvest Yayınevi, Minsk.

222

DELIBERATION ACROSS BORDERS IN THE GLOBAL PUBLIC SPHERE: TRAVERSING CONTESTED CONCEPTS AND GLOBAL INEQUALITIES* Carol GOULD** ABSTRACT Recent democratic theory has increasingly attempted to come to grips with the intensification of transnational interrelations and with the global impacts of economic and ecological policies. This paper focuses on some difficult questions that arise when democratic deliberations, including online democratic discourses, are conceived to occur not within traditional nation-state fora, but rather across national and cultural boundaries, whether in movements for global justice or within the epistemic communities of the institutions of global governance.  It will analyze the development and structuring of transnational online deliberations as an important aspect of emerging forms of electronic democracy. Two crucial difficulties arise when deliberative dialogue is recommended for interlocutors between the Global North and South, 1) concerning inequalities of access to these deliberations and 2) concerning the contested nature of key categories and terms that arise within them.   Simple calls for “intercultural dialogue” do not resolve the problem of contested concepts across cultural boundaries. This paper will consider some ways in which such contested concepts can be highlighted and addressed, including through software designed to facilitate intercultural understanding. In this regard, the possibility of using Wordnet to highlight and disambiguate contested concepts will be discussed. The paper will also consider how inequalities in respect of global justice can be acknowledged and dealt with in cross-border democratic discourses and will conclude with certain suggestions concerning the possibility of mitigating (though not eliminating) these global inequalities through the design of online and other forms of input into the working of global governance institutions. DELIBERATION ACROSS BORDERS IN THE GLOBAL PUBLIC SPHERE: TRAVERSING CONTESTED CONCEPTS AND GLOBAL INEQUALITIES Framing the Problem With the emergence of global governance, along with a growing awareness of the multiperspectival dimensions of globalization (coupled with the decline of US hegemony), hopes have increasingly been placed in the development of a global public sphere. The idea is that this sphere--or better, spheres--could influence, or more strongly, enable participation in the institutions of global governance and facilitate representation by those affected by their policies. The recent literature also emphasizes the role of newly inclusive deliberative processes that take into account the viewpoints and contributions of those at a distance who are affected by these policies but who have not thus far been powerful enough to influence their formation or direction.i Moreover, recognizing the limitations of earlier overly rationalist models of deliberative democracy, a broader array of features, including empathy and responsiveness, have entered the picture as desirable characteristics of deliberative and other types of democratic procedures, as called for by feminist philosophers and some political theorists.ii * Copyright Carol C. Gould, 2009. ** Professor of Philosophy and Political Science and Director of Center for Global Ethics & Politics, Temple University (Philadelphia, PA 19122, USA) 223

In this paper, I will not be taking deliberation as foundational for the justification of norms or as the sole or even primary meaning of democracy, since in my view norms also need to be grounded in a social ontology of human beings in relationships, and democracy requires more than deliberation. It requires actually making decisions (with majority rule as the leading possibility here, though not the only one), as well as forms of mutual recognition among persons, along with broad opportunities for participation in social, economic and political life. Moreover, democracy crucially presupposes the fulfillment of a set of human rights, including economic rights to means of subsistence. Thus in my view, deliberative democracy cannot be the entire picture in democratic theory. Yet deliberation is a crucial feature of democratic processes that seek to foster some measure of agreement about common interests and common goods and that aim at decisions based on inclusive, rational, and empathic procedures, involving reciprocal recognition of the equality of participants and an equal consideration of their importantly affected interests. Yet, globalization and the emergence of new forms of transnational power and institutions with transnational reach raise several difficult new issues inasmuch as deliberation sometimes needs to extend across borders. These issues involve the by now standard questions of how to construe dialogue among people with different cultural backgrounds, and especially how to recognize relevant cultural differences while preserving an emphasis on a certain set of universalistic norms (especially human rights) and an emphasis on people’s equality, including centrally women’s equality. Beyond this, an account of effective cross-border deliberative processes is crucial if we are to find ways to enable democratic input into the institutions of global governance by those affected by their decisions, and well as ways of encouraging stakeholder input into decisions of



For the most part, I will focus specifically on online deliberations, which many theorists have looked to as a source of greater democratization. Indeed, much has already been written about the role of facilitation, about the use of deliberative forums in e-government or e-democracy, as well as about the problem of the digital divide.4 Although I will suggest that it may be possible to open the deliberations of global governance and other highly influential bodies to input by remotely situated publics, I think it is necessary to avoid the over-romanticism that has characterized some discussions of these possibilities, and to ask an array of hard questions. Although I won’t be able to consider these much here, we can note the concerns about who will be included--will they be credentialed participants or people at large, who may be permitted to participate anonymously? Or will authentication and the identification of participants be required? Who will take seriously all the potential input, and how will it be sifted down? Or are we only talking of something like public ombudspersons? Already there is digital overload--multiple arenas with large numbers of often anonymous participants, with few of the interventions rising to the level of any real influence over policy. Furthermore, instead of the open discussion among people with very different perspectives that has been thought to be required in deliberative politics, many online discussions groups have been limited (most often self-limited) to like-minded participants. And instead of reasoned argument, there is quite often shouting, assertions with little argument, etc. Of course, of the power of internet communication in politics we can have no doubt. We have recently observed its formidable possibilities in organizing and mobilizing people, in the context—most notably—of the recent pro-democracy movements in Iran, protesting the absence of a fair electoral process. Online organizing has also marked other social movements, whether in the context of the world social forum or solidarity struggles in Latin America. But these forceful possibilities do not immediately transfer to inclusive processes of orderly deliberation, though they

224

can clearly enhance its responsiveness. It is evident that people want input into the decisions that affect them, and one can expect that they will take advantange of opportunities for such input, if they are real and meaningful, and go beyond the current polling and surveys. Nonetheless, the question remains how to structure such input and processes of online deliberation, and how to address the cross-cultural and cross-border dimensions they will have. The analysis of cross-border deliberation here will focus primarily on two key issues and on the normative framework for addressing them: First, the presence of systematic misunderstanding, which I will address in the final section with a specific proposal concerning highlighting contested categories in online deliberations. And second, the barrier posed to equal participation by the digital divide and by global inequalities more generally. It can be noted that these two themes are interrelated in virtue of the need to bring an understanding of power disparities and oppressive historical and current conditions into the very framing of cross-border discourses. Thus it is necessary not only to explicitly confront these inequalities but also to find new ways of acknowledging them and dealing with them. There are two additional important issues, which I can only mention, but not discuss here: one concerns the significant effects produced by governmental restrictions or interventions into these discussions, including restrictions on or interference in online deliberations. The second is the difficult question of the language to be used in cross-border deliberations, and in particular the current domination of English for these purposes, at least in contexts of trade and diplomacy. Norms of democratic discourse and human rights in intercultural, global contexts If we go back to the characteristics of discourse demarcated in the iconic discussions of it (especially in Jurgen Habermas and later in Seyla Benhabib and others) as well as in the democratic deliberation literature (Joshua Cohen, John Dryzek, James Bohman, Amy Guttman and Dennis Thompson, Iris Marion Young, and others), we can note the essential claim that people are supposed to be free and equal to enter into the dialogue or discourse. Moreover, they are (normatively at least) regarded as reciprocally related in terms of opportunities for listening and being heard, and are supposed to use reasoning to achieve agreements that take into account the perspectives of others.5 As noted, going somewhat beyond the original emphasis on rational argument in coming to agreements on “generalizable” or shared interests, feminist and other theorists focused attention on the importance of a felt understanding and responsiveness toward the positions and needs of others. While I have reservations about taking deliberation or discourse as constitutive of democracy,6 it clearly is a central feature of effective democracy, if democratic decision making is to be more than an aggregation of interests or a pure compromise between antagonistically defined positions. Of course, this is not to say that consensus has to be achieved in all these deliberations or that it is even reasonably understood as the aim. But some measure of de facto agreement that goes beyond pure power struggles or simple compromise is normally regarded as a goal of these discourses, and held to be achievable through rules that ensure reciprocity, freedom and equality of participants, etc. However, when such deliberation occurs across borders, whatever inequalities may have marked national or domestic discourses are compounded by the deep inequalities that pervade North-South relations, as well as by striking divergences in cultural practices, and by language differences. Further, new questions of scope emerge inasmuch as the extent of the demos or public, or of membership in the community of discourse, is radically in question in transnational deliberative 225

contexts. I have elsewhere discussed this question of scope at some length and have proposed two criteria that I take to be relevant here--the first involves the extension of traditional notions of political and other communities to cross-border or transnational contexts and centers around a notion of common activities; the second involves a new use of the all-affected principle to demarcate those at a distance who should be able to provide input into discourses and decisions when they are importantly affected by a given decision or policy.7 Moreover, I have proposed a particular interpretation of “importantly affected,” namely, affected in their possibilities of fulfilling their basic human rights.8 Thus where decisions significantly bear on whether people can meet their economic means of subsistence, i.e., basic economic human rights, these affected people should be able to provide input into the decision or policy in question. Given this normative requirement of obtaining democratic input, the question arises of how it can proceed if it involves communication that includes people in societies that may not allow open discourses or are not democratically organized, or where some members of the society are thought to be unable or unqualified to participate, even if the technological and other means for them to do so are available. Of course, a key case here concerns women who may be discriminated against or oppressed or held to be inappropriate participants, or perhaps simply lack the time or skills to participate. More generally, we can observe that deliberation in the epistemic communities of global governance has thus far been limited to elites; in these contexts, the extension of inputs to broader publics and a fortiori to marginalized groups is thus difficult to envision. There are at least two central concerns--one is cultural, where the required free and equal participation confronts existing dominant cultural norms or practices, and the second is social and economic, namely, the challenge of enabling participation by people who may be impoverished or oppressed . A seemingly easy solution to extending deliberation across cultural borders would seem to be afforded by recognizing that all we need to do is give a place at the table to excluded women and other marginalized or unequal groups. However, doing so often presupposes the existence of the very equality and openness of societies or their democratic organization that we are hoping to produce by the extension of democratic deliberation transnationally and that have in fact been lacking in the society in question. This could be regarded as a paradox (or at least a conundrum) of deliberative democracy in cross-border contexts. The requirement that we hear from women or oppressed groups arises in answer to the very relevant question “Who speaks for a culture?” Thus we can quite rightly object to simply accepting definitions of cultures promulgated by dominant elites or governments or those who benefit from the proposed cultural definition. (Moreover, we can object to the unified notions of culture these dominant interpretations often imply.) Oppression and even coercively repressive practices are specifically insidious in suppressing alternative interpretations of cultural traditions and practices that would likely be offered by marginalized groups if they had access to the education, leisure, and other opportunities needed to advance their own cultural interpretations and emphases. I would suggest that the recent online sharing of progressive interpretations of various cultural practices and teachings among various marginalized groups is a particularly promising way of dealing with these difficulties. This process is underway in diverse religious and cultural contexts and it is I think of considerable interest. In this connection, we can mention the online interactions of WLUML (Women Living under Muslim Laws9), as well as similar revisions proposed by groups of Jewish and Christian women. I suggest also that an appropriate role for outsiders in these contexts is to stand in solidarity with these groups, in new relations of what I call transnational solidarities.10 It is also possible to regard universal norms like human rights as open to local 226

interpretations, in ways that Martha Nussbaum has also argued.11 Moreover, there can be some cultural variability admitted in the priority given to various human rights, regardless of the UN understanding of them as equally essential. But the appropriate scope to be given to r local cultural differences in the interpretation of human rights norms remains a question, as does the issue of how to take into account the inequalities in position among the interlocutors in cross-border discourses. The question of tolerating deeply inegalitarian or oppressive cultural practices is a more difficult one than tolerating statements in discourses, and I have previously proposed that the limit is set by a range of human rights. Yet, in contrast to prevailing liberal approaches, I am not even sure that toleration is the optimal word for what is required here. Yet it is clear in any case that whatever sort of recognition is called for cannot eliminate the possibility of criticism of unjust or oppressive practices, and several authors have pointed to the important distinction between offering criticism and attempting to enforce agreement.12 The mention of criticism here raises the important aspect of self-criticism as a feature of effective deliberation, whether online or offline. If discourse is to take account and acknowledge inequalities in the starting positions and background life-world of participants, it needs to proceed with self-awareness of these factors in the interlocutor’s own case, including awareness of relative (and unearned) privilege. Such discourse is also enhanced by some social theoretic understanding of the oppressive social conditions and the ways that diverse participants may have benefited from them. Although this is a rather demanding expectation of discursive participants, it is hard to see how intercultural dialogue can succeed in the absence of these conditions. These critical and selfcritical aspects of the discursive process also involve attention to relevant differences in order to compensate for them with a view to establishing real equality among the participants. An idea of this sort may have been behind Iris Young’s concerns with special representation for oppressed groups and with the possibility of a veto to be exercised by them in deliberations about policies that importantly affect their interests.13 Whether or not those specific proposals are desirable or realistic, they do point to the significance of taking into account the diversity in concrete circumstances that people bring to deliberations. They require in turn a contemporary version of the critique of ideology, that is, of one-sided and distorting perspectives that can arise from the differently constituted life worlds and different relational standpoints that people bring to these deliberations. Needed here is some awareness of the perspectival and potentially ideological character of a position--of the degree to which holding it serves one’s interests and presupposes a particular standpoint and a particular set of background cultural practices and history, which may themselves entail elements of oppression or residues of colonialism. In addition and more positively, it is normatively desirable for participants to be willing to learn from the others who are interlocutors in the dialogue, and to attempt to arrive at mutual agreements. This is turn presupposes a sort of empathic understanding of the position of others, both of what they say and of the conditions that may lead them to adopt their points of view. Successful deliberations also presuppose a disposition to be responsive to others and even--though more demandingly--what we could call a shared commitment to justice. The dialogue in turn, when it operates in good conditions such as these, can enhance these very dispositions and commitments. Another challenge concerns the need, as one author puts it, to “attend to what remains unspoken, who is absent, and those who the words are unlikely to reach.”14 The approach to dialogue along these lines, admittedly quite demanding, supports a notion of what I have called concrete universality, i.e., a universality that at least partly emerges from dialogue, where the specific background conditions and different situations of people (including 227

oppressive conditions and relations) are taken into account and efforts made to correct for them. Nonetheless, an abstractly universalist moment is also crucial here, namely, one characterized by equal recognition of persons and respect for their human rights. I have argued that this recognition is based on their equal agency, where agency is given a relational and transformational interpretation, that is, is understood as developing over time through concrete relationships. Nonetheless, as a power of self-transformation it is a fundamental characteristic of human beings. To the degree that the conditions of such agency are multiple, and include such features as security, liberty, means of subsistence and health, these conditions can be specified in a more or less universalistic set of human rights (and can also be specified in terms of human needs or even in terms of the alternative notion of fundamental human interests). Given the importance of fulfilling basic human rights, including economic ones, as conditions of agency, we can observe in addition that deliberative discourses are more likely to succeed if they are based on the achievement of reasonable levels of economic well-being among participants. This sort of interdependence was recognized early in the philosophical discussions of human rights by Henry Shue in his argument that the realization of basic rights to democratic participation and subsistence mutually implicate each other.15 Subsistence is required for democratic participation and opportunities for genuine participation help to insure the realization of people’s rights to subsistence. We can further see how this observation would in turn support a strong connection between global justice and democratic deliberation across borders, themes that have often been treated separately in the literature. Some Implications for Online Democratic Deliberations There are, of course, some exciting developments in online communications, including various sorts of dialogues that stretch across borders. In national politics, forums and blogs, along with online organizing, have come to play an important role, for example, in the United States, where they exerted influence in the recent US presidential elections. Nonetheless, it is possible to overstate the significance of these online activities, even in the case of emergent participatory or deliberative forums that specifically aim to enhance democratic participation through sophisticated online software or through new ways of organizing online discourse. Most of these democratic forums have been local (e.g., in London), but even when open to distant others, they have so far been subject to a certain randomness in regard to who hears about them and who gets to participate in them. It is an open question whether these forums can be said to be representative of citizen views generally, or even of the views of their direct participants. Further, like most online communities, they seem to have a tendency to discourage dialogue among people with conflictual perspectives while encouraging discussions among those who agree. While this is probably felicitous from the standpoint of political organizing, it does not seem conducive to norms of deliberation among people with fundamentally divergent views of politics. Further, the entire online sphere can be subject to the charge of being exclusionary in view of the digital divide. Aside from the costs of access, as noted previously many effective cross-border dialogues take place only among elites drawn from across various national governments, or else operate within the upper echelons of institutions of global governance. Civil society organizations may themselves have trouble being representative of their members or the people they are trying to help; and sometimes their leadership is self-selected from among the most active participants in the organization. Within the range of online dialogues, then, it would indeed be a step forward to find ways of representing the interests of distant people who are increasingly affected by globalization, 228

but that remains a challenge for the future. Moreover, it would be desirable to design dialogues that elicit stakeholder input in the governance of global corporations. But at present, consulting with stakeholders or enabling their participation, at least in regard to stakeholders around the world, remains an elusive goal to the degree that it is pursued at all. Moreover, we can see that in all of these developments, there is a need to avoid giving the mere appearance of participation if the real power still resides with powerful governmental elites or corporations, whether at national or transnational levels. In these cases, it sometimes seems that proposals of deliberative democracy may only serve to obscure the facts on the ground. Despite these admitted difficulties, I would like now to propose one promising new direction for facilitating online deliberations in the global public sphere, which is rather elementary but has not received attention as of yet. Instead of moving directly to the development of deliberative software designed to instantiate the features of free and equal participation, whether moderated or not, we can propose the importance of highlighting and dealing with the basic normative or descriptive concepts that arise in these discourses where the concepts are contested among cultures. We do not have to subscribe to Gallie’s notion that many normative concepts are essentially contestable--with deep and irremediable divisions concerning their meaning--to observe that the contrasting uses of them when unacknowledged can generate misunderstandings and block agreements.16 This is not, of course, to imply that ethnic, cultural, and political disagreements are reducible to disputes about words, nor that they are correctable without attention to other factors as well, especially disparities in economic and political power. Nonetheless, if dialogue proceeds at cross purposes, it exacerbates misunderstandings and makes the requisite deliberation in the public sphere and the institutions of global governance less likely to occur. If we grant that in dialogue and discussion among widely distributed participants, the cultural locations and backgrounds of these dialogue participants will influence their uses of language, then it may well be that the terms used in the discussion will sometimes have different meanings for each of the interlocutors. This is likely to lead to misinterpretation, and accentuate disagreements. For example, value terms like just or unjust, and even supposedly descriptive terms like terrorist, can have different meanings in different contexts. A collaborative research project that I am involved in hopes to develop a software environment that would monitor dialogues and provide input to the various authors when the terms they use have multiple meanings within the context of the discussion. This software would highlight the contested terms, present a range of different uses and meanings to the users, and enable these authors to choose which of these they intend, thereby also helping them also to become aware of the alternate interpretations. Initially, this process would necessarily be limited to text-based discussions whether through email, forums, or chat sessions, but eventually there might be an analog developed for video communications as well. If participants become more aware of the one-sidedness of their interpretations as well perhaps of their own background assumptions, it is possible that agreements will be facilitated. Finally, to return to the difficult problem of the digital divide, we can observe the importance of developing opportunities for face to face discussion as well as new modes of representation for people affected by the policies of global governance institutions. In regard to the first direction, we can note that despite the felicity of using new technologies for global interactions, whether they be through cell phones or computers, there seems to be no substitute in the present for some component of actual rather than virtual dialogue among people affected by policies or plans. In regard to new forms of transnational representation, this could involve literal representatives, hopefully chosen democratically, or it could involve new forms of deliberative polling or deliberative democracy among 229

representative individuals, in this case representing those affected by the policies or transnational plans in question. Such deliberative polling has been mainly advocated for the case of local and national politics, but it seems relevant to global politics as well. And it would appear most easily doable if it were to proceed online, though this in turn raises again the question of the digital divide and how to manage it for such cases. Thus it is clear that creating these new opportunities for dialogue does not in itself solve the problems of what I have called informational poverty17 or of actual poverty that necessarily limits the time people can spend in any form of cross-border political discourse or deliberation. These problems again crucially highlight the importance of having our discussions of democracy and of global justice, and specifically of economic human rights, proceed in tandem. Notes 1 See, for example, James Bohman, Democracy across Borders: From Dêmos to Dêmoi (Cambridge, MA: The MIT Press, 2007). For my own account, see Carol C. Gould, Globalizing Democracy and Human Rights (Cambridge: Cambridge University Press, 2004), esp. chapters 2 and 9. 2 See, for example, William Rehg, Insight and Solidarity (Berkeley: University of California Press, 1994); Iris Marion Young, “Communication and the Other: Beyond Deliberative Democracy,” in Democracy and Difference, ed. Seyla Benhabib (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1994). 3 Peter Haas, ed., Special Issue on Knowledge, Power, and International Policy Coordination, International Organization, Vol,. 46, No. 1 (Winter 1992). 4 See, for example, Pippa Norris, Digital Divide (Cambridge: Cambridge University Press, 2001). 5 Jurgen Habermas, The Theory of Communicative Rationality, vol. I, tr. Thomas McCarthy (Boston: Beacon Press, 1985), Moral Consciousness and Communicative Action, tr. Christian Lenhardt and Shierry Weber Nicholsen (Cambridge, MA: MIT Press, 1990), and The Inclusion of the Other, ed. Ciaran Cronin and Pablo De Greiff (Cambridge, MA: The MIT Press, 1998); Seyla Benhabib, Situating the Self (New York: Routledge, 1992); Joshua Cohen, “Deliberation and Democratic Legitimacy,” in Alan Hamlin and Phillip Pettit, eds., The Good Polity (New York: Blackwell, 1989), 18-27, and “Procedure and Substance in Deliberative Democracy,” in Seyla Benhabib, ed., Democracy and Difference (Princeton: Princeton University Press, 1996); John Dryzek, Discursive Democracy (Cambridge: Cambridge University Press, 1990); James Bohman, Public Deliberation: Pluralism, Complexity, and Democracy (Cambridge, MA: MIT Press, 1996); Amy Gutmann and Dennis Thompson, Democracy and Disagreement (Cambridge, MA: The Belknap Press of Harvard University Press, 1996); Iris Marion Young, Inclusion and Democracy (Oxford: Oxford University Press, 2002). 6 See Carol C. Gould, Globalizing Democracy and Human Rights, chapter 1. 7 Carol C. Gould, “Structuring Global Democracy: Political Communities, Universal Human Rights, and Transnational Representation,” Special Issue on Global Democracy and Political Exclusion, Metaphilosophy, Vol. 40, no. 1 (January, 2009): 24-46. An earlier discussion is in Carol C. Gould, Globalizing Democracy and Human Rights, chapter 9. 8 Ibid. 9 See www.wluml.org According to the website: “ Women Living Under Muslim Laws is an international solidarity network that provides information, support and a collective space for women whose lives are shaped, conditioned or governed by laws and customs said to derive from Islam. For more than two decades WLUML has linked individual 230

women and organisations. It now extends to more than 70 countries ranging from South Africa to Uzbekistan, Senegal to Indonesia and Brazil to France. It links: • women living in countries or states where Islam is the state religion, secular states with Muslim majorities as well as those from Muslim communities governed by minority religious laws; • women in secular states where political groups are demanding religious laws; • women in migrant Muslim communities in Europe, the Americas, and around the world; • non-Muslim women who may have Muslim laws applied to them directly or through their children; • women born into Muslim communities/families who are automatically categorized as Muslim but may not define themselves as such, either because they are not believers or because they choose not to identify themselves in religious terms, preferring to prioritise other aspects of their identity such as political ideology, profession, sexual orientation or others. Our name challenges the myth of one, homogenous ‘Muslim world’. This deliberately created myth fails to reflect that: a) laws said to be Muslim vary from one context to another and, b) the laws that determine our lives are from diverse sources: religious, customary, colonial and secular. We are governed simultaneously by many different laws: laws recognised by the state (codified and uncodified) and informal laws such as customary practices which vary according to the cultural, social and political context.” 10 Carol C. Gould, “Transnational Solidarities,” Special Issue on Solidarity, ed. Carol Gould and Sally Scholz, Journal of Social Philosophy, Vol. 38, no. 1, (Spring, 2007): 146-162. 11 Martha Nussbaum, Sex and Social Justice (Oxford University Press, 1999). 12 Cf. most recently Martha Nussbaum, “Women and theories of global justice: Our need for new Paradigms,” in The Ethics of Assistance, ed. Deen Chatterjee (Cambridge: Cambridge University Press, 2004), pp. 147-176. 13 Iris Marion Young, Justice and the Politics of Difference (Princeton: Princeton University Press, 1990). 14 Loren B. Landau, “Can We Talk and Is Anybody Listening? Reflections on IASFM 10, ‘Talking Across Borders: New Dialogues in Forced Migration,” Journal of Refugee Studies Vol. 20, No. 3 (2007): 335-348. 15 Henry Shue, Basic Rights: Subsistence, Affluence, and US Foreign Policy (Princeton: Princeton University Press, 1980). 16 W. B. Gallie, “ Essentially Contested Concepts,” 56 Proceedings of the Aristotelian Society (1956), 167. 17 Carol C. Gould, “Network Ethics: Access, Consent, and The Informed Community,” in The Information Web: Ethical and Social Implications of Computer Networking, ed. Carol C. Gould. Boulder, CO: Westview Press, 1989, 1-35.

231

DELIBERATIVE DEMOCRACY IN DIALOGUE AMONG CIVILIZATIONS Filiz KATMAN* ABSTRACT In a closer look at the areas of crisis, it is seen that they are originated from cultural conflicts and the reason beneath them is cultural facts. Dialogue among cultures have been on the agenda since the mid 1990s. Two articles written in this frame work, namely End of History by Francis Fukuyama and Clash of Civilizations by Samuel P. Huntington are very famous. As a response to the Clash of Civilizations by Samuel P. Huntington, Dialogue Among Civilizations by Mohammed Khatami, Former President of Iran is recalled after declaring year 2001 as the Year of Dialogue Among Civilizations by the United Nations. Besides these initiatives, it has become an area that several international initiatives and institutions such as Foundation for Dialogue Among Civilizations, Alliance of Civilizations, in which is Turkey co-funder, Center for Dialogue and Institute for Interreligious Dialogue formed. Dialog strengthens respect, on the other hand it is used in supporting conflict theory. Underlying reasons of disagreement, shown as cultural conflicts, are political and strategic. On the other hand deliberation is a process in reaching a settlement that meets legitimate interests of the parties. It is obvious that deliberation is an integral part of Dialogue Among Civilizations. Deliberative Democracy perspective is based on participation of citizens to decision making processes with deliberation in several public spheres. Using education, media, reviewing curriculums, adding new subjects of culture are critical in this process. Examples such as in Egypt in 1993 and in Turkey and Greece will be useful in relations between new generatons. In Dialogue Among Civilizations, formation of these public spheres is vital. On the other hand, in dialog among civilizations socities should be involved instead of governments, and deliberative democracy is based on this principle. In this study, first of all conceptual framework will be drawn and an analysis of what has been done in pro and anti side of the subject. Finally, formation of identity and the other will be explained as to light methods in reaching working process of dialogue. Key Words: Dialog among civilizations, deliberative democracy, civilization, identity, Huntington, clash of civilizations. MEDENİYETLER ARASI DİYALOG YAKLAŞIMINDA MÜZAKERECİ DEMOKRASİ ÖZET Dünyadaki kriz bölgelerine bakıldığında buralardaki krizlerin kültürel çatışmadan kaynaklandığı ve bunun altında yatan nedenin de kültürel etmenler olduğu görülmektedir. Uluslararası toplum ancak 1990’ların ikinci yarısında kültürlerarası diyalogla ilgilenmeye başlamıştır. Bu çerçevede yazılan iki makale göze çapmaktadır: Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” ve Samuel F. Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” makalesi. Samuel P. Huntington’ın Medeniyetler Çatışması yaklaşımına cevaben İran Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi tarafından ortaya atıldığı ifade edilen Medeniyetler Arası Diyalog, Birleşmiş Milletler’in 2001 yılını Medeniyetler Arası Diyalog yılı ilan etmesiyle daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. * Öğretim Görevlisi, İstanbul Aydın Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi 232

Medeniyetler Arası Diyalog Vakfı, kurucuları arasında Türkiye’nin de yer aldığı Medeniyetler İttifakı, Diyalog Merkezi ve Dinlerarası Diyalog Enstitüsü gibi çeşitli uluslararası girişim ve kurumların yer aldığı bir alan haline gelmiştir. Farklı kültürler arasında karşılıklı anlayış geliştirmenin önemli olduğu günümüzde diyalog karşılıklı saygıyı pekiştirirken diğer yandan da çatışma tezini desteklemek için de kullanılmaktadır. Kültürel çatışmalar olarak gösterilen anlaşmazlıkların altında siyasi ve stratejik nedenler de yer almaktadır. Müzakere ise, tarafların meşru çıkarlarını karşılayan bir çözüm bulma süreci olarak tanımlanmaktadır. Müzakerenin Medeniyetler Arası Diyalogun ayrılmaz bir parçası olduğu ortadadır. Müzakereci Demokrasi Yaklaşımı vatandaşların ortak karar alma süreçlerine bir araya gelinen farklı kamusal alanlarda “müzakere ederek” katılmalarını öngörmektedir. Medeniyetler Arası Diyalog Yaklaşımı’nda bu alanların oluşturulması önem taşımaktadır. Diğer taraftan medeniyetler arası diyalogun sağlanmasında hükümetler arasındaki etkileşimden çok topluma inilmesi özellikle eğitimin ve medyanın kullanılması daha fazla kolaylık sağlayacaktır ki müzakereci demokrasi de tam olarak bunu öngörmektedir. Bu konuda okul müfredatlarının değiştirilmesi, kültüre ilişkin yeni konuların müfredata dahil edilmesi yapılabilecekler arasında yer almaktadır. Bu konuda 1993’te Mısır’da yapılan değişiklikler bir örnek oluştururken Türkiye ile Yunanistan arasında ders kitaplarında yapılan değişiklikler yeni nesillerin birbirleriyle ilişkilerinde önemli katkılar sağlayacaktır. Bu çalışmada medeniyetler arası diyalog konusuna açıklık getirilerek yapılan çalışmalara değinildikten sonra müzakereci demokrasi yaklaşımı çerçevesinde sürecin nasıl işleyebileceğiyle ilgili yaklaşımlar ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Medeniyetler arası diyalog, müzakereci demokrasi, medeniyet, kimlik, Huntington, medeniyetler çatışması. DELIBERATIVE DEMOCRACY IN DIALOGUE AMONG CIVILIZATIONS A civilization is a society or culture group normally defined as a complex society characterized by the practice of agriculture and settlement in towns and cities. Compared with other cultures, members of a civilization are commonly organized into a diverse division of labor and an intricate social hierarchy. Every human being participates in a culture, defined as “the arts, customs, habits... beliefs, values, behavior and material habits that constitute a people’s way of life”. Civilization is often used as a synonym for the broader term “culture” in both popular and academic circles1. Civilization is a descriptive term for a relatively complex agricultural and urban culture. Civilizations can be distinguished from other cultures by their high level of social complexity and organization, and by their diverse economic and cultural activities. Albert Schweitzer2, one of the main philosophers on the concept of civilization, outlined the idea in his book The Philosophy of Civilization that there are dual opinions within society; one regarding civilization as purely material and another regarding civilization as both ethical and material. He stated that the current world crisis was, then in 1923, due to a humanity having lost the ethical conception of civilization. He defined civilization, saying: “It is the sum total of all progress made by man in every sphere of action and from every point of view in so far as the progress helps towards the spiritual perfecting of individuals as the progress of all progress.” 1

Civilization” (1974), Encyclopaedia Britannica 15th ed. Vol. II, Encyclopaedia Britannica, Inc., p. 956.

A. Schweitzer, The Philosophy of Civilization, Prometheus Books, 1987. 2

233

In 1388, the word civil appeared in English meaning “of or related to citizens”3. In 1704, civilization began to mean “a law which makes a criminal process into a civil case.” Civilization was not used in its modern sense to mean “the opposite of barbarism” — as contrasted to civility, meaning politeness or civil virtue — until the 18th century. According to Emile Benveniste4 (1954), the earlist written occurrence in English of civilization in its modern sense may be found in Adam Ferguson’s An Essay on the History of Civil Society (Edinburgh, 1767 - p.2): “Not only the individual advances from infancy to manhood, but the species itself from rudeness to civilization.” In 1775 the dictionary of Ast defined civilization as “the state of being civilized; the act of civilizing”, and the term was frequently used by Adam Smith in An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations (1776). Beside Smith and Ferguson, John Millar also used it in 1771 in his Observations concerning the distinction of ranks in society. Civilizations have been distinguished by their means of subsistence, types of livelihood, settlement patterns, forms of government, social stratification, economic systems, literacy, and other cultural traits. “Civilization” can also describe the culture of a complex society, not just the society itself. Every society, civilization or not, has a specific set of ideas and customs, and a certain set of items and arts, that make it unique. Civilizations have even more intricate cultures, including literature, professional art, architecture, organized religion, and complex customs associated with the elite. Civilization is such in nature that it seeks to spread, to have more, to expand, and the means by which to do this. Another argument which is worth to mention is the idea of one civilization, human civilization instead of many civilizations. This argument tries to overcome conflicts based on differences. Civilization can be characterised as ethnical, religios and cultural. Today, one can see that conflicts are mainly based on such differences. What brought the idea/theory of dialog among civilizations are two famous articles on civilization written in 90s: End of History by Francis Fukuyama and Clash of Civilizations by Samuel P. Huntington. The Clash of Civilizations is a theory, proposed by political scientist Samuel P. Huntington, that people’s cultural and religious identities will be the primary source of conflict in the post-Cold War world. The theory was originally formulated in a 1992 lecture at the American Enterprise Institute5, which was then developed in a 1993 Foreign Affairs article titled “The Clash of Civilizations?”6, in response to Francis Fukuyama’s 1992 book, The End of History and the Last Man. Huntington later expanded his thesis in a 1996 book The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. The term itself was first used by Bernard Lewis in an article in the September 1990 issue of The Atlantic Monthly titled The Roots of Muslim Rage7. The idea of Dialogue Among Civilizations was introduced by Iranian leader Mohammad Khatami as a response to the theory of Clash of Civilizations. The term “Dialogue among Civilizations” became more known after the United Nations adopted a resolution to name the year 2001 as the year of Dialogue among Civilizations. “Civil” (2004), Merriam-Webster’s Collegiate Dictionary Eleventh Edition, Merriam-Webster, Inc., 226. Émile Benveniste, “Civilization. Contribution à l’histoire du mot” (Civilization. Contribution to the history of the word), 1954, published in Problèmes de linguistique générale, Editions Gallimard, 1966, pp.336-345 (translated by Mary Elizabeth Meek as Problems in general linguistics, 2 vols., 1971) 5 http://www.aei.org/publications/pubID.29196,filter.all/pub_detail.asp 6 Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations?”, Foreign Affairs, Summer 1993. 7 Bernard Lewis, “The Roots of Muslim Rage”, The Atlantic Monthly, Sept. 1990 3 4

234

Huntington’s theory based on his thinking by surveying the diverse theories about the nature of global politics in the post-Cold War period. Some theorists and writers argued that human rights, liberal democracy and capitalist free market economy had become the only remaining ideological alternative for nations in the post-Cold War world. Specifically, Francis Fukuyama argued that the world had reached the ‘end of history’8 in a Hegelian sense. Huntington believed that while the age of ideology had ended, the world had only reverted to a normal state of affairs characterized by cultural conflict. In his thesis, he argued that the primary axis of conflict in the future would be along cultural and religious lines. As an extension, he posits that the concept of different civilizations, as the highest rank of cultural identity, will become increasingly useful in analyzing the potential for conflict. In Huntington’s works, civilizations may consist of states and social groups (such as ethnic and religious minorities). Predominant religion seems to be the main criterion of his classification, but in some cases geographical proximity and linguistic similarity are important as well. Using various studies of history, Huntington divided the world into the “major” civilizations in his thesis as such:



Western civilization, centered on Australasia, Northern America, and Europe (excluding most of Eastern Europe and the Balkans. Huntington also includes the rest of Oceania. Whether Latin America and the former member states of the Soviet Union are included, or are instead their own separate civilizations, will be an important future consideration for those regions, according to Huntington.



Latin America. Includes Central America (excluding Belize), South America (excluding the Guianas), Cuba, the Dominican Republic, and Mexico. May be considered a part of Western civilization, though it has slightly distinct social and political structures from Europe and Northern America. Many people of the Southern Cone, however, regard themselves as full members of the Western civilization.

o



The Orthodox world of the former Soviet Union (excluding most of Central Asia, the Baltic states, and Azerbaijan), the former Yugoslavia (excluding Slovenia and Croatia), Bulgaria, Cyprus, Greece, and Romania.

The Eastern world is the mix of the Buddhist, Sinic, Hindu, and Japonic civilizations.

o

The Buddhist areas of Bhutan, Cambodia, Laos, Mongolia, Myanmar, Sri Lanka, and Thailand are identified as separate from other civilizations, but Huntington believes that they do not constitute a major civilization in the sense of international affairs.

o

The Sinic civilization of the China, Koreas, Singapore, Taiwan, and Vietnam. This group also includes the Chinese diaspora, especially in relation to Southeast Asia.

8

o

Hindu civilization, located chiefly in India and Nepal, and culturally adhered to by the global Indian diaspora.

o

Japan, considered a hybrid of Chinese civilization and older Altaic patterns.

Francis Fukuyama, “The End of History?”, The National Interest, 1989. 235



The Muslim world of the Greater Middle East (excluding Armenia, Cyprus, Ethiopia, Georgia, Greece, Israel, Kazakhstan, Malta, and Sudan), northern West Africa, Albania, Bangladesh, Brunei, Comoros, Indonesia, Malaysia, Pakistan, and Maldives.



The civilization of Sub-Saharan Africa located in Southern Africa, Middle Africa (excluding Chad), East Africa (excluding the Horn of Africa, Comoros, Kenya, Mauritius, and Tanzania), Cape Verde, Côte d’Ivoire, Ghana, Liberia, and Sierra Leone. Considered as a possible 8th civilization by Huntington.



Instead of belonging to one of the “major” civilizations, Ethiopia, Haiti, and Turkey are labeled as “Lone” countries. Israel could be considered a unique state with its own civilization, Huntington writes, but one which is extremely similar to the West. Huntington also believes that the Anglophone Caribbean, former British colonies in the Caribbean, constitutes a distinct entity.



There are also others which are considered as “Torn countries” since they do not belong to a single civilization. Examples include India (“torn” between Hindu and Islam), France (torn between South American, in the case of French Guiana; and the West), Benin, Chad, Kenya, Nigeria, Sudan, Tanzania, and Togo (all torn between Islam and Sub-Saharan Africa), Guyana and Suriname (torn between Hindu and South American), China (torn between Sinic, Buddhist, in the case of Tibet; and the West, in the case of Hong Kong and Macau), and the Philippines (torn between Islam, in the case of Mindanao; Sinic, and the West).

According to him, this cultural organization contrasts the contemporary world with the classial notion of sovereign states. In order to understand current and future conflict, cultural rifts must be understood, and culture, rather than state, muts be accepted as the locus of war.

236

This diagram shows emerging alignments as predicted by Huntington in 1996. Thicker lines represent more conflictual relationships. Huntington argues that the trends of global conflict after the end of the Cold War are increasingly appearing at these civilizational divisions. Wars such as those following the break up of Yugoslavia, in Chechnya, and between India and Pakistan were cited as evidence of inter-civilizational conflict. Huntington also argues that the widespread Western belief in the universality of the West’s values and political systems is naïve and that continued insistence on democratization and such “universal” norms will only further antagonize other civilizations. Huntington sees the West as reluctant to accept this because it built the international system, wrote its laws, and gave it substance in the form of the United Nations. The Dialogue Among Civilizations is a theory in international relations. The theory in its current form was first introduced by Mohammad Khatami, former President of Iran. He originally introduced the idea of Dialogue Among Civilizations as a response to Samuel P. Huntington’s theory of Clash of Civilizations. The term “Dialogue Among Civilizations” became famous after the United Nations adopted a resolution to name the year 2001 as the year of Dialogue Among Civilizations9. There are currently several international organizations that are directly or indirectly pursuing the idea, including the Foundation for Dialogue among Civilizations10, Alliance of Civilizations11, Centre for Dialogue12 and Institute for Interreligious Dialogue13. Dialogue Among Civilizations is also the title of a book published in Persian by Mohammad Khatami. The questions14 the General Assembly grappled with in 1998, when the year 2001 was announced as the United Nations Year of Dialogue Among Civilizations were “What is diversity? What can people do to open the lines of communication and redefine the meaning of diversity? How can we better understand diversity? What is the overall perception of diversity?”. One could argue that in the world there are two groups of civilizations – one which perceives diversity as a threat and the other which sees it as an opportunity and an integral component for growth. The Year of Dialogue Among Civilizations was established to redefine diversity and to improve dialogue between these two groups. Hence, the goal of the Year of Dialogue Among Civilizations is to nurture a dialogue which is both preventive of conflicts – when possible – and inclusive in nature. To do this, Governments, the United Nations system and other relevant international and non-governmental organizations were invited by the United Nations General Assembly to plan and implement cultural, educational and social programmes to promote the concept of the dialogue among civilizations. The Alliance of Civilizations15 is an initiative proposed by the President of the Government of Spain, José Luis Rodríguez Zapatero, at the 59th General Assembly of the United Nations (UN) in 2005. It was co-sponsored by the Turkish Prime Minister, Recep Tayyip Erdoğan. The initiative seeks to galvanize international action against extremism through the forging of international, intercultural and interreligious dialogue and cooperation. The Alliance places a particular emphasis on defusing tensions between the Western and the Islamic world.

9 10 11 12 13 14 15

http://www.un.org/Dialogue/ http://www.dialoguefoundation.org/ http://www.unaoc.org/ http://www.latrobe.edu.au/dialogue/ http://www.iid.org.ir/IIDE/AboutUs.asp?Menu=2 http://www.un.org/Dialogue/background.html http://www.unaoc.org/content/view/62/80/lang,english/ 237

A High-level Group was formed by former Secretary-General Kofi Annan to explore the roots of polarization between societies and cultures today and to recommend a practical programme of action to address this issue. The Report of the High-level Group, which was released on 13 November 2006, provides an analysis and puts forward practical recommendations that form the basis for the implementation phase of the Alliance of Civilizations. In April 2007, the United Nations Secretary-General appointed Jorge Sampaio, former President of Portugal, as High Representative for the Alliance. The AoC is supported by a Group of Friends – a community of over 85 member countries and international organizations and bodies. The Alliance works in four program areas to support such projects. These areas are: youth, media, education, and migration. At a political level, mainly through role of the UN High Representative for the Alliance of Civilizations, former Portuguese President Jorge Sampaio, the Alliance works to build platforms for dialogue among political, religious, media and civil society leaders who are prepared to use their influence in advancing the objectives of the Alliance of Civilizations. Working in partnership with governments, international and regional organizations, civil society groups, foundations, and the private sector, the Alliance is supporting a range of projects and initiatives aimed at building bridges among a diversity of cultures and communities. Principles are pluralism and diversity, friendship and cooperation, dialog and tolerance, respect for human dignity and sexual equality. According to Huntington, cultural organization contrasts the contemporary world with the classial notion of sovereign states. In order to understand current and future conflict, cultural rifts must be understood, and culture, rather than state, muts be accepted as the locus of war. A closer look at the formation of culture is crucial. Here, it is useful to look at how we build our identity and the concept of other and why. “Us versus them” difference dates back to ancient times. First human beings on earth covered their nakedness by wearing animal posts. In the course of time, these clothes made them feel that they were real humans and formed the basis of their identity. For each group, “others” who wore differently from them with different signs were perceived as different and enemy. Besides, struggle for water, land, food created problem for survival. Conflicts over these bear psychological dimension in due course. Symbols entered into the meaning of self and success. Ethnic identity is based on this process. It is defined as “a coat” worn on personal identity which is perceived by human in the age of 3-516. Ethnic identity contains certain livings, history, ideas and feelings and blessed reservoirs such as objects, colours, foods, songs and folk tales. These are the first steps representing “other” (enemy) and “us” (ally) concepts17. People in the same ethnic identity share them all. While children grow up, they dissociate ethnicity concept, ally and enemy concepts and reservoirs related to them. Then, they form the center of self feeling of the broad group identity. Having a clear and continuous line between “other” versus “us” is necessary for identity and security feeling of the person. Children grow up with two identities, personal identity and group (ethnic) identity. The answer to the question of how conflicts occur lies on the aforementioned factors. Vamik Volkan18, an internationally well-known expert on this topic explains it as following: Broad group identity can be symbolized with tent. Abdülkadir Çevik. “Etnik Terörizmin İkolojisi ve Terörle Mücadeledeki Önemi”. Hukuki Perspektifler Dergisi. 2005. s. 94-102 17 Vamık D. Volkan, “The Need to Have Enemies and Allies. A Developmental Approach”, Political Psychology 2. 1985. pp. 219-247 18 Vamık D. Volkan, “Terörün Sınırlarını ve Nedenlerini Anlamada Psikiyatri”, Hukuki Perspektifler Dergisi. 2005. s. 85-93 16

238

As long as the tent stays stand still, strong and balanced, people living inside are not interested. However, if tent is damaged or a threatened, people become interested in the tent and involve in fixing it. Besides, if the group leader is in narcissistic charismatic character and paranoid, takes people’s interest to the tent. Also, threatening attitudes and behaviours of neighbouring rival groups or sensitivies arising from the government may fetaure interest on the tent. Fear to loose group (tent) identity is physical death fear which is prefered over psychological death anxiety and fear. It is obvious that enmity to others is not only a psychological and imaginary thing but also mixed with real problems of the world. When such attacks to the tent occur, then people care group identity more than personal identity and they envisage doing everything to protect and keep broad group identity. In dialog among civilizations concept, the basis of identities and how conflict occur are crucial. In order to reach the aforementioned goals of the inititative, first, the basis, formation and sensitivities of the civilizations, identities, cultures. Researches have shown that, certain ground should be maintained before starting a dialogue. Dialog strengthens respect, on the other hand it is used in supporting conflict theory. Underlying reasons of disagreement, shown as cultural conflicts, are political and strategic. Deliberation is a process in reaching a settlement that meets legitimate interests of the parties. It is obvious that deliberation is an integral part of Dialogue Among Civilizations. At this point, the idea of deliberative democracy enters into the picture. Deliberative Democracy perspective is based on participation of citizens to decision making processes with deliberation in several public spheres. Using education, media, reviewing curriculums, adding new subjects of culture are critical in this process. Examples such as in Egypt in 1993 and in Turkey and Greece will be useful in relations between new generatons. In Dialogue Among Civilizations, formation of these public spheres is vital. On the other hand, in dialog among civilizations instead of governments, socities should be involved and deliberative democracy is based on this principle. Conflict resolution methods include the citizens of the conflicting groups and it is partly deliberative. But, primary concern should be the process of other formation. In deliberation, if this process is comprehensively understood and the deliberation process is designed accordingly, the chance of the success increases, if not, the contrary is possible. Sensitivities, methods, symbols and all other factors determining and affecting the identity play critical role in the process. In dialog among civilizations, these factors play greater role and should be more carefully taken into consideration. BIBLIOGRAPHY A. Schweitzer, The Philosophy of Civilization, Prometheus Books, 1987. Abdülkadir Çevik. “Etnik Terörizmin İkolojisi ve Terörle Müzadeledeki Önemi”. Hukuki Perspektifler Dergisi. 2005. s. 94-102 Bernard Lewis, “The Roots of Muslim Rage”, The Atlantic Monthly, Sept. 1990 “Civil” (2004), Merriam-Webster’s Collegiate Dictionary Eleventh Edition, Merriam-Webster, Inc., 226. “Civilization” (1974), Encyclopaedia Britannica 15th ed. Vol. II, Encyclopaedia Britannica, Inc., p. 956. 239

Émile Benveniste, “Civilization. Contribution à l’histoire du mot» (Civilization. Contribution to the history of the word), 1954, published in Problèmes de linguistique générale, Editions Gallimard, 1966, pp.336-345 (translated by Mary Elizabeth Meek as Problems in general linguistics, 2 vols., 1971) Francis Fukuyama, “The End of History?”, The National Interest, 1989. Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations?”, Foreign Affairs, Summer 1993. http://www.aei.org/publications/pubID.29196,filter.all/pub_detail.asp http://www.dialoguefoundation.org/ http://www.iid.org.ir/IIDE/AboutUs.asp?Menu=2 http://www.latrobe.edu.au/dialogue/ http://www.un.org/Dialogue/ http://www.un.org/Dialogue/background.html http://www.unaoc.org/ http://www.unaoc.org/content/view/62/80/lang,english/ Vamık D. Volkan, “Terörün Sınırlarını ve Nedenlerini Anlamada Psikiyatri”, Hukuki Perspektifler Dergisi. 2005. s. 85-93 Vamık D. Volkan, “The Need to Have Enemies and Allies. A Developmental Approach”, Political Psychology 2. 1985. pp. 219-247

240

VI. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİ GÜÇLÜ BİR SİVİL TOPLUM YARATMA PROJESİ Mİ?

MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN YAYGINLAŞTIRILMASI: MÜZAKERECİ DEMOKRASİ PRATİĞİ OLARAK STK’LAR

Z. Gönül BALKIR* ÖZET Müzakereci demokrasi; kamusal alanda; eşit ve özgür yurttaşların, müzakere ve sorgulama süreçleriyle, katılımcılarına müzakere ve sorgulama sonucunda karar verme olanağı yaratmaya çalışır. Müzakereci demokrasinin, sivil toplum düzeyinde yaygınlaştırılması ve katılımcı demokratik bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi ancak müzakereci süreçlerin çoğaltılmasıyla mümkün olabilecektir. Demokrasinin demokratikleşmesi için; demokratik değerlerin yaygınlaştırılması ve demokrasi uygulama ve pratiklerinin çoğalması gerekmektedir. Bu bağlamda müzakere sürecinde etkili olabilecek araçlardan biri de STK’lardır. STK’lar, müzakereci demokrasinin, demokrasiyi kullanma teknikleri ve müzakereci kimlikleriyle; hem kurum içi demokrasiyi sorgulatıp yaşatan ve hem de kentsel ve bölgesel müzakereci demokrasi pratiğine olanak yaratan küçük demokrasi gruplarıdır. Müzakereci demokrasinin sivil toplum düzeyinde yaygınlaştırılmasında; toplumsal dinamikleri harekete geçirebilme güçleriyle STK’lar, küçük gruplardaki demokratik katılımları ve fonksiyonlarıyla; birer demokrasi pratiği olarak karşımıza çıkarken, gerek mevcut demokratik sistemin yaşadığı temsil ve meşruluk krizlerinin aşılmasında ve gerekse çağdaş demokratik değerlerin yeniden üretilmesinde aktif rol oynama kapasiteleriyle demokratik sürecin ayrılmaz bir parçasıdırlar. Anahtar Kelimeler: Müzakereci Demokrasi, demokrasi pratiği olarak STK’lar ABSTRACT This article focuses on the “deliberative democracy” characteristics of civil society organizations. “Deliberative democracy” in public sphere provides participants of free and equal citizens to be able to decide according to their deliberation and interrogation. In order to expand deliberative democracy on civil society organization and establish participatory democratic structure is possible only if the existing and enhancing of deliberative processes in politics and society. Key Words: The expansion of deliberative democracy, civil society organizations as an application of deliberative democracy MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN YAYGINLAŞTIRILMASI: MÜZAKERECİ DEMOKRASİ PRATİĞİ OLARAK STK’LAR Giriş Temsili demokrasinin meşruiyetinin giderek daha fazla sorgulandığı günümüzde yeni demokrasi arayışları söz konusudur. Bu arayışın yansımalarından biri de 1980’li yıllardan beri temsili * Prof. Dr., KOÜ, Hukuk Fakültesi Dekanı ve İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku ABD Öğretim Üyesi 241

demokrasiye alternatif bir model olması hedeflenen müzakereci demokrasi kavramıdır. Müzakereci demokrasi kavramı liberal demokrasi tartışmalarının ortasında ileri sürülen katılımcı demokrasiler içinde en çok rağbet gören ve demokratikleşmeye vurgu yapan kavramlardan biri haline gelmiştir. Tarafların karşılıklı olarak demokratik ihtiyaçlarının kabulü ve gerektirdiklerinin yerine getirilmesi, demokratikleşme sürecinin hızlandırır. Son dönemin demokrasi teorilerinde; demokrasi kavramı ve onun sınırları yeniden tartışılmaya açılmış ve bu süreç içinde; yurttaşlık, yurttaş katılımı, sivil toplum, sivil toplum örgütleri ve sivil demokrasi gibi kavramlar yeniden kurgulanmaya başlanmıştır. 1. Yeni Demokrasi Arayışları ve Müzakereci Demokrasi 1.1. Temsili Demokrasi Sorunları Liberal demokrasinin uygulanma biçimi olan çoğunluk yönetimi veya iktidar paylaşımının uygulamada yarattığı sorunlar sosyal dengesizliklere yol açmaktadır. Çoğunluk yönetimi, toplumdaki çoğu bireylerin çoğunluk deneyimlerini yaşayabileceği veya belli konularda kazanabilme şansı olabileceği yeterli çoklukta bölünme varsa kabul edilebilir. Pek çok bireyin kendilerini sürekli olarak azınlık konumunda bulduğu durumlarda iktidar nimetlerinin vatandaşlara orantısal olarak paylaştırılmasına dayanan bir anlaşma, azınlıktaki kesimlerin sürekli ezilmelerine yol açacaktır. Çoğunluk yönetimi ve iktidar nimetlerinin paylaşımı gibi çözümler vatandaşlar arasında çatışan çıkarları dikkate alır. Çıkarların çatışmasından sağlıklı bir uzlaşma çıkabilmesi için vatandaşlar arasında eşit gücün olması gerekir (Mansbridge, 1990; 21). Liberal demokrasi konusunda vatandaşların bağlılıkları, güdüleri ve niyetleriyle onlar adına yapılan siyasal kararlar arasında gittikçe artan bir fark ve mesafe olduğu konusunda yaygın olarak duyulan bir endişe vardır. Siyasi temsilcilerin faaliyetleri, arka planları ve çıkarları vatandaşların yaşamlarından ve hayata bakış biçimlerinden çok uzaktır. Temsilcilerin vekilliği en az bir döneme uzanmakta, bu dönem içinde vatandaşların kendileri adına yapılan kararlar üzerinde çok az bir etkisi olmaktadır. Liberal demokrasilerde oldukça yaygın olan temsil, siyasal temsilcinin başkaları adına düşünebileceği ve karar verebileceği varsayımı üzerine kuruludur (Sitembölükbaşı, 2005; 143). Uygulanmakta olan demokratik mekanizmalarla ilgili sorunlardan biri de oy verme sisteminde yaşanmaktadır. Oy verme işlemi konusundaki en önemli sorun, onun her yerde uygulanan genel kabul görmüş nesnel bir yönteminin olmamasında yatmaktadır. Bu nedenle seçim sonuçlarının çoğu zaman, oyların sayılma yöntemine bağlı olarak insanların eseri olduğu düşünülebilir. Birey tercihlerinin aynı olduğu varsayımından hareketle değişik oy verme ve değişik oy sayma yöntemlerinin farklı siyasal, hatta bazen oldukça farklı sosyal sonuçlar doğurduğunu görebiliriz. Üstelik her bir oy verme yöntemi, adalet veya istikrar gibi şu veya bu genel ölçütü ihlal ettiği için oy sayma yöntemlerinin ortak noktasını bulmamızı sağlayacak bağımsız nesnel bir ölçüt bulmak oldukça zordur. Özellikle hangi oy verme şeklinin halkın ortak iradesini en doğru bir şekilde temsil ettiğini belirleyecek hiçbir yöntem yoktur (Sitembölükbaşı, 2005; 143). Batılı ülkelerde oy verme oranları ve hükümete güven azalmaktadır. Ekonomik dağılımdaki çarpıklıklar, azınlık grupları üzerindeki baskılar ve göç gibi önemli adalet sorunlarıyla ilgili tartışmalar ve yanlış bilgilendirme liberal demokrasinin ürettiği hastalıklar olarak görülmektedir. Saldırıların ticarileşmesi, toplumsal hayatın sorunlarının sloganlarla çözülmeye çalışılması, güçlü çıkar kesimlerinin lehine kuralların konulması ve işletilmesi, günümüzde kamu hayatına egemen olan derin sorunları yansıtmaktadır. Bütün bu sorunların çözümünde ve vatandaşlara fırsatlar sunan

242

sosyal politikaların geliştirilmesinde toplumsal müzakere bir ihtiyaç olarak görülmektedir (Daniels ve Emanuel, 1996; 11). 1.2. Alternatif Bir Model Olarak Müzakereci Demokrasi Demokrasi siyasi anlamda, vatandaşların kendi geleceklerini ilgilendiren kararlara ilişkin olarak düşüncelerini özgürce açıkladıkları, kurumsal bir yapı ve hukuki bir çerçevedir. Demokrasi, bir iktidarı kullanma tekniği olup köklerinde her zaman mikro sosyal münasebetler ağı bulunmaktadır (Çağlar, 1993; 7). Demokrasi toplumsal bilinç koşullarının ve hatta ortak evrensel bilinç koşullarının bir bileşenidir (Timuçin, 2004;14). Demokrasi bir siyasal momenttir, belki de siyasal düzenin hatırlanıp yeniden yaratıldığı siyasal momentin ta kendisidir (Ünal, 1997: 68). Çağdaş dünyanın yaşadığı siyasi moment; demokrasiyi yeni denge arayışlarına zorlamaktadır. Bu arayışlar içinde ortaya çıkan katılımcı demokrasi türlerinden biri de müzakereci demokrasidir. Müzakereci demokrasi kavrayışı; demokrasi idealinin halk tarafından ve halk için şeklindeki yönlerine ortak kökler sağlar (Cohen, 1999; 159). Müzakereci demokrasi kavrayışı, siyasal gerekçelendirme ideali çevresinde oluşturulmuştur. Bu ideale göre, kolektif siyasal iktidarın kullanılmasının gerekçelendirilmesi, eşitler arasındaki özgür bir kamusal muhakeme temelinde yürütülmelidir. Müzakereci bir demokrasi bu ideali kurumsallaştırır. Müzakereci görüşte yalnızca bir siyaset biçimi olmayan demokrasi eşit yurttaşlar arasında gerekli katılım, birlik oluşturma ve ifade koşullarını sağlama yoluyla özgür tartışmayı kolaylaştıran bir toplumsal ve kurumsal koşullar çerçevesidir; ayrıca rekabete dayalı düzenli seçimler, tanıtım koşulları, yasal denetim vb. araçlarla siyasal iktidarın duyarlılığını ve sorumluluğunu sağlayacak bir çerçeve oluşturarak kamusal iktidarı kullanma yetkisini (ve kullanmanın kendisini) böyle bir tartışmaya bağlar (Cohen, 1999; 146). Müzakereci demokrasi; kamusal alanda; eşit ve özgür yurttaşların, müzakere ve sorgulama süreçleriyle, katılımcılarına müzakere ve sorgulama sonucunda karar verme olanağı yaratmaya çalışır. Müzakereci demokrasinin, sivil toplum düzeyinde yaygınlaştırılması ve katılımcı demokratik bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi ancak müzakereci süreçlerin çoğaltılmasıyla mümkün olabilecektir. Müzakereci demokrasi çerçevesinde; toplumsal ve sosyal hakları toplumsal gruplara doğru genişletmeye yönelik olarak ortaya çıkan baskı daha büyüktür; böyle bir hak tanıma olayının gerçekleştiği her durumun ardından, toplumsal olarak daha güçsüz olanlardan gelecek yeni talepler, ayrıcalıklı kesimi, yeni tavizler vermeye zorlayacaktır. Ta ki bir zamanlar sınırlı tutulmuş olan toplumsal hak talepleri, kapsam bakımından evrensel oluncaya kadar. Modern sivil toplumların ikilemi; toplumsal hakları herkes için geçerli olacak biçimde genişletmek veya hiç kimseye tanımamak zorunda bulunmalarıdır. Hakları hiç kimseye tanımama seçeneği, demokrasiye karşı açık bir engelleme niteliğinde olduğundan, toplumsal seviyenin eşitlenmesi süreci, kendine özgü geri çevrilemez bir ivme geliştirme eğilimine sahip olmaktadır (Keane, 1993; 77). Temsili demokrasi, ulus devlet çerçevesinde, toplumsal sorunları etnik ya da başka grupların gereksinimlerini yanıtlayarak, farklılıklara uyum sağlayarak çözmeyi başaramıyor. Bu nedenle toplumsal eşitsizliğin giderilmesinin en etkin yolu çağdaş, saydam, çoğulcu ve müzakereci demokrasiye geçiş sürecinin hızlandırılması ve yaygınlaştırılması gerekiyor. Demokratik yaşam içinde müzakereci demokrasi kültürünün yerleştirilmesi ve etkinleştirilmesiyle; toplumsal değişim ve müzakereci demokrasinin gelişmesi, çoğulculuk ve katılımcılık ilkelerinin yaşama geçirilmesine bağlıdır. 243

1.2.1. Demokratik Meşruiyet Müzakereci demokrasi modeline göre, bir yönetim biçimindeki kolektif karar alma süreçleri açısından meşruiyete ve rasyonelliğe ulaşmanın gerekli koşulu şudur: Yönetim biçimindeki kurumlar öyle düzenlenmelidir ki, herkesin ortak çıkarı olarak görülen şey, özgür ve eşit bireyler arasında rasyonel ve adil biçimde yürütülen kolektif müzakere süreçlerinden kaynaklansın. Kolektif karar alma süreçleri bu modele ne kadar yaklaşırsa, meşru ve rasyonel olarak kabul edilme olasılıkları da o kadar artar. Demokratik kurumlardaki meşruiyetin temeli, geriye doğru şu çıkarıma kadar götürülmelidir: Zorunlu erk talebinde bulunanların gerekçesi, kararlarının herkesin eşit derecede çıkarlarını gözettiği söylenen yansız bir konumu temsil etmesidir. Bu çıkarım ancak söz konusu kararların ilke olarak özgür ve eşit yurttaşların uygun kamusal müzakere süreçlerine açık olması durumunda yürütülebilir. Demokratik meşruiyetin normatif temellerini, sağlama almak üzere; söylemsel bir geçerlilik modeline, dayalı genel bir ahlak kuramına sıkıca bağlamak gerekmektedir (Benhabib, 1999; 104). Demokratik meşruiyete ilişkin temel fikir, devlet iktidarını kullanma yetkisinin, o iktidarca yönetilen bir toplumun üyelerinin kolektif kararlarından doğması gerektiğidir. Daha kesin olarak ve demokrasinin kurumsal niteliğini dikkate alarak söylemek gerekirse demokratik meşruiyet, toplumu oluşturan bireylerin, toplum üyelerinin kolektif otoritesini tanımak üzere tasarlanmış toplumsal ve siyasal kurumlar içinde yaptığı ve bu kurumlar aracılığıyla dile getirdiği tartışmalardan ve kararlardan doğar. Bu, demokrasi kavramının soyut tanımıdır ve bilinçli olarak öyledir. Demokrasi birçok biçimde kendini gösterir; demokrasiye ilişkin daha kesin kavrayışlar halkı oluşturan bireylerin ve buna bağlı olarak bir kararın nasıl kolektif hale geldiğinin “bir bütün olarak” yurttaşlarca alındığının değerlendirilmesine bağlıdır (Cohen, 1999; 140). Müzakereci modele göre, müzakere usulleri meşruiyet doğurduğu gibi, belirli bir ölçüde pratik rasyonellik de sağlar. Bu tür müzakereci demokratik süreçlerin pratik rasyonellik iddiaları nedir? Müzakereci süreçler, üç nedenden ötürü kolektif karar alma süreçlerinin rasyonelliği açısından elzemdir. İlk olarak, müzakereci süreçler aynı zamanda bilgi aktaran süreçlerdir. Yeni bilgilerin aktarılması; hiçbir birey farklı bireylerin etik ve siyaset meselelerini algılayacakları çeşitli bakış açılarını tek başına önceden görüp tahmin edemeyeceği ve hiçbir bireyin herkesi etkileyen belirli bir karar açısından önemli görülen bütün bilgilere tek başına sahip olamayacağı gerçeği göz önün alındığında; müzakere, bir bilgi edinme yöntemidir (Benhabib, 1999; 107). Müzakereci demokrasi, yurttaşların bilgileri paylaştığı toplumsal işleyişler hakkında konuşup görüşüp kararlara vardığı ya da kararlar ürettiği ve böylece siyasal süreçlere katılımın sağlandığı bir sosyopolitik sistemdir. Müzakereci demokrasi demokratik meşruiyeti siyasal bir oy verme ya da ekonomik pazarlık aracı olarak değil kamusal yargılama esasına oturtur. Liberal demokrasinin temel ilkelerinden olan eşit oy verme, bireylerde demokratik bir bilincin gelişmesine katkıda bulunmasına rağmen bu sistem aynı görüşte olup da çoğunluğu sağlamış olan bireylerin iradelerinin siyasal sürece yansıtılmasını sağlamakta, diğer yandan çoğunluk sağlayamamış farklı görüş ve eğilimlerdeki alt kültür gruplarını siyasal sürecin dışında bırakmaktadır. Küreselleşme ve iletişim alanında yaşanan devasa gelişmeler alt kültür gruplarının hızla artmasına yol açmakta ve bu durum siyasal sürecin dışında kaldığı hissine sahip olan bireylerin 244

sayısını da her geçen gün artırmaktadır. Hızla farklılaşmakta olan böylesine atomlaşmış bir topluluğu sınırlı sayıdaki temsilciler yoluyla siyasal sürece taşımak da o ölçüde güçleşmektedir. Bu süreç kaçınılmaz olarak siyasal meşruiyet sorununu zaman içinde daha fazla hissedilir hale getirecektir (Greiff, 2000; 403). Müzakereci demokrasilerde kapsamlı, açık ve mantıklı bir diyalogun; şartları, oluşturulabilir mi? Müzakereci demokrasinin meşruiyeti önemli ölçüde ona katılan vatandaşların kapsamlılığına dayanacaktır. Ancak bu kapsamlılık nasıl sağlanacaktır? Emekleme aşamasında olan müzakereci demokrasi kuramının karşılaştığı sorunlar liberal demokrasi modelinin sorunlarından daha fazla değildir. Üstelik müzakereci demokrasinin, liberal demokrasinin geliştirdiği ve olgunlaştırdığı eşitlik; özgürlük ve uzlaşma gibi birçok kavram ve kurumlardan yararlanarak onun birikimleri üzerinde gelişmeye çalışması, karşılaştığı eleştiri ve sorunların üstesinden gelme yolunda kendisine uygun zemin ve fırsatlar sağlamaktadır 1.2.2. Katılımcılık ve Kamusal Tartışma Pratiği Toplumsal örgütlenme olan müzakereci demokrasi, ancak örgütlülük ile kendini tamamlamayabilmektedir. Demokratik rejimler insan hakları temeline dayanan ve hukukun üstünlüğünün egemen olduğu rejimlerdir. Bu da; bireysel özgürlüklerin, teminat altına alınmasını sağlayan mekanizmaların işletilmesiyle mümkündür. Demokratik sistemlerin gelişme ve bozulmalarının incelenmesinde kullanılan kriterlerden biri de katılımcılık kavramında ifadesini bulan sosyal ve ekonomik hareketlenme olarak mobilizasyondur. Siyasi kurumların katılımcılığı artırıp toplumu sistemle bütünleştirme yeteneği toplumla devlet arasındaki çatışmanın dinamiğini oluşturur (Çağlar, 1993). Huntington’un da belirttiği gibi siyasi gelişme hiçbir zaman tam değildir ve hiçbir siyasi sistem, karşılaştığı problemlerin bütününü çözemeyeceği gibi, yeni dünyadaki hakim mücadele ideolojik ve ekonomik bir mücadele olmaktan çok kültürel mücadele olarak gelişecektir (Huntington, 2005; 22). Bu bağlamda müzakereci demokrasi, vatandaşların mantık çerçevesinde kabul edeceği herhangi bir görüşü kolektif eyleme geçirmeyi amaçlar. Vatandaşlar kamu politikası hakkında bir ihtilafa düşerlerse onlar bu durumda birbirleriyle müzakerede bulunmalı, yapabilirlerse ittifak aramalı, yapamazlarsa birbirlerinin farklı görüşlerine olan karşılıklı saygıyı muhafaza ederek ihtilaflarıyla yaşamaya devam etmelidirler. Müzakereci demokrasi düşüncesi siyasal fikirlerin veya ideolojilerin imgeciliğe dönüşümünü engellemek üzere bir meşrulaştırma ve zenginleştirme stratejisi olarak da görülmektedir. Demokratik toplumlarda rızaya dayalı bir hukuk sistemi esastır. Anayasal veya hukuksal devlet bu bakımdan demokratik toplumun temel şartıdır. Hukuk sistemi de iktidarın bahşettiği bir lütuf olmayıp eşitlik temeli üzerine konuşlandırılmış bir haktır. Devlet iktidarını kontrol, katılım düzeyini yükseltme, demokratik tutumların geliştirilmesi, çıkarların-taleplerin şekillendirilmesi ve eklemlenmesi, kutuplaşmaların yumuşatılması, yeni siyasal liderlerin yetiştirilmesi ve eğitilmesi, siyasal partilerin demokratikleşmesi, bilgiyi toplumun geniş kesimlerine yayma, yeni fikirlerin yayılmasını sağlama ve siyasal sistemin halka karşı sorumluluğunu arttırmak gibi demokratik işlevleri olan sivil toplum kuruluşları içindeki karşılıklı etkileşim sürecinde bireylerin edindikleri hoşgörü, ılımlılık, uzlaşma, kamusal tartışma pratiği, gönüllülük, muhalif düşüncelere saygı gibi demokratik tutumlar demokratik siyasal kültürün gelişmesini ve topluma yayılmasını sağlar. “Kurumsal katılma ve deneyimden doğduklarında oldukça istikrarlı olan” bu

245

demokratik tutumlar ve değerler, demokrasinin de istikrarlı bir gelişme göstermesine yardımcı olur (Cohen, 1999; 147). 2. Sivil Toplumun Demokratikleşme Aracı Olarak Müzakereci Demokrasi 2.1. Sivil Toplumun Demokratikleşmesi Sivil toplum ve demokrasi ilişkisi; ülkelerin, demokratikleşme sürecini belirleyen en önemli etkenlerden biridir. Sivil toplumun, demokratik potansiyelini ortaya koyabilmesi için, siyasal ve kültürel demokrasiye; siyasal ve kültürel demokrasinin de; bu nedenle demokratik bir devletin varlığına ihtiyacı bulunmaktadır. Öte yandan; demokratik bir devletin de varlığını sürdürebilmesi için; demokratik sivil toplumun varlığına ihtiyacı vardır (Erdoğan Tosun, 2001; 404). Halkın kendi kendisini yönettiği siyasal modelin adı olan demokraside; devlet-toplum ilişkisinin biçimi belirlenmiş ve demokratik katılım mekanizmalarıyla siyasal otoritenin kullanılması meşrulaştırılmıştır. Böylece devlet-toplum ilişkisinin sağlıklı tesisi için gerekli olan devlet otoritesinin sürekliliği de sağlanmıştır. Örgütlü sivil toplumun tesis edilmediği ortamların demokrasiden de uzak toplumlar olduğu azgelişmiş ülke örneklerinde açıkça görülmektedir. Sivil toplum ve sivil toplum örgütleri ancak özgür bireylerle teşekkül ettiğinden demokrasinin amacı; özgür bireyler için ortam hazırlamaktır. Özgür bireyler sivil toplumun, sivil toplum da demokrasinin güvencesini oluşturmaktadır. Sivil toplum, modern manada anlamını demokrasi ile kazanırken demokrasi de katılım problemlerinin çözümünü sivil toplum ile sağlamıştır. Sivil toplumun bulunduğu ve güçlü olduğu toplumlarda demokratikleşme sürecinin daha sağlam temellere oturduğu tarihi bir gerçektir (Erdoğan Tosun, 2001; 406). Günümüzde toplumun siyasal partilere, siyasal nitelikli faaliyet gösteren kuruluşlara karşı bir ilgisizliği göze çarpmaktadır. Buna karşılık bireylerin siyasete ilgisizliği karşısında yeni bir olgu ile karşı karşıya bulunmaktayız, şöyle ki; yurttaşların üst siyasal kurumlara karşı kendilerini mesafeli görmelerine karşılık, bizzat girişimde bulunmaya olan ilgileri artmıştır. Farklı bir dönüşüm ile karşı karşıya bulunduğumuz söylenebilir. Çünkü eskiye oranla bazı kavramlarda da bir dönüşüm yaşanmaktadır: Artık özelin kamusalı, siyasal olanın sosyal olanı, kültürel olanın ekonomik olanı dönüştürmesinde aktif yurttaşın doğrudan etkisi eskiye oranla daha fazla söz konusudur. Önceden politik olmayan araçlar şimdi politikleşmiştir. Eskiden özel olarak kabul edilen pek çok fenomen artık kamusallaşmıştır ya da kamusallaşmaktadır. Yurttaş inisiyatifi ve sivil topluma ilişkin tartışmalar adeta bir moda haline gelmiştir (Doğan, 2002; 245). 2.2. Özerk Gönüllü Grupların Müzakereci Demokrasi Uygulamaları Sivil toplum, siyasetten uzak konularda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerini kapsadığı gibi gönüllü olarak bir araya gelmiş ve grup çıkarlarını siyasal alanda koruma amaçlı kuruluş/ örgütleri de kapsamaktadır. Baskı grubu olarak nitelenen bu örgütler kamu yararı dengesini kurmaya çalışan siyasal iktidarı demokratik siyasal mekanizmaları etkileme amaçlı faaliyette bulunarak amacına ulaşmaya çalışır. Kamusal alanda gerçekleştirilen bu tür faaliyetler de sivil toplum tanımının kapsamı içinde kabul edilmiş olmaktadır. Sivil toplumda özerk gönüllü gruplar aynı zamanda Batı demokrasilerinin de egemen

246

birey ve toplum anlayışını ifade eder. Çünkü demokrasinin bütün toplumca benimsenecek kadar güçlenmesi devletin grupsal özerklikleri hem sınırlayarak hem de koruyarak muhafazasıyla yakından ilişkilidir. Modern toplumlarda alt toplumsal yapıların giderek birbirinden farklılaşması ve bu farklılaşmalara saygı gösterilmesi hem demokrasinin hem de sivil toplumun bir gereği olarak kabul edilmektedir. Sivil toplumun yükselişiyle insan hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi geliştirmek için her şeyden önce özgürlüğü sosyal yaşamın her düzeyinde özümsemek gerekir. Bu bağlamda sivil toplumu bir özgürlükler alanı olarak düşündüğümüzde; sosyal, ekonomik ve siyasal alanda özgür düşünen bireyin her alanda daha üretken olacağı varsayılabilir (Doğan, 2002; 297). 3. Demokrasi Pratiğinde Müzakereci Demokrasi ve STK İlişkisi 3.1. Demokratik Kitle Örgütleri Olarak STK’la STK’lar; topluma hizmet götürmek amacıyla ortak hedefe yönelmiş insanlar tarafından kurulan örgütlerdir (Öner, 2003). STK’lar esnek yapıları ve isteklere anında cevap verebilen işleyişleriyle gönüllülük esasına dayalı olarak kamu sisteminin bir parçası olmaksızın ve kar gayesi gütmeksizin belli bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelmiş, öz yönetime sahip kuruluşlar olarak da ifade edilebilirler (Drucker, 1994; 237). STK’lar belirli mekan ve zamanda kar amacı gütmeden hizmet veren; belirlenen bir amacı ya da ihtiyaçlar demetini karşılamayı amaç edinen, böylece de kamunun yönetimine katılan kuruluşlar olarak da tanımlanırlar (Kuçuradi, 1998: 25). Bu açılımda seçim yapabilen birey çağdaş yönetimin en temel varsayımı olarak ortaya çıkmaktadır. Tam da bu noktada; STK’lar süreç içinde devreye girmekte, seçim yapabilen bireyler; en temel tercihlerini, STK’lara katılım ve katkı verme yoluyla gerçekleştirmeye başlamaktadır. STK’lardan yararlanmak suretiyle aktif hale getirilecek performanslarla toplumsal bilinçaltında demokrasi kültürü aktive edilebilir. Böylece kamu alanların ortak payda üzerinde daha etkin kullanmalarına olanak yaratılır. STK’lar toplumsal yapının hukuksal olarak düzenlenmemiş ve spontane fonksiyonel ilişkiler ağının bütünü olarak algılanan yeni rolleriyle kurumlar arası ilişkiler toplamıdırlar (Kuçuradi, 1998; 31). Kendi bireysel özel alanlarından bilinç ve farkındalıklarıyla kamusal alana çıkıp toplumsal refah ve yaşam kalitesini ve müzakereci demokrasiyi geliştirmeye çalışan STK’lar bir yandan ekonomiden gelen baskıya ve öte yandan devletten gelen yapılanma baskılarına karşı birbirini tanıyan ama birbirine de indirgenemeyecek olan toplumsal öznelerin ta kendisidirler (Akşit, 2002; 134). STK’lar; topluma hizmet götürmek amacıyla ortak hedefe yönelmiş insanlar tarafından kurulan örgütlerdir. STK’lar esnek yapılan ve isteklere anında cevap verebilen işleyişleriyle gönüllülük esasına dayalı olarak kamu sisteminin bir parçası olmaksızın ve kar gayesi gütmeden belli bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelmiş öz yönetime sahip olan kuruluşlar (Öner, 2003) olarak da ifade edilebilirler STK’lar; günümüz çağdaş demokrasi dünyasına kendi öznel farklılıklarıyla çok büyük bir zenginlik katarken bu çerçeve de; yeni aktörler olarak, toplumsal yaşamın ve kamusal yönetimin ortakları olarak görülmeye başlamıştır(Tekeli, 2002;21). Sosyalin sermayeleştirilmesiyle sosyal vatandaşlık gibi bir takım kolektif kimliklerin çözülmeye başlaması, bunlar yerine bireyin seçme özgürlüğünü çok daha rahatça kullanabildiği sivil toplum kavramları ve mekanları kullanması sürecini ortaya çıkmıştır.

247

İngilizce’de NGO (non-governmental organization) adı ile tanımlanan bu kuruluşlar; Türkçe’de, sivil toplum örgütleri, devlet dışı kuruluşlar, hükümet dışı kuruluşlar, gönüllü kuruluşlar ve üçüncü sektör gibi farklı biçimde adlandırılmaktadır. Sivil toplum örgütleri genel olarak, üyeleri arasında maddi yada manevi çıkara bağlı, dayanışma bilincine sahip, iktidara geçmeyi amaçlamaksızın siyasal sistemi etkilemeye çalışan menfaat ya da baskı guruplardırlar. Devletten bağımsız, devlet karşısında özerkliğini sağlamış, fakat devletle temas içinde olan sivil toplum örgütleridir. (Sarıbay, 1995; 140-141). Özetle, STK’lar; sivil toplumun demokratik kültürünü içselleştirmiş, kendi otonomisini sağlamış ve toplumsal faydaya yönelik taleplerini sivil topluma ulaştırabilmek için her türlü iletişim yollarını kullanabilen örgütlerdir. STK’lar faaliyetin niteliğine göre devlet dışı kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, kar-amaçsız örgütler, üçüncü sektör veya gönüllü kuruluşları olarak da isimlendirilmektedirler sivil toplum örgütleri; gönüllü olarak yaptıkları faaliyetlerle çeşitli adlar ve fonksiyonlar ifa etmekteyseler de hepsini birden, içinde bulundukları ortak paydaya göre; özetle NGO’lar (non-governmental organisations) yani Hükümet dışı kuruluşlar olarak da nitelendirmek mümkündür. Sayıları binlerle ifade edilen STK’lar sosyal yaşamın her alanında örgütlenerek gönüllülük esasına göre çalışmalar yapmaktadırlar. Bu tür kuruluşlar, bir yanlarıyla toplumsal yaşam alanlarındaki çalışmalarıyla sosyal sermayeye katkı yaparken öte yandan temel insan haklarının gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla hukuksal çerçeve içinde demokratik yaşama katılmakta, sivil inisiyatiflerini kullanarak sosyal fayda yaratmaktadırlar (Ünal, 1997;103). 3.2. Demokratik Süreç İçinde STK’lar STK’larda bireysel katkıların birlikteliği ve birbirini tamamlaması gerçekte bireysel sorumluluğu sosyal sorumluluğa dönüştürmektedir. Bilgi toplumunda teknolojik gelişimlerin bağımsızlaştırdığı bireyler ortak değerlere, ortak tatmin ve ortak geleceklere sahip olanların katılımıyla oluşan gönüllü kuruluşlar olarak STK’lan çok daha yoğun bir biçimde ön plana çıkaracaktır (Erkan, 1998; 110). 21. Yüzyılda egemen ve belirleyici bir paradigmaya dönüşen demokrasinin, demokratik devlet sisteminin gerçekleşme derecesinin değerlendirildiği temel alan, sivil toplum alanıdır. Ulus devletlerin kapalı toplum anlayışından halkların açık toplum anlayışına geçişle sivil toplumun mekanı da değişmiştir. Bugün artık uluslarüstü ya da uluslararası bir sivil toplumun varlığından söz edilmektedir (Çağlar, 1993; 359). Demokratik sistemde sivil toplumun yapısal unsurlarından birini meydana getiren STK’lar bu yeni mekanın kurucu unsurlarıdır. Sivil toplum örgütleri, demokratik yönetim geleneğinin gelenekselleşmesine, sivil toplum ve devletin yönetim, egemenlik değerlerinin demokratikleşmesi eğiliminin güçlenmesine katkı sağlarlar. Bireyin esas olduğu bir toplumda, kişiler arasındaki eşitlik ön plana geçtiğinden, STK’lar kamu yararı adına, ortak amaç doğrultusunda çalışmak zorunluluğunda olan yatay birimler olarak gelişen, bireylerin eşit katkı ve sorumluluklarla kurdukları yatay örgütlerdir. Topluma liderlik etmekten, toplumsal kültürü geliştirmekten sosyal sermayeyi denetlemeye uzanan yol üzerinde bir köprü üzerinde STK’lar katılımcılık ve saydamlık ilkeleriyle kendi yapılarının ve var oluşlarının olduğu kadar, demokratik toplumunda var oluş garantisi olarak görülmektedir. Sivil toplum kuruluşları kavramı yerine; çoğu zaman, “demokratik kitle örgütleri” kavramı kullanılarak, demokratikleşmeye vurgu yapmaya çalışılır.(Yıldırım, 2004;270). Temsili demokrasinin kriz içinde olduğu çağımızda sivil topluma duyulan ihtiyaç gittikçe artmaktadır. Sivil toplum düşüncesi ve bu düşüncenin

248

bir yansıması da STK’lardır. STK’lar katılımcılık özellik ve fonksiyonlarıyla sivil inisiyatifleri güçlendirerek toplumsal olarak ihtiyaç duyulan dinamizmi ve müzakereci demokrasiyi derinleştireceklerdir. 3.3. Müzakereci Demokrasilerde Baskı Grubu olarak STK’lar Demokratik siyasal sistemde; STK’ların baskı grubu olarak varlığını sürdürmesinin temel nedeni; insan mutluluğunun sağlanması, toplumsal beklentilerin karşılanması, bu doğrultuda toplumsal kalkınmayı sağlayan projelerin üretilmesidir. Gerek siyasal partiler ve gerekse baskı gruplarının temel amacı bireye hizmet ederek düşüncelerini, taleplerini gerçekleştirmek için onlar adına projeler üreterek toplumsal katılımı sağlamaktadırlar. Bireylerin önemli bir bölümünün üye olması ile güç haline gelebilen STK’lar, toplumun eğitim, kültür, sosyal ve yenilenme alanlarındaki etkinliklerinin yer aldığı kuruluşlardır. Bu örgütlerin yapısal özellikleri incelendiğinde üyelerin sosyal statüleri, sınıfsal konumları, örgüt yapısına etki etmektedir. (Cılızoğlu, 2004;42) STK’lar. siyasal yönetime katılarak toplumsal beklentilerin karşılanması noktasında bir baskı grubu olma özelliği taşımaktadır. Bireyin yönetime katılabilmesi ise demokratik toplumlarda STK’ların katkısı ile gerçekleşmektedir. Müzakereci demokrasilerde baskı grubu olarak stk’ların özellikle hukuki bir aracı ve hukuki mekanizmaları kullanma konusunda; hem iç hukuk açısından hem de uluslararası hukuk açısından etkili bir aktör olabildikleri görülmektedir. Bu bağlamda baskı grubu olarak etkili bir aktör olabilmek, yani kuralın oluşumunda rol sahibi olabilmek, belirleyici olabilmek; ama bununla da yetinmeyip bunun aynı zamanda izlenmesini de sağlayabilmek mümkündür. Müzakereci demokrasilerde baskı grubu olarak stk’lar, gerek ulusal ve gerekse uluslar arası sivil toplum içinde bir hesap verme aracı ve mekanizması olarak; etkili bir biçimde kullanılabilirler. İşte böyle bir yolla demokratik bir işlevin gerçekleştirilmesinde, baskı grubu olarak stk’ların önemli bir katkısı olabilir. İktisadî kuruluşların ve dolayısıyla büyük sermayenin artık tümüyle uluslararası düzeye kaydığı ve Avrupa’da ulusal devletin egemenlik öğelerinin bir bölümünü üst, bir bölümünü ise alt (yöresel) birimlere aktardığı bu dönemde, STK’ların politikayı etkilemesi, onu günlük hayata çekmesi ve devletin tüm kademelerinde yönetici ve politikacılarla sürekli diyaloga girmesi kaçınılmaz görülmektedir. Bu durumda, halk tarafından seçilen kişilerin halka karşı sorumluluğu, soyut, dört ya da beş yılda bir denetlenen bir sorumluluk olmaktan çıkmaya, her gün ve her konuda sorgulanan, eleştirilen, somut bir görev olmaya namzettir. Aynı zamanda, üst sınıfların giderek ulusal devletin denetiminden sıyrılması, alt sınıfların çıkarlarını gözetleyen kurumların ise güçlerini yitirmesi, orta sınıfların, STK’lar aracılığıyla politikaya müdahale olanaklarını artırmaktadır (Yerasimos: 2002;14). 3.4. Müzakereci Demokrasi Kültürünün Taşıyıcısı Olarak STK’lar Demokrasi, demokratik mücadele aracılığıyla demokratik sistem dahil olmak üzere, hem kendi kategorilerini yaratır, hem de bunları tanımlar. Doğal insan hakları, kağıttan siperlerdir ve bedelini sivil katılımları, toplumsal sorumlulukları ve çoğu zaman yaşantılarıyla ödemeye gönüllü bireylerle donatıldıklarında sağlamlaşırlar ve savunulmaları mümkün olur (Mansbridge, 1999;423). Devlet ile sivil toplum arasındaki bağı oluşturan temsiliyet olgusunun temeli katılımdır. Katılımı yaygınlaştıracak en temel araçlar ise sivil toplumun eylem ajanları olarak kabul edilen sivil

249

toplum kuruluşları (STK’lar)dır. Yurttaşlar arasında uzlaşmacı, özgürlükçü ve katılımcı bir demokrasi süreci yaşanabilmesi için demokratik sivil toplumun ve bu bağlamda STK’ların varlığı vazgeçilmez bir ön koşuldur. Refah devleti modelinde yönetim nesnesi olan toplumun, homojen ve türdeş ulus şeklinde örgütlendiği siyasal bir yapı görülürken; çağdaş yönetim sistemlerinde toplum, ekonomiye tahsis edilmiş değerlerle okunabilen farklılaşmış ekonomik etkinliğe dönük gruplar topluluğu olarak kodlanmaya başlanmıştır. Bu açılımda seçim yapabilen birey çağdaş yönetimin en temel varsayımı olarak ortaya çıkmaktadır. Tam da bu noktada STK’lar devreye girmekte, seçim yapabilen bireyler; en temel tercihlerini, STK’lara katılım ve katkı verme yoluyla gerçekleştirmeye başlamaktadır. Sivil toplumu yaratan bireylerin, STK’lar eliyle; kendi yaşamlarını ve demokratik bilinci yönlendirmeleri ve kendilerini doğrudan ilgilendiren her alanda ve demokratik yaşam biçimlerinde, süreç ve kararlara katılımlarını çoğulcu bir müzakereci demokrasi pratiğine dönüştürmeleri olanaklıdır (Akçay, 2005;217). Çoğulcu demokrasilerde STK’lar birer demokratik paydaş olarak faaliyet göstermekte; demokrasinin çoğulcu uzlaşmacı niteliğinin yaşama geçiren etkenlerden biri olarak, toplumları değişime zorlayan iç ve dış dinamiklerle bütünleşerek ortaya çıkarılan değerlerle, toplumsal yansıma ve kültürler arasındaki karşılıklı etkileşimlerle, katılımcı demokrasinin ve demokrasi kültürünün yaratılmasında etkin rol oynamaktadırlar. Evrensel boyutlardaki bir değer ve evrensel bir kültür olarak demokrasi bilincinin yerleştirilmesinde, işlemesinde ve tabana yayılmasında; ifade özgürlüğünün güvence altına alındığı zeminlerde, STK’lar başarıyla faaliyet göstermektedirler. Özellikle hükümet politikalarına paralel veya alternatif sorumluluklar yüklenmekle STK’lar; demokrasiye geçiş aşamasında önemli katkılar sağlayabilirler. Kolektif özgürlüklerin kullanım ortam ve koşulları yalnızca pozitif hukuk kurallarıyla değil, siyasal irade ile de belirlenmektedir. Aynı mevzuat hükümleri, farklı hükümetler döneminde toplu özgürlükler açısından, yasaklayıcı ya da hoşgörülü yaklaşımlar sonucu, çok farklı biçimlerde uygulamaya konabilmektedir. Üst sınıfların giderek ulusal devletin denetiminden sıyrılması, alt sınıfların çıkarlarını gözetleyen kurumların ise güçlerini yitirmesi, orta sınıfların, STK’lar aracılığıyla politikaya müdahale olanaklarını artırmaktadır(Yerasimos, 2002). Sivil toplum ile devlet arasındaki ilişkiler statik olmayıp sistemin doğası gereği dinamiktir ve değişkenlik gösterir. STK’lar ile devlet arasında işbirliği, uzlaşma ve birlikte çalışma değerleri egemen değilse çatışma dinamikleri kaçınılmazdır ve STK’lar bu toplumlarda genellikle devlet erkiyle sürekli olarak çatışma içerisindedir. STK’lar ile devlet arasındaki çatışma dinamiği, STK’ların devletten bağımsız sosyal etkileşim alanının gücü olarak örgütlenmelerinden doğmaktadır. Süreç içinde STK’lar için; bir yandan muhalefet ve protesto grupları olmak, geniş bir sivil toplum hareketi oluşturmak, öte yandan “devletin yapamadığı ya da yapmak istemeyeceği bir çok işlevi de üstlenerek, projeler yoluyla sivil toplum bilincini yerleştirmek için entegre bir program içinde etkinliklere yönelmek” gibi iki farklı düzlem öngörülmüştür (Savran, 2003;v). Demokratik süreç içinde, STK’larla ve STK’larda başlayan işlevselliğin dinamik niteliğiyle; demokrasi bilincinin yaygınlaştırılmasında belirleyici ve etkin bir işleve sahip olunabilir. Modern demokratik toplumların vazgeçilmez özelliklerinden biri de örgütlü sivil toplum kuruluşlarının

250

varlığıdır. Toplumun örgütlü olması bir demokrasi gereğidir. Demokrasi ve katılımcılık ancak örgütlü bir toplum eliyle yaşama geçirilebilir. Kolektif bilincin gelişimine aracılık etme sürecinde, siyasi mekanizma içinde yer alan siyası aktörler; belirli konularla ilgili karar almadan önce, STK’lara bilgi verme ya da desteklerini alma gereksinimi duyarlar (Cılızoğlu, 2004;43). Yurttaşların, siyasal eylemin nesnesi değil öznesi haline gelmesi ancak STK’lar eliyle gerçekleştirilebilecektir. STK’lar demokratikleşme süreçleri ve projelerinin yapı taşlarıdır. STK’ların özellikle açıklık ve katılımcılık özellikleri ve düzeyleriyle büyük bir demokratikleşme potansiyeli taşıdıkları ortadadır. STK’ların örgüt içi demokrasileri eliyle ve STK’lara katılma düzeyiyle birlikte bu potansiyel topluma aktarılabilir. STK’lar genelde siyasal irade ve geniş halk yığınları üzerinde belli politikaların oluşturulması ve karar vericilerin kararlarının bu yönde ortaya çıkması için çalışmalarda bulunurlar. Zaman ve hizmet katılımı yapmak sorumluluğuna dayanarak vatandaşlar ve sosyal hizmet tüketicileri olarak görevlerini daha iyi açıklayabilir (Pesstoff, 1995;26). Toplumsal bilinç ve kamuoyu yaratarak demokrasi sürecinde kolektif bilinç ve bilinçaltının yaratılmasında toplumsal tepki refleksi oluşturabilirler. Bireylerin ortak bilgi ve dil düzeyine sahip olmaları, toplumda kolektif bilincin oluşmasına aracılık edecektir. STK’lar çeşitli iletişim kanallarını kullanma sürecinde, kolektif bilincin oluşmasına katkı sunacak bilişsel mesajların vurgulanmasına özen göstermek durumundadır (Cılızoğlu, 2004; 164165). STK’ların, bilgi toplumuna geçiş sürecini tamamlamamış toplumlarda hedef kitleye yönelik bazı aşamaların oluşumuna katkı sunması, toplumsal tepki refleksinin oluşumuna da ivme kazandırabilir. Demokrasinin taşıyıcısı olarak STK’lar demokrasi bilincini geliştirmekle görevlidirler. Demokratikleşme sürecinde toplumsal tepki refleksi oluşturmak toplumsal bilinç ve kamuoyu yaratmakla STK’lar doğrudan kolektif bilincin oluşmasına katkı sağlamak demektir. 3.5. Müzakereci Demokrasi Kültürünün Yaygınlaştırılmasında STK’lar Müzakereci demokrasi bilincinin ve eşitlik temelli katılımcı demokrasinin gerçekleştirilmesinin ve toplumsal dönüşüm yoluyla toplumsal eşitsizliğin giderilmesinin en etkin yolu; saydam, çoğulcu ve doğrudan demokrasiye geçiş sürecinin hızlandırılması ve toplumsal bilinçaltında müzakereci demokrasi kültürünün yaygınlaştırılmasıdır. Müzakereci demokrasi kültürü, toplumun diğer kültürel araçlarından destek almaya ihtiyaç duymaktadır. Sivil toplum kuruluşlarına üyelik sayesinde oluşan grup aidiyeti; üyelere belirli bir grup kültürünü paylaşma, ortak hareket etme ve davranışlarında diğer grup üyelerinin eylemlerini de hesaba katma alışkanlığını kazandırma gibi kültürel araçlarla katılımcı müzakereci demokrasi kültürünün kapılarını aralamaktadır. Müzakereci demokrasi bilincinin toplumsal bilinçaltına yerleştirilmesi sürecinde, STK’lar bireyleri harekete geçirerek, kamusal alanın gelişmesine önemli bir katkı yaparken, kamusal alanla birey arasında bir köprü işlevi görebilirler. Topluma liderlik etmekten ve toplumsal kültürü geliştirmekten, sosyal sermayeyi denetlemeye uzanan yol üzerindeki bir köprü üzerinde STK’lar, katılımcılık ve saydamlık ilkeleriyle kendi yapılarının ve var oluşlarının olduğu kadar, demokratik toplumun da var oluş garantisi olarak görülmektedir. Bu bağlamda müzakereci demokrasilerde STK’lar birer demokratik paydaş olarak faaliyet göstermekte; müzakereci demokrasinin çoğulcu uzlaşmacı niteliğinin yaşama geçiren etkenlerden biri olarak, toplumları değişime zorlayan iç ve dış dinamiklerle bütünleşerek ortaya çıkarılan değerlerle, toplumsal yansıma ve kültürler arasındaki karşılıklı etkileşimlerle, katılımcı demokrasinin ve müzakereci demokrasi 251

kültürünün yaratılmasında etkin rol oynamaktadırlar. Müzakereci demokrasinin sivil toplum düzeyinde yaygınlaştırılmasında; müzakereci demokrasi pratiği olarak STK’lar son derece fonksiyonel araçlardır. Temsili demokrasinin katılımcı demokrasi şeklinde yapılandırılmaya çalışıldığı modellerden biri olan müzakereci demokrasi kuramı kamusal alanda eşit ve özgür yurttaşların gerçeğe, müzakere ve sorgulama süreçleri sonunda ulaşmalarına imkan tanımakta; katılımcılarına müzakere ve sorgulama sonucunda karar verme olanağı yaratmaktadır. Demokratik meşruluğun temellerinin sağlamlaştırılmasında; STK’lar; sivil toplumun düşünce eylem ve değerlerinin demokratik şekilde ortaya koyuşuna yardımcı olmak üzere değişik fonksiyonlar ifade edebilirler. Bu bağlamda STK’lar demokratik meşruluk ve müzakereci demokrasinin geliştirilmesinde; sivil toplum alanının kendinden beklenen görevi yerine getirebilmesinin de aracısıdırlar. Gerçekten STK’lar; devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkilerin demokratik değerler üzerinden müzakereci demokrasi usulleri çerçevesinde yeniden yapılandırılmasında ve mevcut sistemin yaşadığı temsil ve meşruluk krizlerinin aşılması ve siyasete ilişkin demokratik ve etik değerlerin yeniden üretilmesinde aracılık yapabilirler. Demokratikleşme sürecinde evrensel boyutlardaki bir değer ve evrensel bir kültür olarak müzakereci demokrasi bilincinin yerleştirilmesinde, işlemesinde ve tabana yayılmasında STK’lara önemli işlevler düşmektedir. STK’lar bireyleri bir araya getirerek, onları harekete geçirerek kamusal alanın gelişmesine önemli bir katkı yaparken kamusal alanla birey arasında bir köprü işlevi görebilirler. STK’ nın sosyal çevreyle olan bağlantıları olarak kültürel gelişme, medya ve üretim biçimleri açısından değerlendirmeler de, STK’ların amaçsal çıkarları ile “toplumsal çıkarları” arasında meydana çıkabilecek çatışmaları uzlaştırmaya yönelik görevleri, sosyal sermayeyi geliştirerek bir sosyal sorumluluk kavramı içine yerleştirecektir. STK’lar müzakereci demokrasinin küreselleşmesine ve hizmetlerin daha iyi görülmesine yardımcı olurken aynı zamanda demokratik doku içerisinde bu anlamda müzakereci demokrasi pratiği ya da müzakereci demokrasi okulu işlevini de gerçekleştirmektedirler. STK’lar birer demokratik paydaş olarak faaliyet göstermekte; müzakereci demokrasinin çoğulcu uzlaşmacı niteliğini yaşama geçiren etkenlerden biri olarak, toplumları değişime zorlayan iç ve dış dinamiklerle bütünleşerek ortaya çıkarılan değerlerle, toplumsal yansıma ve kültürler arasındaki karşılıklı etkileşimlerle, katılımcı demokrasinin ve müzakereci demokrasi kültürünün yaratılmasında ve özellikle de müzakereci demokrasi kültürünün etkinleştirilmesinde aktif rol oynamaktadır. Demokrasi kültürünün uygulamadaki en önemli pratiği olarak karşımıza çıkan STK’lar; çoğulcu demokratik yaşamın ayrılmaz bir parçasıdırlar. STK’lar; özellikle hükümet politikalarına paralel veya alternatif sorumluluklar yüklenmekle, müzakereci demokrasiye geçiş aşamasında çok önemli katkılar sağlayabilirler. Sonuç Müzakereci demokrasi, tabandan tavana halkın demokratik yönetim süreçlerine doğrudan katılımını ve kararlar almasını hedefleyen doğrudan demokrasi olarak nitelenebilecek bir demokrasi türüdür. Bu anlamda Hegelci “birey-sivil toplum-devlet” ayrımında müzakereci demokrasi, bireyin demokratik karar alma mekanizmalarına aktif olarak katıldığı güçlü bir sivil toplumu öngörmektedir. Hedef demokratik kaderini ve geleceğini doğrudan sivil ve politik müdahaleyle değiştirebilme gücüne daha fazla erişmiş bir politik insan ve sivil toplum modelini oluşturabilmektir. 252

Temsili demokrasinin kriz içinde olduğu şu dönemlerde sivil topluma duyulan ihtiyaç gittikçe artmaktadır. Sivil toplumun demokratikleşmesi süreci ve bu sürecin en dinamik araçları olarak STK’ lar, demokrasinin işleyişine doğrudan katkı yapan fonksiyonları sayesinde sivil inisiyatifleri güçlendirmek yoluyla toplumsal olarak ihtiyaç duyulan demokratik yapılanmayı ve bu çerçeve de müzakereci demokrasiyi geliştirip yaygınlaştıracaklardır. Müzakereci demokrasinin sivil toplum düzeyinde yaygınlaştırılmasında; toplumsal dinamikleri harekete geçirebilme güçleriyle STK’lar, küçük gruplardaki demokratik katılımları ve fonksiyonlarıyla; birer demokrasi pratiği olarak karşımıza çıkarken, gerek mevcut demokratik sistemin yaşadığı temsil ve meşruluk krizlerinin aşılmasında ve gerekse çağdaş demokratik değerlerin yeniden üretilmesinde aktif rol oynama kapasiteleriyle demokratik sürecin ayrılmaz bir parçasıdırlar. STK’lar, müzakereci demokrasinin, demokrasiyi kullanma teknikleri ve müzakereci kimlikleriyle; hem kurum içi demokrasiyi sorgulatıp yaşatan ve hem de demokratik ve bölgesel müzakereci demokrasi pratiğine olanak yaratan küçük demokrasi gruplarıdır. STK’lar; toplumsal yansıma ve kültürler arasındaki karşılıklı etkileşimlerde aktif rol oynayarak, demokratik meşruluğun temellerini sağlamlaştırmak üzere sivil toplum katılımcılarının düşünce, eylem ve değerlerinin demokratik şekillerde ortaya koyuşuna yardımcı olabilirler. Kentleşme ve modernleşme süreçlerinde STK’lardaki gönüllü çalışma ve faaliyetleriyle bireyler; gerek kendilerinin ve gerekse diğer üyelerin ve toplumun; müzakereci demokrasiyi kullanma yeteneklerinin geliştirilmesinde etkin rol oynayabilirler. STK’lara; katılımcı demokrasi süreçleri içinde ve bu çerçevede müzakereci demokrasi pratiğinde; sivil toplumun eylem aracı olarak, yeni fonksiyon ve görevler yüklenmiştir. Yeniden yapılanan demokratik düzen içinde; özellikle demokratik işleyiş bakımından yüklendikleri fonksiyonlar ve müzakere potansiyelleriyle birlikte; STK’lar, müzakereci demokrasinin uygulanmasında özellikle müzakere usullerinin denenmesi açısından, son derece uygun bir araçsal yapı kimliği taşıdıkları görülmektedir. Demokrasinin demokratikleşmesi için; demokratik değerlerin yaygınlaştırılması ve müzakereci demokrasi uygulama ve pratiklerinin çoğalması gerekmektedir. Bu bağlamda müzakere sürecinde etkili olabilecek araçlardan biri de STK’lardır. STK’lar, bir yandan artan ve farklılaşan demokratik taleplerin, özgürce ifade edilebildiği sivil alanlar olarak; süreç içinde müzakereci demokrasi geleneğinin geliştirilmesine aracılık yaparken, öte yandan da insanlar arası dayanışmanın; vazgeçilmez temel ahlaki değerlerine ve yurttaş olma bilincinin arttırılmasına katkı sağlamaktadırlar. STK’lar, demokratik süreç içindeki uygulamalarıyla birer müzakereci demokrasi pratiği olarak karşımıza çıkarken; aynı zamanda bizzat STK uygulamalarının kendileri de müzakereci demokrasi pratiği sayılırlar. Bu bağlamda müzakereci demokrasi ve STK ilişkisi, çift yönlü bir ilişki olup; STK’lar kendi iç işlerinde uyguladıkları katılımcılık ve demokratik müzakere yöntemleriyle bir yandan müzakereci demokrasi pratiği yaparken; dış ilişkileri ve sivil toplum içindeki duruş ve dinamikleriyle de birer müzakereci demokrasi pratiği veya uygulayıcısı olarak demokratik sürece katkı yaparlar. KAYNAKÇA AKÇAY S., 2005, İktisadi Kalkınmada Sosyal Kültürel ve Siyasal Faktörlerin Rolü (Ed: Muhsin Kar ve Sami Taban) “Sosyal Sermaye ve Kalkınma”; Ekin Kitabevi Bursa.

253

AKŞİT, B., 2002, STK’’lar, Yerelleşme ve Yerel Yönetimler Sempozyumu Dördüncü Oturum: Türkiye’de Sivil Toplum Söylemleri, STK’’lar, Yerelleşme ve Yerel Yönetimler, 21-22 Haziran 2002, İstanbul Teknik, Üniversitesi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. BENHABIB S., 1999, (Müzakereci bir demokratik Meşruiyet Modeline Doğru”, Demokrasi ve Farklılık, Der: Seyla Benhabib, İstanbul. CILIZOĞLU G. Y., 2004, Sivil Toplum Örgütlerinin İletişim Süreci; Kocaeli. COHEN J.,1999, “Müzakereci demokrasi de Usul ve esas” Demokrasi ve Farklılık, Der: Seyla Benhabib, İstanbul. ÇAĞLAR B., 1993, “Avrupa Yeni Mekanında Kurumsallaşma: Hukuk ve Demokrasi”, Anayasa Yargısı, 9 Anayasa Mahkemesi Yayınları No: 27 Ankara. DANIELS, N. ve Emanuel EZEKIEL J., 1996, Is Justice Enough?, Ends and Means in Bioethics, 26. DOĞAN İ., 2002,Sivil toplum, İstanbul DRUCKER, F.P., 1994, Kapitalist Ötesi Toplum,(Çev.Belkis Çorakçı) İstanbul. ERDOĞAN TOSUN G., 2001, Devlet Sivil toplum İlişkisi, İstanbul. ERKAN, H., 1998, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara. GREIFF, P., 2000, Deliberative Democracy and Group Representation, Social Theory and Practice, 26. HABERMAS J., 1999, “Demokrasinin Üç Normatif Modeli“, Demokrasi ve Farklılık, Der: Seyla Benhabib, İstanbul. HUNTINGTON S. P.; 2005, “Medeniyetler Çatışması mı?”, Medeniyetler Çatışması, (Der:Murat Yılmaz), Vadi Yayınları, Ankara. KEANE, J., 1993, Sivil Toplum ve Devlet Arasındaki Ayırımın Kökenleri ve Gelişimi 1750-1850, çev. Erkan Akın. KUÇURADİ, İ., 1998, Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşları II. Oturum: Sivil Toplum Kuruluşları Kavramlar, Üç Sempozyum Sivil Toplum Kuruluşları, 16-17 Aralık, İstanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. MANSBRIDGE, J. 1990, Democracy and Common Interests, Social Alternatives, 8. ÖNER, M. A., 2003, “Kavram Kargaşası = Üçüncü Sektör? = Sivil Toplum”, Sivil Toplum Geliştirme Programı,http://www.stgp.org/list.php?pageid=10, [Ziyaret Tarihi: 10/07/2005]. PESTOFF,V. A.; 1995, ”Beyond Exit and voice: Citizens as Co-Producers”The EGOS Colloquium in İstanbul, 6 July1995, İstanbul . SİTEMBÖLÜKBAŞI, Ş., 2005, •Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak Müzakereci Demokrasi, Akdeniz Üniversitesi İİBF Dergisi (10), 139-145, Erişim Tarihi: 01/03/2009 ‘; http://www. akdeniz.edu.tr/iibf/dergi/Sayi10/10Sitembolukbasi.pdf. TEKELİ, İ., 2002, Açılış Konuşması, STK’’lar, Yerelleşme ve Yerel Yönetimler, 21-22 Haziran 2002,

254

İstanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. TİMUÇİN A., 2004, Demokrasi Bilinci, İstanbul. ÜNAL, Ş.; 1997, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku; Yetkin Yayınları, Ankara. YERASIMOS, S.; 2002, Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik(Ed:Stefanos Yerasimos) “Sivil Toplum, Avrupa ve Türkiye”, İletişim Yayınları, İstanbul. YILDIRIM, İ.; 2004, Demokrasi Sivil Toplum Kuruluşları ve Yönetişim; Seçkin Yayınları Ankara.

255

INCREASING IMPORTANCE OF NON-GOVERNMENTAL ORGANIZATIONS (NGOs) IN TERMS OF FIGHTING AGAINST CORRUPTION IN LOCAL GOVERNMENTS

Hakan EVİN* ABSTRACT Intensification in Turkey-EU relations experienced due to democratic reform process open new activity areas to social society and NGOs with citizen concept in the axis of rights, freedoms and responsibilities it proposes in society, and in a way it makes state government to participate in restructuring in terms of efficiency, productivity, transparency and responsibility (Keyman, 2006). Within this context, social society and NGOs can play a great role in decreasing efficiency of bureaucracy on governmental problems arising from morality, in stimulating local governments to deal with services more effectively, thus enabling a moral administration and in fight against corruption. Because while civil society contributes to state restructuring, efficient and productive society administration and being democratic in the axis of efficiency, productivity, transparency and responsibility, this development contributes to civil society in return. Civil society plays a role in formulating trust and stability in state-society/individual relations in Turkey, this development of a political culture based on trust and stability increases participation in civil society. Key Words: Local Governments, Municipalities, Corruption, Civil Society, Non-Governmental Organizations (NGOs). YEREL YÖNETİMLERDE YOLSUZLUKLA MÜCADELEDE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARİNİN ARTAN ÖNEMİ ÖZET Türkiye-AB ilişkilerinde demokratik reform sürecine bağlı olarak yaşanan derinleşme, hem toplumda yarattığı haklar, özgürlükler ve sorumluluklar ekseninde vatandaşlık anlayışıyla, hem de devlet yönetimini etkinlik, verimlilik, şeffaflık ve sorumluluk temelinde yeniden yapılanmaya sokmasıyla sivil topluma ve STK’lara yeni hareket alanları açmaktadır (Keyman, 2006). Bu bağlamda ahlaki açıdan yönetim problemleri üzerinde bürokrasinin etkinliğini azaltmak ve yerel yönetimlerin hizmetlerle daha etkin uğraşmasını, dolayısıyla daha ahlaki yönetim ortaya koymasını kolaylaştırmak ve yerel yönetimlerde yolsuzluklarla mücadelede sivil toplum ve STK’lar önemli bir aktör olarak etkili rol oynayabilir. Çünkü Türkiye’nin “etkinlik, verimlilik, şeffaflık ve sorumluluk ekseni’’nde devletin yeniden yapılanmasına, iyi ve verimli toplum yönetimine ve demokratikleşmesine sivil toplum katkıda bulunurken, bu demokratikleşme de sivil toplumun gelişmesine katkıda bulunacaktır. Türkiye’de devlet-toplum/birey ilişkilerinde güven ve istikrar sağlanmasına sivil toplum katkı verirken, güven ve istikrara dayalı bir siyasal kültürün gelişmesi de sivil topluma katılımın artmasına katkı yapacaktır. Anahtar Kelimeler: Yerel Yönetimler, Belediyeler, Yolsuzluk, Sivil Toplum, Sivil Toplum Kuruluşları * Asst. Prof., Adıyaman University. 256

INCREASING IMPORTANCE OF NON-GOVERNMENTAL ORGANIZATIONS (NGOs) IN TERMS OF FIGHTING AGAINST CORRUPTION IN LOCAL GOVERNMENTS

Introduction Unethical activities in public are one of the biggest issues in Turkish local government. Unethical activities in local government lessen citizens’ trust towards government. This situation in turn diminishes the effectiveness of government in meeting public needs and also prevents effective and productive operation of social and economic institutions and besides it disturbs resource distribution. In our country where unethical activities are rather widespread, some interest groups and public officials are satisfied at the expense of the wealth decrease in the wider part of society. Moreover in this phase when we initiate our negotiations with EU for a full membership, unethical activities and “corruption” issues create a great disturbance for EU which ha put our full membership into its agenda. In the prevalence and frequent occurrence of bribery and corruption in public institutions, in addition to the rapid social and economic developments that have taken place recently, changing roles of governments, the effects surfaced by the duties and responsibilities attributed to administrations by democracies also play role. Besides, the increasing density in trade relations taking place between local government and private sector and its new image (purchasing service, tenders, privatization attempts etc.) opened the gates to corruption. In order to develop a country, first of all ethical public workers and institutions that encourage private sector and serve well to the public are required. In that respect unfortunately local governments, or specifically municipalities, which are actually more favorable organizations to enliven values such as freedom, equality, participation and responsibility that are envisaged by democracy, have always performed negative activities. Instead of positive developments in line with modern age, generally negative assumptions are valid for municipalities. Regrettably, notions like extravagance, favoritism, partisanship, bribery etc. have recently been mentioned side by side with municipalities and municipality administrations. Accordingly, in this study some information will be given on concepts like corruption and ethics and then corruption and unethical activities in local governments and local governments which are the extensions in provinces will be discussed together with its causes and types. Moreover, Civil Society and NGO (nongovernmental organizations) concepts will be examined. On the road to EU membership the condition and problems of NGOs in Turkey will be discoursed. The role and significance of NGOs in fighting against corruption and unethical activities in local governments on the whole and municipalities in particular will be emphasized. 1. Concept of Corruption and Ethics Concept of corruption which has been present in all times and places generally constitutes three elements. These are: existence of an authority, unlawfulness and taking advantage. The basic determinant of corruption concept is the unlawful use of authority. Since the rules are clear in social life and governmental structure, the unlawful act of a public authority which causes damage for

257

government, society or individuals is considered as “corruption”. The most frequently encountered definition of corruption: “misuse of public power for selfinterest” has been given by World Bank (World Bank, 1977). Mostly, corruption acts have been tried to explain by putting the politicians who hold public power and public officials into center. In recent times corruption concept has been explained in a way not to include merely public institutions but private sector as well. In this definition, the fact that in many countries private sector is larger than public sector has particularly been effective. Besides, tight relations between two sectors-caused by privatization and resource funding- have been influential in this explanation. In that aspect, some scientists and institutions note that for certain people who for instance have economic power but not public authority, there may be some acts which can be considered corruption thus they define corruption and unethical behavior as: “offering, demanding, giving or accepting bribe or any illegal benefit which cause deviations in lawfully executing the duties or required actions which are performed by the self-seeker who directly or indirectly procures an illegal profit like bribe”(Klitgaard, 1991: xi; Mavral, 2001; Gardiner, 2001: 26; http://conventions. coe.int; http://www.usaid.gov/; http:// www.unicri.it; http://www.transparency.org/). In other words it can be defined as; “misuse of entrusted authority for self-interest at the expense of public and private interests”. Consequently the most critical need of corrupted local government is a mechanism that audits it effectively. Today the prevailing audit systems are insufficient in effectively auditing local governments because due to politicization of administration, political and administrative auditing cannot be properly executed. Jurisdiction audit on the other hand is both a costly and longsome process and efficiency of jurisdiction cannot always be secured. Besides owing to several reasons citizens cannot effectively execute this auditing system. Therefore in order to prevent corruption, new suggestions like NGOs’ execution of audit power, Ombudsman, transparency in administration are brought up. An administrative ethic covering these auditing proposals is an approach which can be “an important element of balance against arbitrary use of public power by administration”. Any type of corruption is a violation of ethics and emergence of corruption starts with failure to obey ethical values. Corruption in administration brings to the agenda the issue of ethics in local government. As a word ethic means: rules of conduct that individuals in a society have to follow or a person’s act of fitting into the custom specific to a group; the word ethic is the equivalent of standard of judgment of a group or individual about good or evil (Tanilli, 1997: 233). It stands for responsibilities and obligations arising from these responsibilities. To summarize, ethic is the theory of right or wrong act while moral is its practice. Ethic is related to values a person wants to declare in a particular situation while moral is putting it into practice. In other terms, ethical principles are related to our acts and decisions. The acts of a person consistent with beliefs are considered ethical regardless of their origin (Billington, 1997: 45-46). Society, not individuals, labels acts and decisions as ethical or unethical. In an administration approach based on ethical principles it is doubtless to say that corruption, bribery, debit, misuse of funds, false records and notifications, forgery on documents, unlawful profit, self benefits, misuse of authority, patronage, favoritism, brokerage, discrimination amongst workers, oppression towards workers, violation and harassment will not exist. For that reason to establish an organizational system where ethical behaviors are internalized, supported and ethical foundation is secured functioned will be at the same time the responsibility of administration.

258

Currently, local governments in Turkey are organized in a way enabling its auditing by elected administrators, courts and legislative body. Legal arrangements public officials must follow are stated as clearly and elaborately as possible. Only the details concerning application can be transferred to lower positions. This limited evaluation power as well undergoes a strict, hierarchical auditing system. However, once this model is evaluated ethically, its failures surface. Because neither neutrality ethic put forward by impersonality principle or loyalty principle, nor legal arrangements can be adequate to force public officials to act consistent with public interests. Therefore some public officials run after their own interests and the others, negatively affected by them, cannot sufficiently serve to public. Naturally the result is an ineffective and unproductive local government. For that reason administrative ethic which leads public officials’ acts becomes a necessity for local government. 2. Causes for Corruption and Unethical Activities in Local Governments The negations caused due to apathy, corruption and ineffective methods in local administration are also experienced in local governments which are the extensions of central government. Although in the early years of Republic, changes and developments took place in almost every phase of life unfortunately the same success was not performed in local administration arena. However in the 1930s while law of municipalities was enacted important duties were assigned to municipalities and a lot was expected from them. Still, initially municipalities and then the other local governments could not fulfill their responsibilities. Amongst these administrations villages and special provincial administrations could not accomplish their structural developments due to insufficient income and personnel; only the municipalities survived well. Municipalities, owing to insufficient income which did not meet their long periods of duty, abstained from performing most of their obligations. Then after 1984 with the administration of ANAP, a huge amount of financial help was transferred to local governments and most of all to municipalities and they were strengthened with the newly enacted laws. However not all of these developments helped to enable municipalities to accomplish their duties. On the contrary, corruption rumors started to prevail in every arena of life (politic, administrative, economic and ethic). Even the existence grounds of municipalities started to be questioned and it was lowered to such a degree they were there only to reinforce society’s trust in democracy (Keleş, 2005). However such a mission statement was not assigned to municipalities by law. This was basically central government’s duty in the first place. However principles such as subsidiarity in service which surfaced with globalism and localizing EU institutions caused this change. Nonetheless even these developments which resurfaced local governments could not help municipalities array themselves and in municipalities corruption and unethical activities continued increasingly. The foremost cause for this situation was heavy bureaucracy firms had to deal with for obtaining their legal rights, work load or failure to continue works because of the laziness of workers, or advance payment or granting to mayor or municipality personnel to finish their works. The second one was that in order to have their illegal deeds done or to gain advantage firms made illegal payments or granted gifts to municipalities. The frequency of these two corruption types in municipalities was 43% for the first one and 29% for the second one (TESEV, 2001; Adaman et al., 2001).

259

Another unethical act observed in municipalities was favoritism. Favoritism ranges from favoritism of fellowmen to political comrades. To give an example whoever becomes a mayor of a place then his fellow citizens-before anyone else- invaded municipality positions. Another type of favoritism is political. Political favoritism can also emerge in two ways; appointment or promotions in administrative positions or partisan activities in services. Brokerage is defined as intervention of a person or institution to solve a problem to perform or quicken deeds. Application of this philosophy which, in our political literature, is stated as “find your fellow man” is another common unethical activity prevalent in municipalities. The people engaged with these deeds were mostly representatives, party members and administrators, local gentry, former politicians etc. (Eken and Şen, 1997: 1081-1083). Compared to the past costs of general and local elections increased greatly. Mayor candidates who had difficulty in fulfilling increasing election costs preferred to finance their election campaigns through various agencies and institutions. In return, they offered grants, agencies and income to these people the moment they were elected. Not only financial supporters but the partisans and supporters who in different ways helped them in elections were assigned to municipality positions or benefited from municipality facilities so that they were awarded. In recent years an increasing vote bargain has also been initiated. The districts which voted or would vote for mayors are given priority. Distribution of kitchen utensils, white appliances, clothing, fuel or money-to be distributed before and after the election- have been common activities recently. Political manipulations are also amongst the most common corruption acts experienced in municipalities. In order to be reelected, mayors and congress members gave extravagant and most of the times fake promises. To make changes in favor of electors in construction plan and to appoint limitless number of personnel to work are among these promises. The foremost of these unethical acts viewed in municipalities is leaking secret decisions taken by municipality. For instance the lands which will be prolific instantaneously due to change in structural plan are purchased by people who obtain information internally. These lands are bought cheaper than normal, sold expensively and they share the profit. According to Transparency International “2004 Global Corruption Barometer” results (Table 1) on sectoral base as of 2004, when corruption ratio of Turkey and country averages are compared the biggest deviation -1,4 is seen in local services. In an age when transferring authority to local governments is accelerated, the fact that Turkish local administrations are lower than general average in terms of corruption revives ethical behavior principles in local governments.

Police

Business / private sector

Tax Office

Media

Medical Services

Education System

Local Services

Registry and Permit Servics

NGOs

Religious Bodies

4.0

3.7

3.6

3.6

3.4

3.4

3.3

3.3

3.3

3.1

3.0

3.0

2.9

2.8

2.7

Turkey

4.0

3.8

3.9

4.0

4.1

4.2

4.1

3.8

4.1

3.9

4.1

3.8

3.1

3.5

3.3

Deviation

0.0

0.1

0.3

0.4

0.7

0.8

0.8

0.5

0.8

0.8

1.4

0.8

0.2

0.7

0.6

260

The Military

Legal system / Judiciary

Countries with Average

Sector

Customs

Parliament / Legislature Parliament / Legislature

Table 1: Valuation of Corruption between Sectors in Turkey Political Parties





Resource: http://www.saydamlik.org (1: Highly clean, 5: Highly corrupt

)

There are several answers to the question why in municipalities so many and diversified unethical acts prevail. The main ones are: Groundlessness of constitutional state principle in municipalities, groundlessness of ethical culture in municipalities, centralist and status quo policy, auditing problems in municipalities, effects of politicians on municipality administration, arbitrary use of discretional power, non-commitment of municipality workers, abundance and complexity of political procedures, insufficiency of administrative procedure, problems encountered in employment in municipality, lack of transparency in municipality administration, economic reasons, deficiency in education, failures in media and non governmental organizations’ efficiency, bureaucratic privileges and social causes (Yüksel, 2005: 24). Turkish local government and law protect the administration and workers against citizens. Besides the reluctance of administrators to transfer authority and responsibility to their subordinates may cause a strict bureaucratic structure. This may adversely affect executing the principle of “accountability” in municipalities. Auditing in municipalities is another issue. Newly enacted laws give external audit only to Audit Office. It is dubious if, with the existing structure and work load, Audit Office can successfully accomplish this auditing and even more, it actually seems impossible. One of the most significant causes of corruption and unethical activities in municipalities is the discretional power assigned to administration. Discretional power, since it has free movement power in practice, becomes a necessity due to hardships municipalities face with when they accomplish their daily and technical public services (Giritli et al., 1988: 70). However in exercising discretional power, particularly in expediency, certain abuses may emerge. Both municipality personnel and mayor, hiding behind discretional power, may perform unethical acts. Incompetence of municipality personnel, impossibility of employing sufficient numbers of technical personnel, deficiency or inefficiency of organizational culture and poor wages radically decrease bureaucratic service quality. When the greatness of rules to follow is added, the works in municipalities are decelerated or failed. Absence of “transparency” in municipalities makes it possible for the personnel to perform unethical acts by hiding behind the notion of administrative secret. Another cause for the corruption or unethical activities in municipalities is economic reasons. The researches conducted put forward that unethical activities, particularly in local governments, increased during the inflationist periods (Yüksel, 2005: 102). Detention of financial reform in public, deficiencies in tender law and continuous changes, combined with inefficient auditing, created the problems faced with today. Indeed following the threat of IMF to cease financial help, by the government (Bülent Ecevit Coalition) in “Public Tender Act” which was passed in January 2002 went through approximately 50 changes after November 2002. 14 of these alterations were directly made on Public Tender Act. With these changes municipalities, mass housing construction, military purchases etc. were left outside the law and placed in the hands of tender organizers. According to “Bill of Amendments in Public Tender Act and Public Tender Contracts Act” the cause for amendments was to keep pace with “important changes”. However “change” actually meant continuation of the old system that existed 261

before 2001 crisis (Münir, 2008). Once more, according to TESEV’s (the Turkish Economic and Social Studies Foundation) (2001) same research, amongst trusted institutions municipalities occupied the last rank with 3,8%; 75% of participants in research worded that they mistrusted the tenders in municipalities. Chairman of the Union of Turkish Contractors Erdal EREN in a newspaper interview made in December 2006 expressed that they announced the tenders only after the works were started (http://www.milliyet. com.tr/2006/12/28/ekonomi/eko05.html). This proves that since 2001 nothing much has been changed. In TESEV’s research it also surfaced that 15% of participants donated to municipality funds, 55% of them were openly demanded to do that and the payments reached to 1 million YTL (new Turkish Lira) at that time. Today in Turkey the influence of local media in particular is very limited. Monopolist inclinations in national and local media weaken the effect of media day by day. Besides, unethical relations media establishes both nationally and locally give impetus to this loss as well. By ensuring a sufficient compulsory ethical training, it is possible to stop a significant amount of damage in public and society that is caused by unethical acts of public officials. However in Turkish education system it is impossible to view a serious organization inclined to ethics. Quite the reverse, the defects in education system become the basic causes strengthening unethical acts (Yüksel, 2005: 102). It is sad enough that NGOs which could be an element of balance in solving the problems caused by unethical activities and corruption are not well developed in Turkey. In most cities, there almost no organizations except the associations founded by industrialists. In city councils which are enforced by law except from fixed members there are very few participants. Lastly, unless NGOs­­-which can perform auditing duty on both public and local governments, direct themselves towards social interests rather than personal gains, open the doors of participative democracy to anyone and terminate the erosion in social values which gives way to corruption and unethical acts- are supported and improved, unethical acts and corruption will prevail in the agenda of Turkey. 3. The Concepts of Civil Society and NGOs Civil Society; Regardless of its long history, this is a notion which found its current definition after the social and political searches that took place post-industrialization in the west. Civil society definition covers not only political power and administration authority; it also includes economic, social, cultural, scientific and technologic fields. This area is where expectations which will bring solution to problems caused by undemocratic applications of democratic institutions are accumulated. Civil society is an organized social structure based on volunteerism, self-formed, selffinanced, independent, mediator between private area and government. This structure is based on institutionalized founding which secures freedom and autonomies like legal arrangement and common rules. This means both restriction on government rule and legalization of this rule as long as its existence is lawful. Hence civil society means independency from government but it does not have to alienate itself from central administration either (Sarıbay, 2000: 101).

262

Civil society is at the same time an organized group. In other words civil society is not merely a differentiated unity; it is also a structured, regular, systematic, in short an organized union (Çam, 2000: 330). In modern terms civil society covers political arena or the section outside the scope of government. Şerif Mardin underlines that in emergence of civil society two points were influential and these were securing the life outside the scope of government and autonomy of economic activities (Abay, 2004: 273). In short civil society is a public discussion arena which aims to solve civil social problems between government and economy and family and an organizational activity where this discussion is given life. NGOs too are organizational unions which seek solutions to certain social problems, aim to protect certain values and enable the procurement of public gains. Civil Society Organizations; Although the attempts are towards defining NGO concept with various expressions which imply different meanings on national and international scales , “Non Governmental Organizations” definition which emphasizes NGOs structuring and organizing extending beyond the influence and authority of government has been prevalent in international literature as well since in Main Contract of United Nation this definition implied NGOs. Even though NGOs are explained in diversified ways in different cultures they are organizations which protect public benefit, assist to improving democracy, non-profit driven, not dependent on government, as the common goals and objectives of individuals they have the power to influence political authority and administration by forging public opinion (http://www. sonbaski. com/sayi7siviltoplum.html). Civil society organizations were, historically speaking, foundations that first fought against government to obtain certain autonomies for themselves. These struggles which generally aimed to obtain a more democratic administration approach emerged in different images at times. Many languages explain NGOs negatively; any non governmental organization (Carsino, 2001: 55). Although NGOs relations with government were on the whole defined negatively they actually function as buffer between government and society. NGOs are mediator organizations which enable the participation of individuals, groups and classes to political life. In this way various social demands are transferred to public area, they are politicized and solved (Yıldız, 2004: 87). In Europe there exist bodies functioning in civil arena, social partnerships (unions, employer organizations and other establishments); corporations representing social-economic actors; local youth and family unions, CBO1 (Community Based Organizations) which enables citizens’ participation into social life, religious groups and NGOs which are defined as non-governmental organizations (http://www.stgp. org/docs/AB_Komisyonu_STK_arastirmasi.doc). According to Tekeli there are four basic characteristics that define NGOs and distinguish them from other institutions: The first one is, they are based on volunteerism and self-sacrifice; secondly their ultimate objective is to give something to society and contribute to social wellness; the third one is that in these organizations horizontal relations are foregrounded, hierarchy is ignored and finally NGOs are experts in a specific and clear issue (Tosun, 2005: 132). NGOs represent an organizational habitat which contribute internalizing civil and democratic values of social life and try to be lively, effective and productive with the difference they create in working environments (Keyman, 2006: 10).

This term indicates organizations which are, on neighborhood base, dependent on local “congregation” (people living side by side in the same neighborhood) (Tuncay, 1998: XI). 1

263

4. Status of NGOs in Turkey In Turkey thanks to the introduction of multi-party life and rise of private sector in economy in the 1960s civil society started to be revived. Still discussions concerning the history of civil society in Turkey are quite recent. As an outcome of the rising interest towards civil societies starting from 1990s, data gathering activities about them also have taken place. According to “NGO Guide Updating Project” research results published by History Foundation in 2005 in Turkey there are 3.178 NGOs. When they are classified by cities 686 (22%) of them are in İstanbul, 480 are in (15%) Ankara, 264 are (8%) in İzmir and the rest of them, 1.748, (55%) are scattered in other cities. (www.stkrehberi.org). These ratios indicate that NGOs are not widespread through the whole country but rather they are gathered around big cities which proves that NGOs are not yet fully developed on national scale. 5. NGOs Role in Fighting Against Corruption and Unethical Activities in Local Governments and the Status in Turkey EU bodies emphasize that “localization” or “less centralism and more decentralism” is what Turkish local governments should stick to on their way to adapt to achieve administrative compatibility with EU and increase administrative capacity. In recent years next to “localization” discussions “subsidiarity”2 concept that was brought up in particularly European Council, IMF and OECD has been frequently handled in EU as well and with 1992 Maastricht Treaty it became an official principle of the Union. The main reason that caused the frequent discussions concerning this concept is that with localization, subjects such as “problems of representative democracy” which became even more valid in the 1980s and “how to achieve more participation” started to be questioned. Specifically foundations such as IMF, OECD and UNDP in their reports where they make restructuring and localization based reform proposals in addition to “governance” concept they quite often mention “subsidiarity” principle as well. Although in “European Local Administrations Autonomy Provision” which became effective in 1988 “subsidiarity” concept is not directly mentioned, in the 4th article there are serious implications about “subsidiarity” concept (http://conventions.coe.int/trety/en/Treaties/World/122.doc). Particularly during “democratic governance” and “local agenda 21” activities subsidiarity principle is frequently mentioned. Within the scope of democratic governance “localization and local governance” are always foregrounded. For local governments, governance means execution of decision taking, practice and auditing by municipalities in particular together with the ones living in their surrounding because it is a prerequisite of “good governance” to enable coexistence of regional, local actors and NGOs to participate in decision making process (SEC,2000,1547/7: 4). In this process NGOs are responsible for creating a transparent accountability base in local governments (municipalities) and ensure public auditing of the administrators selected by public as well. NGOs in local governments/local administrations in general and specifically in municipalities can contribute to prevent corruption and unethical activities in these ways (Wiehen, 2000: 202): 2

The principle of taking decisions in the nearest place to involved people.

264

 By calling public attention to unethical activities in local administrations and private sector,  By giving their suggestions to secure more transparency in local governments’ activities and conveying their demands obstinately to the governments,  By demanding modern and effective freedom of information regulations which will make it possible for NGOs and citizens to reach information,  By watching the practice of ethical laws and codes, showing reaction to attempts covering unethical activities and focusing on unethical activities and corruption in local governments,  By forcing signing international treaties related to ethical codes public officials are bound to and corruption and auditing their application in local governments,  By enabling the participation of local governments to decision taking and practicing processes concerning provinces,  By creating a general auditing mechanism on the whole of local government activities,  By making researches about ethics in local governments, holding conferences to awake the consciousness of society and members,  By cooperating with media to fix ethical consciousness in local governments, uncover violations and follow the sanctions. The 58th and 59th AKP Administrations, in line with restructuring activities aiming to revive Turkish local government system, decentralized organizations, first of all passed Metropolitan Municipality Law (no 5216), then Special Provincial Administration Law (no 5302) and finally Municipality Law (no 5393) between July 2004-2005 dates. With 5393 no Municipality Law and 5302 no Special Provincial Administration Law new arrangements were introduced concerning local assemblies. With these latest regulations all local assemblies gained the right to form sub commissions and representatives of occupational organizations, unions, universities and involved NGOs could participate in these commission gatherings to articulate the opinions of their own groups. Moreover new freedom of information rights about local assemblies’ agenda and decisions and the right to audit local governments were granted to civil society (Esen, 2007: 375). On the other hand with 5449 no regulation enacted in 2006 aiming governance structuring, in the development and administrative boards of “Development Agencies” representatives of NGOs take place as well. Thus NGOs actively participated in decision taking and monitoring processes. In spite of all these significant arrangements in local government reform within the scope of “governance”, “localization” and “subsidiarity” NGOs which are expected to fight against crises of representative democracy are not quite efficient in monitoring and preventing corruption and unethical activities in Turkish local governments. That is because amongst them there are some NGOs which are financially and organizationally dependent upon government, attached organically to business world and political parties, unable to achieve democracy within their own bodies, closed to pluralistic participation, away from “non-profit drives” and “volunteerism” principle thus aiming to gain profit, in

265

their search for financial sources giving priorities to their financial supporters’ works. The existence of such NGOs causes a big problem in enabling “the government to belong to civil society” and achieving “transparent, accountable and effective local government/local administration” objectives. In Turkey if general problems concerning NGOs are solved, their missions are stated to embrace change and development, instead of personifying with civil society itself if they enable the participation of civil society to process, they manage to receive public support, become a strong power and influence decision taking process in local government/local administrations on the whole and municipalities in particular, audit the activities to prevent corruption and unethical acts, only then can they play active role in achieving “good governance”. 6. Conclusion In Turkish local government which stems from a deeply rooted government and public tradition sadly but truly corruption and unethical activities are rather widespread. Unethical acts are now beyond personal dimensions; they have become institutionalized. This reality weakens government’s efficiency, prevents social and economic institutions from functioning efficiently and properly and creates disturbance in resource distribution. Corruption and unethical activities in local governments can be at the same time observed in local administrations which are extensions of central government. Although starting from the 1980s restructuring and reinforcing local governments gained impetus and in local government regulations significant amendments have taken place to comply with Copenhagen criteria still, particularly in municipalities, corruption and unethical procedures and activities are increasing steadily. The corruption and unethical activities prevalent in the system are the consequences of inefficient administrative auditing mechanism of today. The inability to prevent corruption even in areas where auditing units are common indicates this reality. This situation, in this period our negotiations for a full membership to EU are initiated, creates a great disturbance for EU. For that reason, particularly for Turkey, EU foregrounds “good governance” concept which demands a participative local government to “establish an ethical local government system” and “determinately fight against corruption” and within the scope of this concept EU gives priority to NGOs because NGOs serve to achieve principles of “transparency,” “accountability” and “participation”. In EU countries NGOs are given right to speak in forming public policies and decision taking; their opinions, suggestions and beliefs are utilized. In that way next to their contributions to achieve “good governance”, by raising public consciousness about corruption and unethical activities, developing action plans to fight against corruption and monitoring local administrations’ activities and participating in decision taking mechanisms they play significant role in the fight against corruption. The deepening relations that have taken place between Turkey and EU recently may contribute to social development and besides civil society and NGOs may shoulder great roles in shaping Turkish local government and fight against corruption and unethical activities. In other words NGOs may act like “Local Audit Offices” in provinces because in provinces NGOs are open to practices which we can name as “Local Audit Offices” and they volunteer to follow its duties. If only NGOs in Turkey could solve their own problems, be independent from central government, let free of the legal barriers and had the right of word in decision taking process…

266

REFERENCES Abay, A.R. (2004), “Sivil Toplum ve Demokrasi Bağlamında Sivil Dayanışma ve Sivil Toplum Örgütleri”, 3. Ulusal Bilgi Yönetim ve Organizasyon Kongresi, Eskişehir. Adaman, F., Çarkoğlu, A., Şenatalar, B., (2001), “Hanehalkı Gözünde Türkiye’de Yolsuzluğun Nedenleri ve Önlenmesine İlişkin Öneriler”, TESEV, İstanbul www.tesev.org.tr (18.06.2008). Billington, R. (1997), “Felsefeyi Yaşamak (Ahlak Düşüncesine Giriş)”, (Çev; Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Carsino, D. (2001), “Sivil Toplum Örgütleri: Neoliberalizmin Araçları mı, Halka Dayalı Alternatifler Mi?”, (Çev: Işık Ergüden), Demokrasi Kitaplığı, WALD Yayını, İstanbul. Commission of the European Communities SEC (2000), “White Paper on European Governance: Enhancing Democracy in the European Union”, Brussels, 1547/7 Final, http://ec.europa.eu/ governance/work/en.pdf (22.06.2008) Çam, E. (2000), “Siyaset Bilimine Giriş”, 7. Baskı. Der Yayınları, İstanbul. Eken, M. ve Şen, M.L. (1997), “Yönetimde Yozlaşmaya Karşı Yönetsel Etik ve Açıklık”, Yeni Türkiye, S.14, Ankara. Esen, E., (2007), “AB Uyum Sürecinde Yerel Yönetimler: Beklentiler, Kaygılar, Perspektifler”, s.371387, (Ed: Şinsi Aksoy, Yılmaz Üstüner), “Kamu Yönetimi: Yöntem ve Sorunlar”, Nobel Yayıncılık, Ankara. Gardiner, J.A. (2001), “Defining Corruption” , Political Corruption: Concepta and Context (Edit: Heidenheimer, A and Johnston, M), Transaction Publisher, pp.26-45. Giritli, İ., Bilgen, P. ve Akgüner, T. (1988), “İdare Hukuku”, Filiz Kitapevi: İstanbul. http://conventions.coe.int/treaty/en/treaties/html/174.htm

(21.07.2008).

http://conventions.coe.int/trety/en/Treaties/World/122.doc

(10.09.2008)

http://www.milliyet.com.tr/2006/12/28/ekonomi/eko05.html

(24.07.2008)

http://www.saydamlik.org/turkce.html

(15.6.2008)

http://www.sonbaski.com/sayi7siviltoplum.html

(27.08.2007)

http://www.stgp.org/docs/AB_Komisyonu_STK_arastirmasi.doc (22.11.2008). http://www.stkrehberi.org, “Türkiye’de STK’ların Dünü, Bugünü, Yarını”, (13.10.2008). http://www.transparency.org/news_room/faq/corruption_faq#faqcorr1 http://www.unicri.it/wwk/publications/books/reports/r10.php (13.08.2008). http://www.usaid.gov/our_work/democracy_and_governance/publications/pdfs/pnace070.pdf (13.08.2008). http://www.worldbank.org/wbi/governance/pdf/wei.pdf (22.07.2008). Keleş, R. (2005), “Kentleşme Politikası”, İmge Kitabevi, İstanbul. 267

Keyman, F. (2006), “Türkiye’de Sivil Toplumun Serüveni”, STGM, Ankara. Klitgaard, R. (1991), “Controlling Corruption”, Univeristy of California Press, Berkeley. Mavral, Ü. (2001), “Karapara Kayıtdışı Ekonomi İlişkisi ve Türkiye’ye Yansımaları”, Vergi Denetmenleri Derneği, Ankara. Münir, M. (2008), “AKP Neden Kamu İhale Yasası’nı Elli Defa Değiştirdi? (2)”, http://www.milliyet. com.tr/Default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=758221&AuthrD=57&Date=23.05.2008 (12.07.2008). Sarıbay, A.Y (2000), “Türkiye’de Demokrasi ve Sivil Toplum”, Global-Yerel Eksende Türkiye, (Ed; E. Fuat Keyman ve Ali Yaşar Sarıbay), Alfa Basım Yayım, İstanbul. Tanilli, S. (1997), “Yaratıcı Aklın Sentezi”, Adam Yayıncılık, İstanbul. TESEV, (2001), “İş Dünyası Gözünde Türkiye’de Yolsuzluk Araştırması”, İç Politika Serisi II., İstanbul. http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/IYIYNTSM/yolsuzluk_ isdunyasi. pdf (20.6.2008). Tosun, G. E. (2005), “Türkiye’de Devlet-Sivil Toplum İlişkisi ve Demokrasinin Pekişmesinin Önündeki Engeller”, Sivil Toplum: Farklı Bakışlar, Kaknüs Yayınları, Sivil İnisiyatif Serisi:7, İstanbul. Tuncay, M. (1998), “Sivil Toplum Kuruluşları İle İlgili Kavramlar”, Tanzimat’tan Günümüze İstanbul’da STK’lar, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. Wiehen, Micheal H., (2000), “Citizens Against Corruption: Calling Governments to Account”, pp. 199-213, (Ed: OECD), “No Longer Business As Usual: Fighting Bribery and Corruption: Governance”. Yıldız, Ö. (2004), “Sivil Toplum Demokrasi ve Çoğulculuk”, Sivil Toplum Dergisi, S:2(5). (13.08.2008). Yüksel, C. (2005), “Devlette Etikten Etik Devlete: Kamu Yönetiminde Etik”, C. 1 ve 2, TÜSİAD Devlette Etik Altyapı Dizisi No:2, İstanbul.

268

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN, HÜKÜMETLERARASI ÖRGÜTLERİN MEŞRUİYET ARAYIŞINDAKİ ROLÜ

Selman KARAKUL* ÖZET Sivil toplum örgütleri (STÖ’ler), özellikle 1970’li yıllardan sonra uluslararası alandaki faaliyetlerini ve etkinliklerini artırmaya başlamışlardır. STÖ’lerin uluslararası niteliği, coğrafi olarak birden fazla ülkede faaliyet göstermelerinin yanı sıra uluslararası ve bölgesel düzeyde kurulan hükümetlerarası örgütlerin çeşitli faaliyetlerine aktif olarak katılmalarından kaynaklanmaktadır. Başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere, hükümetlerarası örgütler, STÖ’lere özel hukuksal statüler tanımakta ve bu sayede STÖ’lerin faaliyetlerine daha fazla katılmasını teşvik etmektedir. Bu durum, bir yönüyle, STÖ’lerin uzmanlık kazandığı alanlarda, bilgi ve birikimlerinden yararlanma amacına bağlanabilirse de, diğer yönüyle, STÖ’lerin hükümetlerarası kuruluşların demokratik meşruiyet arayışlarını karşılayabileceği düşüncesine dayanmaktadır. Hükümetlerarası kuruluşların faaliyetlerine katılan üye devlet temsilcilerinin, ulusal çıkarlarını göz ardı edemeyen diplomatik tavırlarının, STÖ katılımıyla bir ölçüde dengelenebileceği ve bu sayede birey veya birey gruplarının katılımına dayanan STÖ’lerin, hükümetlerarası örgütlere gerçek amaçlarını hatırlatarak, faaliyetlerine demokratik meşruiyet kazandırabileceği düşünülmektedir. STÖ’lerin, hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet arayışlarına ne ölçüde yanıt verebileceği, STÖ’lerin örgütsel yapısına ve faaliyetlerine göre farklılık göstermektedir. Diğer yandan, STÖ’lerin hükümetlerarası kuruluşlarla bu denli yakın hukuksal ve fiili ilişki içinde olması, STÖ’lerin temel amaçları ve bağımsızlıkları noktasında bazı tartışmalı durumlara yol açmaktadır. Anahtar Kelimeler: Sivil toplum örgütleri, hükümetlerarası örgütler, meşruiyet, insan hakları ABSTRACT Non-governmental organisations (NGOs) have started to increase their activity and efficiency in the international arena particularly after the 1970s. International character of the NGOs not only depends on their practices in different countries but also their active participation in several activities of the international and regional intergovernmental organisations. Notably the United Nations as well as other intergovernmental organisations has granted special legal status to NGOs and in doing so they encourage NGOs to take part in their activities more actively. This is firstly because the intergovernmental organisations would like to benefit from the expertise and experience of the NGOs in specific fields and secondly because they assume that the NGOs could meet the legitimacy deficit suffered by their organisations. It is supposed that the NGO participation could somehow redress the balance in intergovernmental organisations which might be struck by the diplomatic manner of the representatives of the states parties not being able to ignore the national interests. By this way, the NGOs which are composed of individuals or individual groups could remind the intergovernmental organisations of their real objective and could provide democratic legitimacy to their actions. * Dr., Avukat, Eskişehir Barosu 269

To what extend could NGOs satisfy the legitimacy claims of intergovernmental organisations differs according to the organisational structure and activities of the NGOs in question. On the other hand, de facto and de jure involvement of NGOs in intergovernmental organisations can be inconvenient with regard to their main objectives and independence. Key Words: Non-governmental organisations, intergovernmental organisations, legitimacy, human rights

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN, HÜKÜMETLERARASI ÖRGÜTLERİN MEŞRUİYET ARAYIŞINDAKİ ROLÜ GİRİŞ Klasik demokrasi teorisyenlerinin devleti odak noktası kabul eden siyaset bilimi anlayışı, yakın geçmişte değişime uğramaya başlamıştır. Önceleri, devlet dışı demokrasi arayışının merkezinde “işyeri” yer alırken, daha sonra, kavramsal muğlaklığına ve devletle ilişkileri konusundaki fikir ayrılıklarına rağmen “sivil toplum” kavramı ön plana çıkmıştır. Demokratikleşme tarihi incelendiğinde, demokrasinin güçlendirilmesi yönündeki baskılar hemen her zaman muhalif sivil toplum gruplarından gelmiş, devlet aygıtının kendi inisiyatifiyle demokratikleşmesi girişimi ya çok nadir görülmüş veya hiç görülmemiştir. Sivil toplum gruplarının, farklı motiflerle de olsa devlete dâhil olabilmek için muhalif alanı terk etmeleri durumunda, hâkim sınıfların ve kamusal makamların korkacağı fazla bir şey kalmamaktadır. Bu varsayımdan hareketle, belli sivil toplum gruplarının devlete katılımı, bir yönüyle demokratik bir kazanç olarak görülse de, diğer yönüyle, mevcut demokratik kazanımları erozyona uğratacağı ve yeni demokratikleşme girişimlerini engelleyeceği için, aynı zamanda demokratik bir kayıp teşkil edecektir (Dryzek, 1996: 475-476). Farklı yaklaşım ve tanım denemeleri bulunmakla birlikte, “müzakereci demokrasi” anlayışının kabaca iki temel unsuru içinde barındırdığı söylenebilir. Birincisi, ‘demokratik’ yönüyle, siyasal kararlardan etkilenecek olan herkesin doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla katıldığı bir kolektif karar alma sürecini; ikincisi de ‘müzakereci’ yönüyle, akılcılık ve tarafsızlık değerlerine bağlı katılımcıların karşılıklı olarak ileri sürdükleri fikirler yoluyla karara ulaşılmasını ifade etmektedir (Elster, 1998: 8). Hendriks’e göre, geniş bir yelpaze oluşturan müzakereci demokrasi teorisyenleri arasında mikro ve makro olarak nitelendirilebilecek iki farklı akımdan söz edilebilir. Mikro müzakereci demokrasi teorisi, müzakere sürecinin ideal koşullarını tanımlamaya yoğunlaşmakta olup, kimin müzakere edeceği ve bu arada sivil toplum konularına yeterince değinmemektedir. Bessette, Cohen ve Elster mikro müzakereci demokrasi teorisyenleri arasında sayılmaktadır. Buna karşılık, makro müzakereci demokrasi teorisyenleri ise kamusal alanda cereyan eden müzakerenin gayrı resmi ve dağınık biçimine dikkat çekmektedir. Bu grubun odak noktası, resmi karar alma mekanizmalarının dışındaki, yapısal olmayan ve açık diyaloglardır. Benhabib, Dryzek ve Habermas makro müzakereci demokrasi teorisyenleri arasında gösterilmektedir. İki müzakereci demokrasi anlayışı, özellikle vatandaşların ve grupların devletle bağlantıları, bu grupların müzakereci siyasette iletişimsel ve stratejik bir rol alıp almayacakları bağlamında, sivil toplum için farklı roller öngörmektedir. Mikro müzakereci demokrasi teorisi, sivil toplum aktörlerinin, yapısal müzakereci alana katılmaya istekli ve muktedir oldukları oranda müzakereci siyasete katılmalarını önermektedir. Bu bağlamda, sivil

270

toplumun, devletle işbirliği yoluyla, iletişimsel eylem biçimleri üstlenmesi gerektiği ima edilmektedir. Bu görüşün aksine, makro müzakereci demokrasi teorisi, kamusal tartışmanın gayrı resmi ve yapısal olmayan niteliğine dikkat çekmektedir. Buna göre, sivil toplum, devletin dışında ve ona karşıt olarak gayrı resmi siyasal faaliyetlerde rol oynamaktadır. Bu faaliyetlerin, iletişimsel ve stratejik bir tutumu gerektirdiği varsayılmaktadır (Hendriks, 2006: 486-487). Sivil toplum, sivil toplum örgütleri (STÖ’ler) ve demokrasi ilişkileri konusunda hâkim olan liberal görüşe göre, sivil toplumun bir parçası olan STÖ’ler, çeşitli faaliyetleri yoluyla sivil toplumu desteklemekte ve sonuçta demokratik sürece olumlu katkıda bulunmaktadır. Sivil toplumun, devlet kudretinin kötüye kullanılmaması amacıyla denetim işlevi yürüttüğü, otoriter yönetimlerin iktidara gelmesini önlemeye çalıştığı, daha geniş yurttaş katılımını teşvik ettiği ve devleti kamusal gözetim altında tuttuğu gerekçesiyle demokrasinin güçlenmesinde kilit rol oynadığı düşünülmektedir. Ancak, yine liberal dünya görüşüne göre, sivil toplumun zayıf olduğu, gelişmediği, bölündüğü, sosyoekonomik gerilim ve yolsuzluklar görülen, yargısal sistemin etkili olamadığı, sivil kargaşa ve çatışma ile demokratik kültür eksikliği bulunan toplumlarda, demokrasinin güçlenmesi de tehdit altındadır. Dolayısıyla, STÖ’lerin zaman ve mekâna göre, sivil toplum, demokrasi ve devlet üzerinde farklı ve değişken rol ve etkileri olabileceğini kabul etmek gerekir (Mercer, 2002: 7-12). Demokrasi teorisindeki önemli gelişmelerden biri de, siyaset felsefesinde kökeni Kant’a dayanan kozmopolit düzen kuramından hareketle, Held’in geliştirdiği kozmopolit demokrasi modelidir. Held, kozmopolit demokrasi kavramıyla, genel hatlarıyla, devletler sistemiyle bir arada var olan, ancak devletler üstü ve uluslararası sonuçları olan faaliyetlerle ilgili alanda devletlerin ötesinde yeni siyasal kurumlar yaratılmasını kastetmektedir. Held, kozmopolit demokrasi ile yalnızca şekilsel olarak yeni demokratik kurumlar yaratılmasının ötesinde, bölgesel ve küresel ölçekte karar alma sürecinde yurttaş katılımını sağlayacak yolların da oluşturulması gerektiğini belirtmektedir (Held, 1995: 267 vd.). 1990’lı yıllarda demokrasi teorisinde ortaya çıkan eş zamanlı gelişmelerden, sivil toplum kuramı yönünden önem taşıyan bir diğeri ise, hem devletleri hem uluslararası kurumları kapsayan bir küresel yönetişim sisteminden söz edilmeye başlanmasıdır. Küresel yönetişim sistemiyle kastedilen tek bir dünya devleti değil, devletlerin giderek ulusal üstü nitelikteki kurallar, sözleşmeler ve antlaşmalarla kuşatılmasıdır. Bu ulusal üstü kurallar, devletler arasında yapılan antlaşmaların yanında, küresel sivil toplumun ürettiği kamusal desteğe de dayanmaktadır. Sözü edilen ulusal üstü kurallar arasında, kozmopolit hukuk olarak da nitelendirilen, insan hakları hukuku ve insancıl hukukun birleşiminden oluşan normlar bütünü özel bir önem taşımaktadır. Devletlerin yanı sıra bireylere de uygulanan kozmopolit hukuk kuralları, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ve 1990’larda, büyük ölçüde küresel sivil toplumun baskıları sonucunda gelişip, güç kazanmıştır. Küresel sivil toplum, aktivistler, STÖ’ler, neoliberaller, ulusal ve dini grupların oluşturduğu, küresel gelişmeleri şekillendiren düzenlemeleri tartışan, bu düzenlemelerin lehinde veya aleyhinde mücadele eden, müzakere ve lobi faaliyetleri yürüten bir platformdur. Burada, yeknesak bir küresel sivil toplumdan değil, insan hakları, insancıl yardım ve çevrenin korunması gibi çeşitli alanlarda faaliyet gösteren farklı gruplardan söz etmek daha doğru olur (Kaldor, 2003: 590-591). Kozmopolit demokrasi ve küresel yönetişim sistemi görüşlerinin ortak inceleme alanını oluşturan, uluslararası ve bölgesel düzenin aktörleri olan hükümetlerarası örgütler, organik ve işlevsel yönden genişlerken, devletlerin yanı sıra STÖ’lerle de yakın ilişki ve işbirliği içinde olmaya özel önem vermeye başlamışlardır. Hükümetlerarası örgütlerin STÖ katılımını desteklemelerinin 271

nedenleri arasında, STÖ’lerin yerel düzeyde veya olay mahallinde tespit ettiği uzman görüşlerinden daha fazla yararlanabilme, devletlerin diplomatik temsilcilerinin ulusal menfaatlerini göz ardı edemeyen yaklaşımlarının, STÖ katılımıyla dengelenmesini sağlama, öte yandan yurttaş katılımına dayandığı varsayılan STÖ’lerin, devletlerin resmi katılımıyla faaliyet gösteren hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet krizine bir ölçüde çözüm getirebilme sayılabilir. STÖ’lerin, hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet arayışındaki rolünü konu edinen bu çalışma dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, STÖ’lerin uluslararası alanda artan önemi; ikinci bölümde, STÖ’lerin hükümetlerarası örgütler nezdindeki hukuksal statüsü; üçüncü bölümde STÖ’lerin hükümetlerarası örgütlerin faaliyetlerine katılımı incelenecek; dördüncü ve son bölümde ise STÖ katılımının hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet krizini çözmede uygun bir araç olup olmadığı tartışılacaktır. 1.

STÖ’LERİN ULUSLARARASI ALANDA ARTAN ÖNEMİ

STÖ’ler, ilk kez 19. yüzyılda uluslararası alanda faaliyet göstermeye başlamıştır. 1855 yılında kurulan Genç Hıristiyan Erkekler Derneği (YMCA) Dünya Birliği, Batı Avrupa ülkelerinin yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) üye derneklerin bir araya gelmesiyle kurulmuş, sosyal ve eğitim amaçlı bir örgüttür. Uluslararası insancıl hukuk alanında faaliyet gösteren ve merkezi İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) ise 1863 yılında kurulmuştur (Seary, 1996: 15-16). Ayrıca 20. yüzyılın başlarında, Paris merkezli İnsan ve Yurttaş Haklarının Korunması için Fransız Ligi, Londra merkezli Kölelik Karşıtı Topluluk ve New York Merkezli Uluslararası İnsan Hakları Ligi gibi insan hakları STÖ’leri tesis edilmiştir (Wiseberg ve Scoble, 1979: 629). STÖ’lerin uluslararası alanda yaygınlaşması ve etkinliklerini arttırması ise iki büyük savaş sonrasına tekabül etmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nı hazırlamak üzere, 1945 yılında San Francisco’da toplanan uluslararası konferansta, ABD delegasyonunu oluşturan üyeler arasında çok sayıda STÖ temsilcisi de yer almıştır (Rice ve Ritchie, 1995: 254-265). Daha sonra STÖ’ler, gerek BM çalışmalarına, gerek 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi’nin (AK) ve daha sonra kurulan uluslararası ve bölgesel kuruluşların faaliyetlerine yoğun olarak katılmış ve hatta bu kuruluşların oluşumunda aktif rol oynamıştır. STÖ’lerin uluslararası alandaki ikinci yayılma dalgası ise soğuk savaş sonrasına rastlamaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Bloku ülkelerinde rejim değişikliğine gidilmesi sürecinde ve bu sürecin ardından insan hakları alanında görülen gelişmelerde STÖ’lerin önemli rolleri olduğu yadsınamaz (Dierks, 2001: 135). STÖ’lerin uluslararası alanda yaygınlaşması, küresel ekonomi ve siyaseti yönlendirici aktörler arasında yer almalarına yol açmıştır. STÖ’lerin gerek ulusal ölçekte devletler nezdindeki girişimleri, gerek bölgesel ve uluslararası ölçekte hükümetlerarası örgütler nezdindeki faaliyetleri ve etkileri her geçen gün artmaktadır. STÖ’ler, faaliyet gösterdikleri alana göre, ekonomik kalkınma ve gelişme, çevrenin korunması, insan hakları ve insancıl yardım gibi konularda, devletlerden bağımsız yeni bir uluslararası özne olarak tanınmaya başlanmıştır. STÖ’ler, uluslararası alanda etkili olabilmek için farklı yollar izlemektedir. Bu yollardan ilki, mevcut düzeni tümüyle reddedip, küresel sosyal hareketleri, mevcut düzene alternatif olarak sunmaktır. Bu reddiyeci yaklaşımın mantığı, neo-liberal küreselleşmenin sosyal adalet sorunlarına etkin çözüm bulamadığını, çatışma ve yoksulluğu azaltamadığını, çevreyi koruyamadığını, bilakis 272

çoğu zaman bu sorunların artmasına yol açtığını vurgulamaktır. Reddiyeci yaklaşımı benimseyen STÖ’lere göre, sosyal adaletle ilgili ve çevresel sorunları yeni küresel siyasetin merkezine koyan farklı politikalara ihtiyaç duyulmaktadır. İkinci yolu benimseyen STÖ’ler ise, hükümetlerle ve şirketlerle doğrudan ilişkilerini sürdürerek, bunların politikaları üzerinde daha etkili olmayı tercih etmektedir. Bu işbirlikçi yaklaşımın hedefi, sistemin içinde kalarak, hükümet ve özel sektör içindeki etkili aktörleri mevcut kuralların daha iyiye doğru değiştirilmesi yönünde ikna etmektir (Collingwood, 2006: 442). Bu çalışmada, devletlerle ve hükümetlerarası örgütlerle işbirliği yoluyla faaliyet göstererek, amaçlarını gerçekleştirmeye çalışan STÖ’ler üzerinde durulmaktadır. Ancak, devletlerle ve hükümetlerarası örgütlerle işbirliğine gidilmesi, STÖ’lerin bağımsızlığına gölge düşürecek nitelikte olmamalıdır. Zira STÖ’lerin en önemli ayırt edici özelliklerinden birisi, bu kuruluşların devletlerden ya da kontrolü elinde bulunduran güçlerden bağımsız ve yurttaş katılımına dayalı olmalarıdır. Bu bağımsızlığın gereği olarak, STÖ’lerin devletlerden ve kamu kuruluşlarından doğrudan ya da dolaylı olarak maddi destek kabul etmemesi, inandırıcılıklarının sağlanması yönünden önem taşımaktadır. Nitekim tanınmış insan hakları STÖ’leri arasında yer alan Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü, devletlerden doğrudan ya da dolaylı olarak bağış kabul etmediklerini açıkça beyan etmektedir. Bununla birlikte, Cenevre Sözleşmeleri uyarınca, uluslararası insancıl hukukta hükümetlerarası örgütlere benzer bir statüye sahip olan Uluslararası Kızılhaç Komitesi’ni bu kuraldan muaf tutmak gerekir. Çünkü Uluslararası Kızılhaç Komitesi’nin gelirlerinin yaklaşık %80’i devletler tarafından karşılanmaktadır (Karakul, 2006: 24-25). Uluslararası Kızılhaç Komitesi’nin 2007 yılı raporuna göre, kuruluşa en çok bağışta bulunanlar arasında ABD Hükümeti birinci sırada, Avrupa Birliği (AB) Komisyonu ise ikinci sırada yer almaktadır. 2.

STÖ’LERİN HÜKÜMETLERARASI ÖRGÜTLER NEZDİNDEKİ HUKUKSAL STATÜSÜ

STÖ’lerin uluslararası alanda artan önemi, objektif verilere ve somut olaylara dayandığından, STÖ’lerin lehinde veya aleyhinde düşünen teorisyenlerin büyük bir kısmı, bu kuruluşların uluslararası bir özne olduğunu kabul etmektedir. Ancak STÖ’lerin uluslararası niteliği, fiili bir durum olup, STÖ’lerin uluslararası niteliğini tanıyan ve düzenleyen bir uluslararası hukuk kuralı mevcut değildir. STÖ’ler bir bakıma, uluslararası hukukun kurgusal (fictional) ve kanun dışı (outlaw) özneleridir (Skjelsbaek, 1975: 3). STÖ’lere uluslararası düzeyde olmasa da, bölgesel düzeyde hukuksal statü vermeyi amaçlayan ilk ve tek uluslararası sözleşme, AK nezdinde 24 Nisan 1986 tarihinde kabul edilen, “Uluslararası STÖ’lerin Tüzel Kişiliklerinin Tanınması Hakkında Avrupa Sözleşmesi”dir. STÖ’lere oldukça sınırlı haklar getirdiği ve son derece ihtiyatlı hükümler içerdiği dikkat çeken AK Sözleşmesi, yürürlük için üç ülkenin onayını yeterli gördüğü halde, ancak kabul edildikten beş yıl sonra 1 Ocak 1991 tarihinde yürürlüğe girebilmiştir. Kabul edilmesinden yaklaşık 23, yürürlüğe girmesinden ise 18 yıl sonra, henüz 11 AK üyesi tarafından imzalanmış ve bunlardan 10’u tarafından onaylanmış bulunmaktadır (Karakul, 2006: 42-44). Dolayısıyla, Sözleşme kapsamındaki STÖ’lere taraf devletlerin iç hukuklarında sınırlı da olsa haklar veren bu bölgesel düzenlemenin, AK üyesi devletlerden beklenen ilgiyi görmediği söylenebilir. STÖ’lerin hukuksal statüsünü tanıyan ve düzenleyen uluslararası bir sözleşme bulunmamakla birlikte, STÖ’lerin uluslararası ve bölgesel ölçekli hükümetlerarası örgütlerle ilişkilerini

273

ve işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan hukuksal düzenlemeler bulunmaktadır. Başta BM olmak üzere, uluslararası ve bölgesel ölçekli hükümetlerarası örgütler, kuruldukları yıllardan bugüne STÖ’lerle ilişki ve işbirliğine özel önem vermiş ve bu ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesi amacıyla, çeşitli hukuksal düzenlemeler yapmıştır. Hükümetlerarası örgütler bu çerçevede, önce uluslararası ardından da ulusal STÖ’lere çeşitli hukuksal statüler vermiş, kurum içinde STÖ kurulları ve STÖ komiteleri oluşturmuştur. STÖ’lere kurumsal çalışmalarına katılımı sağlamak üzere çeşitli statüler veren ve STÖ’lerle işbirliğini sağlamaya yönelik kurul veya komiteler oluşturan hükümetlerarası örgütler arasında, BM, Uluslararası Çalışma Örgütü, AK, AB, Amerikan Devletleri Örgütü ve Afrika Birliği sayılabilir (Lindblom, 2005: 366-445). Bu çalışmanın boyutu göz önüne alınarak, burada yalnızca STÖ’lerin BM ve AK nezdindeki hukuksal statülerine kısaca değinilecektir. BM’nin STÖ’lerle ilişkisinin hukuksal temeli, BM Şartı’nın 71. maddesine dayanmaktadır. BM Şartı’nın, Ekonomik ve Sosyal Konsey’i (EKOSOK) düzenleyen 10. Bölümünde yer alan 71. maddesine göre (Belgenet, 2009): “Ekonomik ve Sosyal Konsey, kendi yetkisine giren sorunlarla uğraşan sivil toplum kuruluşlarına danışmak için uygun düzenlemeler yapabilir. Böyle düzenlemeler uluslararası örgütlerle ve gerektiğinde, BM’nin ilgili üyesine danışıldıktan sonra ulusal örgütlerle de yapılabilir.” EKOSOK, faaliyete geçmesinin hemen ardından, BM Şartı’nın 71. maddesi uyarınca, STÖ’lerin BM çalışmalarına katılımını düzenlemek üzere çeşitli kararlar almıştır. EKOSOK’un STÖ’lerle ilişkileri düzenleyen her yeni kararı, BM ile STÖ ilişkilerini daha yakınlaştırmayı ve STÖ’lerin BM çalışmalarına katılımını arttırmayı hedeflemiştir. Şu anda, STÖ’lerin, BM nezdindeki hukuksal statülerini düzenleyen kurallar, EKOSOK’un 25 Temmuz 1996 tarihli Genel Kurul Toplantısı’nda kabul edilerek yürürlüğe giren 1996/31 sayılı kararla düzenlenmektedir. 1996/31 sayılı karar, BM – STÖ ilişkilerinde geleneksel olarak kabul edilen üçlü danışma statüsü ayrımını sürdürmektedir. 1996/31 sayılı karara göre, özetle (BM, Ekonomik ve Sosyal İşler Bölümü, 2009): 22) EKOSOK ve alt organların faaliyetlerinin çoğunluğu ile ilgilenen ve farklı bölgelerde yer alan ülkelerde temsilcileri olan örgütler (genel danışma statüsüne sahip STÖ’ler), 23) EKOSOK ve alt organların faaliyetlerinin belli bir bölümünde uzmanlaşmış ve bu alanda tanınan örgütler (özel danışma statüsüne sahip STÖ’ler), 24) EKOSOK veya BM’nin diğer organlarının faaliyetlerine zaman zaman yararlı katkılarda bulunacağı düşüncesiyle listeye (roster) alınan STÖ’ler mevcuttur. BM’nin resmi verilerine göre, 2009 yılının Mart ayı itibarıyla 139 STÖ genel danışma statüsüne, 2082 STÖ özel danışma statüsüne, 974 STÖ ise roster statüsüne sahiptir (BM, Ekonomik ve Sosyal İşler Bölümü, 2009). Diğer yandan, BM’nin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili yürütülen çalışmalar kapsamında, STÖ’lerin BM nezdindeki faaliyetlerinin arttırılması ve halen ağırlıklı olarak EKOSOK çalışmalarıyla sınırlı olan BM – STÖ ilişkilerinin hem organik hem fonksiyonel yönden daha da geliştirilmesine yönelik çeşitli girişimler bulunduğuna da değinmek gerekir (Karakul, 2006: 40; Lindblom, 2005: 367-410). AK’nin STÖ’lerle işbirliği de AK’nin kuruluş yıllarına kadar uzanmaktadır. AK’nin karar organı olan Bakanlar Komitesi, STÖ’lerle işbirliği konusunda 1951 yılından bugüne kadar çeşitli düzenlemeleri karara bağlamıştır. Bu düzenlemelerde de dikkat çeken, her yeni düzenlemenin, öncekine göre 274

STÖ’lerle daha yakın işbirliği kurulmasını ve STÖ’lerin AK çalışmalarına daha fazla katılmasını sağlamaya yönelik olmasıdır. AK Bakanlar Komitesi’nin 19 Kasım 2003 tarihli toplantısında alınan iki ayrı kararla, AK nezdinde, STÖ’lere diğer hükümetlerarası örgütlerin sağladığından daha yüksek bir statü verilerek, işbirliğinin güçlendirilmesi hedeflenmiştir. “Uluslararası STÖ’lerin AK’ye katılımcı statüsü” hakkında Res(2003)8 sayılı kararla, katılımcı statüsü verilecek uluslararası STÖ’lerin, AK Sekretaryası’nın yanı sıra AK bünyesinde yer alan hükümetlerarası organların çalışmalarına etkin katılımı teşvik edilmiştir. “Ulusal STÖ’ler ile AK arasında ortaklık statüsü” hakkında Res(2003)9 sayılı karar ise, AK faaliyetlerine katkıda bulunabilecek, belli alanlarda uzmanlaşmış ulusal STÖ’lerin AK çalışmalarına katılmalarını sağlamayı amaçlamaktadır (Karakul, 2006: 40-47; Lindblom, 2005: 416425). 3.

STÖ’LERİN HÜKÜMETLERARASI ÖRGÜTLERİN FAALİYETLERİNE KATILIMI

STÖ’lerin, hükümetlerarası örgütlerin faaliyetlerine fiilen katılımı ve hükümetlerarası örgütler üzerindeki etkilerinin, STÖ’lere hükümetlerarası örgütlerce verilen hukuksal statülerin ve STÖ’lerle geliştirilen resmi işbirliği yöntemlerinin daha ötesinde ve yaygın olduğunu vurgulamak gerekir. Nitekim kendilerine özel hukuksal statü tanınmış olsun ya da olmasın, STÖ’lerin doğrudan ya da dolaylı olarak faaliyetlerini etkilemediği herhangi bir hükümetlerarası örgüt bulunduğunu söylemek güçtür. STÖ’ler, doğal olarak, hukuksal statüye sahip oldukları hükümetlerarası örgütlerin çalışmalarına aktif olarak katılmakta ve karar alma süreci üzerinde etkili olmaktadır. Bunun yanı sıra, STÖ’ler, uluslararası toplantılara katılarak, uluslararası sözleşmelerin ya da diğer uluslararası hukuk kurallarının oluşturulmasına katkıda bulunmakta (standard setting); devletlerle ve hükümetlerarası örgütlerle mutabakat zaptı, çerçeve anlaşma veya proje anlaşmaları yapmakta; ayrıca uluslararası yargı organları ve yargı benzeri organlara başvurularda bulunmakta ya da mevcut başvurulara müdahil olarak, uzman görüşleri sunmaktadır. Uluslararası alanda en geniş STÖ katılımına sahip hükümetlerarası örgüt olan BM’de, STÖ’ler, hem BM merkezindeki karar alma mekanizmalarında ve Sekretarya çalışmalarında, hem BM merkezi dışındaki faaliyetlerde etkin rol oynamaktadır. STÖ’ler, BM merkezinde BM Genel Kurulunun bazı alt komitelerinin kamuya açık oturumlarına yazılı ve sözlü görüş bildirerek katılmakta; resmi panel ve tartışma oturumlarına temsilci göndermekte; ayrıca EKOSOK nezdinde gündemdeki konularla ilgili gayrı resmi tartışma panelleri düzenlemektedir. STÖ’ler, BM Genel Kurulunun bazı alt komitelerinin kapalı oturumlarına da gözlemci olarak katılmakta ve bazı oturumlarda görüşlerini ifade edip, tartışmalara iştirak etmekte, ayrıca BM’nin karar organı üyeleri ve görevlileriyle grup toplantıları yapmaktadır. STÖ’ler başta BM Genel Sekreteri olmak üzere, BM Sekretaryası ile de kapsamlı ortak çalışmalar yürütmektedir. STÖ’ler, BM merkezi dışında düzenlenen geniş çaplı tematik toplantılara katılmakta ve bu toplantılar sonucunda ortaya çıkan resmi belgelerin şekillenmesinde, mutabakata varılan uluslararası hukuk belgelerinin hazırlanmasında ve bu belgelerin katılımcı devletlerce kabul edilip, uygulanmasında büyük rol oynamaktadır (Alger, 2003: 411-420). STÖ’ler, Dünya Gıda Programı ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği gibi BM kuruluşları ile özellikle insancıl yardım alanında mutabakat zaptı, çerçeve anlaşma veya proje anlaşmaları yapmaktadır. Dünya Gıda Programı’nın acil yardım operasyonları veya kalkınma programları kapsamında yerel ve küresel STÖ’lerle işbirliğini sağlamak amacıyla yaygın olarak mutabakat zaptı imzalanmaktadır. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği de, görev ve yetkileri kapsamında STÖ’lerle operasyonel ortaklık için çerçeve anlaşmaları yapma yoluna gitmektedir (Lindblom, 2005: 496-509).

275

Diğer yandan, STÖ’ler, özellikle uluslararası ve bölgesel insan haklarını koruma mekanizmalarına, belli koşullarda doğrudan bireysel başvuruda bulunabilmekte, bazı bölgelerde bireysel başvuruları gayrı resmi olarak yönlendirmekte ve daha ziyade mevcut bireysel başvurulara müdahale talebinde bulunarak, uzman görüşleriyle (amicus curiae briefs) yargılama sürecine katkıda bulunmaktadır. STÖ’ler, 1503 yöntemi olarak da bilenen 1503 sayılı karar çerçevesinde, bir ülkede toplu insan hakları ihlalleri olduğunu gösteren bireysel şikâyetleri BM İnsan Hakları Komisyonuna götürebilmekte ve BM sisteminde kabul edilen insan hakları sözleşmelerinde öngörülen koruma mekanizmalarına başvuracak bireylere uzman görüşleriyle yol göstermektedir (Rubagotti, 2005: 6792). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 34. maddesi uyarınca STÖ’lerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel başvuruda bulunabilmeleri için, dava konusu olayda mağdur sıfatını taşımaları, yani Sözleşme ihlallerinden örgütsel olarak doğrudan etkilenmeleri gerekmektedir. Bu nedenle STÖ’ler, AİHS sisteminde mağdurlar adına doğrudan AİHM’ye başvuruda bulunamamakta, ancak, mağdurlara AİHM’ye bireysel başvuru konusunda yardımcı olmakta ya da AİHM önünde görülen davalara uzman görüşü sunarak müdahil olma talebinde bulunmaktadır. AİHM’nin birçok bireysel başvuruda, STÖ’lerin müdahale talebini kabul ettiği ve STÖ’lerin Mahkemeye sunduğu bilgi ve belgelerden yargılama sürecinde yararlandığı görülmektedir (Vajic, 2005: 93-104). Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi ise Avrupa sisteminden bir adım daha ileri giderek, STÖ’lere, insan hakları ihlalleri hakkında, örgütsel olarak mağdur olma koşulu aranmaksızın Amerikan İnsan Hakları Komisyonu’na başvuruda bulunma hakkı tanımıştır. Ancak Amerikan sisteminde, Avrupa sisteminden farklı olarak, bireylere, birey gruplarına ve STÖ’lere mağdur sıfatı taşısalar dahi, doğrudan Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruda bulunma hakkı tanınmadığını, Komisyonun başvuru sonucunda hazırladığı raporunu taraflara bildirmesinden itibaren üç ay içinde, davalı devletin Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargılama yetkisini tanımış olması halinde, ancak Komisyonun veya davalı devletin davayı Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürebileceğini belirtmek gerekir. Ayrıca, Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi’nin İçtüzüğünde yapılan bir değişiklik uyarınca, STÖ’ler Mahkeme Başkanının daveti üzerine, görülmekte olan bir dava hakkında uzman görüşü verebilmektedir (Shelton, 1994: 638-640). 4.

STÖ KATILIMININ HÜKÜMETLERARASI ÖRGÜTLERİN MEŞRUİYET KRİZİNE ETKİLERİ

STÖ katılımının hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet krizini çözmede uygun bir araç olup olmadığı tartışılırken öncelikle iki temel sorun üzerinde durmak gerekmektedir. Birincisi uluslararası düzenin ve bu arada hükümetlerarası örgütlerin meşruiyeti hangi ölçütlere dayanmalıdır? İkincisi ise gerek yerel, gerek küresel siyasetin önemli aktörlerinden biri haline gelen STÖ’ler meşruiyetlerini nereden almaktadır? Bu iki soru tartışıldıktan sonra, STÖ katılımının hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet krizine etkilerini daha doğru değerlendirmek mümkün olabilecektir. İktidarın meşruiyetinin kaynağı sorunu, öteden beri siyaset teorisinin yanıt bulmaya çalıştığı temel sorunlardan birini teşkil etmesine rağmen, uluslararası alanda meşruiyet sorunu, yakın zamana kadar fazla ilgi çekmemiştir. Bunun nedenlerinden biri, yakın geçmişe kadar, hükümetlerarası örgütlerin bugüne kıyasla güçsüz olması ve zayıf bir otoriteyle yetinebilmesidir. Bu bağlamda, siyaset bilimciler hükümetlerarası örgütlerin meşruiyetinden ziyade, yeterince etkin olup olmadıkları

276

meselesiyle daha fazla ilgilenmişlerdir. İkincisi, hükümetlerarası örgütler, faaliyetleri ile ‘devletlerin’ davranışını etkilediğine göre, sahip oldukları otorite de, üzerinde etki kurdukları ‘devletlerin’ rızasına dayanıyordu. Meşruiyet teorileri, hâkimiyet üzerine, yani birinin iradesini diğerine zorla kabul ettirmeye dayandığından, taraf devletlerin iradesine uygun anlaşma ve sözleşmelerden kaynaklanan mükellefiyetlerin meşruiyeti konusunda bir sorun bulunmadığı varsayılıyordu. Modern demokrasi teorilerinin büyük bir bölümü, ulusal iktidarların meşruiyetini yönetilenlerin rızasına bağladığı gibi, uluslararası hukukta devletlerin yükümlülüklerinin de kendi rızalarına dayandığı görüşü, meşruiyet tartışmalarında ağırlık kazanmıştır. Öte yandan, hükümetlerarası örgütlerin yetkileri her geçen gün arttıkça, uluslararası yükümlülüklerin karşılıklı rızaya dayandığı görüşü zayıflamış ve hükümetlerarası örgütlerin meşruiyetinin kaynağı sorunu gündeme gelmeye başlamıştır (Bodansky, 1999: 596-597). Hükümetlerarası örgütlerin uluslararası alandaki faaliyetlerinin ve buna paralel olarak yetkilerinin artması, klasik meşruiyet ölçütlerinin tek başına bu kuruluşlar için yeterli olamayacağını ortaya koymuş ve yeni meşruiyet arayışlarına yol açmıştır. Buchanan ve Keohane’ın belirttiği gibi, küresel yönetişim kurumlarının ya da hükümetlerarası örgütlerin meşruiyeti, demokratik değerlerin yanı sıra birçok farklı etmene bağlı karmaşık standartların bir arada bulunmasını gerektirmektedir. Hükümetlerarası örgütlerin meşruiyeti için gereken bu karmaşık standartlar şöyle özetlenebilir (Buchanan ve Keohane, 2006: 417-418): 1) Hükümetlerarası örgütler, geniş kabul gören ahlaki (moral) değerler temelinde, makul bir halk desteği sağlamalıdır. 2) Meşruiyetle adalet karıştırılmamalıdır, ancak aşırı adaletsiz kurumların meşruiyet kazanmasına da izin verilmemelidir. 3) Meşruiyet için tek başına yeterli olmamakla birlikte, demokratik devletlerin rızası aranmaya devam edilmelidir. 4) Küresel demokrasinin onayı meşruiyet için zorunlu bir koşul olmasa da, demokrasi taleplerinin altında yatan temel değerler geliştirilmelidir. 5) Hükümetlerarası örgütlerin dinamik karakteri doğru yansıtılmalıdır; yalnızca kullanılan araçlar değil, aynı zamanda amaçlar bile zamanla değişebilir, hatta değişmelidir de. 6) Daha önce karşılaşılan, bürokratik takdir ve demokratik devletlerin yabancıların meşru çıkarlarını göz ardı etme eğilimine çözüm aranmalıdır. Hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet sorununun ancak birbirine bağlı karmaşık standartlarla çözülebileceğini ve bunun dinamik bir süreç olduğunu belirttikten sonra, yerel ve küresel siyasetin önemli aktörleri haline gelen STÖ’lerin meşruiyet kaynağı üzerinde durmak gerekir. STÖ’lerin, uluslararası alandaki meşruiyetini, birincil (aslen kazınılan – generated) ve ikincil (türev – derived) unsurlar olarak iki temel grubu ayırmak mümkündür. Aslen kazanılan ya da birincil unsurlar, halk desteği, kişi ve kurumlarla ilişkiler, bilgi ve uzmanlık ile performans gibi somut özellikler ile güven, doğruluk ve itibar gibi soyut özelliklerden oluşmaktadır. Türev ya da ikincil unsurlardan ise ahlaki (moral) değerler ve hukuksal kaynaklar kastedilmektedir (Slim, 2002: 21-35; Karakul, 2006: 234-235). STÖ’lerin gerek sayıca artması gerek faaliyet alanlarının genişlemesi, bu kuruluşların meşruiyeti konusunda kuşkulara ve tartışmalara yol açmıştır. Öncelikle, STÖ’lerin varlığının uluslararası bir antlaşmaya ya da uluslararası hukukun çizdiği bir yasal çerçeveye dayanmadığı vurgulanmıştır. Ayrıca, STÖ’ler, demokratik yöntemlerle ve seçimle göreve gelmediği 277

için bu kuruluşların siyasal meşruiyeti bulunmadığı, STÖ’lerin meşruiyetinin bir bakıma kendinden menkul olduğu ileri sürülmüştür. STÖ’lerin insan hakları, insancıl yardım ve çevrenin korunması gibi alanlarda üstlendikleri önemli işlevler düşünüldüğünde, bu kuruluşların tamamının meşruiyet krizine kurban edilmesi rasyonel bir yaklaşım değildir. Bu yüzden, STÖ’lerin meşruiyet krizinin operasyonel başarılar, kurumsal şeffaflık, güvenilirlik ve halk desteğinin arttırılması gibi yollarla giderilmeye çalışılması gerekmektedir. (Ryfman, 2007: 34-35). Bu noktada, kendileri de kurumsal meşruiyet sorunu yaşayan STÖ’lerin, hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet arayışına ne derecede yanıt verebileceği sorusu karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda, olumlu ya da olumsuz, toptancı bir yaklaşım sergilenmesi yanıltıcı sonuçlara götürebilecek niteliktedir. Hükümetlerarası örgütler nezdinde hukuksal statü verilen STÖ’ler, genelde belli alanlarda uzmanlaşmış, uluslararası ya da bölgesel ölçekte tanınan elit kuruluşlardır. Hükümetlerarası örgütler, STÖ’lerle, geniş halk kitlelerini temsil etmelerinden ziyade, uzman görüşleriyle çalışmalarına katkıda bulunmaları amacıyla işbirliğini geliştirmektedir. Tabii, dinsel örgütler gibi geniş kitlesel desteğe sahip uluslararası STÖ’ler de bulunduğunu belirtmek gerekir. Ancak hükümetlerarası örgütlerin hiçbiri, örneğin Roma Katolik Kilisesi veya diğer kiliselerle, demokratik meşruiyetini arttırmak için işbirliğini geliştirmeyi düşünmemektedir. Geniş kitlesel katılıma dayalı seküler STÖ’ler de bulunmaktadır. Örneğin, Uluslararası Af Örgütü, dünyanın birçok ülkesinde örgütlenen ve geniş üye ağına sahip olan bir uluslararası STÖ’dür. Ancak, bu örgütün de üyelik yapısı incelendiğinde, gelişmiş ülkelerdeki, iyi eğitimli ve orta sınıf üstü şahısların ağırlıklı olduğu görülmektedir. Hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet arayışları konusunda, uluslararası STÖ’lere tipik örnek olarak İnsan Hakları İzleme Örgütünü göstermek daha isabetli olur. İnsan Hakları İzleme Örgütü, göreli olarak daha küçük, tamamen profesyonel ve elit bir örgüt olup, Batı demokrasilerindeki varlıklı şahıs ve vakıflarca desteklenmektedir. Bu tespitler, İnsan Haklarını İzleme Örgütü’nü karalamayı değil, bu örgütün meşruiyetinin geniş halk kitlelerinden ziyade -kendi algıladığı biçimiyle- uluslararası insan haklarına bağlılığından kaynaklandığını göstermeyi amaçlamaktadır. Eğer İnsan Haklarını İzleme Örgütü, bir hükümetlerarası örgüte meşruiyet sağlayacaksa, -kendi algıladığı biçimiyle- uluslararası insan haklarına bağlılığı çerçevesinde sağlayacaktır. Diğer yandan, demokrasi teorisi bakımından, uluslararası sivil toplum ile ulusal sivil toplum arasında benzetme yapılacak olursa, ulusal STÖ’lerin demokratik süreci ikame etmek ve halk iradesini tek bir ağızdan temsil etmek gibi bir amacı olduğu söylenemez. STÖ’ler, kuşkusuz demokrasi ve hukuk devletine dayanmakta ve bu kurumları güçlendirmektedir; ancak STÖ’lerin bu kurumları ikame edebileceklerini savunmak gerçekçi değildir (Anderson, 2000: 117-118). Son olarak, STÖ’lerin siyasetçilere, bürokratlara ve hükümetlerarası örgütlerin sekretaryalarına fazla yakın olmasının, gerek hükümetlerarası örgütlerin, gerek STÖ’lerin bağımsızlıkları ve güvenilirliklerinde zamanla aşınmaya yol açma tehlikesi taşıdığına dikkat çekmek gerekir. Hükümetlerarası örgütlerin STÖ’leri demokratik meşruiyet kaynağı olarak görmeleri nedeniyle, sivil toplumu kendi örgütsel yapılarına eklemlemeye çalışması, uluslararası sivil toplum hareketinin savunuculuğunu yaptığı değerlerin (insan hakları, çevrenin korunması gibi) geliştirilmesini olumsuz yönde etkileyebileceği düşünülmektedir (Karakul, 2006: 237; Junne, 2001: 214).

278

SONUÇ Ulusal veya uluslararası STÖ’lerin amaç ve işlevleri iyi tahlil edilmeden, bu kuruluşlar hakkında olumlu veya olumsuz genel çıkarsamalar yapmak, yanıltıcı sonuçlara yol açmaktadır. STÖ’ler, örgütsel amaçları çerçevesinde, farklı yöntemler kullanarak, savundukları değerlerin gerçekleştirilmesi ve geliştirilmesi yönünde çeşitli faaliyetler yürütmektedir. STÖ’ler, bu kapsamda devletler üzerinde baskı kurmakta, uluslararası kamuoyunu harekete geçirmekte ve hükümetlerarası örgütlerle işbirliği yapmaktadır. STÖ’lerin uluslararası alandaki artan önemi karşısında, başta BM olmak üzere, hükümetlerarası örgütler, STÖ’lerle organik ve işlevsel bağlarını güçlendirmek için, STÖ’lere özel hukuksal statüler vermiş ve bu kuruluşlarla işbirliğini arttırmanın yollarını aramıştır. Hükümetlerarası örgütlerle STÖ yakınlaşmasında, STÖ katılımının hükümetlerarası örgütlerin meşruiyet krizini aşabilmesi için uygun bir yol olabileceği düşüncesi de önemli rol oynamıştır. Hükümetlerarası kuruluşların, STÖ’lerin uzman görüşlerinden yararlanması ve STÖ’lerle işbirliği yapması, her iki kuruluşun amaçlarına ve savundukları değerlere uygun düşen, rasyonel bir yöntemdir. Ancak, bu ortaklık sayesinde, STÖ’lerin hükümetlerarası kuruluşların meşruiyet krizini gidereceğini savunmak, teori ve uygulamada önemli sorunlara yol açmaktadır.

KAYNAKÇA

Alger, Chadwick, “Evolving Roles of NGOs in Member State Decision-Making in the UN System” Journal of Human Rights, 2003, C. 2, S. 3, s. 407-424 Anderson, Kenneth, “The Ottowa Convention Banning Landmines, the Role of International Nongovernmental Organizations and the Idea of International Civil Socity”, European Journal of International Law, 2000, C. 11, S. 1, s. 91-120 Belgenet, http://www.belgenet.com/arsiv/sozlesme/bmsarti-10.html, 20.03.2009 Birleşmiş Milletler, Ekonomik ve Sosyal İşler Bölümü, http://un.org/esa/coordination/ngo/, 20.03.2009 Buchanan, Allen ve Robert O. Keohane, “The Legitimacy of Global Governance Institutions”, Ethics & International Affairs, 2006, C. 20, S. 4, s. 405-437 Bodansky, Daniel, “The Legitimacy of International Governance: A Coming Challenge for International Environmental Law?”, The American Journal of International Law, 1999, C. 93, S. 3, s. 596-624 Collingwood, Vivien, “Non-governmental organisations, power and legitimacy in international society” Review of International Studies, 2006, C. 32, S. 3, s. 439-454 Dierks, Rosa Gomez, Introduction to Globalization: Political and Economic Perspectives for the New Century, Lanham, Maryland, Rowman & Littlefield Publishers, 2001 Dryzek, John S., “Political Inclusion and the Dynamics of Democratization” The American Political Science Review, 1996, C. 90, S. 3, s. 475-487

279

Elster, Jon (Ed.), Deliberative Democracy, Cambridge, Cambridge University Press, 1998 Held, David, Democracy and the Global Order: From the Modern State to Cosmopolitan Governance, Cambridge, Polity Press, 1995 Hendriks, Carolyn M., “Integrated Deliberation: Reconciling Civil Society’s Dual Role in Deliberative Democracy” Political Studies, 2006, C. 54, s. 486-508 Junne, G. C. A., “International oganizations in a period of globalizations: New Problems of Legitimacy”, The Legitimacy of International Organizations, Ed: Jean-Marc Coicaud, Veijo Heiskanen, New York, United Nations University Press, 2001 Kaldor, Mary, “The Idea of Global Civil Society”, International Affairs, 2003, C. 79, S. 3, s. 583-593 Karakul, Selman, “Uluslararası Alanda Faaliyet Gösteren Sivil Toplum Örgütlerinin İnsan Haklarının Korunması Yönündeki İşlevleri”, yayımlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı, 2006 Lİndblom, Anna-Karin, Non-Governmental Organisations in International Law, New York, Cambridge University Press, 2005 Mercer, Claire, “NGOs, Civil Society and Democratization: A Critical Review of the Literature”, Progress in Development Studies, 2002, C. 2, S. 1, s. 5-22 Rice, Andrew E., Cyril Ritchie, “Relationship Between International Non-governmental Organizations and the United Nations”, Transnational Associations, 1995, C. 47, S. 5, s. 254-265 Rubagotti, Gianluca, “The Role of NGOs before the United Nations Human Rights Committee”, Civil Society, International Courts and Compliance Bodies, Ed: Tullio Treves vd., Cambridge, Cambridge University Press, 2005 Ryfman, “Non-governmental Organizations: an Indispensable Player of Humanitarian Aid”, International Review of the Red Cross, 2007, C. 89, S. 865, s. 21-45 Seary, Bill, “The Early History from the Congress of Vienna to the San Fransisco Conference”, The Conscience of The World: The Influence of Non-Governmental Organizations in the UN System, Ed: Willetts, Peter, London, Hurst & Company, 1996 Skjelsbaek, Skjelsbaek, Kjell, “International Nongovernmental Organizations and their Functions”, Functionalism; theory and practice in international relations. Ed: A.J.R. Groom and Paul Taylor, London. University of London Press, 1975, http://.laetusinpraesens.org/docs/ functun.php, 13.05.2005 Shelton, Dinah, “The Participation of Nongovernmental Organizations in International Judicial Proceedings”, American Journal of International Law, Ekim 1994, C. 88, S. 4, s. 611642 Slim, Hugo, “By What Authority? The Legitimacy and Accountability of Non-governmental Organisations”, The International Council on Human Rights Policy, International Meeting on Global Trends and Human Rights – Before and After September 11th, Cenevre, 10-12 Ocak 2002

280

Vajic, Nina, “Some Concluding Remarks on NGOs and the European Court of Human Rights”, Civil Society, International Courts and Compliance Bodies, Ed: Tullio Treves vd., Cambridge, Cambridge University Press, 2005 Wiseberg, Laurie S. and Harry M. Scoble, “Recent Trends in the Expanding Universe of NGOs Dedicated to the Protection of Human Rights”, Journal of International Law and Policy, 1979, C. 8, s. 627-658.

281

YEREL TEMSİL SORUNU; EMİNÖNÜ (FATİH) ÖRNEĞİ*

Bedrettin KESGİN** ÖZET Türkiye’nin birçok bölgesinde olduğu gibi temsilin sorun oluşturduğu merkezlerden olan Eminönü’nde de bölgenin MİA özelliği, nüfus devingenliği ve bölgede seçilenlerin iş yeri temsilcisi olma gibi diğer yerlerden farklılık gösteren özelliği gereği, bu alan ayrıca üzerinde durulması gereken farklı bir yapıyı ifade etmektedir. Bu yüzden bölgede temsil ilişkisi, demokrasi paradoksu olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna bir de temsilcilerin siyasal yabancılaşması eklenince demokratik temsilin içi boşalmaktadır. İletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi ve hızlanması ile birlikte doğrudan demokrasinin uygulanması ile ters orantılı bir durum arz eden temsil sorunu, üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Anahtar Kelimeler: Temsili Demokrasi, İş Yeri Temsilcisi, MİA, Enformel Sektör, Nüfus Akışları YEREL TEMSİL SORUNU; EMİNÖNÜ (FATİH) ÖRNEĞİ Demokrasi ve temsil ilişkisi, temsili demokrasinin zorunlu olarak demokrasinin tek alternatifi olarak uygulama örneklerinin ortaya konulması ve bu örnekliğin geçerliliğini günümüze kadar taşıması nedeniyle tartışmalara konu olmaktadır. Doğrudan demokrasinin bir kısım uygulamalarının gün yüzüne çıkması ve temsili demokrasinin entelektüel çerçevede tartışılmasına denk olarak ta demokrasi temsil ilişkisi gittikçe daha çok eleştiriye muhatap olmaktadır. Dolayısıyla demokratik yönetimlerin ortaya çıkması ve dünyada egemen olması ile birlikte demokrasi ve temsil ilişkisi, demokratik uygulama örneklerinin görülmeye başlanmasından günümüze kadar siyaset bilimi ve kamu yönetimi açısından tartışılan ana konuların başında gelmektedir. İster genel isterse yerel seçimler olsun her seçim döneminde seçmen kütükleri hazırlanırken, seçmenin oyunu nerede kullanacağı büyük tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Bu duruma biraz da hareketli ve değişken nüfusun varlığı neden olmaktadır. Bu hareketlilik aynı zamanda “temsili demokrasi sorunu”nu daha da derinleştirmektedir. Yerel seçimler öncesinde, Fatih, Beyoğlu gibi kendine özel şartları olan mekanlarda alan araştırması yapmak, temsili demokrasinin temsil kabiliyetini ortaya çıkarmada bize kolaylıklar sağlayacaktır. Temsili demokrasi, yöneten/ yönetilen ikileminin olduğu her yerde tartışılmakta ve tartışılmaya devam edeceği görülmektedir. Yine de temsili demokrasinin, dönemden döneme nitelik değiştirmesine ve bu ilişkinin fiziki alanın içinde bulunduğu durum ve yapıya göre şekillenmesine/farklılaşmasına rağmen varlığını uzun yıllar sürdüreceği açıktır. Kürselleşmenin de etkisi ile birçok unsurda olduğu gibi nüfusta da ciddi değişimler ve hareketlilikler görülmektedir. Nüfusun akışkan ve değişken özelliği Türkiye’nin birçok bölgesinde benzer temsil krizlerinin yaşanmasına neden olmaktadır. Küreselleşme ve göç ilişkisi ile nüfusun akışkanlık kazanması bu hareketliliği arttırmaktadır. * Bu makale, Marmara Üniversitesi’ne sunulan “Merkezi İş Alanı’nda Yerel Temsil Sorunu” adlı Yüksek Lisans Tezinden yararlanılarak kaleme alınmıştır. Ayrıca Eminönü ilçesi 2008 yılı içinde Fatih ilçesine katılmasına rağmen bölgede bu sorunun devam edeceği açıktır. Ayrıca, Beyoğlu, Fatih, Beşiktaş, Kadıköy ve benzer diğer ilçelerde de benzer sorunlar farklı yönleri ile karşımıza çıkacaktır. Ayrıca yerel seçim öncesi bu sorunu gündeme getirmek siyaset bilimi açısından önem daha bir önem arz etmektedir. ** Dr., İstanbul Büyükşehir Belediyesi Stratejik Planlama. 282

Ekonomik-sosyal ve siyasi göçler küreselleşme ile daha da hızlanmış, özellikle büyük şehirler nüfus akışlarının merkezi olmuştur. Türkiye’nin de kıyı bölgeleri turizm, iç bölgeleri ise tarıma bağlı nüfus hareketlerine maruz kalmakta, özellikle yaz mevsiminde Türkiye’de nüfus daha çok büyükşehirlerden ya turizm mekânlarına ya da tarımsal üretimin yapıldığı bölgelere akmaktadır. Eminönü/Fatih, Beyoğlu bölgeleri ise bu hareketliliğe gün içinde şahit olması ile diğer birçok mekân/ bölgeden ayrılmaktadır. Ayrıca bu bölgeler, gün içerisinde nüfus açısından büyük farklılıkları da kendi içinde barındırmaktadır. Temsil ve Demokrasi Çelişkisi; Siyasal Yabancılaşma Çağdaş demokratik anlayışta temsil sistemi iki açıdan sorun oluşturmaktadır. Bunlardan birincisi, temsil sisteminin kendisidir. Temsili demokraside, doğrudan demokrasinin aksine şekilci demokrasi uygulandığı için “halk” sadece seçim zamanında etkili olmakta ve bu durum toplumun bazı kesimlerinin temsil edilmesinde sorun oluşturmaktadır. İkincisi ise, temsil edenlerin bizatihi kendilerinin temsil ilişkisinde sorun oluşturmasıdır. Temsilcilerin “meşruiyetlerini” seçimlerden/ seçmenlerden almalarına rağmen, seçmen kesiminde kendilerinin temsil edilmediği yönünde düşünce oluşmaktadır. Bunun sonucunda temsil eden ve edilen farklılığı, temsilcilerin ekonomik ve sosyal statü olarak temsil ettikleri topluma göre toplumun üst sınıflarını oluşturması ve temsil edilenlerin taleplerine uygun davranılmaması neticesinde “temsil meşruiyeti” ortaya çıkmaktadır. Zaten sosyal statü olarak yine temsil edilen halka göre, daha üst sınıflar ya da statülü olanlar temsilci olurken, bir de buna temsilcilerin seçildikten sonra temsil ettikleri kesimin taleplerine duyarsızlaşmaları ve yabancılaşmalarını eklersek, temsil sisteminin özellikle gelişmemiş ülkelerde meşruiyetinin sorgulandığını söylemek abartı olmaz. Temsili demokrasi, sınırlı ve dolaylı bir yönetim şekli olup siyasal katılım daha çok oy verme ile sınırlıdır. Temsil, demokrasiden birçok yönden ayrılır. Demokrasi yöneten yönetilen ayrımını kaldırmayı hedeflerken, temsil ise kişilerin büyük gruplar ya da kişiler adına hareket etmesidir. Temsil, bir bireyin veya grubun daha geniş bir insan topluluğu adına hareket etmesini sağlayan bir ilişki biçimidir. Demokrasi yöneten yönetilen ayrımını ortadan kaldırmayı vaat ettiği için demokrasi temsilden farklı anlam içeriğine sahiptir. Bununla birlikte temsili demokrasi, sınırlı ve doğrudan olmayan demokrasi biçimidir (Heywood, 2006:100, 324). Temsil, yöneten ve yönetilenleri birbirine bağlar. Temsilde yönetenlerle yönetilenler arasında etkili ve güvenilir bir ilişki oluşturulduğu zaman demokratik temsilden bahsedilir. Halkın kendi kendini yönetmesi uygulamada mümkün görülmezken, demokrasinin uygulanabilir şekli temsil yolu ile sağlanmaktadır. Temsili demokrasi ile halkın yönettiği hükümet yerine halkın tasvip ettiği hükümet mümkün olmuş, böylece seçmenler sadece karar vericileri seçmiştir (Schumpeter, 1971:159).

283

Tarihi MİA’da Temsil İlişkisi Ya da Sorunu Türkiye’de temsili demokrasinin sorun oluşturan ve temsil açısından farklılık arz eden yerlerin başında Eminönü/Fatih gelmektedir. Eminönü tarihi MİA1 özelliğine sahip, çöküntü mekanlarını içinde barındıran bir mekanı ifade etmektedir. MİA özelliği nedeniyle nüfus yapısı olarak sürekli göç akışlarının merkezinde olan bölge yerli ve yabancı nüfusa ev sahipliği yapmaktadır. Gündüz nüfusu milyonlarla ifade edilen Eminönü, gece/yerleşik nüfusun 50 binin altına düşmesi nedeniyle temsilin ciddi anlamda sorun olduğu merkezlerin başında gelmektedir. Bölge ayrıca küreselleşme sürecinde ve özellikle Sovyet Bloğunun çökmesi ile Kafkasya ülkeleri, MoldovaUkrayna, Afrika (Somali, Etiyopya, Senegal), Asya (Irak- Afganistan) gibi savaştan ve yoksulluktan kaçan insanların da ilk duraklarının olması ile gerçek anlamda nüfus hareketlerinin merkezi konumundadır (Kesgin, 2007:3-5). Bu durum Eminönü’yü temsil ilişkisi açısından daha fazla sorunlu bir duruma getirmektedir. Devingen nüfus yanında yönetim açısından da parçalı bir yapıyı ifade eden bölgede, yerel yönetim de bu bölünmüş yapıdan etkilenmektedir. Tarihi MİA’da merkezi yönetim ve yerel yönetim birimleri birlikte bulunmaktadır. Büyükşehir Belediyesinin yanında, Vilayetin de ilçe sınırları içerisinde bulunması ilçe belediye yönetimini çok yönlü sorumluluk altına sokmaktadır. Gece ve gündüz nüfusu çok farklı olan bölgede, belediye yöneticilerinin gece nüfusu tarafından, yani bölge seçmenleri tarafından seçilmeleri, bu kesimi belediye kararları açısından merkeze alırken, öbür taraftan merkezi hükümet açısından da turizm fonksiyonu ile öne çıkarılan mekanda, yerel temsil sorunu da belirgin olarak gözlemlenmektedir. Temsilin zaten zayıf olduğu yapıya bir de bölge sınırlarında aktörlerin ve yetkilerin dağınıklığı eklenmektedir. Büyükşehir-metropol kentlerde temsil ile köy-kasaba-şehir gibi farklı ölçeklerde temsil ilişkisi de farklı olmaktadır. Küçük yerleşim alanlarında toplumsal ve ekonomik çeşitliliğin az olması neticesinde temsil çok fazla sorun teşkil etmemekte ama büyükşehir ve metropol kentlerde (nüfusunun artması ve çeşitlenmesine denk olarak) ekonomik faaliyetler ile toplumsal çeşitlilik arttığından temsil daha büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmıştır. Bu çeşitliliğin temsile yansıması olumlu bir gelişme iken, alt gelir gruplarının siyasette temsillerinin gerçekleşmesinin çok zor olması olumsuz bir durumu ifade etmektedir. Eminönü/Fatih bölgesi, tarihi/merkezi rolü gereği çok yönlü bir ilçe konumundadır. İlçe bir yandan tarihten gelen özelliği ile turizm fonksiyonuna sahipken, diğer taraftan da işyerlerinin konut aleyhine gelişmesini sürdürmesi ve neticede bazı mekânların çöküntüye dönüşmesine şahitlik etmektedir. Yerleşik nüfus çöküntü bölgelerini geçici olarak kullanmaktadır. İlçe MİA fonksiyonlarına sahip olduğu için gündüz nüfusu 2,5–3 milyona kadar çıkmaktadır. Oysa ilçenin sadece yüzde 15’i konut alanıdır. Merkezi iş alan (MİA) kentsel ulaşılabilirliğin, yapı ve altyapı yoğunluklarının, gayrimenkul değerlerinin, gündüz nüfusunun ve katma değerin en yüksek olduğu kentsel alanlardır. Bu tanıma göre MİA mevcut toplam kat alanı, kat sayısının en az 2/3’ü konut dışı amaçlarla kullanılan yapı odalarından oluşan bölgecik olarak tanımlanmaktadır. MİA ve parçası durağan bir olgu olmamakta ve konut, işyeri ve ticaret ilişkileri sürekli ve karşılıklı etkileşim içinde olmaktadır. MİA’ya olan talep bir yandan kentsel alanı merkezi iş alanına doğru genişletirken öbür tarafta ise, çöküntü bölgeleri oluşturmaktadır. Çöküntü alanları kent merkezinin gelişmeyen, gelişme potansiyelinin en az olduğu alanlarda oluşur. Kent merkezinin hâkim gelişme yönü ve ana gelişme cephesi üzerinde kazançlar, kiralar ve spekülasyonlar yükselir. Kent merkezi genişlerken, bu hareket dışında kalan kesimlerde tersine ilişki görülür. Kiraların sabitlendiği, düştüğü, mevcut yapının eskidiği, yıprandığı ve bozulduğu, kira ödeme kapasitesi düşük olan kullanıcılar tarafından kullanılan tiplerin arttığı bu merkezler çöküntü alanını oluşturur. Bunlar büyümeye değil, çürümeye başlar. Merkezi İş Alanı genişledikçe işyerleri de bu alana sığmaz olur ve buralardan taşar. İlk taşanlar da imalathaneler olmaktadır. Bunlar, civardaki konut alanlarına yayılır. Öyle bir an gelir ki eskiden sadece konut alanlarından oluşan mıntıkada sadece işyerlerinden oluşan iş mıntıkası oluşur. Buraların eski sakinleri de buradan taşınır. Bu alanlara yerleşenler de yoksul kiracılar olmaktadır. (Raci Bademli, İstanbul, S.35, Ekim 2000, s.102.) 1

284

Eminönü bölgesinde yaşayan büyük çoğunluğun, yerleşik/gece nüfusunu oluşturan kesim olarak alt gelir gruplarından oluşması da temsil için ayrıca sorun oluşturmaktadır. Çünkü daha sonra tekrar irdeleneceği gibi bölgede belediye üst yönetimin ve belediye meclis üyelerinin Eminönü’nde meskun olmayan, bölgede ticaret yoluyla bulunan ya da hemşehri derneği aracılığı ile ilişkisi olan kesimden oluşması ve gece nüfusunu temsil edecek yerleşik olan temsilcilerinin olmaması sonucunda buradaki alt gelir grupları için temsilin fazladan sorun oluşturması ile karşılaşılmaktadır. Bölge Yoksullarını ve Seçmenlerini İstihdam Eden Sektör; Enformel Sektör Enformel sektör, satın alma gücü son derece düşük kesimi oluşturmaktadır. Bu grup içerisinde ne ihtisaslaşma ne uzmanlaşma ne de örgütlenme mevcuttur. Enformel sektöre dâhil olanların sayıları tam olarak bilinmemektedir. Bunların arasında gezici olanlar, seyyar satıcılar vardır. Bu satıcılar kentin merkezinde ve alışverişin yoğun olduğu yerlerde çalışırlar. Enformel sektör kesimi, ticaret faaliyetlerinin serbest olduğu dini, milli günlerde ve hafta sonlarında faaliyetlerini yoğunlaştırırlar. Bunların sattıkları mallar ve faaliyetler sınıflandırılamaz (Kıray, 1998: 122–123). Enformel sektör, Eminönü’nün daha çok meydanlarında faaliyet göstermektedir. Beyazıt ve Yeni Cami alanları başta olmak üzere Eminönü’nün tüm bölgelerinde mevcuttur. Bu durumun Eminönü’nde yoğun yaşanması sebebiyle belediye bünyesinde diğer belediyelere oranla daha çok zabıta oluşturulması zorunluluk arz etmiştir. Dolayısıyla ilçede enformel sektörde istihdam edilen ciddi bir nüfus mevcuttur. Bu enformel sektör daha çok ilçeyi gündüz kullanan işyeri sahiplerinden ziyade, ilçede gece meskûn olan kesim tarafından kullanılmaktadır. Yerelüstü Aktör; Turizmciler ve İTO Eminönü ilçesinin tarihsel kökleri Roma’ya kadar uzanırken, Ceneviz, Venedik, Bizans, Osmanlı tarihlerinden gelen bazı yapılar günümüze kadar ulaşmıştır. Bu bölge kültürler mozaiğini içinde barındırmaktadır. Bunun için Eminönü’nün tarihi merkez olması, bölgenin tamamının SİT alanı olarak tespit edilmesine yol açmıştır. Ülkemizde yerli ve yabancı turistlerin yararlandığı ve turizm açısından önem taşıyan tarihi merkezler, anıtlar, tesisler Eminönü’ndedir. Türkiye’de turizm sektörünün en fazla geliştiği ve yılın her mevsiminin turizmini ağırlayan tarihi ve turistik tesisleriyle Eminönü’nde bazı yapıların ünü bölge sınırlarını aşmış ve dünyada tanınan, gezilen bölge olma konumuna yükselmiştir. Turizm fonksiyonu açısından ilçede, gezme-görme olarak nitelendirilen gezgin turistlerin bulunduğu mekânlarda otel işletmeciliği gündüz nüfusu olarak bölgeyi işyeri olarak kullananlar yoğunlukta iken, bavul ticaretinin bulunduğu Laleli piyasasında gündüz/işyeri ve gece/meskûn olanlar birlikte kullanmaktadırlar. Özellikle Eminönü’nde meskûn nüfus bavul ticaretinde işçi olarak çalışmaktadır. Özellikle Doğu Bloğ’u ülkeleri ile ticaretin gelişmesi neticesinde semt arttık bölgesel pazar konumuna yükselmiştir. Yaklaşık 25 bin işyerinin bulunduğu semtte esnaf LASİAD’ı (Laleli Esnaf ve Sanatkârlar Derneğini) kurarak örgütlenmiştir. Yerel ve Yerinde Aktör; Muhtarlar ve hemşehri dernekleri Eminönü’nde yerel siyaset açısından önem arz eden ve formel olarak nitelendirebileceğimiz iki aracı kurum öne çıkmaktadır. Bunlardan birisi mahalle muhtarlığı iken diğeri de hemşehri dernekleridir. Mahalle muhtarları vatandaş ile formel kurum arasındaki bağı kurmada yardımcı olmaktadır. Mahalle muhtarlıkları, yerleşik halkın belediyeden önce sorunlarını anlatmak için geldikleri birim olarak bu kurum, yerel halkın belediyeye sorunlarını ilettikleri birim olması açısından önem 285

arz etmektedir. Muhtarlıklar küçük mahallelerde kurulduğundan muhtar ve halk birbirini tanımakta ve halkın birincil ilişkilerinin yoğun olması nedeniyle de sorunlar önce muhtara aktarılmakta ve bu yakınlık muhtara ulaşmada kolaylık sağlamaktadır. Diğer yerleşmelerde olduğu gibi, Eminönü’ndeki yerleşik nüfus açısından da muhtarlık çok önemlidir. Sema Erder, göç eden grupların kente gelirken taşıdıkları en önemli kurumun aile ve akrabalık ilişkileri olduğunu belirttikten sonra hemşehricilik ilişkilerinin kente göç eden grupların kurdukları yeni ilişki olduğunu belirtmiştir (Erder, 2000:198). Eminönü’nde yerleşik nüfus için dernekler, ihtiyacı olan insanların yardım ve iş talebinde bulunduğu ve bu talepleri belediyeye ulaştırdığı birimlerdir. Dernekler de formel ilişkiler için aracı konumundadır. Eminönü’nde hemşehri dernekleri ilçenin nüfusunun az olmasına rağmen bölgede yoğun olarak bulunmaktadır. Bu arada Batman, Mardin, Sivas gibi kentlerin belde dernekleri hatta köy dernekleri dahi bulunmaktadır. Bu dernekler hemşehriler arası dayanışmayı güçlendirmekte ve formel alan ile ilgili taleplerini belediyeye ulaştırma işlevi görmektedir. Eminönü bölgesinde nüfus devingenliğinden dolayı faal olan bazı hemşehri dernekleri zamanla Eminönü’nde kendi memleketinden olan nüfusun kalmamasına rağmen varlıklarını sürdürmektedir. Bu tür dernekler, şehrin başka yerlerinde yaşayan hemşehrilere daha çok gündüz vakti hizmet etmekte ve lokalleri bu saatlerde açık olmaktadır. Araştırmanın Sonuçları Temsil ilişkisi, ya temsilci/temsil edilenlerin kimlikleri ile karşılaştırılmakta ya da temsilcinin davranışı ile tespit edilmektedir. Temsil edilen ve temsil eden araştırması, birincisinde temsilcinin ve temsil edilenlerin kim oldukları tespit edilerek, ikincisinde ise temsilcinin ne yaptığı, nasıl yaptığı, kimle yaptığı gibi sorulara cevap aranarak bulunur. Yine temsilcinin ve temsil ettiği kesimin kim/ler olduğu ile ilgili araştırma sosyolojik olarak ortaya çıkarılırken, temsilcinin nasıl davrandığı, siyasal tutum ve kararları ile tespit edilecektir. Temsilin, Meslek Faaliyeti ve Eğitim Olarak Farklılaşması Belediye meclis üyeleri ile seçmen arasında temsil ilişkisini incelediğimiz zaman, karşımıza ilginç sonuçlar çıkmaktadır. İlk olarak meclis üyelerinin mesleklerine baktığımız da meclis üyelerinin büyük bölümünün serbest meslekle iştigal ettiklerini görmekteyiz. Eminönü’nün ilçe belediyesi olmasına rağmen üst düzey temsilcilerden serbest meslekle uğraşanların oranı bir hayli yüksektir (Mühendis, mimar ve müteahhitler gibi). II. derece serbest meslek sahipleri de aynı orandadır. I. ve II. derece serbest meslek sahipleri oranı mecliste yüzde 80 oranındadır. Serbest meslek sahiplerinden sonra turizmciler ve tüccar–esnaf kesimi yer almaktadır. Bu grup üyelerinin her birinin oranı yüzde 9’dur. Bu sonuçlar, meclisin daha çok serbest meslek sahibi üyelerden oluştuğunu göstermektedir. Eminönü’nde oturan vatandaşlara baktığımız zaman, burada yaşayanların daha çok küçük atölyelerde, imalat ve turizm sektöründe çalıştığını, bir kısmının seyyar satıcılık ve işportacılık yapmakta olduğunu bir kısmının da işsiz olduklarını görmekteyiz. Dolayısıyla temsil eden meclis üyeleri ile temsil edilen nüfus arasında meslek yapısı açısından büyük farklar bulunmaktadır. Meclis üyelerinin meslek yapıları itibari ile Eminönü’nde oturan vatandaşlar arasında bir benzerlik ya da yakınlık bulunmamaktadır. Meslek farklılaşmasının bir benzeri de meclis üyelerinin eğitim durumlarında ortaya çıkmaktadır. Meclis üyelerinin yüzde 54’ü üniversite mezunu, yüzde 17’si ise lise mezunudur. 286

Görüldüğü üzere, mecliste en büyük oranı üniversite mezunları oluşturmaktadır. İlçe sakinlerine baktığımız zaman ise en fazla ilkokul mezunları, daha sonra okula gitmeyenlerden başlayarak, ilkokul ve ortaokul mezunlarının yoğun olarak bulunduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla meclis üyeleri ile meskûn vatandaşlar arasında eğitim durumları açısından da büyük farklar bulunmaktadır. Temsilin Meskun Yerine Göre Farklılaşması İlçede MİA fonksiyonu yoğunlaştıkça konut alanları daralmakta, konut mekânları hızla işyerlerine, otellere veya çöküntü bölgesine dönüşmektedir. Nitekim meclis üyelerinin büyük bir çoğunluğunun, Eminönü’nde oturuyorken zamanla farklı ilçelere taşındıkları anlaşılmaktadır. Taşındıkları yerlere baktığımızda Eminönü’nün uzak mesafesinde olan yerlere veya yerleşim yeri olarak farklı bölgelere doğru değil, bu yönelim MİA’nın yakın çevresine doğru olmuştur. Bu yer değiştirmenin Eminönü çeperinde ve daha çok orta sınıf ile gecekondu aksına doğru olduğunu görmekteyiz. Bu bölgelere göç edenlerin oranı yüzde 77 oranındadır. Kentin varsıl bölgelerine doğru göç edenlerin oranı ise sadece yüzde 22’dir. Bölgenin temsilcileri olan meclis üyelerinin sadece yüzde 18’inin temsil ettikleri ilçede oturdukları anlaşılmaktadır. Bölgeyi terk Eminönü’nde sadece meclis üyelerinin değil, yerleşik nüfusun tüm kesimlerini kapsamaktadır. Belli bir birikime ulaşan tüm kesimler bölgeyi terk etmekte, terk edilen bu çöküntü bölgelerine yeni yoksul nüfus yerleşmektedir. İş Yeri Temsilcileri Olarak Meclis Üyeleri Meclis üyelerinden, ilçede oturmayanların oranı yüzde 77 iken, işyerleri Eminönü’nde olanların oranı yüzde 77’dir. Fatih ilçesinin de bir kısmının tarihi merkez içerisinde değerlendirildiğini göz önüne alırsak Suriçi bölgesinde işyeri olan meclis üyelerinin oranının yüzde 90’a ulaştığını görmekteyiz. Bu oranlardan meclis üyelerinin konut alanından çok işyeri temsilcileri olduklarını söylemek mümkündür. Eminönü dışında oturan meclis üyelerinin ilçe siyaseti ile bağlantıları, hemşehri dernekleri ve iş yerleri aracılığı ile olmaktadır. Bu iki önemli kanal Eminönü seçmenine ulaşmada aracı rolü üstlenmekte ve yerel siyaset bağlantıları da bu kanallarla mümkün olmaktadır. Seçmenlere ulaşmada araç olan bu kanallara bir çok meclis üyesinin sahip olduğu ve bu derneklerde meclis üyelerinin üst düzeyde üyeliklerinin bulunduğu görülmektedir. Günlük olarak 2,5–3 milyon insanın günübirlik gidip geldiği ilçede ve 65 bini aşan işyerleri ile 100 binlerce çalışanın bulunduğu aynı zamanda kamu örgütlerinin yoğun olduğu Eminönü ilçe belediye meclis üyeleri işyerlerinin temsilcisi gibi durmaktadır. Temsil sorununun bu şekildeki varlığı seçilen temsilciler tarafından da kabul görmektedir. Yerel Temsil ve Temsilde Aracı Kurumlar; Partiler Yerel siyasette önemli araç işlevini gören derneklere üyelik meclis üyeleri arasında yüzde 96 oranındadır. Meclis üyelerinin en fazla hemşehri derneklerine üye olduklarını görmekteyiz. Hemşehri derneklerine üye olanların oranı yüzde 27’dır. Meslek derneklerinin bir kısmına üyelik zorunlu olmasına rağmen hemşehri dernekleri için böyle zorunluluk yoktur. Buna rağmen meclis üyelerinden 14 adedi hemşehri derneklerine üyedir. Bu rakamdan da anlaşılacağı gibi yerel siyaset yapanlar hemşehri derneklerine üyedirler. Yine meclis üyelerinden yüzde 36’sı birden fazla derneğe üyedirler. İlçede köken olarak en fazla hemşehri nüfusuna sahip derneklerin üye ve yöneticilerinin varlığı göze çarpmakta bu da temsile yansımaktadır. Nüfus çoğunluğuna sahip bu geniş nüfusa sahip hemşehrilerin mecliste temsilcileri mevcuttur. Hemşehri derneklerinden özellikle sayısal olarak büyük çoğunluğu bulunduran Malatyalı, Kastamonulu, Mardinli ve Bitlislilerin mecliste temsilcileri bulunmaktadır. 287

Konut alanında oturanlar meclis kararları alınırken en fazla hassas davranılan kesimi oluşturmalarına rağmen yerel siyasette etkili görülmeleri çok fazla mümkün olamamaktadır. Araştırmada ortaya çıkan çarpıcı sonuçlardan biri de ilçe yerel siyasetinde siyasal partilerin etkili görülmesidir. Aracı ilişkilerini iyi kuran, seçmen kitlesine ulaşabilen ve özellikle sosyal yardım olanaklarını da iyi kullanan partiler vatandaşların hem yeni göç etmesi hem de maddi sıkıntı içinde olması sebebi ile bu insanlara yardımcı olmaktadır. Bu durum partilerin yerel siyasette önemli bir güç kaynağı olmasına neden olmaktadır. Meclis üyeleri de bu durumla paralel olarak yerel siyasette en etkili merci olarak belediye başkanının kendilerini ve siyasal partileri görmektedir. Sonuç Temsili demokrasi artık yeni yüzyılda, yeni kentleşme ile birlikte aynı zamanda ulaşım ve iletişim teknolojilerinin ilerlemesi gibi gelişmelerle kapsamlı eleştirilere muhatap olmuş ve neticede temsili demokrasi bunalımından bahsedilmiştir. Bireylerin özgürlükleri üzerinde ipotek koyma anlamında değerlendirilmeye başlanılan temsili demokrasi, karar alma süreçlerinde, bireylerin siyasal sisteme katılım boyutu ve katılım şekli açılarından bireysel özgürlüğü engellemesinden bahsedilmektedir. Bunu aşmanın yolu da modern ve aracısız katılımı ifade eden, doğrudan katılım ve doğrudan demokrasi anlayışını geliştirme ile mümkün olur. Seçmen kesiminin, temsilcilerine ve siyasete yabancılaşmalarını engellemenin yolu, doğrudan demokrasi araçlarını egemen kılmakla mümkündür. Bu durum adayların belirlenemesinden, temsilcilerin seçilmesine, denetlenmesi ve gerekirse geri çağrılmasına kadar seçmenlerin aktif olmaları, doğrudan demokrasinin araçlarının etkin olması anlamına geleceği açıktır. Eminönü/Fatih ilçesinde çöküntü bölgesi özelliği, devingen nüfus ve MİA özellikleri birlikte düşünüldüğünde birçok bölgeden farklı olarak demokratik temsil ilişkisinin bu bölgede daha sorunlu olduğu görülür. İlçede önemli bir kesim temsil ilişkisine girememekte ve bunun sonucunda temsil ilişkisi yerel siyasette temel sorun alanı olarak karşımızda durmaktadır. Bölgenin seçmenini ifade eden meskun nüfus, hemşehri ilişki ağları ile belediye yönetiminde temsil edilmeleri mümkün olabirlirken bu ilişki ağlarını kullanamayan önemli bir kesim de mevcuttur. Bölgenin belli mekanlarında belli hemşehriler yoğun olarak otururken bu kesimin mecliste de temsilcileri bulunmaktadır. Çöküntü bölgelerinde yaşayanların ve hemşehri ilişkilerini geliştiremeyenlerin temsil edilmeme sorunu bu mekanların yaygınlaşması ile daha da keskinleşmekte ve artmaktadır. Bununla birlikte, fonksiyonel olarak zaten zayıf olan ilçe belediyesine bir de Vilayet ve Büyükşehir belediyesinin yetkili ve müdahil olması neticesinde belediye daha da işlevsiz kalmaktadır. Temsilcilerin temsil gücünü, etkisini ve oranını düşürecek nüfus azalışı meclis üyeleri tarafından önemli sorun olarak kabul edilmektedir. İlçe belediye temsilcileri cinsiyet, ekonomik/ sosyal yapı, yerleşim yeri gibi göstergeler açılarından seçmen kesiminden farklılaşmaktadır. Bu durum temsilcinin seçmene yabancılaşması ile sonuçlanmaktadır. Her ne kadar belediye temsilcileri seçmenlere karşı aldıkları kararları önemsediklerini ifade etseler de sonuç değişmemektedir. Temsilcilerin bölgede meskûn olan yani seçmen kitlesinden ekonomik ve sosyal açılardan belirgin olarak farklı nitelikleri olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Meclis üyelerinin büyük bir kesiminin daha çok işyerleri Eminönü’nde bulunurken oturma mekânı olarak başka bölgeleri tercih ettikleri görülmektedir. Halen bölgede oturmayan temsilciler, seçmenle irtibatı siyasi partiler ve hemşehri dernekleri ile sürdürmektedirler. Çöküntü bölgesi özelliği gösteren Eminönü’nde, temsilcilerin seçmenlerin küçük örneğini yansıtmaktan uzak olduklarını görmekteyiz. Meclis

288

üyelerinin iş yeri temsilcileri oldukları, ama yine de yerel halkın seçmen niteliği nedeniyle bu kesim için aldıkları kararları önemsemektedirler. Temsil sorununun en keskin ve belirgin görüldüğü bu bölgede meclis üyelerinin tamamı mevcut seçim sisteminin yetersizliğini vurgulamakta aynı zamanda Eminönü ve benzeri yerler için acil olarak yeni seçim ve temsil sisteminin gerektiğini kabul etmektedirler. Katılım kanallarının yetersizliği ile daha keskin yaşanan temsil edilememe sorunu, demokrasinin temel çelişkilerinden olmaya devam edecek gibi görülmektedir. Bu çelişkileri ortadan kaldırmak ya da en azından azaltmak için sorun alanlarını ve sorunun yönünü iyi tespit etmek gerekir. Sorunun iyi tespit edilmesi çözümü de kolaylaştıracaktır. KAYNAKÇA BADEMLİ, Raci (2000), İstanbul, S.35, Ekim. BARBER, Benjamin (1995) Güçlü Demokrasi, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. ÇİTÇİ, Oya (1999)“Temsil Katılma ve Yerel Yönetimler”, ÇYY, Cilt 5, S.6. ERDER, Sema (2000) “Nerelisin Hemşehrim?”, İstanbul Küresel İle Yerel Arasında, Metis Yayınları, İstanbul. HEYWOOD, Andrew (2006), Siyaset (ed: Buğra Kalkan), Liberte Yayınları, Ankara. KESGİN, Bedrettin (2007), “Küreselleşme Sürecinde Göç Akışlarının Kavşak Yeri; Eminönü”, İstanbul Kent Sempozyumu, TMMOB, İstanbul. KIRAY, Mübeccel (1998), Kentleşme Yazıları, Bağlam Yayınları, İstanbul. LİJPHART, Arend (1984) Çağdaş Demokrasiler, (Çev. Ergün Özbudun, & Ersin Onulduran). ÖRS, Birsen (1997) “Siyasal Temsil ve Demokrasi”, İktisat Dergisi. SARTORİ, Giovanni (1995) Demokrasi Teorisine Geri Dönüş”, (Çev: Tuncer Karamustafaoğlu & Mehmet Turan), Ankara, Yetkin Yayınları. SCHUMPETER, j. (1971), Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi, Cilt II, Varlık Yayınları, İstanbul. SÜHER, Hande (1978) “İstanbul MİA içinde Eminönü-Beyazıt Hanlar Yöresi İstanbul MİA, MİA-CBD (Centre Business District) Sınırlarının ve Büyüme Eğilimlerinin Tespiti Konusunda Araştırma”, İTÜ Mimarlık Fakültesi Şehircilik Enstitüsü 7. Danışma Kurulu Bildirisi, İstanbul.

289

VII. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİ GÜÇLÜ BİR SİVİL TOPLUM YARATMA PROJESİ Mİ? TOPLULUK, İKTİDAR İLİŞKİLERİ, BİREY ve MÜZAKERECİ DEMOKRASİ Ahmet Kemal BAYRAM* ÖZET 1970’lerde popüler olmaya başlayan ve eleştirel niteliği ağır basan post-modern ve post-yapısalcı yaklaşımlar, liberal demokratik söylemin hakimiyetini de sorgulamıştır. Hakim liberal söyleme alternatif niteliğinde yeni demokratik modeller geliştirilmiştir. Müzakereci demokrasi de diğer iki ana alternatifle (toplulukçu –komüniteryan- ve radikal demokrasi) birlikte, siyasal sürecin ve kurumların nasıl daha demokratik kılınabileceği üzerine odaklanmıştır. Her bir model temel tezini, liberalizmin zayıf noktaları üzerine inşa etmiştir. Örneğin, toplulukçu anlayışı benimseyenler değerlerin anlamı açısından topluluğun önemini vurgularken, radikal model farklılık ve çatışmayı, müzakereci model de uzlaşı ve katılımı ön plana çıkarır. Müzakere aracılığıyla doğrudan katılımın, sadece müzakerenin ürünü olan kararların meşruluğunu temin etmekle kalmayacağı; daha da önemlisi, bağlayıcı kararların müştereken rasyonel olacağı ve böylece bir ‘ortak iyinin’ tanımlanabileceği iddiaları müzakereci demokrasi modelinin ana bileşenleridir. Böylece hem çoğulculuk teminat altına alınabilir hem de çoğulculuğun yol açabileceği nihilist görelilik riski ortadan kaldırılabilirdi. Çünkü birbirinden farklı ve genellikle de çatışma halinde olan öznel ‘iyi’ kavramlaştırmaları yerine, rasyonel uzlaşı çerçevesinde normatif geçerliliği olan bir değer sisteminin ürettiği iyi tanımlarının mümkün olduğu, müzakereci modeldeki temel varsayımdır. Ancak bireyi, böylesi bir değer sistemini üretebilecek derecede rasyonel varlık olarak görmek ve müzakere bağlamının birçok varsayımı gerektirmesi diğer modellerden çeşitli eleştiriler almıştır. Demokratik sistemin aktörü olarak bireyi, ait olduğu topluluk ve yer aldığı iktidar ilişkileri açısından ele alan bu çalışma, bu çerçevede müzakereci demokrasi modeline eleştirel bir yaklaşımı benimseyecektir. TOPLULUK, İKTİDAR İLİŞKİLERİ, BİREY ve MÜZAKERECİ DEMOKRASİ Giriş 1970’lerde popüler olmaya başlayan ve eleştirel niteliği ağır basan post-modern ve postyapısalcı yaklaşımlar, büyük anlatılardan biri olarak görülen liberal demokratik söylemin hâkimiyetini de sorgulamıştır. Büyük anlatılarla ilgili genel bir sorgulamanın damgasını vurduğu bu çağdaş tartışmalar, kısmen de modernliğe içkin gerilimleri miras olarak devralmıştır. Örneğin uzlaşı ile çatışma arasındaki gerilim bu tartışmalara yansımıştır (Flyvberg, 1998; 211). Hâkim liberal söyleme alternatif niteliğinde yeni demokratik modeller geliştirilmiştir. Günümüz akademik çevrelerinde birçok teorisyen, demokrasinin çok sayıda sorunu olduğu konusunda neredeyse hemfikirdirler ve bu sorunları giderecek çare arayışındadırlar. İşte böyle bir ortamda müzakereci demokrasi de diğer iki ana alternatifle (toplulukçu –komüniteryan- ve agonistik (radikal) demokrasi) birlikte, siyasal sürecin ve kurumların nasıl daha demokratik kılınabileceği üzerine odaklanmıştır. * Yrd. Doç.Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 290

Her bir model, temel tezini, liberalizmin zayıf noktaları üzerine inşa etmiştir. Örneğin, toplulukçu anlayışı benimseyenler değerlerin anlamı açısından topluluğun önemini vurgularken, agonistik model farklılık ve çatışmayı, müzakereci model de uzlaşı ve katılımı ön plana çıkarır. Çağdaş siyasal teori tartışmalarında önemli bir yer tutan müzakereci demokrasi, diğer modellerle birlikte, topluluk, yurttaşlık, temsil, kimlik, farklılık, kamusal alan, demokratik meşruluk vs. gibi kavramları yeniden ele alarak, liberalizmin baskın konumuna karşı yeni kavramlaştırmalar ortaya koymuştur (Gabardi, 2001; 548). Müzakereci demokrasi modeli aslında, klasik demokratik yaklaşımların toptan ve eleştirel bir tarzda yeniden ele alınması teşebbüsüdür. Habermas’ın öncülüğünü yaptığı müzakereci model, aynı zamanda postmodernistlerin yıkıcı eleştirileri karşısında modern söylemin yeniden tesis edilmesinin aracı olarak da tartışılmıştır. Müzakere aracılığıyla doğrudan katılımın, sadece müzakerenin ürünü olan kararların meşruluğunu temin etmekle kalmayacağı; daha da önemlisi, bağlayıcı kararların müştereken rasyonel olacağı ve böylece bir ‘ortak iyinin’ tanımlanabileceği iddiaları, müzakereci demokrasi modelinin ana bileşenleridir. Böylece hem çoğulculuk teminat altına alınabilir hem de çoğulculuğun yol açabileceği nihilist görelilik riski ortadan kaldırılabilirdi. Çünkü birbirinden farklı ve genellikle de çatışma halinde olan öznel ‘iyi’ kavramlaştırmaları yerine, rasyonel uzlaşı çerçevesinde, normatif geçerliliği olan bir değer sisteminin ürettiği iyi tanımlarının mümkün olduğu, müzakereci modeldeki temel varsayımdır. Ancak bireyi, böylesi bir değer sistemini üretebilecek derecede rasyonel varlık olarak görmek ve müzakere bağlamının birçok varsayımı gerektirmesi, diğer modellerden çeşitli eleştiriler almıştır. Demokratik sistemin aktörü olarak bireyi, ait olduğu topluluk ve yer aldığı iktidar ilişkileri açısından ele alan bu çalışma, özellikle Habermas’ın savunduğu müzakereci demokrasi modeline eleştirel, müzakereci bir yaklaşımı benimseyecektir. Müzakereci Demokrasi Modelinin Ana Hatları Demokrasinin sıkıntılarının/sorunlarının giderilmesiyle ilgili olarak müzakereci demokrasinin ön plana çıkardığı çözüm, kamusal kararların alınmasında yurttaşların etkin olarak müzakere süreçlerine katılımına odaklanmıştır. Bu modele göre, önceden tanımlanmış kamusal meseleler, sıradan yurttaşların değerlendirmesine sunulur ve müzakerelere etkin olarak katılan bu yurttaşların iradeleri doğrultusunda siyasalar belirlenir. Bu açıdan müzakereci demokrasi modelinin temel hedefleri, yurttaşlık kültürüne yeniden hayatiyet kazandırmak, kamusal söylemin doğasının iyileştirilmesi ve siyasal iradenin ortaya çıkarılması olarak sayılabilir (Weeks, 2000; 361). Böylece, özellikle siyasal karar alma süreçlerinde karşılaşılan esas ve usul sorunlarının aşılabileceği öngörülmüştür. Müzakereci demokrasi modelinin temel öncüllerinden biri, gerçek bir demokratik tecrübenin ancak özgür ve eşit bireyler arasındaki kamusal müzakere ile ulaşılmış kararlarla mümkün olacağıdır. Müzakere, meşru ve ussal karar alma sürecinin zorunlu koşuludur; kurumların ussallık ve hakkaniyetleri ancak bu yolla teminat altına alınabilir (Benhabib, 1999; 69). Kamusal kararlarla ilgili meşruluk ve ussallık kaygısı, demokrasi teorisine hiç de yabancı olmayan eşitlik, özgürlük, müzakere, katılım, kamusal alan, ortak iyi, akıl gibi kavramlar üzerinde odaklanmıştır. Aslında müzakere ve tartışma, Antik Yunan’dan beri siyasette merkezi bir konum işgal etmektedir (Bernstein, 1983: 207). Örneğin Aristoteles’e göre, ‘…insan mantıklı (ussal) konuşma yeteneğine

291

sahip tek hayvandır’ ve bu yüzden daha siyasaldır (Arnhart; 2004; 56). Günümüzde cumhuriyetçi geleneğin ön plana çıkardığı müzakere, tüm siyasal süreç ile özdeşleştirilir ve tartışma, siyasetin özü olarak tanımlanır. İnsanlar ancak, kamusal kararları belirleme sürecine katılır ve tartışırlarsa özgür olabilirler. Habermas’ın başını çektiği müzakereci demokrasinin çıkış noktası da bu anlayışa dayanır. Demokrasinin üç normatif modelinden bahseden Habermas’a (1999; 40) göre bu modeller, liberal, cumhuriyetçi ve kendi sunduğu söylemsel, usulcü-müzakereci modelleridir. Habermas, kendi müzakereci demokrasi modelini liberal ve cumhuriyetçi demokrasi modelleri arasında bir model olarak görür. Yani Habermas, uzun bir geçmişe sahip demokratik gelenekleri hiçbir zaman küçümsemez. Habermas, temel hak ve özgürlüklerle ilgili anayasal bir çerçeve oluşturması, çoğunluğun yönetimi, temsil ve usule dayalı hakkaniyet gibi kazanımlardan dolayı liberalizmi; müzakereci boyutu ve kamusal alan vurgusu dolayısıyla da cumhuriyetçi geleneği önemser. Ancak liberal piyasa modeli vurgusu ve cumhuriyetçi etik topluluk anlayışını dışlama açısından her zaman ihtiyatlıdır. Çünkü Habermas’a göre, hem pratik akıl hem de ortak iyiye ulaşmak mümkündür ama her ikisi de, belli bir topluluğun ethosunu değil, iletişimsel eylemleri ve evrensel bir ahlaki bilinci temin eden, özneler arası iletişimsel eylemi temel alır. Bu temelde Habermas, savunduğu demokrasi modelinin meşruluk dayanağı olarak, daha iyi iddiaların çeşitli müzakere biçimi olarak ortaya çıkmasını mümkün kılan; iletişimsel kabulleri ve adil pazarlık süreçlerini sağlayan usulleri işaret eder. Ancak bu usuller aracılığıyla bireysel tercihler ile müşterek eylemler arasındaki uyum sağlanır. Bir anlamda Habermas, modernlik içinde kalarak, eleştirel kuram aracılığıyla çözümlediği meşrulaştırma bunalımının, iletişimsel eylem düzleminde özgürlükçü ve demokratik yeniden yapılanma ile çözümlenebileceğini ifade eder (Keyman, 1999: 70). Demokrasi adına, evrensel, ussal bir temel ilke geliştirme arayışı, aslında Kant’tan beri canlılığını koruyan bir arayıştır. Habermas, ussal bir toplum kurma amacı çerçevesinde Kant ile hemfikir olmakla beraber, yöntem ve özne anlayışı açısından Kant’tan ayrılır. Modern dönem filozofları, kendi başına evrenselliği temin eden ussal özne anlayışına dayanırken, Habermas, yöntem olarak özneler arası yaklaşımı benimsemekte ve iletişimsel eylemle beraber söylem etiğine odaklanmaktadır. Habermas’a göre iletişimsel ussallık, insan yaşamındaki en merkezi tecrübedir çünkü sosyal yaşam kaçınılmaz olarak karşılıklı anlaşma süreçlerine dayanır (Flyvberg, 1998; 212). Katılımla oluşturulacak söylem etiğinin önkoşulları (ilgili tüm tarafların dâhil edilmesi, katılımcıların özerkliği, ideal rol alma, niyetlerin saydamlığı) karşılandığında, evrensel geçerlilik ve hakikat ortaya çıkacaktır. Yani evrenselliği kendiliğinden garanti edecek öğe, iletişimsel eylemdir. Müzakereci demokrasi modelini çözüm önerisi olarak savunan Habermas’a (1996; 141) göre, halk egemenliği ilkesinde ifadesini bulan siyasal özerklik veya kendi kaderini tayin etme, demokrasinin gereklerindendir. Buna göre ahlaki bağlayıcılığı garanti edecek eylemsel bir norm, ancak ve ancak, ilgili tüm tarafların, kişilerin ideal konuşma ortamında ussal bir tartışmaya katılıp, sonuçta bu normu kabul etmesiyle geçerli olabilir (Habermas, 1996;107). Kısaca yasalar, ancak yasal topluluğun tüm üyelerinin ussal ve kurumsal yasama sürecine katılıp kabul etmesiyle meşru olabilirler. Ussal bir siyasal iradeyi oluşturacak söylem ve müzakerelerde, meşru bir sonucun ortaya çıkması için, yaşam dünyasını ussallaştıran iletişimsel bir düzlemin zorunluluğundan bahseden Habermas (2002: 152), bu düzlemin (ideal konuşma ortamı) tesisini siyasal otoritenin yüklenmesi gerektiğini belirtir. “...Ussal bir irade oluşumunu temin etmek için oyundaki özgür ve eşit katılımcılar 292

arasına örgüt tarafından iletişim biçimleri konmalıdır. Bu iletişim biçimlerinin en temel özelliği, ideal konuşma ortamını sağlayan özgürlük ve eşitlik koşullarıdır. Bu koşullara göre, akıl yürütme niteliğine bağlı olarak tüm ilgili taraflara tartışmaya katılım yönünde eşit fırsat sağlanması, ussal bir tartışmanın gereğidir...” (Habermas, 1975, 151). Ona göre, ancak bu yolla milli egemenlik (cumhuriyetçi gelenek) ve insan hakları (liberal gelenek) arasında iç bütünlük mümkün olur. Habermas böylece Rousseau’nun işaret ettiği bireysel irade ile müştereklik (iktidar ile hak) arasındaki gerilimi, demokrasinin normatif modelleri olarak adlandırdığı cumhuriyetçi ve liberal geleneğin sentezi niteliğindeki müzakereci yaklaşımla, siyaseti ahlaki bir pratik olarak gören, praxis geleneği çerçevesinde aşmaya çalışır. Kısaca, normlar, ideal konuşma ortamında iletişimsel etik aracılığıyla üretildiğinde, Habermas’a göre adalet, iyi, ussallık gibi ilkelerin gelenekten bağımsız olarak geçerlilikleri sağlanabilir. Habermas, ideal konuşma ortamı aracılığıyla usule ilişkin evrenselciliğin olanaklılığını savunur (Kelly, 1990: 75). O zaman usulcü meşruluk da normların çoğullaştığı böylesi bir dünyada mümkün olacaktır. Hem ilke olacak esas hem de usulü tesis etme sorununu aşmak üzere Habermas, ideal konuşma durumunun ürünü olarak varılacak ilkeleri ön plana almıştır. Bir anlamda Habermas (1999: 45), demokratik söylem kuramının hem liberal hem cumhuriyetçi yaklaşımlardan öğeler alarak, bunları müzakere ve karar verme süreçleri için gerekli ideal bir usul kavramında bütünleştirdiğini belirtir. Bu söylemin kuralları, evrensel insan hakları veya etik özden (esastan) değil, bizzat iletişimsel eylemin yapısından, o duruma özel olarak (pragmatik) ortaya çıkar. Müzakerenin usulcü boyutu, hem değer çoğulluğunu hem de makul nedenler beyan etme açısından da pratik rasyonelliği garanti edecektir. Topluluk, Birey ve İktidar İlişkileri Açısından Müzakereci Demokrasi Müzakereci demokrasinin en önemli iddiası, farklılık arz eden çoğunlukla da çatışma halindeki öznel kavramlaştırmalar arasında, nihai bir ‘ortak iyi’ kavramına ulaşılabileceğidir. Bu iddia kendi başına bir takım sorunları da gündeme getirmektedir. Uzlaşıya dayalı ahlakiliği ön plana çıkaran bu iddia kendi başına bir problemdir çünkü evrensellik barındıran her etik yönelim gibi bu iddia da evrensellik iddiasındaki etik bir insan kavramlaştırmasına dayanır. Oysa her evrensellik iddiası da yerel bir zihin içinden üretilmektedir. Böylesi bir yönelim her şeyden önce yaş, cinsiyet, sınıf gibi verili farklılıkları görmezden gelen türdeş bir içerik varsayar. Oysa sosyal açıdan karmaşık, kültürel açıdan çoğulcu ve iktisadi açıdan eşitsizliğin söz konusu olduğu günümüz toplumunda, Kantçı anlamda ussal uzlaşının yönlendirdiği evrensel ilkeler arayışı aşırı derecede iyimser bir tutumdur. Ayrıca böyle bir arayışın çoğulcu sivil toplumu, Aydınlanmış aklın tekelci söylemine kurban etme riski her zaman söz konusudur. ‘Özgür ve eşit yurttaş’ nitelemesinin de gerçeklikten uzak olduğu görülür; eşitliğin hangi açıdan olduğu (Peter, 2007; 373) belirsizliğinin yanında günümüz toplumlarında yurttaşların genellikle onları özgür, eşit ve ussal kılacak tercih özerkliğine hatta gerekli ön bilgiye bile sahip olmadıkları görülür (Gabardi, 2001; 557). Bu çerçevede düşünüldüğünde müzakereci demokrasinin aşırı derecede aksiyomatik, yalıtılmış ve idealleştirilmiş bir yurttaşbirey kavramlaştırılmasına dayandığı söylenebilir. Bu kavramlaştırmada birey, ahlaki bir özne-fail (Rummens, 2006; 478, Doheny, 2007) olarak varsayılır.

293

Böylesi bir yurttaş kavramlaştırmasının (etik kognitivist) doğal sonucu olarak birey, etik bilinç sahibi ve doğruyu yanlıştan ayırabilecek ve doğrunun ne olduğunu bilebilecek ussal kapasitelere sahip bir varlık olarak tasavvur edilir. Bu türden bir birey tasavvuru, yekpare nitelik arz eden Antik Yunan polisi gibi hukuki, siyasal ve sosyal örgütlenmelerde geçerli olabilir. Ancak büyük oranda parçalı ve karmaşık bir bünyeye sahip günümüz toplumları açısından düşünüldüğünde, etik kognitivizm üzerine inşa edilmiş herhangi bir teorinin geçerlilik iddiası zayıftır. Günümüz karmaşık toplumlarında, doğru ve iyi ölçütleri köklü bir çoğullaşmayla karşı karşıya kalmış ve iyinin ne olduğuyla birlikte, iyi tespit edilse bile bu iyinin gereklerinin nasıl yerine getirileceği hususunda fikir birliğine varmak neredeyse imkânsızlaşmıştır. Bu çerçevede Gabardi’nin (2001; 559) ifadesiyle, ideal bir kamusal alan olarak işaret edilen ve yekpare polis yapılanmasıyla beslenen Antik Yunan agorasını yeniden icat etmek bir nostaljiye karşılık gelmektedir. Bu açılardan ideal bir teorik inşa olarak müzakereci demokrasi modeli, mevcut yönetim sistemine normatif bir alternatif oluşturma çabasındadır ama tüm normatif ve ideal tasarımlar gibi ütopik ve kurtuluşçu boyutlar taşır ve bu boyutlardan dolayı realpolitik alanda etkinliği zayıftır; dahası bizleri bir özne/uyruk (Foucault, 1994) olarak tanımlayan ve şekillendiren mevcut karmaşık ve derin iktidar yapılarını, ikna ve rıza tekniklerini görmezden gelir. Dahası, Ron’un (2008;273) belirttiği gibi, toplumdaki iktidar sahibi gruplar, genel ihtiyaç, arzu, ilgi ve çıkarları tanımlama konumundadırlar ve bu konumlarını kullanarak kamusal tartışmaların gündemini belirlemekle beraber bu tartışmaların yapılma koşullarını da tanımlarlar. Aynı şekilde Saward’a (1992: 38) göre, iyi/kötünün ölçütü olarak hakikati işaret etmek, durumu daha da sorunsal ve içinden çıkılmaz kılmaktadır. Çünkü hakem olarak sadece hakikati tayin etmek, ahlaki meşruluğun en ciddi sorunlarını ortaya çıkarır. Her şeyden önce, bu hakikati nasıl bileceğimiz ve nereden doğduğunu, kaynağının ne olduğunu bilmek önemli bir sorundur. Çünkü neyin gerçekten ahlaki olduğu ve hakikat de yine söylemin ürünüdür. Foucaultcu (1992; 27) anlamda söylemin dayatacağı bir hakikat rejimi, ‘ussal’ olanı hakikat diye işleyecektir. Ayrıca Habermas’ın ideal söylemini mümkün kılacak mükemmele yakın, birçok ön kabule (ideal konuşma durumu, tam rasyonel ve bilgili, ahlaki açıdan güdülenmiş, eşit ve özgür yurttaşlar) dayalı iletişimin nasıl oluşacağını tahayyül etmek zordur. Bu iletişimi sınırlayacak sayısız yapısal, ideolojik ve psikolojik engeller vardır. Zaten normatif düzen, kendi başına bütün olarak söylemin ürünü değil, başka temel normatif düzenlere (felsefi, dini, ahlaki öğretiler) dayalı olarak ortaya çıkar. Bunların yanında söylemden bir sonuç çıkacağını da kimse garanti edemez. Müzakereci demokrasi modelinde yurttaşlık, kamusal tartışmalarda rol almak açısından tanımlanır ve katılım, söylemsel bir katılımdır. Ayrıca katılım da bir dayatma biçimi olabilir. Ancak Habermas genellikle, ideal konuşma durumu ve dolayısıyla ortaya çıkacak evrensel geçerlilik iddialarına engel oluşturacak iktidar ilişkilerini göz ardı etme eğilimindedir. Müzakerenin tedarik ettiği söylem etiği ve kararların, belirsizliği ifade eden ussal olarak denetlenmesi dışında herhangi bir denge fren mekanizmasına sahip olmaması ciddi riskler barındırır. Farklı dini, felsefi ya da ahlaki öğretiler tarafından tanımlanmış karşıt iyi kavramlaştırmalarının nasıl uyumlu hale getirileceği hayati bir meseledir ama müzakereci model bu meseleyi görmezden gelir. Aynı şekilde Nagel (1990; 315) da, Habermas’ı akıl merkezli olduğu için eleştirir. Çünkü bu yaklaşım, farklılıkları görmezden gelir. Makul inanç ile tersi birbirinden kolayca ayırt edilemez. Makullüğe dayalı ret yapılamaz. Bundan dolayı makullüğün kullanıldığı haklılaştırmalar geçersizdir. Makul insanlar sağlık, sosyal güvenlik, eğitim gibi alanları ilgilendiren siyasa alanlarındaki birçok konuda uzlaşmayabilirler. Kısaca, Habermas’ın hakikat ve ahlaki geçerliliği uzlaşı ile eşit görmesi; ahlaki doğruluğun ölçütü olarak 294

hukuki tutarlılık ile ussal uzlaşının yer değiştirmesi anlamına gelir. Bir anlamda müzakereci modelin dayandığı ön kabuller, uzlaşı ve derin karşıtlıklar barındıran iyi kavramlaştırmalarını göz ardı eder. Ayrıca nihai, üzerinde hemfikir olunmuş uzlaşısal bir iyi kavramlaştırmasının olumlanması ciddi bir sorundur. Çünkü Schemeil’in (2000; 106) ifadesiyle, “tüm otoriter rejimlerin kökeninde birlik fantezisi” yer alır. Bundan dolayı müzakere, nihai bir karara ulaşmak açısından değil, ihtimallerin tartışılması açısından önemlidir. Zaten tek bir meşruluk şemasından bahsetmek, çoğulculuğun ruhuna aykırıdır ve böyle bir tutum otoriter yapılanmaları besler. Habermas, iletişim ve kamusal alanı iktidar ilişkilerinden bağımsız ve retorik becerilere kapalı (Flyvberg, 1998;216) olarak görse de uygulamada, iletişimin ideal koşulları (sınırsız zaman, mekân, bağlamdan bağımsız konuşmalar) tesis edilemeyeceğinden, çoğunlukla retorik becerisi yüksek müzakerecilerin tercihi olan uzlaşı, doğrunun ölçütü olacaktır. Ayrıca tüm katılımcıların kendilerine ve dünyalarına ait tam bir bilgilerinin olduğunu söylemek de zordur. Müzakere sürecinde yurttaşların uzmanlık bilgisi açısından eksikliği, bilgi düzeyi ve belli bir meseleyi kavrama açısından asitmetrik bir durum ortaya çıkaracak ve birçok mesele üzerine sıradan yurttaşın herhangi bir fikri olmayacaktır (Hamlett, 2003; 124). Dahası iktidar ilişkilerince şekillenen eylem ya da inanç anlamındaki ideoloji dilde de vardır. Çünkü bu eylem ve inançlar dili, söylemi etkiler (Ingram, 1993: 301). Bu nedenle demokrasi açısından söylem etiği önemli sorunlarla/açmazlarla yüz yüzedir. Ussal kabul görme olarak sunulan hakikatin üreticisi söylem; eylem, kurum ve tekniklerin ayrılmaz parçasıdır ve bu yapılar zaten her zaman iktidar tarafından biçimlendirilmiştir. Aynı şekilde Ryfe (2005; 49), demokratik pratikte müzakerenin zor, sürdürülemez ve nadir olduğunu çünkü eşitlik, meşruluk, özerklik ve ussallık gibi müzakereci modelin dayandığı temel öğeleri imkânsız kılan çok sayıda engel olduğunu belirtir. Sözleşme teorilerine genel bir eleştiri getiren Walzer (1990: 87) ise, Habermas’ın aksine, iletişimden doğan uzlaşının, uzlaşmazlıktan daha kesin ya da başarılı olduğunun söylenemeyeceğini belirtir. Her şeyden önce varsayımsal uzlaşı toplumsal olmayan (asocial) bir mekânda yer almaktadır. İletişimdeki tartışmada yer alan eşitlik iddiası, asimetrik ilişkileri görmeyen varsayımsal bir toplumsal eşitliği yansıtır. Ayrıca, ideal konuşma ortamına katılımcıların gerçek dünyaya ilişkin eşit bilgileri, eşit konuşma ve anlama tarz, kapasiteleri olduğu ve katılımcılar çıkar ve değerlerden kopmuş; değerleri üreten kökü tarihin derinliklerindeki kültürün (Young, 1999; 179) bağlamı ve düzlemini oluşturan topluluktan bağımsız olarak tanımlanır. Oysa normların aksine değerler, çoğunlukla akıl yürütmeyle gerekçelendirilemezler ve bu nedenler doğrudan nüfuz edilebilir nitelikte değillerdir. Bu değerlerin kaynağı, kökü tarihin derinliklerinde olan ve belli bir topluluğun bağlamını oluşturduğu kültürdür. Müzakereci yaklaşımın, uzlaşının olabilirliğini ve değerine ilişkin bir ön kabulu vardır. Edilgen itaat, zımni rıza anlamındaki ‘sükût’ uzlaşı için yeterli değildir. Ayrıca uzlaşının, çoğulculuğu öngören liberalizmde oluşma ihtimali diğer rejimlere göre daha azdır. Zaten demokratik siyasetin hemen tüm biçimlerinde olduğu gibi dinleyiciler önündeki bir konuşmacı, demokratik karar alma sürecini yalnız başına belirler. “Kürsüde konuşan, yüksekten konuşmaktadır.” Dahası, konuşma ve müzakere, her zaman tarafları birbirine yaklaştırmayabilir. Müzakere bir rekabettir; tartışan taraflar uzlaşıyı değil, iddiayı kazanmayı amaçlarlar. Böylesi bir rekabette, dezavantajlı gruplar görmezden gelinir ve biçimsel eşitliğin diğer tüm alanlardaki eşitliği tesis ettiği varsayılır. Ayrıca, siyasal hakların rasyonellik çerçevesinde uzlaşılabileceği varsayılsa bile, örneğin inanç özgürlüğünün tartışmaya açılmasında nasıl bir ölçüt sunulacağı önemli bir sorundur. Yani rasyonel çerçevede tartışılmayacak mesele yokmuş gibi görülmektedir. 295

Tüm toplum sözleşmesi ve iletişime dayalı uzlaşı kuramları varsayımsaldır ve idealleştirmeyle beslenirler; oysa siyaset somuttur. Kısaca belirtmek gerekirse herhangi bir etik mesele üzerindeki uzlaşı, fikir birliği, toplumdaki asimetrik iktidar ilişkilerinin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Özgür bir faaliyet yerine bir iktidar işlevi olarak ortaya çıkan uzlaşıdan, hiç kimse etik durumla ilgili bir fikir birliğinin var olduğunu ve bunlardan normatif çıkarımlar yapabileceğini iddia edemez. Kısaca, günümüz yapılanmasında nesnellik ve meşruluğun kaynağı olabilecek toplumsal uzlaşıdan söz etmek imkânsızdır. Üretimi, iktidar ilişkilerine dayanan uzlaşının, kendi haklılaştırma potansiyelini zayıflatması veya yok etmesi söz konusu değildir (Bayram, 2003; 244). Zaten Skinner (1997: 28) değerlerin çoğullaştığı ve rasyonalizmin konumunun sarsıldığı bir ortamda Habermas’ın, toplumsal konumun rasyonel değerlendirilmesini mümkün kılacak çarpıtılmamış iletişim idealini gerçekleştirebilecek ‘ideal konuşma durumundan’ bahsetmeyi gerçekçi bulmaz. Lyotard (1994: 14) ise, gerçek dışılığın ötesinde, Habermas’ın tartışmadan doğan uzlaşı arayışını tehlikeli bir çaba olarak nitelendirir. Çünkü uzlaşı, dil oyunlarındaki heterojenliğe karşı şiddet uygular ve her zaman ayrışmadan kaynaklanan yeniliğin önünü tıkar. Ayrıca Habermas gibi diyalogun, söylemin hedefini uzlaşı olarak koymak ciddi bir eksiktir çünkü uzlaşma, tartışmanın amacı değil, tekil biçimlerinden biridir (Lyotard, 1994: 140). Bu çerçevede Dryzek’in (2001) rekabet halindeki söylemlerin yer aldığı müzakere sürecini ön plana çıkarması dikkat çekicidir. SONUÇ “Konuşmak dünyayı değiştirmeye başlamaktır.” Habermas. Yönetsel pratikler çerçevesinde, günümüzde devletin aşırı büyümesi ve günlük yaşamın hemen her alanına nüfuz etmesi; bireysel özerklik, halk egemenliği, hümanist kurtuluş gibi bazı demokratik idealleri aşındırmış, bireysel inisiyatif alanlarını daraltmıştır. Devlet, sahip olduğu devasa yönetsel aygıt marifetiyle, kural koyma ve geniş ölçekli düzenlemeler yapma iktidarını tekel olarak elinde tutmaktadır. Bu yapılanmada, tabanın taleplerinden ziyade kendi iradesini sürdürebilen parti sistemi, türdeşliği beslerken alternatifleri marjinal kılmakta, kitle iletişim araçları rıza, kamuoyu ve uzlaşıyı seri olarak üretmektedir. Bir anlamda Habermas’ın ifadesiyle ‘yaşam dünyası sömürgeleştirilmiştir’. Böylesi bir yapıda hem bireysel inisiyatifi (çoğulculuğu) etkinleştirecek, hem özerk bireylerin iradesinin ürünü olan bir kamuoyu oluşumunu garanti edecek, siyasal sistemler için hayati öneme sahip meşruluğu usul ve esas açısından beraberce tesis edecek bir model sunma açısından Habermas’ın teşebbüsü, birçok eksiğine rağmen oldukça cesur ve yerinde bir teşebbüstür. Habermas’ın müzakereci demokrasi modelinin en zayıf noktasını ise yine kendinin eleştirdiği modern özne anlayışı oluşturur. Habermas’ın öznelerarası anlam üretimi ve dolaşımını garanti eden öznesi, türdeş, hatta sosyal, kültürel, iktisadi ve siyasi bağlamlardan kopuk; iktidar ilişkilerinden yalıtılmış özdeş varlıklar olarak tasarlanır. Bu özne anlayışının yol açtığı sorunlardan biri de meşruluk ile ilgilidir çünkü çağımızdaki her düzen nihai ve mutlak bir ahlaki temelden yoksundur. Bunun en önemli nedeni, meşruluk ile ilgili tüm yargıların özünde, öznelerin epistemolojik ve aksiyolojik konumları tarafından belirleniyor olması ve günümüzde bu konumların dayandığı tek, nihai, mutlak bir referans noktasının olmayışıdır. İdeal konuşma durumunda, epistemik görüşler –uzmanlık bilgisinin özsel otoritesi- sürece dâhil

296

olduğunda, tüm süreç esasa ilişkin bir boyut kazanacak ve sonuçların hakkaniyetinin usulcü tarzda teminat altına alınması tehlikeye düşecektir. Esasa ilişkin muhakemeden doğan yönlendirmeler kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak yurttaşların eşitlik ve özgürlüğünün bir ilke olarak tanımlanması söz konusu olamayacaktır. Bir anlamda bu riskin farkında olan Habermas, özsel dayanağı, ideal iletişim etrafında kamuoyu oluşturma teşebbüsüyle savuşturmaya çalışmıştır. Habermas bu yaklaşımında aklın yönlendirici gücüne aşırı önem vermiştir ve fazlaca iyimserdir. Tüm bu sıkıntılara rağmen, Habermas’ın önerisini, naif bir “insanlar birbirleriyle konuşsun” biçiminde anlamak ve değerini bizatihi konuşma durumunu sürdürmenin önemi çerçevesinde değerlendirmek daha anlamlı olabilir. KAYNAKÇA Yayınları.

Arnhart, Larry, (2004), Siyasi Düşünce Tarihi, (çev.) Ahmet Kemal Bayram, Ankara: Adres

Bayram, Ahmet Kemal, (2003), Siyaset Teorisinde Demokratik Meşruluk ve Sorunları, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Sakarya Üniv. SBE. Benhabib, S. (1999), “Müzakereci Bir Demokratik Meşruiyet Modeline Doğru”, Demokrasi ve Farklılık, (ed.)S. Benhabib, (çev.)Z. Gürata, C.Gürsel, İstanbul: WALD. Doheny, Shane, (2007), “Responsibility and the Deliberative Citizen: Theorizing the Acceptance of Individual and Citizenship Responsibilities” Citizenship Studies, Vol. 11, No. 4, ss. 405–420. Dryzek, John S., (2001) Legitimacy and Economy in Deliberative Democracy, Political Theory, Vol. 29, No. 5, ss. 651-669. Flyvbjerg, Bent (1998), “Habermas and Foucault: Thinkers for Civil Society?”, The British Journal of Sociology, Vol. 49, No. 2 (Jun., 1998), ss. 210-233. Yayınları. Yayınları.

Foucault, Michel, (1992), Hapishanenin Doğuşu, (çev.) M.Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Foucault, Michel, (1994), Cinselliğin Tarihi, Cilt:3, (çev.) Hülya Tufan, İstanbul: Afa

Gabardi, Wayne, (2001), “Contemporary Models of Democracy”, Polity, Vol. 33, No. 4 (Summer, 2001), ss. 547-568. Habermas, Jürgen, (1975), Legitimation Crisis, (çev.)T. McCarthy, Boston: Beacon Press. Habermas, Jürgen, (1996), “Postcript to Between Facts and Norms”, Habermas, Modernity and Law, (ed.)M. Deflem, London: Sage Publications. Habermas, Jürgen, (1996), Between Facts and Norms, (çev.) W. Rehg, Cambridge: Polity Press. 297

Habermas, Jürgen, (1999), “Demokrasinin Üç Normatif Modeli”, Demokrasi ve Farklılık, (ed.)S. Benhabib, (çev.)Z. Gürata, C.Gürsel, İstanbul: WALD. Habermas, Jürgen, (2002), Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti, (çev.)M. Beyaztaş, İstanbul: Bakış Yayınları. Hamlett, Patrick W. (2003), “Technology Theory and Deliberative Democracy”, Science, Technology, & Human Values, Vol. 28, No. 1, ss. 112-140. Ingram, David, (1993), “The Limits and Possibilities of Communicative Ethics for Democratic Theory”, Political Theory, May93, Vol21, Issue2, ss. 294-322. Kelly, Michael, (1990), “MacIntyre, Habermas and Philosophical Ethics”, Hermeneutics and Critical Theory in Ethics and Politics, (ed.)M. Kelly, Cambridge: MIT Press. Keyman, E.Fuat, (1999), Türkiye ve Radikal Demokrasi, İstanbul: Bağlam Yayınları. Lyotard, J.F., (1994), Postmodern Durum, (çev.)A. Çiğdem, Ankara: Vadi Yayınları. Nagel, T., (1990), “Moral Conflict and Political Legitimacy”, Authority, (ed.) J. Raz, New York- New York Univ. Press. Peter, Fabienne (2007) “The Political Egalitarian’s Dilemma”, Ethic Theory Moral Prac, Vol.10, ss. 373–387. Ron, Amit, (2008), “Power: A Pragmatist, Deliberative (and Radical) View”, The Journal of Political Philosophy, Volume 16, Number 3, ss. 272–292. Rummens, Stefan, (2006), “Debate: The Co-originality of Private and Public Autonomy in Deliberative Democracy”, The Journal of Political Philosophy, Volume 14, Number 4, 2006, ss. 469–481. Ryfe, David M., 2005, Does Deliberative Democracy Work?, Annual Review of. Political. Science, Vol.8, ss. 49–71. Pub. Co.

Saward, Michael, (1992), Cooptive Politics and State Legitimacy, Aldershot: Dartmouth

Schemeil, Yves, (2000), “Democracy before Democracy?”, International Political Science Review / Revue internationale de science politique, Vol. 21, No. 2 (Apr., 2000), ss. 99-120. Skinner, Quentin, (1997), “Teorinin Dönüşü”, Çağdaş Temel Kuramlar, (der.)Q. Skinner, (çev.)E. Hamzaoğlu, Ankara: Vadi Yayınları. Walzer, Michael, (1990), “A Critique of Philosophical Conversation”, Hermeneutics and 298

Critical Theory in Ethics and Politics, (ed.)M. Kelly, , Cambridge: MIT Press. Weeks, Edward C., (2000), “The Practice of Deliberative Democracy: Results from Four Large-Scale Trials”, Public Administration Review, Vol. 60, No. 4, ss. 360-372. Young, I., M., (1999), “İletişim ve Öteki: Müzakereci Demokrasinin Ötesinde”, Demokrasi ve Farklılık, (ed.)S. Benhabib, (çev.)Z. Gürata, C.Gürsel, İstanbul: WALD.

299

DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMSAL BARIŞ İÇİN UZLAŞI KÜLTÜRÜNÜN GEREKLİLİĞİ: “SİVİLLEŞME PROJESİ”

Muhittin DEMİRAY* Özet Soğuk Savaş’ın bitmesi ile yeni bir döneme giren uluslararası düzen, toplumsal değişimleri ve dönüşümleri beraberinde getirdi. Gerek yerel, gerekse ulusal ve uluslararası ilişkiler farklı perspektiflerden algılanmaya başlandı. Türkiye’nin toplumsal dönüşümü, uluslararası bu süreçten etkilendi. Türkiye’nin demokratikleşme süreci Avrupa Birliği bağlamında yeni bir ivme kazandı. Demokratikleşmenin bir göstergesi olarak değişim, çağdaşlaşma, modernleşmenin gereği olan talepler artık bireysel, yerel ve toplumsal kesimlerden gelmektedir. Sorun ise bu toplumsal kesimlerin taleplerini dile getirme biçimlerinden, bu dile getirilen taleplerin diğer kesimlerce algılanış biçiminden ve devletin bu taleplere yaklaşma yönteminden kaynaklanmaktadır. Bunların bir sonucu olarak farklı kesimler arasında çatışma zeminleri doğmaktadır. Yani Türkiye’de toplumsal değişim taleplerinin demokratik bir temelde karşılıklı olarak dile getirilmesi ve tartışılması, yeni bir anlayışı gerekli kılmaktadır. Avrupa’da bu yöntem “Çatışmaların Sivilleştirilmesi süreci” olarak ifade edilmektedir. Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, değişim, çatışma, sivilleşme, farklılıklar. DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMSAL BARIŞ İÇİN UZLAŞI KÜLTÜRÜNÜN GEREKLİLİĞİ: “SİVİLLEŞME PROJESİ” Giriş Son zamanlarda Türkiye’de adı sıkça duyulmaya başlayan ABD Stratejik Araştırmalar Merkezi Stratfor’un yöneticisi George Friedman, Türkiye’nin 2050 yıllarına doğru küresel bir güç olacağını öngörmektedir. Friedman, Türkiye’nin “hızla yükselen bir bölgesel güç olarak ya da en geniş anlamda, kökleri Anadolu’da bulunan ancak kapalı bir devre içinde politik, ekonomik ve askeri güç planları yapan muazzam stratejik güce sahip bölgesel bir hegemonun yaratılması sürecinin başlarındaki bir ülke olarak” (İbrahim Karagül, Yeni Şafak 4.03.2009) görülmesi gerektiğini ifade etmektedir. ABD’li bir strateji uzmanının söylediği öngörüler, -şayet Türkiye kamuoyunu “dolmuşa bindirme” gibi bir niyet taşımıyorsa- Türkiye’nin gelecekle ilgili umutlarını besleyici ve heyecanlandırıcı niteliktedir. Ancak Friedman’ın Türkiye’ye bir de uyarısı vardır. Söylediklerinin uzun vadede gerçekleşebilmesi için Türkiye’nin üstesinden gelmesi gereken bir riski, bir sorunu vardır: Friedman Türkiye’nin önündeki en büyük tehlikeyi dışarıda değil iç politikada, muhtemel iç gerginlikler ve çatışmalarda görmektedir (Erdal Şafak, Sabah: 4 Mart 2009). Friedman’ın öngörülerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bir yana, Türkiye için hala gerçek olan bir durum vardır. O da Türkiye’nin kuruluşundan bu tarafa zaman zaman yoğun olarak toplumsal ve siyasi gerginliklerle iç içe yaşamak zorunda kalmasıdır. Siyasi alanda demokratikleşme sürecinde, ekonomik anlamda sınıf atlamasında, sosyal anlamda iç barışın ve huzurun sağlanmasında ve etkin bir dış politika yürütülmesinde Türkiye’nin zaaflarını ortaya çıkaran bu olumsuz süreçlerin aşılması, kaçınılmaz bir zaruret olarak belirgin hale gelmiştir. Türkiye, ne Tek Parti döneminin iç politikadaki şartlarını ne de uluslararası sisteme egemen olan dinamiklerin küresel politikalarına manivela olmakla yükümlüdür. 21 Yüzyılda Türkiye’nin karşılaştığı sorunlar

* Yrd. Doç.Dr., Dumlupınar Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi 300

ve onların çözümü, toplumun değişik kesimlerinin talep ve istekleri için uygulanması gereken çözümler ve oluşturulması gereken mekanizmalar, Nihat Erim’in 1946 Türkiye’sinin sorunlarını çözmek için önerdiği yöntemle çözülecek cinsten değildir. Erim, “Demokrasi gaye midir, Vasıta mıdır” başlıklı bir yazısında şöyle demektedir: “... Ama şu noktayı belirtmeliyiz ki sosyal bünyede derin rahatsızlıklar müşahede edildiğinde bunu gidermenin yolu, bir müddet için ‘hürriyet ilahının üzerine bir şal örtmek’ ve yukarıdan aşağı bir otorite tesis eylemektir.” (Ahmad: 1976: 21). Günümüz Türkiye’sinin ne siyasi yapısı, ne toplumsal yapısı ne de ekonomik durumu sorunlara “Erimvari” bir çözüm yöntemi ile yaklaşılmasına uygun düşmektedir. Kaldı ki Türkiye’de bugün önünde köklü çözüm bekleyen toplumun derinliklerine işleyen ve toplumsal travmalara neden olan birçok sorunu varsa bu, ‘hürriyet ilahının üzerine bir şal örtmek ve yukardan aşağı bir otorite tesis etmek”ten başka bir çözüm sunamayanların sorumsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Bu çalışmada Türkiye’de karşılaşıldığı gibi demokratik ülkelerin de bir sorunu haline gelen, farklı çıkar grupların kendi çıkarlarını korumada kullandıkları yöntem ile farklı (yerel) kimliklerin kültürel ve etnik düzeyde dile getirdikleri taleplerini siyasi manifestoya dönüştürme sürecinde çekilen sancıların aşılması ve sorunların çözülmesinde farklı bir yaklaşım ortaya konmaya çalışılacaktır. Toplum içinde günlük yaşamda olduğu gibi toplumsal yaşamın her alanında karşılaşılan farklı çatışma ortamlarının sivil temelde çözülmesi için çatışmaların sivilleştirilmesi modeli çerçevesinde bir değerlendirilme yapılacaktır. Bu bağlamda arzu edilen bir taraftan siyasal sistemin demokratik kurallara göre işlemesi ve buna paralel olarak toplum içinde şimdiye kadar değişik nedenlerle bastırılmış farklı söylemlerin kendilerini ifade etme imkânına kavuşmaları ile oluşan yeni toplumsal değişim sürecinin barış ve istikrar içerisinde, toplumun ekonomik refahının artarak devam etmesini temin eden ve temel insan hak özgürlüklerinin olabildiğine korunduğu bir hukuk devleti anlayış içinde gerçekleşmesidir. Kavramsal Çerçeve: Çatışma mı Uzlaşı mı? Çatışmalar, farklı değerlerin, inançların, hissiyatların veya aynı kaynakları kullanmaya çalışan çıkar gruplarının karşıt görüşlerinin oluşturduğu kutupların gerilimlerinden beslenmektedir. Antik Yunan’da Heraklitos’un değişimin temeli olarak gördüğü karşıtlıklar ve bu karşıtlıkların sürekli çarpışması (Göze 2000: 7) aynı zamanda farklı boyutları da içine alacak şekilde toplumsal çatışmaların da temel etmenlerini oluşturmaktadır. Zenginlik-fakirlik; sevgi-nefret; düzen-karmaşa; karanlık-aydınlık; iyi-kötü vb. karşıt görüşler bireyler ve gruplar, sınıflar arasında kutuplaşmalara ve gerilimlere neden olmaktadır. Fakat çatışma kavramına özü itibarı ile negatif bir anlam yüklense de bu kavramla ilgili yeni bir perspektiften farklı bir yorum getirilmektedir. “Çatışmalar toplumu bir arada tutabilirler, şayet çatışmalar (ortak) bir kimliği teşvik ederlerse; çatışmalar toplumu dinamitlerler, şayet düşmanlıklar üretirlerse.” Bu bakımdan çatışma kavramı insanların beraberce yaşamalarında ve sosyal bir varlık olarak bir farklılıklara rağmen bir arada yaşamak istemlerinde merkezi bir yer tutmaktadır. (Pfetsch 2004:1) Çatışma (Konflikt) kavramı, günlük yaşamda yanlış anlamalar, ikilemler ve mücadelelerle bağlantılandırılmaktadır. Bu çerçevede kavram çoğunlukla “tartışma”, “itiraz”, “çelişki”, “kavga” ve “çıkar farklılıkları”, gibi kavramlarla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Çatışma kavramının analizinde diğer bir sorun kavramın “nötr” bir anlamda değil, tehdit, yıkıcı gibi genellikle olumsuz olarak değerlendirilmesidir. Dolayısıyla çatışma kavramı insanların uzak durması, kaçınması gereken eylemleri içerdiği ifade edilmektedir (Hermann 2006: 17). Bu bağlamda çatışma kavramının ne olursa olsun bütünlüğü, istikrarı, huzuru bozduğu gerekçesi ile insanlarda iyi duygular bırakan bir 301

kavram değildir. Bundan dolayı da: Toplum içinde hangi düzeyde olursa olsun çatışmaların varlığı inkâr veya göz ardı edilmekte ve bu şekilde çatışmalar bastırılmaktadır. (Konfliktverdrängung) Çatışan tarafların eylemleri “kazanan ve kaybeden” skalasında değerlendirilmekte bu şekilde çatışan taraflardan sadece birisinin kazanabileceği anlayışı ile bağlantılı görülmektedir Çatışmayı sürecini etkileyen nedenleri veya çatışmanın sebeplerinin temel dinamiklerini anlamadan çatışmaların hızlı bir şekilde sonuçlandırılması için karşılıklı tavizlere zorlayarak, çatışmaların uyumlaştırılmasına (Harmonisierung) çalışılmaktadır (Hermann 2006: 18). Çatışma, genel anlamda iki veya daha fazla aktörün uyuşmayan hedefleri ve çıkarları olan bir duruma işaret etmektedir. Ayrıca bu uyuşmayan hedefler ve çıkarlar, taraflar tarafından bilinçli ve tarafların eylemlerini etkileyecek şekilde gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır (Brinkmann/Frey ve d. 2003: 13). Başka bir anlamda çatışma, bireyler, gruplar, sınıflar ve toplumlar arasında meydana gelen çıkar karşıtlığı/uyuşmazlığı ve bu karşıtlık dolayısıyla oluşan mücadele ve kavga anlamına gelmektedir. Taraflar arasında çıkar karşıtlığı, açık bir kavgaya dönüşmese bile burada bir çatışma (ihtilaf) ortamından bahsedilmektedir. Çatışma kavramını rekabet kavramından ayıran özellik ise, gerçekleştirilmek istenen hedefe giderken, çatışan tarafların mücadeleyi kaybetmemesi veya en azından kendi mağlubiyetini önleyebilmesi için nüfuz ve güç/iktidar araçlarının kullanılmasını da öngörmesidir (Heinritz/Lautman & co 1994: 356). Marx ve Engels sınıf savaşı temelinde çatışmayı, toplumsal yapının sosyal dönüşümün tetikleyicisi ve aynı zamanda teşvik edici bir faktörü olarak olumlu anlam yüklemektedirler. Keza Ralf Dahrendorf tarafından da sosyal sistem temelinde, güç ve zor kullanma kavramlarının sosyolojik açıdan açıklanması için kullanılan çatışma kavramı, bir teori olarak toplumsal bir süreci ve bu süreç içindeki sosyal oluşumları ve dönüşümleri açıklamaya yönelik olarak ifade edilmektedir (Hermann 2006: 21). Dahrendorf’la birlikte Senghaas’ın da aralarında bulunduğu bir grup bilim adamı çatışma kavramına toplumsal dönüşüm süreci içindeki farklı çıkar gruplarının kaçınılmaz olarak yaşadığı fakat aynı zamanda bu ihtilafları birbirleri ile entegre eden, uyumlaştıran bir mekanizma olarak önem vermektedirler. Çatışma nedeni olarak da toplum genel anlamda ifade edilen kıt kaynakların toplumun tüm kesimleri tarafından sahip olunması gösterilmektedir (Heinrichtz/Lautman & co 1994: 358). Toplumsal yaşamda ve devletlerarası ilişkilerde çıkarların, değerlerin, dünya görüşlerinin, etnik kökenlerin ve inançların karşıtlıklarının varlığı kaçınılmazdır. Her farklı kültürün, etnik grubun, çıkar gruplarının çatışmaları düzenleyen kurumsal mekanizmaları oluşturma konusunda izlediği yöntemler de farklılık göstermektedir. Bu bakımdan her karşıtlığın mutlaka çatışmaya dönüşerek radikal toplumsal değişimlere yol açması beklenmez. Tarihte karşıtlıkların kutuplaşması Fransız İhtilalı’nda olduğu gibi toplumsal ve siyasi yaşamdaki sosyal uçurumlar - ayrıcalıklar ile fakirzengin karşıtlığı - bazen rejimlerin yıkılmasına ve toplumsal dönüşüme neden olmuşlardır. Fakat 20. Yüzyılda zengin Batı’nın karşısında yer alan fakir Üçüncü Dünya ülkelerinin- daha doğrusu Bağlantısız ülkelerin siyasi anlamda; 77’ler grubunun ekonomik anlamda - 60’lı yıllardan itibaren ortaya koymaya çalıştıkları anti sömürgecilik ve üçüncü dünya ülkeleri lehine gerçekleştirilmeye çalıştıkları yeni bir ekonomik düzen, tüm olumsuzluklarına rağmen Kuzey-Güney savaşına dönüşmedi. Dolayısıyla karşıtlıklar, şiddeti içerecek şekilde çatışmaya dönüşmediği müddetçe, toplumsal yaşamda kaçınılmaz olan bireysel ve toplumsal yaşamın sosyalleşme sürecinin bir 302

parçasıdır. Bu karşıtlıkların politik bir manifestoya dönüşmesi, örgütlü bir güç haline gelmesi ve elitler tarafından mobilize edilmesi ise bu karşıtlıkların şiddete varan çatışmaya dönüşmesine neden olmaktadır (Pfetsch 2004: 2). Çatışmaların/anlaşmazlıkların sivil bir temelde araştırılması ve etüt edilmesi, (Konfliktbearbeitung) çatışmaların insani eylemlerin bir parçası olduğu ve bunun sonucu olarak sosyal dönüşümler gerçekleşme sürecinde önemli bir itici gücü olduğu anlayışına dayanmaktadır. Bundan dolayı da sorun çatışmanın bizatihi kendisi değil, bu söz konusu anlaşmazlığın çözüme kavuşturulmasında tercih edilen yöntemdir. Bu haliyle “sivil” kavramı çatışmanın kendisinden çok anlaşmazlığın şiddete başvurmadan çözülmesini öngörmektedir. Yani anlaşmazlıkların sivilleştirilmesi, şiddet kullanmanın sorun çözmenin bir aracı olmaması anlayışına dayanan bir yöntemi ifade etmektedir. Bu çerçevede anlaşmazlıkların sivil temelde çözülmesinde hedef “çatışmaların önüne geçilmesi” değil, “şiddetin önüne geçilmesidir” (Wolleh: 2001). Çatışma ve uzlaşma kavramlarına açıklık getirmek için Soğuk Savaş döneminde kullanılan bir kavramı daha açıklayarak değerlendirme yapılmaya çalışılacaktır. Uluslararası alanda bir konu üzerinde uzlaşma (Konvergenz) kavramı uluslararası çerçevede bir teori olarak 60’lı yılların sonlarına doğru iki Blok arasındaki yumuşama politikalarına paralel olarak sosyal ve siyaset bilimleri içinde geliştirildi. Bu teori sosyalist toplum ile kapitalist toplumların arasında yapısal bir yakınlaşmadan bahsetmekteydi. Yani toplumsal bir modernleşmenin ve endüstriyel ilişkilerindeki üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak her iki farklı ideolojinin toplumsal yapıları ister istemez modern endüstri toplumunun farklı ifade biçimlerini yansıtacaklar ve bu şekilde bir bütünün parçaları konumuna geleceklerdir (Heinritz/Lautman & co. 1994: 370). Karşılıklı uzlaşma kavramı (Compromise) farklı bir çerçevede fakat yukarıdaki Doğu-Batı ilişkisini açıklayıcı bir biçimde “bir birine güç yetiremeyen tarafların karşılıklı olarak çıkarlarından tavizler vererek oluşturdukları uyuşma veya anlaşma biçimi” olarak tanımlanmaktadır (Demir/Acar: 1997: 227). Bu kavramsal tanımdan da anlaşılacağı gibi taraflar arasında olan bir çatışmayı/anlaşmazlığı uyuşmaya dönüştürmek, taraflarca verilen karşılıklı ödünlerle mümkün olmaktadır. Fakat uzlaşı için verilmesi gereken karşılıklı “ödünlerin” hangi şartlar altında gerçekleşeceği ifade edilmemektedir. Çatışma/anlaşmazlık kavramı ise sonuç olarak varılan bir uzlaşmanın yöntemi ile ilgilenmekte ve bu yöntemin sivil bir süreçte gerçekleşmesini, dolayısıyla şiddet içermeyen bir yönteme işaret etmektedir. Bu haliyle taraflar arasında “temel sosyal değerler” konusunda ortak bir fikir birliğine varılması anlamına gelen “uzlaşı” (Konsens) kavramını değil, yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi, çoğulcu toplumsal anlayışın giderek egemen olmaya başladığı küresel bir dünya da gerek devletlerarasındaki ilişkilerde, gerekse ulus devletin içindeki toplumsal, kültürel ve siyasal alanlarda farklı talep ve istekleri dile getiren, sosyal ve siyasi gruplar arasında çatışmaların ve anlaşmazlıkların sürekli var olacağı gerçeğinden hareketle, önemli olanın bu çatışmaların sivil düzeyde, şiddet kullanmadan çözebilecek mekanizmaların oluşturulmasını öngören çatışma kavramı üzerinde durulacaktır. Küreselleşmeye bir tepki olarak ortaya çıkan yerel kimliklerin politik bir söyleme dönüşmeye başladığı 90’lı yıllardan itibaren Avrupa’da çatışma kavramı ile sivil/uygar kavramı birlikte ele alınarak, siyasi, toplumsal, kültürel hatta ekonomik sorunların çözümüne yeni bir perspektiften yaklaşılmasına çalışılmaktadır. Bu bağlamda uluslararası ilişkilerde ve farklı talepleri içeren toplumsal sorunların halledilmesinde, potansiyel çatışmaların şiddete dönüştürülmemesine öncelik verilmektedir. Bu çerçevede çatışmaların sivilleştirilmesi veya çatışmaların sivil temelde düzenlenmesini öngören çalışmalar, ulusal ve uluslararası düzeyde araştırmaların ve projelerin konusu olmaya başladı

303

(Weller 2007). 90’lı yıllardan itibaren Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra oluşan uluslararası düzendeki belirsizliklerin Balkanlar’da, Orta Asya’da, Afrika’nın değişik bölgelerinde ve Ortadoğu’da etnik ve dini temelde iç savaşa varan şiddet eylemleri ve sınır çatışmalarının artması uluslararası alanda iç barışın ve devletlerarasındaki barışın korunması için yeni bir kavram geliştirildi. Çatışmaların sivilleştirilmesi veya Çatışmaların sivil zeminlerde çözülmesini öngören bu yeni anlayışın temel hareket noktası, barış çabalarında ve barışın sağlanmasında şiddetin bir araç olarak kullanılmasının önüne geçmeyi, sorunların çözümünde barışçıl yöntemlerin kullanılmasını ve taraflar arasındaki barışın gerçeklemesi için çatışmaların sivilleştirilmesini (zivile Konfliktbearbeitung) sağlayan araştırmalara ağırlık verildiği görülmektedir (Weller 2007: 15). Yeni başlayan bir araştırma alanı olarak gelişme aşamasında bulunan çatışmaların sivilleştirilmesi anlayışının temel hareket noktasını oluşturan motivasyon yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde gerçekleşen çatışmaların tamamen ortadan kaldırılması değildir. Tam tersine günlük hayatta, toplumsal yaşamda siyasi, ekonomik, kültürel, dini, etnik ve çıkar karşıtlıkların ve çatışmaların varlığının kabul edilmesi fakat bu çatışmaların sivil yöntemlerle düzenlenmesinin mekanizmaları oluşturularak, sorunların çatışmaya dönüşmesinin sınırlandırılması ve bu şekilde şiddetin bir çözüm aracı olarak devre dışı bırakılmasıdır (Brinkmann ve d. 2003: 13). Çatışmanın sivilleştirilmesi projesi, üç temel sütun üzerinde inşa edilmektedir. Birinci sütunu, şiddet kullanımından vazgeçmek oluşturmaktadır. Şiddeti çatışma konularının çözümünde bir araç olarak kullanmaktan vazgeçilmesi, çatışmanın sivilleştirilmesi ile ilgili araştırmaların en temel hareket noktasını oluşturmaktadır. Bu bağlamda şiddetin olumsuzlanması hem askeri anlamda kullanılan şiddet eylemlerini hem de ordu dışında kullanılan -adı ne olursa olsun- özel milis veya farklı yapılanmaları içermektedir. Birinci sütun bağlamında çatışmanın sivilleşmesi şu veya bu şekilde şiddete dönüşecek her türlü karşıtlılığın önlenmesini ve çatışmaların sonuçlandırılması sürecinde şiddet kullanımın devamlı olarak devre dışı bırakılmasına çabalayan bir duruma işaret etmektedir. İkinci sütun çatışma sürecinin aktörleri üzerinde durmaktadır. Bir başka ifadeyle ikinci sütunda tartışılan konu, bu sürecin aktörlerinin resmi organlar mı yoksa resmi olmayan sivil yapılar eliyle mi yürütüleceği sorunudur. Güç tekelini elinde bulunduran devlet ve mekanizmaları, gerek dışa yönelik gerekse iç politikada, elinde bulundurduğu güç araçlarını, güvenlik birimlerini ve askeri, kullanma imkânına sahiptir. Bu bakımdan çatışma konularının sivil bir çerçevede çözülmesi gerektiği öncelikli olarak bu tür şiddet kullanma araçları olmayan sivil örgütler tarafından teşvik edildiği ifade edilmektedir. Fakat bu durumda devletin ve devletin resmi kurumlarının çatışmaların sivil platformlarda ele alınmasında tamamen devre dışı kalacakları anlamına gelmemektedir. Ancak sivil kavramı toplumsal ve uluslararası çatışmaların barışçı yöntemlerle düzenlenmesinde ulusiçi ve uluslararası sivil örgütlere daha fazla görev düşmesi anlayışından kaynaklanmaktadır (Weller 2007: 70). Çatışmanın sivilleşmesinin üçüncü boyutunu sivilleşme sürecinin karakteri ve şiddet kullanmaktan vazgeçmenin sürekliliği oluşturmaktadır. Bu sütunda Dieter Sanghaas’ın formülleştirdiği “çatışmaların sivilleştirilmesi/uygarlaştırılması” kavramlarına tartışılmaktadır. Senghaas tarafından geliştirilen Sivilleşme projesi (Hexagon) aşağıda detaylı bir şekilde ele alınmaktadır. Fakat öncelikli olarak “uzlaşma” kavramı ve “çatışma” kavramının açıklanmasıdır. Bu iki kavram, “Batı-dışı” modernleşme sürecini gerçekleştirmeye çalışan Türkiye gibi farklı bir tarihsel

304

gerçekliğe ve kültürel arka plana sahip ülkelerin karşılaştıkları bir sorundur. Batı ülkeleri için “Batılı” olmak veya “Batılılaşmak” kavramları ile ifade edilen bir başkalaşma (metamorfoz) söz konusu değildir. Tarihsel olarak devlet-toplum, devlet-birey ilişkilerine bakıldığında, farklı kültürlerin farklı tarihsel tecrübeleri yaşadıkları ve kavramlarında bu tarihsel tecrübelerin birikimlerini ortaya koyan günümüzdeki karşılıklarını bulmamız mümkündür. Bu konuyu bir örnekle ifade etmeye çalışalım. Türkiye’nin tarihsel gerçekliğinin ve “ben idraki”nin (Davutoğlu 1997) kültürel havzasını oluşturan Doğu-İslam kültüründe devlet-toplum-birey ilişkilerinin nasıl olması gerektiği konusunda Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün tecrübelerini aktardığı “Siyasetname’de Selçuklu Sultanı Melikşah için “Allah’ın kullarına şefkat ve merhamet göstermek, vaatlerde durmak, dürüst olmak, iyi itikat, (....) ilim ve hikmet ehlini kazanmak , (....) yoksulara iyilik etmek, mahiyete ve hizmetkarlara iyi muamele etmek, zalimlerin zulmünü halktan kaldırmak” gibi devlet başkanlarında olması beklenen karakter özelliklerinden bahsetmektedir (Nizamülmülk 2005: 19). Bunun karşısında “amacın aracı meşru kıldığı” anlayışını düşüncesinin merkezine yerleştiren Batı siyaset anlayışının o güne kadar tecrübelerini aktaran ve günümüz modern toplum yapısının tarihsel arka planını açığa vuran Machiavelli ise “Hükümdar”da verdiği öğütlerinde, aslolanın hükümdarın iktidarda kalabilmesi olduğunu ve iktidarda kalabilmek için her türlü hileye başvurabilme hakkına sahip olduğunu ifade etmektedir (Machiavelli 1998: 46). Bu bakımdan Doğu toplumsal yapılarının kültürel havzasında birleştirici temelde uzlaşı kavramı ve kültürü ön plana çıkarken, Batı’nın modernleşme sürecinde çatışma damgasını vurmuştur. Dolayısıyla çatışma kavramı Batı çıkışlı modern toplumsal ve siyasi yapıların çıkış noktalarını oluşturmuştur. Soğuk Savaşın bitmesinden sonra Batı’nın diğer kültürel havzalar karşısında kendini yeniden tanımlamasını ve Batı dışı değerlerin potansiyel siyasi bir söylem olarak ortaya çıkma ihtimali karşısında Batı ile diğer medeniyetlerin muhtemel uzlaşma alanlarından değil, tam tersine “medeniyetler çatışmasından” bahsedilmektedir. Demokrasi ve Müzakereci Demokrasinin Kökenleri Atina’da demokrasinin bir yönetim biçimi olarak tüm sosyal grupları kapsayacak şekilde uygulanmaya başlaması ve gerçek anlamda o günkü koşullarda bir halk iktidarına dönüşmesi, Pers Savaşları (İ.Ö. 490-479) ve Atina’nın kurduğu deniz ittifakı esnasında gerçekleşti (Vorländer 2003: 16). Atina demokrasi sürecinde Solon’un (594 İ.Ö.) koyduğu yasalarla demokratik bir düzenin kurumsal yapıları gerçekleştirilirken, Kleisthenes’in reformları (507/508) İ.Ö.) ise Atina’da demokrasinin altın çağının yaşanmasını sağladı. Her iki kanunun adamının Atina’daki demokratik yaşamla ilgili uygulamaları, siyasal sistemin düzenlenebileceği ve siyasetin düzenlenmeye müsait olan bir alan olduğu keşfedildi. Bu şekilde politika, vatandaşın adil ve iyi bir düzeni hedeflemesi gereken bir eylemi olarak tanındı. Bu şekilde adil eylem (Dike) ve iyi düzen (Eunomia) politik eylemlerin hem ön şartı hem de hedefi oldular (Vorländer 2003: 17). Demokrasi kavramı, Antik Yunan kadar eski ve dolayısıyla bir o kadar da günümüzde kıymetli bir siyasal yönetim biçimidir. Atinalı’lar için demokratia uzun yıllar süren bir süreç içinde gelişen ve iki yüzyıl istikrarlı bir şekilde kendini ispat eden politik bir uygulama biçimiydi. (Vorländer: 2003: 9) Aynı şekilde demokratia Antik Yunanlılar için bir yasama biçimiydi. Bu siyasi sistemde halk (demos) iktidara (kratos) sahipti. Bu haliyle antik Yunan demokrasisinde halk, yani yurttaşlar herhangi bir sınırlama olmadan yasaları çıkarma, iktidarı denetleme ve yargılama hakkını elinde bulundurmaktaydı. Antik Yunan demokratik uygulanmasında hukukun herkes için geçerli olduğu (İsonomia), toplantılarda herkese eşit konuşma hakkının verildiği (İsegoria) ve nihayet herkesin 305

yönetime eşit bir şekilde katılma hakkının olduğu (İsokratia) bir yönetim biçiminden bahsedilmektedir. (Vorländer 2003: 15) Sadece halk yasaları ve emirleri çıkarmakta, memurları seçmekte, kurayla seçilen yöneticileri denetlemekte ve yargıçları belirleme yetkisine sahipti. Kısaca Atina’da doğrudan demokrasi uygulaması söz konusuydu (Vorländer 2003: 14). Müzakereci Demokrasinin temelleri Antik Yunan demokrasisinde atılmıştır. Politik yaşama her vatandaşın dolaysız katılımını ifade eden Atina demokrasisi karşısında Roma İmparatorluğunun temel yönetim ilkesini oluşturan “Cumhuriyet” kuvvetler karışımı ve kanuna dayalı iktidarın özel bir biçimi olarak ortaya çıktı. Roma Cumhuriyeti bir bakıma soylulara dayanan oligarşik bir yapıya sahipti. Aristokratların etkin olduğu Roma Cumhuriyeti’nde siyasi yönetimin merkezinde Senato bulunmaktadır. Bu haliyle, Roma Cumhuriyet yönetiminde Atina’da olduğu gibi halkın yönetime aktif ve dolaysız olarak katılımı son derece sınırlı olmaktaydı. Aristokrasi tarafından temsil edilen politikaların halkın önünde aristokratlar (senato) tarafından tartışıldığı yerlerde halkın katılımı alkışlama, mırıldanma veya ararda bağırmakla sınırlı bir katılım söz konusuydu (Vorländer 2003: 40). Demokrasi, kavramı belli bir insan tanımından hareket etmektedir. İnsanlar özgür olmalıdırlar yani kendi kararları kendi verebilme ve kendini geliştirme özgürlüğüne sahip olması gerekir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsur, “onur” kavramıdır. Onur kavramı insanın aklının gücüyle bilinçli olmasını ve kendi ve çevresine karşı sorumluluk anlayışı içinde özgür ve sorumlu bir şekilde yaşamanı şekillendirmesini ifade eder. Dolayısıyla insanın insan gibi yaşaması için kişisel onurunun siyasi iktidar sahipleri içinde dokunulmaz olmasını içermektedir. Bu bağlamda siyasi iktidar ve gücün sınırları her bireyin dokunulmaz onurunun sınırlarına son bulmalıdır. Çünkü devlet iktidarının asıl hedefi toplumu meydana getiren tüm bireylerler için geçerli olacak şekilde insanca ve onurlu bir yaşama sürdürme imkânını sağlamaktır (Besson/Jasper 1990: 13). Günümüzde demokratik toplumların en temel özelliklerinden biri, toplum yapısının çoğulcu olmasıdır. Çoğulcu bir toplumda yaşamak da rahat değildir. Zira bu tür bir toplum yapısı içinde bireyler yaşamları boyunca sürekli bir şekilde diğerleri ile çatışma içinde bulunmakta ve sürekli karar verme durumu ile karşı karşıya gelmektedirler. Çoğulcu demokratik bir toplum içinde yaşayan her birey veya grup sürekli bir şekilde diğer gruplarlar rekabet etmek birbirleri ile yarışmak durumundadırlar. Bu tür çoğulcu bir toplum yapısında ve rekabetçi yaşam sürecinde birçok ekonomik çıkarlar, dini etik ve etnik değerler ve farklı siyasi görüşler birbirleri ile sürekli olarak rekabet ederek yaşamak durumundadırlar (Besson/Jasper 1990: 20). Fakat bu tür toplumsal rekabetin ve çatışmanın sürekliliği, toplumsal dinamiklerin harekete geçmesini ve toplumun gelişmesini tetiklerken, toplumsal, siyasi ve ekonomik yapının durağanlaşmasını engellemekte, toplumun dinamik bir yapıya dönüşerek değişmesini ve gelişmesini sağlamaktadır. Daha da önemlisi toplumda her an karşılaşılan sorunları çözebilecek mekanizmaları geliştirerek, sorunları çözme yeteneğini kazandırarak toplumu açık bir toplum haline getirmektedir. Müzakereci Demokrasi kavramının İngilizce karşılığı olan “deliberative”, demokratik bir yönetim anlayışında “tartışma” ve “karar verme” kavramlarını içermektedir. Bu bağlamda bireyler müzakereci demokrasi temelinde siyasi konularla ilgili olarak sadece tartışmayı değil, aynı zamanda karar alma sürecinde önemli bir rol oynamaktadırlar. Mücakereci demokrasinin temel hareket noktası, toplumun tüm kesimlerinin gerçekten politik karar alma sürecine katılmalarını sağlamaya yöneliktir. Müzakereci demokratik bir anlayışda temel hedef, vadandaşa siyasal süreçte dışlanmış, bilgilendirilmemiş ve güçsüz olduğu düşüncesine sahip olması yerine, siyasi konularda yeterince bilgi sahibi olduğu ve siyasi karar alma sürecine katılarak süreci etkileyebildiği duygusunu ve

306

güveninin verilmesidir (Ginsborg 2008: 56). Müzakereci bir demokratik anlayışında en temel unsurlardan biri iktidara alternatif muhalif ve farklı siyasi görüşlerin olması gerektiğidir. “Objektif, genel, mutlak değerde bir gerçek”liğin olmadığı ve “insanın her şeyin ölçüsü olduğu ve siyasal sistemlerin temelini oluşturan kurallar ve kurumların “insan iradesinin bir ürünü” olduğu anlayışı, Antik Yunan döneminde sofistlerin savunduğu bir anlayış olarak günümüzde de geçerliliğini korumaktadır (Göze: 2000: 11). Ancak bireyler, sosyal kesimler ve farklı çıkar grupları arasında oluşan farklı düşünceler, değerler ve çıkarlar temelinde şekillenen farklı talep, istekler ve çözüm önerileri sayesinde toplumun karşılaştığı ekonomik, siyasi, toplumsal sorunlara çözüm yolları bulunabilir. Demokratik bir sistemin varlığını sürdürebilmesinin önemli bir temeli de halkın demokratik bir anlayışa sahip olmasına bağlıdır. Yani demokratik bir siyasal sistemin yaşayabilmesi, demokratik bir politik kültürün halk içinde yerleşmesi ile doğrudan alakalıdır. Politik kültür kavramı, halkın içinde bulunduğu siyasal sistemin dünya görüşü, değerleri, işleyiş biçimi hakkında belirli bilgi birikimine sahip olmasını ifade etmektedir. Başka bir ifadeyle demokrasi vatandaşların politik sistem hakkında belli bir düzeyde bilgi sahibi olmalarını ve belli bir davranış şekillerini benimsemelerini beklemektedir. Siyasal sistemin demokratik kurallara göre işlevini yerine getirmesi, toplumun demokratik bir bilince sahip olması ile doğru orantılıdır (Besson/Jasper 1990: 96). Demokratik bilince sahip bireyler, demokratik bir siyasal sistemin işleyişi hakkında yeterli bilgi birikimine ve bilince sahip olmalıdırlar. “Biz ne yaparsak yapalım, kime oy verirsek verelim yukarıda değişen bir olmayacak” ifadesi, veya “birbirleri ile sürekli çatışacaklarına, yukarıdakiler bir araya gelip anlaşmalılar” gibi serzenişler, çoğulcu demokratik bir yönetim anlayışına ve demokrasinin işleyiş biçimine aykırı bir durumdur. Zira her siyaset adamının başarılı olabilmesi tam da temsil ettiği kesimlerin görüşlerine geçerlilik kazandırmaya çabalamasıyla yakından alakalıdır. Bu çerçevede düşüncelerin özgür bir şekilde ifade edilebileceği demokratik mekanizmaların oluşturulması ve bu platformlarda tüm çıkar gruplarının görüşlerini açıklayacak bir tartışma ortamının oluşması sağlanmalıdır. Siyasal sistem üreteceği yeni ve modern çalışma yöntemleri temelinde, bireylerin ve farklı çıkar gruplarının istek ve taleplerinin uzlaştığı noktalarda çözüm üreterek toplumun birlik ve beraberlik içinde ilerlemesini sağlayabilir (Meister/Oldenburg 2008: 9-10). Demokratik toplum yapısı ve siyasi kültür kavramı toplumda fırsat eşitliğinin gerçekleştirilmesi anlayışını da içermektedir. Türkiye’deki demokratik toplum anlayışının temel göstergesi olarak kabul edilen kadın ve erkek eşitliği anlayışı çerçevesinde kamusal alanlarda görev alma konusunda kadınlara eşit imkân tanınması, demokratik bir toplumun siyasi kültürel düzeyinin gelişmişliğine bir işaret, fakat yeterli bir neden değildir. Aynı şekilde devlet yönetim anlayışında bazı görevlerin belli görüş veya politik eğilimleri taşıyan insanlara tahsis edilmesi ve diğerlerinin bu pozisyonlara gelmesinin engellenmesi, demokratik toplumda fırsat eşitliği anlayışında ters düşmektedir. “Cinsiyet veya belli bir sosyal sınıfa aidiyet değil bireyin liyakati, sosyal statüsünün değişiminde karar verici etken olmalıdır.” (Besson Jasper 1990: 97) Demokratik ve açık bir toplumsal düzende kültürel anlayış son tahlilde vatandaşlardan politik katılım, başkalarına karşı tolerans ve centilmenlik gibi belli demokratik değerler ve davranış kalıplarını içselleştirmelerini beklemektedir. Demokratik kültür insanların karşılıklı ilişkilerini biçimlendiren davranış kodlamalarında, her katılımcıya eylemlerini kendi iradesi ve çıkarları doğrultusunda kullanma fırsatı tanımakta ve herhangi bir otoriteye uyması konusunda zorlamadan akılcı gerekçelerle insanları ikna etmeye çalışması gerektiği anlayışını vermektedir (Besson/Jasper 1990: 98).

307

Demokratikleşmenin ve Toplumsal Çatışmaların Dış Politik Boyutu Bir ülkenin sınır ötesi eylemlerinin tümü olarak ifade edebileceğimiz dış politika, ülkelerin karşılıklı olarak çıkarlarının sürekli olarak karşı karşı geldiği bir alandır. Bir ülkenin dış politikasını belirleyen temel dinamiklerin, dış politikayı yönlendirmede oynadıkları belirleyici olmalarının hangi saiklerden meydan geldiği konusu, teoriler bağlamında farklı olarak değerlendirilmektedir. Morgentau’nun realist temelde şekillendirdiği uluslararası ilişkilerin mahiyetinden başlayarak, idealizm, karşılıklı bağımlılık veya kurumsal teorilerine kadar uzanan bir çizgide, uluslararası ilişkiler ve ulus devletlerin iç ve dış politikalarının birbirlerini etkileme biçimleri farklı düzeylerde tanımlanmaktadır. Küreselleşme süreci ile dünya üzerinde sermayenin, malın ve hizmetin ulus devletlerin egemenlik alanlarına “meydan okuyacak” şekilde dünyanın her bölgesinde konuşlanma isteği ve bu hareketliliğin getirdiği ilişkiler ağının düzeyi, ulus devlet sınırları içindeki bir problemin küresel düzeydeki etkilerini de beraberinde getirmektedir. Uluslararası büyük sermaye grupları yatırımlarını iç politik açıdan istikrarlı ülkelere yönlendirmektedirler. Aynı şekilde dünya ticaret örgütü (WTO) veya Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kuruluşlar, kredi vermek için anlaşma yapmak istedikleri ülkelerden “iyi bir yönetim” bekleyebilmekte, temel insan hakları konularında sorunlu olan ve uluslararası alanda savunamayacakları ülkelere kredi açmaktan kaçınmaktadırlar. Avrupa Birliği üyesi olan Avusturya’nın kurduğu hükümete müdahale ederek, Jörg Haider’in başbakanlığını engellemesi ve AB’nin üye olmak için müracaat eden ülkelerin siyasal sistemlerinde anayasalarının AB mevzuatı ile uyumlaştırılması konusunda taleplerde bulunmakta ve bunları yayınladıkları yıllık ilerleme raporlarında belirtmektedirler. Tüm bunlardan çıkan sonuca bakıldığında, küreselleşme ile birlikte bir devletin iç politikaya yönelik siyasi, ekonomik ve toplumsal düzenlemeleri, dışarıdan gelen baskılar veya teşviklerle şekillenme eğilimi gösterdiği görülmektedir. Ulus devlet yapısının, uluslararası sistemin tek aktörü konumunda olduğu dönemlerde, uluslararası sistemin, ulus devletin tanınmasına yönelik bir defaya mahsus bir müdahalesi söz konusuydu. Küreselleşme ile birlikte “postnational” bir dönemde ise uluslararası örgütler, sürekli olarak bir ülkenin siyasi düzeni ve ekonomik durumu yakından takip etmekte, ekonomik konumlarını derecelendirmekte ve ülkenin uluslararası alandaki siyasi ve ekonomik konumu hakkında bir bakıma “kalite kontrolü” yapmaktadırlar (Zangl/Zürn 2003: 69-70). Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte sosyalizmin siyasi, toplumsal ve ekonomik bir model olarak anlamını kaybetmesi, küreselleşme sürecine yeni bir ivme kazandırdı. Küreselleşme süreci ulusal ve uluslararası düzeyde anti tezini de kendi içinde büyüttü. Küreselleşme süreci ile birlikte evrensel bir anlayışa doğru hareket eden düşünce şekline karşı yerel olan ve yerele doğru eğilim arasında bir mücadele başladı. “Dünya Toplumu” kavramı ile de ifade edilen değerlerin küreselleşmesi yani değerlerin dünya ölçeğinde bir aynilik bilinçaltına kazılırken, yerel düzeydeki kimliklerin farklılığı da küresel düzeydeki benzeşme süresine karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Küreselleşme ile ulus devletin egemenlik alanının sınırlarının erozyona uğraması, küreselleşmenin bir sonucu olarak küreselleşmeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkan yerel kimliklerin baskın bir şekilde kendilerini ifade etme talepleri, ulus devleti esas alan milliyetçiliğe yeni bir ivme anlam kazandırdı. Milliyetçilik, ulus devletin egemenliğini aşındırıyor gerekçesi ile küreselleşmeye karşı tavır alırken, ulus devletin üniter yapısını dinamitliyor gerekçesiyle yerel kimliklerin ifade etmesine de karşı çıkmaktadır. Batının köklü demokrasileri, küreselleşme ile gelen toplumsal gerilimlere yine liberal demokrasi içinde çoğulculuk anlayışı ve çok kültürlülük temelinde yeni açılımları geliştirmeye çalışmaktadırlar. Ulus devletin inşası ile tarihe karışacağı beklenen yerel kimliklerden beslenen 308

etnik milliyetçilik Yugoslavya’nın sonunu getirdi, Çekoslovakya’nın Çek ve Slovak devleti olarak etnik temelde ikiye ayrılmasına neden oldu. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra iki kutuplu güçler dengesi temelinde korunan dünya barışı, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra yerini belirsizliğe bıraktı. 26 Haziran 1945’te 51 ülke tarafından San Fransico’da imzalanan Birleşmiş Milletlerin (BM) birinci maddesinde “dünya barışının korunması ve uluslararası güvenliğin sağlanması, barışın tehditlerinden korunması ve tehditlerin ortadan kaldırılması, savaş eylemlerini ve barışı bozanları baskı altında tutulması, barışın bozulmasına yol açacak uluslararası ihtilafları hakkaniyet ve uluslararası hukuk temelinde barışçı yollardan halletmek için kolektif tedbirlerin alınması öngörülmektedir (Gareis/Varwick 2003: 43). Fakat Sovyetlerin dağılmasından sonra dünyanın değişik bölgelerinde bu belirsizlik ortamında devletler arasında (Irak’ın Kuveyt’i işgali) çatışmalar meydana geldiği gibi bazı ülkelerin kendi içinde bölünmeler ve iç savaşlara neden oldu. Birleşmiş Milletler, Somali’de, Yugoslavya’da ve Ruanda’da barışın korunması için yukarıda ifadesini bulan görevleri yerine getirme konusunda beklentileri karşılamaktan uzak bir görüntü sergiledi. Soğuk Savaşın sonuna doğru Dieger Senghas, 1988 yılında muhtemel gelişmelere gönderme yaparak uluslararası sistemde meydana gelecek muhtemel çatışma alanları ile çatışma potansiyeli olan bölgelerin analizini yapar. Bu analizinde Senghaas, uluslararası sistemdeki siyasi ve sosyo-ekonomik yapıdaki farklılıklarda yansımasını bulan ve birbirleri ile bağlantılı bir bütün oluşturan dünyadaki kolektif şiddetin aşılmasının güncel bir sorun oluğunun altını çizmektedir. Bu çerçevede dünyanın bazı bölgelerinde barışın korunması mümkündür fakat diğer dünyanın diğer bölgelerinde ise şiddetin politik sorunların çözümünde bir araç olarak kullanma eğilimi artmaktadır. Dolayısıyla yapılması gereken barış kavramının gerek dolaysız şiddetin olmadığı gerekse siyasi özgürlükleri ve sosyal adaleti içine alan bir “modus vivendi” şeklinde geniş bir tanımının yapılmasıdır (Senghaas 1988: 12). Doğu-Batı ideolojik karşıtlığının sona ermesi ile birlikte uluslararası düzende ve ulus devlet anlayışında meydana gelen değişimlerin uluslararası düzeydeki muhtemel etkileri tartışılmaya başlandı. Soğuk Savaşın bitmesi ile nükleer savaş tehdidinin ortadan kalkmasının rahatlığına alışmaya çalışan Batı, sosyalist ideolojik sistemi “yenmenin” tadını çıkarmadan Saddam’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmesi ile yeni bir tehdit boyutu ile karşı karşıya kaldı. Uluslararası düzenin devletlerarasında ve ulus devletlerin yapılarında meydana gelen değişimler, gerek ulus devletler içerisinde gerekse uluslararası düzende, barışın ve istikrarın korunması ve devamının sağlanması için, Soğuk Savaş döneminde uygulanan demokratik kuralların yeterli olmayacağı üzerinde tartışılmaya başlandı: Fukuyama, “Tarihin Sonu” teziyle uluslararası düzeyde liberalizmin çerçevesini çizdiği bir barış dünyasından bahsederken, (Fukuyama 1992: 11) Huntington, tam aksine bir söylemle, 21. Yüzyılda uluslararası yapının çatışmaları, ayrımcılıkları oluşturacak dinamiklerinin ideolojik değil kültürel ve din temelinde gerçekleşeceğini ifade etmekteydi. (Huntington1997: 19) Soğuk Savaş sonrasında uluslararası ve ulusal politikadaki değişimleri modernleşmenin bir sonucu olarak değerlendiren Ulrich Beck ise modernleşme sürecinin bir risk olarak kurumsal şartlarının hesaba katılması noktasındaki başarısızlıklara dikkat çekerek bir risk toplumundan bahsetmektedir. Bu yeni şartlar altında gerçekleşen gelişmeler ülkeden ülkeye değişiklikler ve değerlendirmelerin merkezi bir rol oynayacağı ekonomik, siyasi ve teknolojik gelişmelerin meydana getirdiği çevre sorunları gibi kararlarla ilgili zıt görüşlerin kendini göstereceği yeni bir politik anlayıştan yeni bir dünya risk toplumundan söz etmektedir (Beck 2007: 24).

309

90’lı yıllarda dünyanın değişik bölgelerinde gerçekleşen ve ulus devletlerin merkezi yapılarıın çökmesine veya ulus devletlerin parçalanmasına neden olan etnik ve dini temelli savaşlar, Soğuk Savaş sonrası ulus devlet düzeyinde de yeni bir anlayışı geliştirme ihtiyacını gerekli kıldı. Küreselleşmenin getirdiği ekonomik, siyasi ve toplumsal alanlarındaki yapısal değerlerin evrenselleşmesi ile toplumsal ve siyasi yapıda bir dönüşüm gerçekleşti. Küresel sürece bir tepki olarak kendini yeniden tanımlamaya başlayan yerelleşme kavramı, yerel, etnik ve kültürel kimliklerin baskın olarak ifade edilmesinin yolunu açtı. Ve bu dönüşüm süreci ulus devlet yapısı içinde liberal demokrasinin yeniden yapılanması sorununu beraberinde getirdi. Bu süreç iç politikada liberal demokratik anlayışın çoğulcu temelde çok kültürlü ve yerel kimliklerin kendilerini ifade edebilmesine imkan verecek şekilde yeniden yorumlanmasını öngören “Radikal Demokrasi” (Keyman 2000) ve öteki ile birlikte yaşamanın tek yolunun diyalog olduğunu ve değer çatışmalarının diyalog yoluyla çözümünü talep eden “diyalojik demokrasi” (Sarıbay 2000: 12) şeklinde ifade edilmeye başlandı. Batı siyasi yapısından farklı olarak köklü bir liberal veya sosyal demokrasi geleneği olmayan Türkiye ise “temsiliyet” krizi yaşayan liberal demokrasiye karşı milliyetçi söylem, bireylerin globalleşme süreci sonucu yaşadıkları ontolojik güvensizlik duygusunu “topluluk” veya “bir topluluğa eşit olma” anlayışıyla karşı koymaya çalıştırlar.” (Keyman 2000: 35). Küreselleşme ile liberal demokrasiye yeni bir ivme kazandıran bireyci-çoğulculuk anlayışı karşısında, küreselleşmeye de bir tepki olarak ortaya çıkan ulus devlet temelinde ifadesini bulan milliyetçi “toplulukçu” anlayış karşı karşıya geldi. Türkiye içinde yaşanan bu süreç, toplumsal katmanlarda ve siyaset algılamalarında değer yargıların farklılaşmasından kaynaklanan toplumsal gerilimlere ve travmalara neden olacak fay hatlarının oluşmasına neden oldu. Bu konuda Ali Bayramoğlu’nun Laiklik ve Dindarlık eksenindeki çatışmayı ve algılamalardaki dönüşümü anlatan “Demokratikleşme Sürecinde Dindar ve Laikler” başlıklı araştırmayı örnek olarak vermek mümkündür (Bayramoğlu: 2006). Türkiye bu süreç içinde siyasete ait olanı yeniden anlamlandırma ve yapılandırma adına yeni bir siyaset anlayışına yön verme sorunsalı ile karşı karşıya kaldı. Keyman tarafından “Radikal Demokrasi” olarak tanımlanan bu siyasi anlayış, liberal demokrasinin yeniden kurgulanmasını ve bu temelde “çoğulculuğa, farklı kimliklerin farklılığının tanınması, bu haliyle de ötekine karşı sorumluluk” bilincinin geliştirilmesini öngörmektedir. Çoğulcu bir yapının gereği olan ötekine karşı sorumluluk farklı kimliklerin varlığını ve toplum içinde var olan bu kimlikler arasında karşılıklı diyalogun kurulmasını içermekte ve devlet-kimlik-birey düzenlemesinde “diyaoljik” bir alana kaymasını gerekli kılmaktadır (Keyman 2000: 36). Ulus devlet anlayışının temelinde var olan farklılıkları tek bir kimlik altına eritmek yerine liberal demokrasinin çoğulculuk temelinde farklılıkları kabul edecek şekilde devlet-toplum-birey ilişkisinin yeniden tanımlanması, liberal demokrasinin “radikal demokrasi”ye dönüşmesinin Keyman’a göre son halkası, küreselleşme sürecinde oluşan belirsizlik ve “ontolojik güvensizlik” ortamının çok kültürlü çoğulcu ve demokratik bir yapıya dönüştürmesi ile mümkün olacaktır (Keyman 2000: 37). Aslında tarihsel süreç içinde görüldüğü gibi 21. Yüzyıl’ın başında da, devletlerarasında ve ülkelerin iç politikalarında gerçekleşmesi beklenen istikrar, huzur ve barışı sağlama çabaları, modern toplumların karşılaştıkları temel sorunlardandır. Immanuel Kant, 1795 yılında yayınladığı ve bugüne kadar tüm barışla ilgili değerlendirmelerin temelini oluşturan ve hala geçerliliğini koruyan makalesinde gerçekleşmesini umduğu bir “ebedi barıştan” söz etmektedir. Kant, Hobbes’cu bir yaklaşımla, insanlar arasındaki barış durumunun doğa durumu olmadığını ve insanlar arasındaki 310

doğa durumunun daha çok savaş durumu olduğunu ifade etmektedir (Maier 1993: 12). Dolayısıyla devletlerin iç siyasi ve toplumsal dinamiklerinden başlayarak devletlerarası ve nihayet uluslararası ilişkilerde de barışı sürekli bir şekilde teşvik etmek gerekmektedir. Yani başka bir ifadeyle, bugünkü Avrupa’da yaşanılan barış ortamı gibi durumun olması, şiddet ortamına dönüşmeyecek ve savaşın olmayacağı bir barış düzeninin oluşturulması gerekmektedir (Senghaas: 2006). Senghaas, bu bağlamda ulus devletin kendi iç politikasında ve uluslararası düzende barışın korunabilmesinin ancak toplumsal yapıların sivilleşmesi yani medenileşmesi/uygarlaşması ile mümkün olabileceğini savunmaktadır. Sivilleşme Kavramı Batının tarihsel sürecinde oluşan “civilite”/uygarlık kavramı, şövalye ruhunun çöktüğü, Katolik Kilisesi’nin dağıldığı ve dünyevileşmenin başlandığı bir dönemde anlam kazanmaya başladı (Elias 2000 I: 133). Civilite kavramı, bugünkü açıklanan anlamda özgün karakteri ve işlevi, 16. Yüzyılın ikinci çeyreğinde itibaren şekillenmeye başladı. Kavram, toplum tarafından kabul edilen anlamını Erasmus’un 1530’da yazdığı “Çocukta geleceğin Nazikleşmesi Üzerine” adlı bir yazısı ile kazanmıştır (Elias 2000 I: 134). Bu çerçevede civilite, bireysel ve toplumsal anlamda, insanların zaman içinde gerçekleştirdikleri sosyo-ekonomik ve siyasi dönüşümlerin bir sonucu olarak şekillenmektedir. Norbert Elias, yazdığı “Uygarlık Süreci”nde adlı yapıtında, Batı toplum yapısının uygarlık yolundaki gelişme evreleri ve bunların nedenleri üzerinde durur. Bu bağlamda uygarlık, bir tarafıyla Batılı toplumların son üç yüzyıl boyunca diğer toplumlardan farklı olduğuna inandığı değerlerin bir ifadesi olan Batılı özbilinci ortaya koymaktadır (Elias 2000 I: 73). Diğer taraftan, Batı toplumlarının uygarlık sürecinde, modern devlet yapısının oluşmasına katkı sağlayan rasyonelleşmenin yanında, çıkar çatışmalarında bireyin “utanma” ve “mahcubiyet” duygusunun önemli bir yeri olduğunu ifade etmektedir. “Utanma ve mahcubiyet sınırının ilerlemesi kadar rasyonelleşmenin ilerlemesi de, aynı ölçüde, başka canlılar tarafından tehdit ya da alt edilmekten duyulan doğrudan korkuların azalmasının ve tekil insanın artık kendine uyguladığı otomatik iç korkuların, zorlamaların bir ifadesidir. Her ikisinde de, utanma ve mahcubiyet sınırının ilerlemesinde olduğu kadar rasyonellemenin ilerlemesinde de aynı ölçüde, toplumun artan farklılaşması ile birlikte gittikçe daha geniş insan grupları için sosyal varoluşunu sürdürmenin bir zorunluluğu haline gelen daha büyük daha farklılaşmış temkin ve uzak görüşü ifade eder.” (Elias 2000 II:379) Senghaas, Elias’ın uygarlık sürecinden hareket ederek toplumların ve devletlerin gerçekleştireceği ekonomik, siyasi ve sosyal dönüşümlerin sekülerleşmesi süreci sonucu gelişen uygarlığın, yukarıda ifade edildiği gibi Hobbes’cu bir temelde okuduğu uluslararası sistemin Kant’ta ifadesini bulan bir barışa kavuşabilmesi, uluslararası ilişkilerde şiddetin ve zor kullanmanın elimine edilebilmesinin ancak çatışmaların sivilleştirilmesi süreci ile aşılabileceğini savunmaktadır (Senghaas: 1988: 9). Bu durum ise ancak barışı temel alan bir uygarlık süreciyle mümkün olacaktır. Çatışmaların Sivilleştirilmesi: Senghaas’ın Sivilleşme Projesi Yukarıda “radikal demokrasi” kavramı ile liberal demokrasinin dönüşümünün anlatmaya çalışıldığı düşünce temelinde ortaya konan çoğulculuk anlayışı, modernleşme, buna bağlı olarak gelişen toplumsal dünyevileşme (sekülerleşme) süreci ve toplum içindeki farklı kesimlerin birlikte yaşama (Koexistenz) yollarının bulunması, Senghaas’ın barışın korunması için oluşturduğu altı köşeli (Hexogen) sivilleştirme sürecinin ön şartlarını oluşturmaktadır. Modern toplumların geleneksel

311

toplumlardan farklı olan en belirgin özelliği, çoğulcu bir yapıya sahip olmalarıdır. Çoğulculuk ise bireylerin kişisel ve çevre tasavvurlarının ve düşüncelerinin ve “gerçekliklerinin” ve nihayet farklı adalet anlayışını içine alan kimliksel anlamdaki çoğulculuğu ifade etmektedir. Çoğulculuk son tahlilde çıkarların çoğulculuğunu da içermektedir (Senghaas, 1994: 17). Dünyevileşme süreci, modern devlet ve toplum yapısının oluşum süreci ile yakından alakalıdır. Rönesans’la birlikte başlayan geleneksel kalıpların dışına çıkmaya başlayan Batı, 18.Yüzyılın ortalarından itibaren başlayan siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel dönüşüm sonucu günümüzdeki liberal demokratik anlayış ve serbest piyasa ekonomisi temelinde şekillenen modern toplum yapısına kavuştu. Batı, dünyevileşirken geleneksel yapılarının baskısını rasyonel temelde aşmasını başardı. Küresel düzeyde örümcek ağına benzeyen ilişkiler biçimi içinde Batı, merkezden çevreye, çevreden merkeze doğru ekonomik, siyasi, kültürel ve toplumsal alanlarda, sürekli etkileşim içinde bulunmaktadır. Batı’nın dışında çevreyi oluşturan, gelişmekte ve az gelişmiş ülkeler, bu sürecin dışında değilerdir. Batı dışındaki toplumlar belli bir zamansal gecikmeyle de olsa Batı’nın tarihsel temel dinamikleri tarafından üretilen bu sürece katılmaya başladılar. Bu süreç, küreselleşmenin mekanizmaları ile birlikte gerek Batı ülkelerindeki gerekse dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelerde yaşayan insanların önüne büyük iletişim/etkileşim imkânları ve hareket alanları oluşturdu. Bu gelişmenin bir sonucu olarak, gerek yerel bazda gerek ulusal ve gerekse küresel düzeyde insanların siyasi örgütlenebilme yeteneklerini ve gerektiğinde politik karar alma mekanizmalarını etkileyebilecek düzeyde örgütlü ve güçlü platformlara sahip oldular. İşte bu süreç, toplumların durdurulamayacak sosyal, siyasi ve ekonomik değişim ve dönüşümleri içinde çatışmaları da barındıran “sosyal dünyevileşme süreçleridir” (Senghaas: 1994: 18; Senghaas 2006). Siyasetten ekonomiye kadar yaşamın her alanında farklı çıkarları olan ve bu çıkarlarını çoğulcu bir yapı içerisinde gerçekleştirmeye çalışan modern toplumlar, aynı zamanda çatışma ve şiddete eğilimli olan toplumlardır. Bu tür toplumlar, potansiyel olarak süregelen çatışmalara ve şiddet olaylarına veya daha da kötüsü iç savaşlara sürüklenmek istenmiyorsa, bu durumda farklı çıkarları ve dünya tasavvurları temelinde hareket etmek isteyen ve aynileşmenin mümkün olamayacağı farklı toplumsal kesimlerin arasında bir uzlaşma veya “birlikte yaşama” anlayışının gelişmesi ve bu anlayışı destekleyecek kurumsal mekanizmaların oluşması kaçınılmazdır (Senghaas 1994: 18). Zira çoğulcu bir toplum yapısına giden sürecin önüne geçilmesinin, kimliklerin, gerçekliklerin, adalet tasavvurlarının ve çıkarların politize edilmesinin geri dönüşümü mümkün değildir. Toplumsal yapı içerisindeki gündelik hayatta toplumsal, ekonomik ve kültürel anlaşmazlıklar ve tartışmalar siyasi tartışmalara; siyasi tartışmalar toplumsal, ekonomik ve kültürel çatışmalara yol açarsa bu tür toplumsal yapılarda “radikal kutuplaşma” (Senghaas 2006) diyebileceğimiz bir gerçeklik var demektir. Özellikle Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra bu tür radikal kutuplaşmaların yaşandığı ülkelerde birlikte yaşama anlayışının giderek daha fazla anlam kazandığını söylemek mümkündür. Aksi durumda ise Balkanlar, Avrasya, Ortadoğu (Irak) ve Afrika’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi dini, etnik, mezhep temelli iç savaşlara varan çatışmaların çıkması kaçınılmazdır. Bu durumda farklı çıkarları olan ve farklı talep ve isteklerde bulunan toplumsal kesimlerin, çoğulcu demokratik bir ortamda barış içinde bir arada yaşamalarını sağlayacak ve kaçınılmaz olan çatışmaların şiddet ve tehdit unsurlarını dışlayacak bir şekilde mekanizmaların ve normların oluşturulması Senghaas’a göre modern toplumların en merkezi uygarlık görevlerinin başında gelmektedir (Senghaas 1994: 18). Liberal demokratik çoğulcu bir siyasal sistemi temel alan uygar toplumlarda önemli olan, 312

toplum kesimleri arasında var olan ve potansiyel çatışmaların ve uyuşmazlıkların aşılmasında devamlılığı olan, yapıcı, şiddete dayanmayan, çatışmaların halledilmesine yönelik mekanizmaların bulunması ve bunların kurumsallaşmasıdır. Toplumsal yapı içinde kırılgan olmayan ve sürdürülebilir bir birlikte yaşama ortamının oluşturulması, toplumsal barışı teminat altına alacaktır. Bu çerçevede insanların modern, demokratik bir toplum yapısında barış içinde yaşayabilmesinin, başka bir ifadeyle birlikte yaşamın sivilleştirilmesi için uygarlaşmış bir politik anlayışın gelişmesinin şartlarının oluşması gerekmektedir. Senghaas tarafından birbirleri ile bağlantılı ve birbirlerinin olmazsa olmazı konumunda bulunan ve her birinin diğerleri ile ayrı ayrı ilişkileri içinde bir bütünü oluşturan Barış için Sivilleşme Projesi yukarıda ifade edilemeye çalışılan çerçevede altı başlık altında toplanmaktadır (Senghaas 1994: 20-34; Senghaas 2006).

Senghaas’ın Sivilleşme Altıgeni (Hexagon), (Senghaas, 1994: 26)

Devletin Güç Kullanma Tekeli: Senghaas tarafından geliştirilen sivilleşme projesinin en temel unsurlarından biri, modern devlet yapısına uygun bir şekilde devletin güç kullanma tekeline sahip olmasıdır. Sivilleşme sürecinin gerçekleşmesi, meşru temelde devlet tekelinin inşaa edilmesi ve bireylerin silahtan arındırılması ile mümkün olur. Devlet tekelinin zaafa uğradığı ve merkezi otoritenin modern devlet anlayışına uygun şekilde işlevini yerine getirmediği durumlarda, warlordların çıkmasına, vatandaşların değişik çıkar, etnik veya dini gruplar temelinde silahlanmasına giden bir süreçte, iç savaşa neden olacak tehlikeli gelişmeleri de beraberinde getirmektedir. Devletin Şiddet Tekelinin Kontrol Edilmesi: Hukukun Üstünlüğüne Dayalı Anayasal bir Düzenin Kurulması: Modern devlet anlayışını temel alan ve şiddet tekelini elinde bulunduran her modern devlet, hukukun üstünlüğüne dayalı modern, demokratik bir devlet değildir. Şayet modern devlet kavramı Hayek’te ifadesini bulan “hükümetin (devletin) faaliyet ve eylemlerinde önceden açıkça ilan edilmiş bir takım kurallara göre hareket” (Aktaş 2001: 139) etmesi olarak tanımlanan hukuk devleti anlayışında mündemiç olsaydı, bugün Faşizm, Nazizim, Komünizim gibi totaliter ve otoriter rejimlere ve onların günümüzdeki az gelişmiş ülkelerde gördüğümüz otoriter uzantılarından söz edilmezdi (Jesse 1993: 165-229.) Bir devletin güç kullanma tekelinin meşru olarak kabul görülmesi, anayasal prensiplerin

313

kurumsallaştırılması ve çatışmaların kurumsal çerçeve içinde ve hukuki kurallara uygun bir şekilde gerçekleşeceği şeffaf demokratik bir kontrol mekanizmasına imkân verecek şekilde düzenlenmesi ile mümkündür. Çünkü hukukun üstünlüğü anlayışı temelinde şekillenen siyasal sistemlerde, devletin güç tekelinin sınırlandırılması, devletin şiddete yatkın, savaşkan ve keyfi güç kullanma gibi temel karakterinin de değiştirilmesi ile mümkün olacaktır. Devletin güç kullanımını sınırlayan ve kontrol eden prensipler, temel insan haklarının korunmasından başlayarak, mahkemelerde savunma hakkında kadar uzanan, herkesin kanun önünde eşit muamele görmesi, kadın erkek eşitliği, siyasi katılıma hakkı gibi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’nün Haziran 1990’da aldığı Kopenhag kararlarında ifadesini bulan hukukun üstünlüğü esasına dayalı bir düzenin prensipleri ve kurumsal yapısını içermektedir (Senghaas 1992: 191-222). Karşılıklı Bağımlılık ve Duyguların Kontrol edilmesi: Devletin şiddet tekelini elinde bulundurması ve sosyalleşmesi süreci, çatışmaların kurumsal temellerde düzenlenmesi, duyguların kontrol edilmesini de içermektedir. Günümüzün toplumsal yapısından kaynaklanan karmaşık ilişkiler ağı içerisinde yaşayan insanların/grupların küresel düzeyde fonksiyonel olan iletişim ağı aracılığı ile “insanın çevresi” diye ifade edilen etkileme ve etkilenmesinin derecesi baş döndürücü bir düzeye geldi. Öte yandan, insanlar nüfusun yoğun olduğu, dolayısıyla karşılıklı bağımlılığın giderek arttığı mekânlarda yaşamaktadırlar. Bu tür mekânlarda modern toplum yapısı içerisindeki birey, farklılaşmış, karmaşıklaşmış ve birbirleri ile yakından bağlantılı bir ilişkiler ağı içinde toplumsal yaşama eklemlenmektedir. Bu toplumsal yaşamdaki birey dışı “dış düzenlemeler”, her bireyin kendi davranışını bu toplumsal eklemlenmelerin gereklerine uygun bir şekilde, kendi kendine hareket edeceği temel ilkesinden hareket edilerek uyarlanmıştır. “Burada insanın insan için ifade ettiği başlıca tehlike, bu işleyişin içerisinde birinin özdenetimini kaybetmesinden doğar. Tekil kişinin bu keşmekeşin içerisinden yolunu bulabilmesi için sürekli bir özdenetim gereklidir” (Elias 2000 II: 307) Elias’a göre uygar insanin tabiatında belirleyici bir konuma sahip olan ruhsal kendini zorlama mekanizmasının oluşması, bedensel şiddet uygulama eğiliminin tekelci kurumsal yapıların meydana gelmesi ve toplumsal merkezi organların istikrarı ile yakından ilişkilidir. Dolayısıyla bireyi küçük yaştan itibaren kalıcı, düzenlenmiş ve kendini tutma/kontrol altına alma davranışları benimsemesi, ancak istikrarlı tekel kurumlarının oluşması ile ortaya çıkar (Elias 2000 II: 308). T. Parsons, topluluğu ve toplumu karakterleri bakımından birbirlerinden ayırmaktadır. Buna göre topluluk tipinin karakter özelliği “duygusallık”; toplum tipinin karakteristik özelliği ise “duygusalyansızlıktır”. (Elias 2000 I: 15) Sosyolojik anlamda bir kurumsallaşma olarak duygusal- yansızlık, bireyin “disiplinli örgütlenme ve kişiliğin uzun vadeli çıkarları yararına anında tatminlerden vazgeçme gerekliliğini idrak etmek” anlamına gelmektedir (Elias 2000 I:16). Ulus devlet yapısı içinde birçok alanlar vardır. Hukuki alan bunlardan biridir. Aynı şekilde bir bütünlük gösteren ekonomik bir alan vardır. Ulus devletin sınırları içinde ulus devletin değerlerinden beslenen kültürel alan ve buna bağlı bir “ortak değer” alanı bulunmaktadır. Modern anlayışın bir sonucu olarak oluşan ve özellikle küreselleşme ile yeni bir ivme kazanan yerel kimlik alanları da, ulus devlet kimliklerinin yanında oluşmaya başlamaktadır (Senghaas 1994: 23). Farklı kimlik ve çıkar gruplarının yoğun olarak bir arada yaşam durumunda kaldığı yerleşim alanlarında modernleşmenin gereği olarak bir arada yaşamak durumunda kalan insanlar, zamanla birbirlerine karşı empati ile yaklaşma yeteneğini göstermektedirler.

314

Demokratik Katılım: Sivilleşme Projesinin diğer bir önemli bağlantı noktasını da demokratik katılım oluşturmaktadır. Günümüzdeki modern toplum yapısında karşılıklı bağımlılık ağının oluşması kaçınılmazdır. Ve bu tür toplumsal yapılar kırsal kesimden kentleşme doğru göçün yoğun olarak yaşandığı buna bağlı olarak da sosyalleşmenin hareketli bir şekilde yaşandığı toplumlardır. Gerek gelişmekte olan, gerekse gelişmiş toplumlarda sürekli bir dönüşüm ve değişim süreci yaşanmaktadır. Bu dönüşüm kırsal kesimlerden metropollere doğru göç olgusu ile birlikte, metropollerdeki yeni yerleşim alanlarının açılmasını gerekli kılmaktadır. Aynı anda metropollerin varoşlarından merkezine doğru gerçekleşen bir dönüşüm süreci yaşanmaktadır. Kentleşme, sosyal ve ekonomik yeni sınıfların oluşmasını ve oluşan sınıflar arasındaki farklılaşmaların belirginleşmesine zemin hazırlamaktadır. Farklı çıkar ilişliklerinin yaşandığı kentlerde artan eğitim düzeyi ile birlikte, farklı çıkarların ifade edilmesine de imkân sağlamaktadır. Demokratik anlayışın yerleşmesine paralel olarak grupların, farklı çıkarları doğrultusunda istek ve talepleri artmaktadır. Aynı şekilde modern toplum tarafından kuşatılan geleneksel yapılardan farklılaşan eğilimler ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede cinsiyet ayırımına ve her türlü ayrımcılığa karşı söylemler politik temelde dile getirilmeye başlanmaktadır. Farklı toplumsal taleplerin dile getirilemediği veya getirilmesine imkân verilmediği ortamlar, siyasal gerilimlerin ve sosyal çatışmaların yeşerdiği alanlar olacaktır. Demokratik yapılanma içerisinde fraklı grupların çıkarları doğrultusundaki isteklerini dile getirecek kurumsal mekanizmaların oluşturulması ve bu mekanizmalar aracılığı ile isteklerinin siyasi söylemle ifade edilmeleri, anlaşmazlıkların barışçıl temelde ele alınmasının önemli şartlarından birini oluşturmaktadır. Bu tür bir yapı içinde farklı çıkar ve kimliklerin iç içe geçtiği ve her kesimin kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için yeni bir söylem geliştirdiği böyle sosyal hareketli toplumsal yapı içinde, siyasal sistemin işlerlik kazanması ve istikrarlı olması, tüm bu farklı çıkarları uyumlaştırma yeteneğine sahip olmasına bağlıdır. Bu da demokratik bir hukuk devletinin kurumsal yapısının farklı söylemleri absorbe ederek uyumlaştırabilecek bir yeteneği geliştirmesi ile mümkün olur. Sosyal Adalet: Sivilleşme Projesinin diğer bir temelini oluşturan sosyal adalet kavramı demokratik bir toplum düzeni içinde giderek önem kazanan ve gerçekleştirildiği oranda toplumun siyasal düzene güveninin artmasına zemin hazırlayan bir işlevi yerine getirmektedir. Belli bir düzeyde demokratik yapıyı gerçekleştirmiş siyasal katılımlı toplumlar farklı çıkarların korunmasına yönelik olarak örgütlenmiş çoğulcu toplumsal yapılardır. Ve bu yapılar potansiyel kutuplaşmaları da beraberinde getirmektedir. Bu çerçevede, toplum içinde barışın korunması ve istikrarın sağlanması, büyük oranda bu çıkar grupları arasında fırsat eşitliği ve adil dağılımın sağlanmasına bağlıdır. İnsanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasını da içine alacak şekilde fırsat eşitliğinin sağlanması ve adil bir sosyal ve ekonomik dağılımın gerçekleştirilmesi, sosyal hareketlilik sürecinde olan demokratik toplumlarda kaçınılmaz bir durumdur. Zira ancak insanların çoğunluğunun fırsat eşitliği ve adil bir dağılım konusunda herkesin aynı eşit muamele göreceğine inandığı bir toplumda barış sağlanabilir. Sistem gereği serbest piyasa ekonomisinin eşitlikten çok eşitsizliği ve adil olmayan bir dağılımın gerçekleştiği ekonomik bir yapıda, hukukun üstünlüğüne dayanan anayasal bir siyasal sistemde, bireylerin ve çıkar gruplarının adil muamele görme konularındaki şüpheler hiç bir zaman bitmeyecektir (Senghaas 1994: 25). Yapıcı Siyasi Çatışma Kültürü: Siyasi çatışma kültürü Senghaas’ın sivilleşme projesindeki en son halkayı oluşturmakta ve bu şekilde altıgen yapı (Hexagon) tamamlanmaktadır. Yukarıda da açıklanmaya çalışıldığı gibi Türkçe kavramda uzlaşı ve uzlaşı kültürü olarak ifade edilen kavramlaştırma Batı literatüründe çatışma olarak ifade edilmektedir. Demokratik 315

çoğulcu toplumsal bir yapı içinde farklı çıkar gruplarının ve kimliklerin varlığının ön şart olarak kabul edilmesi, toplum içinde çatışmalarında var olacağı kabulünden hareket edilmektedir. Dolayısıyla her an farklı bir biçimde bireylerden başlayarak her kesim tarafından dikey ve yatay olarak sürekli bir şekilde tekrarlanan çatışma ve potansiyel çatışma ortamlarının “işlenmesi” yani çatışan aktörlerin çatışma yöntemlerinin belirlenmesi önem taşımaktadır. O da toplumsal anlaşmazlıklarda şiddete ve zora başvurmadan anlaşmazlıkların yapıcı bir şekilde ve uzlaşma yeteneği kazanacak şekilde uyumlaştırılmaya veya karşılıklı saygı ve hoşgörü ortamının oluşturulması ve birlikte yaşamanın gerekliliğinin bilincinde olan siyasi bir düzenle mümkün olur (Senghaas 1994: 25). Yapıcı bir çatışma kültürünün oluşmasını sağlayan siyasal zemin, tarihsel süreç içinde modern zamanın birlikte yaşama anlayışından sonra ortaya çıktı. Sivilleşme Projesinin diğer boyutları gibi çatışma kültürünün oluşum süreci de geleneksel Avrupa kültüründe belirlenmiş değildi. Tam tersine her bir boyutun ortaya çıkması “iradeye karşı” oluşan bir süreç olarak tanımlanmaktadır. Çünkü tarihsel olarak bakıldığında çatışmaların sonunda kimin ne olacağına karar veren, savaşta alınan zafer ve yenilgi olmaktaydı. Aynı şekilde Hobbes’ci bir yaklaşımla kuvvetli, zayıf üzerinde hâkimiyetini kurmakta, üstün olan kurumsal yapı ise alttaki kurumsal yapı üzerinde hâkimiyetini perçinlemekteydi. Yasalar veya hukuki düzenlemeler ise savaşan taraflarca pek de sevilmeyen, fakat savaşan tarafların gerektiğinde bozdukları zorunlu uzlaşmalar olarak görülmekteydi. Ancak tarihsel süreç içerisinde sivilleşmesinin diğer boyutlarının gerçek olmasından ve karşılıklı olarak birbirlerini güçlendirerek toplumsal gerçekliğin vazgeçilmezi olduktan sonradır ki, taraflar arasında yapıcı bir çatışma kültürünün meydana gelmesi mümkün olmuştur (Senghaas 2006). Sonuç Yerine Girişte Türkiye örneğinde ifade edildiği gibi, Soğuk Savaş sonrası yeni bir anlam ve mahiyet kazanan toplumsal dönüşüm süreçlerinin, 20. Yüzyılda kazanılan değerler temelinde açıklanması yeterli olmamaktadır. Küreselleşme ile birlikte gelen karşılıklı bağımlılık anlayışı, ülkelerin siyasi ve ekonomik yapılarını bir taraftan küresel dünyanın merkezi sistemlerine entegre etme sürecini hızlandırmaktadır. Fakat aynı küreselleşme olgusunun getirdiği veya dolaylı olarak dayattığı toplumsal dönüşümler ulus devletlerin temel değerlerini erozyona uğramasına zemin hazırlamaktadır. Sonuç ise devletlerin iç politikada toplumsal dönüşüm ve değişimden kaynaklanan toplumsal taleplere karşı çözüm üretmede zorluklarla karşılaşmasıdır. Ulus devletin temelini oluşturan, toplumu merkezi değerler çerçevesinde homojenleştirme projesi, artık geçerliliğini kaybetmektedir. Devletlerin uluslararası sistemden gelen ekonomik, siyasi ve kültürel meydan okumalara karşı çözüm yolları üretememesi, iç politikada zaaf yaşanmasına neden olmaktadır. İç politikada toplumun farklı kesimlerinden gelen değişim taleplerine ve yine farklı kesimlerin kendi değerleri temelinde yaşam alanları oluşturma çabalarına karşı yeterli çözüm yolları sunamayan siyasi düşünceler herkesi kapsayacak bir barış düzeni oluşturma iddialarını kaybetmek durumu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Türkiye için de geçerli olan toplumsal barışın, istikrarın korunması, toplumda var olan siyasi, ekonomik, kültürel farklılıkların iç barışı ve huzuru bozacak bir çatışma ortamın dönüşmemesi için tüm toplumun farklı kesimlerini kucaklayacak demokratik çoğulcu temelde yeni bir anlayışın geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu sadece Türkiye’ye özgü olan bir durum değildir. Batı’nın gelişmiş köklü demokratik kültüre sahip ülkeleri de demokrasiye yeni bir anlam ve içerik kazandıracak yeni anlayış ve kurumsal yapılar geliştirerek toplumsal barışın sağlamanın yollarını aramaktadırlar. Bu yöntemlerden biri de 90’lı yıllardan itibaren giderek bilimsel literatürde artan bir şekilde ifade edilen 316

“Çatışmaların Sivilleştirilmesi” projesidir. Toplumdaki farklı çıkar ve kimliklerin varlığından hareket eden bu anlayış, farklı değerlerin devamlı bir şekilde ürettiği karşıtlıkların ve çatışmaların toplumsal yapının bir tabii bir parçası olduğu gerçeğinden hareket etmektedirler. Vurgulanması gereken husus, bu çatışma alanlarının şiddete dönüşmesini engelleyecek yeni yöntem ve kurumsal mekanizmaların oluşturulması üzerinde durulmasıdır. Bu projelerden biri de Elias’ın Batı’daki uygarlaşma sürecinde ortaya koyduğu temel dinamiklerden hareket ederek Senghaas tarafından geliştirilen ve toplumsal barışın gerçekleştirilmesini merkezi hareket noktası olarak alan Sivilleşme Projesidir. Senghaas tarafından geliştirilen ve toplumsal yapıdaki çatışmaların düzenlenmesini öngören altıgen yapının işlerlik kazanması, her bir boyutun birbirleri ile olan bağlantılarının ve ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde yürümesi ile yakından alakalıdır. Başka bir ifadeyle, devletin güç kullanma tekelinin garanti altına alınmasında anayasal bir hukuk siteminin geçerliliğinden; buna bağlı olarak da şiddeti dışlayan bir demokratik katılımdan bahsetmek mümkün değildir. Adil bir sosyal ve ekonomik dağılımın olmadığı yerde meşruluğu kabul edilen bir anayasal hukuk devletinin varlığının garanti edilmesi ve yine buna bağlı olarak da herkes tarafından kabul edilen sınırlandırılmış bir devlet tekelinden ve çatışma kültüründen söz edilmez (Senghaas 1994: 27). Toplumsal barışın sağlanması için temel veri olarak kabul edilen bu faktörlerin birbirleri ile bağlantılı bir şekilde uyumluluğunun sağlanamaması ve kontrol edilmemesi durumunda, örneğin devlet tekeli otoriter bir polis devletin dönüşebileceği gibi, hukuk devleti ve demokratik katılım bugün dünyanın birçok otoriter rejimlerinde uygulandığı gibi yönetici sınıfın sözde meşruiyetini pekiştirmekten öteye gitmeyen uygulamalar olur. Senghaas’ın kendi projesine eksiklik olarak getirdiği diğer bir eleştirisi, sivilleşme projesinin esas itibarıyla Avrupa’nın tarihsel gelişim sürecinden gelen tarihsel gerçekliğin bir ürünü olduğudur. Bu bakımdan Hexogen, Avrupa merkezli bir sistematik yaklaşımı ortaya koymaktadır. Avrupa dışında farklı tarihsel tecrübe birikimlerinden hareket eden siyasi sistemlerin ve toplumsal yapıların, çatışmaların düzenlenmesi ve birlikte yaşamak adına geliştirdikleri mekanizmalar farklılık gösterebilir. Fakat Batı’nın tarihsel sürecinden gelen, modern olarak tanımladığımız siyaset anlayışı ve toplumsal yapısının ortaya çıkardığı demokrasi, liberal dünya görüşü, temel insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir devlet anlayışı evrensel değerler olarak, genel itibarıyla dünyanın toplumları tarafından ulaşılması gereken değerler olarak görülmektedir. Modernleşmenin bir sonucu olarak Batı dışı toplumlar da modernleşme sürecini, yani seküler bir sosyalizasyon sürecini yaşamaktadırlar. Dolayısıyla gelişmekte olan toplumlar da Batı toplumlarının sosyalleşme sürecinde karşılaştıkları sorunlardan olan, kentleşme, siyasal katılım, demokratikleşme, insan hakları, sosyal haklar, toplumsal çıkar grupları ve yerel kimlikler, eşitlik ve özgürlük gibi sorunlarla karşılaşmaktadırlar. KAYNAKÇA Ahmad, Feroz ve Bedia Turgay: Türkiye’de Çok Partili Politikaların Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971, Bilgi Yayınevi, Birinci Basım, Ankara, 1976. Aktaş Sururi: Hayek’in Hukuk ve Adalet Teorisi, Liberte Yayınları, Ankara, 2001. Aristotales: Retorik, Çev: Mehmet D. Doğan, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1995. Bayramoğlu, Ali: Algılar ve Zihniyet Yapıları, “Çağdaşlık Hurafe Kaldırmaz”, “Demokratikleşme Sürecinde Dindar ve Laikler”, Tesev Yayınları, 2. Baskı, 2006. Beck Ulrich: Weltrisikogesellschaft, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 2007.

317

Besson Waldamer/Jasper Gotthard: Das Leitbild der Demokratie – Bauelemente einer freiheitlichen Staatsordung, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 1990. Brinkmann Cornelia/Frey Ulrich/Quack Martin/Weller Christoph: (Red.), “Frieden brucht Gesellschaft!”-Gesellschaftliche Ansätze in der Zivilen Konflikbearbeitung, Eine Bestandaufnahme-, Druckerei Eberwein, 1. Auflage, Bonn, 2003. Davutoğlu, Ahmet: “Medeniyetlerin Ben-İdraki”, Divan Dergisi, 1997/2, Sayı, 3, Yıl 2, Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul, 1997. Demir Ömer/ Acar Mustafa: Sosyal Bilimler Sözlüğü, Vadi Yayınları, 3. Basım, Ankara 1997. Elias Norbert: Uygarlık Süreci, Cilt I, “Batılı Dünyevi Üst Tabakaların Davranışlarındaki Değişmeler”, Çeviren: Ender Ateşman, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2000. Elias Norbert: Uygarlık Süreci, Cilt II, “Toplumun Değşimleri/Bir Uygarlaşms Teorisi İçin Taslak”, Çeviren: Erol Özbek, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004. Fukuyama, Francis: Das Ende der Geschichte- Wo stehen wir?- Kandier Verlag, München, 1992. Ginsborg, Paul: Wie Demokratie leben, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 2008. Göze, Ayferi: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 9. Baskı, Beta Basım, İstanbul, 2000. Gareis, Sven/Varwick, Johannes: Die Vereinten Nationen, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 2003. Heinritz, Werner Fucks/Lautmann Rüdiger/Otthein Rammstedt /Wienold Hanns: Lexikon zur Soziologie, 3. Völlig neu bearbeitete und erweiterte Auflage, Westdeutsche Verlag, Oplden, 2000. Hermann, Franz: Konfliktarbeit, Theorie und Methodik Sozialer Arbeit in Konflikten, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 1. Auflage, Wiesbaden, 2006. Huntington, Samule P.: Kampf der Kulturen – Die Neugestaltung der Weltpolitik im 21. Jahrhundert-, Europaverlag, 5. Auflage, München-Wien, 1997. Jesse Eckhard: Typologie politischer Systeme der Gegenwart, Watzel Ludwig (Red.) “Grundwissen Politik”, Schrieftenreiche Bans 302, Bundeszentrale für politische Bildung, 2. Auflage, Bonn, 1993. Keyman, Fuat: Türkiye ve Radikal Demokrasi, Geç Modern Zamanlarda Siyaset ve Demokratik Yönetim, Alfa Yay. Birinci Basım, İstanbul, 2000. Maier Gerhart: Sicherheitspolitik, Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 1993. Machiavelli: Hükümdar, Çev. H. Kemal Karabulut, Sosyal yayınlar, 5. Basım, İstanbul, 1998. Meister, Hans-Peter/Oldenburg, Felix: Beteiligung – ein Program für Politik, Wirtschaft und Gesellschaft-, Pysica Verlag, Heidelberg, 2008. Nizamülmülk: Siyasetname, Timaş Yayınları, İstanbul, 2005. Pfetsch, Frank: Einleitung: Konflikt und Konfliktbewaeltigung, Pfetsch Frank (Ed.), “Konflikt”, Heidelberger Jahrbücher, Springer Verlag, Berlin, Heidelberg, 2004, Sarıbay, Ali Yaşar: “Kamusal Alan Diyalojik Demokrasi, Sivil İtiraz”, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000. 318

Senghaas, Dieter: Konflikformationen im internationalen System, Suhrkamp Verlag, Frankfurt am Main, 1988. Senghaas, Dieter: Europa 2000- Ein Friedensplan, edition suhrkamp, 1. Auflage, Frankfurt am Main, 1990. Senghaas, Dieter, Friedensprojekt Europa, Suhrkamp Verlag, 1. Auflage, Frankfurt am Main, 1992. Senghaas, Dieter: Wohin driftet die Welt?, Suhrkamp Verlag, 1. Auflage, Frankrut am Main, 1994 Senghaas, Dieter: Hat Frieden Zukunft? Aus der Zeitschrift der Katholischen Akademie in Bayern ‘zur debatte’, 7/2006 S.21-23, http://www.con-spriation.de/texte/2007/senghaas.html (11.02.2009) Vorländer, Hans: Demokratie, Geschichte- Formen- Theorien-, Bildung, Bonn, 2003.

Bundeszentrale für politische

Weller, Christoph: Zivile Konfliktbearbeitung: Begriffe und Konzepentwicklung, Christopf Weller (Ed.), “Zivile Konfliktbearbeitung”, Aktuelle Forschungsergebnisse, Institut für Entwicklung und Frieden, Platform Zivile Konfliktbearbeitung, INEF-Report, 85/2007 Universität Duisburg- Essen, 2007. Wolleh, Oliver: Zivile Konfliktbearbeitung in ethnopolitischen Konflikten” Aus Politik und Zeitgeschichte, Beilage zur Wochenzeitung das Parlament, B20/2001) www.bpb.de/publikationen/ XS602V.html (2.11.2009) Zangl, Bernhard/Zürn Michael: Frieden und Krieg, Suhrkamp Verlag, 1. Auflage, Frankfurt am Main, 2003.

319

MÜZAKERECİ DEMOKRASİLERDE MÜZAKERE AKTÖRÜ OLARAK SİVİL TOPLUM: AVRUPA HAREKETİ 2002 ÖRNEĞİ

Filiz CİCİOĞLU* Fatma YURTTAŞ** Lütfi ÖZCAN*** ÖZET Temsili demokrasinin meşruiyetinin tartışıldığı günümüzde, yeni demokrasi modelleri ortaya çıkmıştır. Bu modellerden biri de müzakereci demokrasidir. Liberal demokrasinin homojen bir kamusal alan, çoğunlukçuluk, egemenliğin temsilciler eliyle kullanılması gibi günümüz koşullarına cevap veremeyen yapısına karşılık müzakereci demokrasi, farklılıkların kendilerini ifade edebildiği bir kamusal alan, çoğulculuk ve bireylerin siyasal sisteme her aşamada katılımını amaçlamaktadır. Sivil toplumun doğasını ve olmazsa olmazını oluşturan çoğulculuğun müzakereci demokrasinin de unsurlarından biri olduğundan hareketle, bu çalışmada bir sivil toplum girişimi olan Avrupa Hareketi 2002 bir müzakere aktörü olarak incelenmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Liberal Demokrasi, Müzakereci Demokrasi, Sivil Toplum, Avrupa Birliği, Avrupa Hareketi 2002. CIVIL SOCIETY AS A NEGOTIATION ACTOR IN DELIBERATIVE DEMOCRACIES: THE CASE OF EUROPEAN MOVEMENT 2002 ABSTRACT In today’s world legitimacy of liberal democracy has been under discussion, and new models of democracy have come to the fore. One of these models is deliberative democracy. Against the problematic structures of liberal democracy such as homogenous public sphere, majoritarianism and using sovereign power by representatives, deliberative democracy aims a public sphere that has differences, pluralism and active accession of individuals to political system. Pluralism is the second nature and also sine qua non of civil society, it is also an important constituent of deliberative democracy. Accordingly in this paper, European Movement 2002 which is a civil society initiative will be analyzed as a negotiation actor. Key Words: Liberal Democracy, Deliberative Democracy, Civil Society, European Union, European Movement 2002.

* Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected] ** Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected] *** Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected] 320

MÜZAKERECİ DEMOKRASİLERDE MÜZAKERE AKTÖRÜ OLARAK SİVİL TOPLUM: AVRUPA HAREKETİ 2002 ÖRNEĞİ Giriş Modern dönemin bir ürünü olan ulus devletler, doğrudan demokrasi uygulamalarına coğrafi ve beşeri bakımdan uygun olmadıklarından, yurttaşların, kendi temsilcileri aracılığıyla temsil edilmesi düşüncesinden yola çıkılarak temsili/liberal demokrasi modeli ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla temsili/liberal demokrasiler de modern dönemin ürünüdürler. Temsil kavramı hukuki boyutu olan bir kavramdır ve başkaları adına irade açıklayarak faaliyette bulunma yetkisini ifade etmektedir. Temsili sistemlerin içinde yer alan yurttaşların aktif katılımı, genellikle dar anlamda sadece siyasal makam için mücadele etmek ve siyasal makam için mücadele edenleri seçmek olarak anlaşılmaktadır. Ancak bir demokrasi, bütün yurttaşların sürekli ve bilgilendirilerek katılımına dayanırsa sağlıklı işleyebilir. Ayrıca bu sistemde modernitenin getirisi olarak homojen ve tek tipli bir kamusal alan tasavvuru bulunmaktadır. Fakat son yüzyılda modernitenin homojenlik ve tek tiplilik eleştirisi üzerine kurulu olan ve postmodernite olarak nitelendirilen yeni dönemde daha fazla katılıma ve farklılıkların kendisini ifade etmesine zemin hazırlayan yeni radikal demokrasi modelleri ortaya çıkmıştır. Bu radikal demokrasi modellerinden biri de müzakereci demokrasidir. Türkiye’de modernite bir devlet ideolojisi olarak uygulandığından, önemli siyasal ve toplumsal sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunlardan biri de; Türkiye’de sivil toplumun gelişmesinin önünde önemli bir devlet engelinin var olmasıdır. Müzakereci demokrasinin uygulanabilmesi için ciddi bir sivil toplum ağının ülkede uygulanıyor olması gerekmektedir. Bu nedenle Türkiye’de müzakereci demokrasi tartışmalarının sivil toplum üzerinden yapılması gerektiği söylenebilir. Bilindiği üzere, Avrupa Birliği’ne katılım Türkiye’de, Cumhuriyet tarihi boyunca bir devlet politikası olarak kabul edilmiştir. Ancak son dönemde bu durum sadece devlet politikası olmaktan çıkmış, halkın gündemine de yerleşmiştir. 2002 yılında Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden müzakere takvimi alabilmesi için gazeteciler, akademisyenler, yazarlar, halk ve ikiyüzü aşkın sivil toplum kuruluşunun katılımıyla “Avrupa Hareketi 2002” adıyla bir sivil toplum girişimi gerçekleştirilmiştir. Bu girişim sonunda müzakere takvimi alınamamasına rağmen, AB uyum sürecinde DSP, MHP ve ANAP’tan oluşan üçlü koalisyon hükümetinin, önemli demokratik kararlar almasını sağlamıştır. Bu girişim geçici bir yapılanma olmasına rağmen –ad hoc- kendinden sonraki girişimlere örnek teşkil edecek bir yapıya sahiptir. Bu nedenle çalışmada amaçlanan, müzakereci demokrasi üzerine yapılan tartışmaları ele almak ve sivil toplumun bu demokrasi modelinin uygulanmasındaki yerini Avrupa Hareketi 2002 örneğinden hareketle değerlendirmektir. Neden Müzakereci Demokrasi? Temsili/liberal demokrasi modeli 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Burada temel amaç doğrudan demokrasinin uygulanmasının mümkün olmadığı modern devletlerde halkın devlete karşı korunmasını ve iradesinin temsil edilmesini sağlayan meclisler oluşturmaktı. Liberalizm ve demokrasi

321

birlikteliği aslında sancılı bir birlikteliktir. Bu iki kavram birlikte telaffuz edilse de birbirlerinden farklı oldukları noktalar oldukça fazladır. Örneğin, liberal eşitlik anlayışı, her kişinin bir kişi olarak herhangi bir diğer kişi ile otomatikman eşitliğini savunurken; demokratik anlayış halka ait olanlar ile onun dışında olanlar arasında ayrım yapma imkânını talep eder. Bu durum da zorunlu eşitsizlik ilişkisini beraberinde getirir. Zira demokratik anlayış, insanlar arasındaki mutlak eşitliğin pratik olarak anlamsız, uygulanamaz bir eşitlik olacağı sonucuna varır (Mouffe, 2000: 48,49). Rousseau’dan önceki sözleşme ve egemenlik kuramcıları olan Thomas Hobbes ve John Locke, egemenliğin halktan devlete, egemene veya yönetilenlere aktarılması düşüncesini savunmuşlardır (Schmidt, 2001: 64). Rousseau’ya göre ise egemenlik temsil edilemez, asıl olarak genel iradeden oluşur ve iradeyi temsil etmek de olanaksızdır. Halkın vekilleri onun temsilcileri değildir, olmaları da mümkün değildir. Sadece geçici, halkın özel işlerini yürütmekle görevli olabilirler ve sonul kararlar alamazlar. Ayrıca halkın doğrudan doğruya onaylamadığı hiçbir yasanın geçerli olamayacağını ve hatta ortaya çıkan sonucun yasa bile sayılamayacağını belirtmiştir. Hatta daha da ileri giderek, “kendine temsilciler edinen halk, artık özgür değildir; yoktur artık o” demektedir (Rousseau, 1999: 149-153). Rousseau’nun kendi döneminde eleştirdiği temsil sistemi artık günümüzde de eleştiri konusu olmuş ve temsili/liberal demokrasinin bir meşruluk krizi yaşadığından hareketle radikal demokrasi modelleri ortaya çıkmıştır. Örneğin Doğanay’a göre, temsili sistemde halk bir yandan teoride yasaların yapıcısı olarak değerlendirilirken, bir yandan da kendisi için iyi olanın ne olduğunu bilme ve topluluğun işlerini rasyonel olarak değerlendirme kapasitesinden yoksun görülür (Doğanay, 2003: 25). Böylelikle temsilcilerin iradesi giderek halkın iradesi yerine konulmuştur. Temsili demokrasinin yaşadığı bu kriz, Liberaller tarafından bir yönetememezlik krizi olarak nitelendirilirken, radikaller ise varolan demokrasinin krizini bir meşruluk krizi olarak nitelendirmektedirler. Bu nedenle radikal demokratlar için katılımın artması, demokratik meşruluğun sağlanması için zorunlu iken, liberal demokratlar katılımın artırılmasının yönetebilir bir demokrasiyi engelleyeceğini ısrarla savunmaktadırlar (Bezci, 2005: 279). Liberal demokrasinin yaşadığı meşruiyet ya da yönetememe sorunu olarak nitelendirilen bu krizden kurtulmak için halka açıklık formları üzerine kurulu yeni bir siyasi yapılanmaya ve iyi bilgilendirilmiş vatandaşlara ihtiyaç vardır. İyi bilgilendirilmiş vatandaşlar da Sitembölükbaşı’nın ifadesiyle (2005:145), toplumsal olarak yapılanmış etkileşim alanında akıllarını kullanarak sorunlarını çözebileceklerdir. Köker (1996: 113,114), bu meşruluk krizinin boyutlarını ortaya koyan bazı tespitleri dile getirmektedir. Bunlardan ilki bireysel hak ve özgürlüklerin, bireyin siyasi karar alma süreçlerine katılımı ile ilgili bir açılım potansiyeli taşımalarına rağmen, bireyin kişisel alandaki güvenliği ile ilgili olmasıdır. İkincisi, yerleşik demokrasilerin kurumsal yapısının ve işleyişinin, temsili kurumların içinde iş gören siyasi parti ve baskı grubu gibi örgütlerin, hiyerarşik, eşitsizlikçi yapılarının, bireylerin siyasi sürece seslerini katmalarının önünde ciddi engeller olarak durmasıdır. Üçüncüsü, günümüz dünyasında ortaya çıkan yeni oluşumların, demokratik meşruluğun içinde bulunduğu krizi derinleştirmesidir. Bu yeni oluşumlar özellikle, “kolektif kimlik tanınması” taleplerinde ortaya çıkmaktadır. Dördüncüsü, yerleşik, liberal demokrasilerde siyasi tartışma konusu olabilecek sorunların alanının sınırlanmasıdır. Beşincisi ise modern anayasal devlette siyasetin, devletin varlığı ve bekası ile ilgili kaygıların belirlediği bir teknik faaliyetler kümesi olmasıdır. Bu anlayışla bütünleştikleri oranda siyasi partiler ve baskı grupları da meşruluk krizinin aşılmasına değil, sürmesine katkıda bulunmaktadırlar. Çünkü 322

varlıklarını, temsili siyasetin içine yerleşmiş olan modern anayasal devletin bu mantığa endekslenmiş siyaset anlayışından almaktadırlar. Bu da beraberinde farklı kültürleri yurttaşlık altında birleştirici ve bu çerçevede ulus devleti meşrulaştırıcı özelliğinin dışına çıkan, her türlü kültürel talebin kamusal alanın dışında tutulmasını getirmektedir. Kısacası liberal demokrasi ortaya çıktığı dönemin koşullarına uygun bir demokrasi modeli olsa da günümüz koşullarına cevap verememektedir. Çünkü temsil sistemi bireyin etkinliği ve siyasal alanı yönlendirmesi yerine, siyasete ilgisizliği ve yabancılaşmayı ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle, siyasal kararların alınmasında yurttaşların özgür ve eşit bir şekilde siyasal sürece bizzat dahil olmalarını sağlayacak, müzakereci demokrasi gibi yeni demokrasi modelleri geliştirilmiştir. Müzakereci demokrasinin çok sayıda farklı versiyonu bulunmaktadır. Ancak en önemli iki ana okul olarak John Rawls ve Habermas tasnif edilebilir. Rawlsyan tarafta Joshua Cohen, Habermasçı tarafta ise Seyla Benhabib yer almaktadır. Bu iki okul arasında farklılıkların yanı sıra önemli buluşma noktaları da bulunmaktadır (Mouffe, 2000: 89). Örneğin Benhabib, müzakereci demokrasi modeline göre, bir yönetim biçimindeki kolektif karar alma süreçleri açısından meşruiyete ve rasyonelliğe ulaşmanın gerekli koşulu olarak, söz konusu yönetim biçimindeki kurumlardan çıkacak olan kararların, özgür ve eşit bireyler arasında rasyonel ve adil biçimde yürütülen kolektif müzakere süreçlerinden sonra alınması gerekli görülmektedir (1996: 105). Cohen (1996: 140) ise, demokratik meşruiyetin, toplumu oluşturan bireylerin, toplum üyelerinin kolektif otoritesini tanımak üzere tasarlanmış toplumsal ve siyasal kurumlar içinde yaptığı ve bu kurumlar aracılığıyla dile getirdiği tartışmalardan ve kararlardan doğduğunu belirtmektedir. Ancak, Mouffe’un da ifade ettiği gibi (2000: 86), müzakereci demokrasi düşüncesi aslında yeni bir temanın ortaya çıkışı değil, eski bir temanın yeniden canlanmasıdır. Politik kararların özgür ve eşit yurttaşların arasında yapılacak müzakere ile alınması düşüncesi 5. yüzyıl Atina’sına dayandırılabilir. O zamandan günümüze müzakereyi tasavvur şekilleri ve müzakere hakkı olanların çevresi büyük değişiklik göstermiş, fakat müzakere uzun bir süreden beri demokrasi düşüncesinde önemli bir yere sahip olmuştur. Fakat unutulmamalıdır ki; Atina şehir devletlerinde, siyasal sürece sadece “özgür erkek yurttaşlar” katılmaktaydı. Dolayısıyla Atina şehir devletleri, coğrafi ve de beşeri bakımdan doğrudan demokrasi uygulamalarına gerekli zemini hazırlamaktaydı. Oysa ulus devletlerin ortaya çıkması ve evrensel oy hakkının gelişmesiyle birlikte, coğrafi ve beşeri bakımdan doğrudan demokrasi uygulanamaz hale gelmiş ve modern demokrasi modeli olarak nitelenen temsili/liberal demokrasi modeli ortaya çıkmıştır. Heywood’un da ifade ettiği üzere (1997: 109), liberal demokrasi modelinde yönetim bir profesyonel siyasetçiler sınıfının eline bırakılmıştır. Halk kendini yönetememiş, fakat sadece yöneticileri seçme sürecine katılmıştır. Müzakereci demokrasi savunucuları, Marksist eleştirmenlerden farklı olarak, modern demokrasi anlayışında liberal değerlerin merkezi rolünü vurgulamaktadırlar. Bunu yaparken de amaçları, liberalizmden vazgeçmek değil, onun ahlaki boyutunu yeniden tesis etmek ve liberal değerler ile demokrasi arasında bir bağ kurmaktır. Temel iddiaları ise uygun müzakere prosedürleri sayesinde hem liberal hakların savunulması olarak anlaşılan rasyonaliteyi, hem de halk egemenliği

323

tarafından temsil edildiği şekilde demokratik meşruluğu tatmin edecek anlaşma biçimlerinin bulunmasının mümkün olduğudur (Mouffe, 2000: 88). Kısacası müzakereci demokrasi, liberal demokrasinin çoğunlukçu ve homojen yapısının, çoğulcu ve çok kültürlü postmodern toplumun taleplerini karşılayacak tarzda yeniden kurulması ve örgütlenmesini savunan bir radikal demokrasi projesidir. Ayrıca Aristoteles’in Platon’a sorduğu “Peki bizi koruyuculardan kim koruyacak?” sorusuna da cevap aramaktadır. Müzakereci demokrasi, yasanın meşruiyeti, onun çıkarları sadece dengeli bir şekilde temsil etmesinde değil, yasanın ondan etkilenen herkes tarafından serbest ve açık müzakere şartları içinde kabul edilmesine bağlıdır ve bu yönüyle liberal demokrasiden ayrılmaktadır. Müzakereci demokraside hedeflenen birbirini anlamayı amaçlayan “siyasal diyalogtur”. Birbirini karşılıklı anlama insanların bir konu hakkında hemfikir olacakları anlamına gelmemektedir. Daha çok aradaki ihtilafların başka yollar yerine tartışma yoluyla çözülmesi amaçlanmaktadır (Sitembölükbaşı, 2005:148). Müzakereci demokrasi idealinin nüvesini oluşturan gerekçelendirme kavrayışı, siyasal müzakerenin ideal usulü içinde yakalanabilir. Böyle bir usulde katılımcılar birbirlerini eşit bireyler olarak görürler. Makul çoğulculuk olgusu ve başkalarının makul olduğu varsayımı nedeniyle, başkalarının haklı nedenlerle kabul edebilecekleri düşünceler çerçevesinde kurumları ve programları savunmayı ve eleştirmeyi amaçlarlar. Böyle bir tartışmanın sonuçlarını buyurucu kabul ederek, o sonuçlarla uyumlu işbirliğine gitmeye de hazırdırlar (Cohen, 1996: 147,148). Bu demokrasi modeli, demokrasiyi bir kamu (kolektif sorunlar, hedefler, idealler ve eylemler hakkında konuşmak üzere bir araya gelmiş yurttaşlar) yaratan bir süreç olarak algılar. Demokratik süreçler, her bireyin özel yararını öne çıkarmak üzere yarışmasından çok, söz konusu ortak yararı tartışmaya yöneliktir. Yurttaşlar özel yararı en üst düzeye çıkarma amacındaki bireyin bakış açısından akıl yürütmek yerine, kamusal müzakere aracılığıyla tercihlerini kamusal amaçlara göre değiştirir ve bu amaçların niteliği ile onları gerçekleştirmek için en iyi araçlar hakkında birlikte akıl yürütürler. Serbest ve açık bir diyalog içinde, başkaları bu saptamaları ve nedenleri sınamadan geçirir ve itirazlarda bulunurlar (Young, 1996: 176). Çözümler için devlete baskı yapmaktan çok, sorunları çözmeyi amaçlayan tartışma yapısı, insanları başkalarının kabul edebileceği koşullar bulmaya özendirecektir. Çünkü siyaseti müzakereden pazarlığa dönüştüren tikelci grup dinamiklerini teşvik etmeksizin, katılım ilkelerini ve ortak yararı öne çıkarmak için birleştirici stratejiden yararlanmak mümkün olabilir (Cohen, 1996: 167). Fakat kamu alanında rasyonel bir uzlaşmaya yönelme bağlamında müzakereci modeli eleştiriye tabi tutan “agonistik demokrasi” yaklaşımı, “biz”in inşa edilmesine veya “onlar”la uyuşuma yönelmeye karşı çıkmaktadır. “Çekişmeci çoğulculuk” (agonistik pluralism), politik alanın sürekli biçimde farklılıkların mücadele alanı olarak kalmasını sağlayan bir kavram olarak sunulmaktadır. Böylece demokrasinin, farklılığı besleyen ve bu eksen üzerinde varlığını sürdürebilen bir yönetim modeli olarak daha anlamlı/ideal hale geleceği düşünülmektedir. Müzakereci model ise farklılıkların kamusal alanda var olmasına önem vermekle birlikte, müzakere çıktılarının rasyonelliğini ve ortak yarara yönelmesini en azından ummaktadır (Okutan, 2007: 108, 111).

324

Habermas’ın da ifade ettiği gibi (1996: 47) gayri resmi kamuoyu oluşumu her zaman “etki” yaratır. Etki siyasal seçimlerin oluşturduğu kanallarla iletişimsel “güç”e, o da yasama yoluyla idari “güç”e dönüşür. Liberal modelde olduğu gibi müzakereci modelde de “devlet” ve “toplum” arasındaki sınırlar korunur. Ancak bu yeni modelde sivil toplum idari mekanizmadan olduğu kadar ekonomik sistemden ayrı duran özerk kamusal alanların oluşumunu sağlar. Bu nedenle müzakereci demokrasinin sivil toplum çerçevesinde ele alınması gerekmektedir. Müzakereci Demokrasi ve Sivil Toplum Birlikteliği Her ne kadar liberal demokrasi, bireyleri eşitleyen ve bu şekilde siyasal sisteme girişi savunan bir siyasal katılım anlayışını benimsese de, çok farklı grupların yer aldığı günümüz toplumlarında siyasal sisteme grup girişi daha büyük bir önem kazanmıştır. Günümüzde bireyin etkinliğinin giderek yetersiz kaldığı söylenebilir. Bu durumda gruplar ve kesişme noktalarında güç birliği yapan gruplar arası dayanışma önem kazanmaktadır. Aslında söz konusu grup, çıkar gruplarıdır ve günümüzdeki grup anlayışı söz konusu çıkar gruplarından farklıdır. Çünkü çıkar, rekabetçi bir anlayışı içermekte ve çatışma sinyalleri taşımaktadır (Altuntaş, 2007: 76). Zira demokrasiye çoğulcu yaklaşım teorisyenlerine göre, esas siyasi aktörler bireyler değil, örgütlü gruplardır ve modern sanayi toplumlarını çatışan çıkarların belirlediği büyüyen bir karmaşa olarak tanımlamışlardır (Heywood, 2007: 57). Diğer taraftan, Robert Dahl’ın 1961 yılında Amerika’nın Connecticut Eyaleti’nin Haven kentinde iktidarın dağılımına ilişkin yaptığı araştırmada ulaştığı sonuçlardan biri; siyasi bakımdan imtiyazlı ve iktisadi bakımdan güçlü olanların, sıradan vatandaşlardan daha fazla iktidar sahibi olsalar da, hiçbir yönetici veya sürekli elitin, siyasi güce tek başına hâkim olacak güçte olmadığı üzerinedir. İkinci sonuç ise siyasiler üzerinde etkide bulunabileceklerin tek tek bireyler değil, bu bireylerin üye oldukları gruplar olduğudur (Heywood, 2006: 112-113). Müzakereci demokrasinin uygulanabilmesi için gerekli olan katılımı sağlayacak ve yaygınlaştıracak olan araçlar sivil toplum kuruluşlarıdır. Sivil toplum kavramı, devletin ve devlet otoritesinin dışındaki ekonomik ve toplumsal alanı nitelemek için kullanılan otorite alanı dışında, kendi ilke ve kurallarına göre işleyen ve kendi kendini düzenleyen özerk alanı ifade etmek için kullanılmaktadır. Yani devletin müdahalesi olmaksızın birey ve grupların kendilerine ait bir alan belirlemelerini içermektedir. Burada özellikle belirtilmesi gereken kavramın birey, devlet ve toplum ilişkisinde bireyin mi yoksa devletin mi önde olduğu konusuyla ilgilendiğidir (Yılmaz, 2001: 328). Sivil toplumun var olabilmesi ve gelişebilmesi için öncelikle toplumsal düzeyde etnik, kültürel, dinsel, ideolojik, mesleki vb. gibi sosyolojik kategoriler bazında farklılaşma olması gerekir. İkinci olarak, her türlü siyasal katılımı sağlayacak ve politika üretebilecek sosyal örgütlenmelerin de sağlanması gerekir. Zira sivil toplum aynı zamanda örgütlü toplumdur. Üçüncü temel şart da, örgütlenmenin gönüllü birlikteliği sağlayıcı nitelikte oluşmasıdır. İradi olmayan zorunlu ve tabi örgütlenmeler sivil toplum unsuru olarak kabul edilemez. Dördüncü bir şart da, sosyal grup, kimlik veya kategorilerin devlet karşısında otonom bir statüye sahip olmaları gerekir. Diğer bir deyişle; devletin müdahalesine maruz kalmaksızın sosyal grup veya kategorilerin kendi kaderini tayin etme hak ve inisiyatifine sahip olmaları gerekir. Sivil toplumun var olabilmesinin son şartı ise sivil toplum örgütlerinin baskı grubu niteliği göstererek demokratik yoldan baskı mekanizmalarına yönelebilmeleridir (Çaha, 1997: 31,32).

325

Sivil toplumun doğasını ve olmazsa olmazını oluşturan çoğulculuk, demokratik bir toplumun oluşmasına zemin hazırlar. Diamond’a göre (1997: 6,7), sivil toplumun bu çoğulcu yapısı, onu, siyasal mekanı tekelleştirmeye çalışan dinsel, etnik, devrimci ya da otoriter örgütlenmelerle bağdaşmaz hale getirir. Sivil toplum içindeki grupların, birbirleriyle uzlaşma ve görüşmeyi öğrenebilmeleri çoğulculuğun kabulüyle mümkündür. Sivil toplum içindeki örgütler, ne kadar çok ve çeşitli iseler, merkezi bir güç tarafından yutulma olasılıkları da o kadar azdır. Sivil toplum kuruluşlarının aktör olarak yer alması “söylem eşitsizliği”ni ortadan kaldırmasa bile, bu yöndeki eşitsizliği minimize edebilecektir. Ancak Tosun’un da ifade ettiği gibi (2001: 233), sivil toplumu oluşturan kuruluşlar demokrasi açısından birer eğitim kurumu gibi işliyorlarsa, yani kendi karar alma süreçlerini ve seçimlerini demokratik şekilde, müzakereye dayalı olarak işletiyorlarsa, o zaman demokratik oldukları söylenebilir. Bu özellikleri gösterdikleri sürece sivil toplum kuruluşlarının (STK), müzakere sürecine olan katkıları gerçek anlamını bulacaktır. Yoksa demokrasiyi ve müzakereyi kendi içinde içselleştirememiş bir STK’nın müzakerede samimiyeti sorgulanabilir. Hatta bu durum müzakereyi sekteye uğratabilir. Bu nedenle sivil toplum kuruluşları tarafından oluşturulan bir kamu alanı ancak bu kuruluşların kendi içinde ve birbirleriyle olan ilişkilerinde eşitlik, bağımsızlık, eleştirellik, etkileşim, dayanışma gibi birtakım değerleri sağlayabiliyorsa demokratik niteliğe sahiptir denilebilir (Doğanay, 2003: 175). Avrupa Hareketi 2002’nin genel özelliklerine bakıldığında, kusursuz sayılmasa bile bir çoğulcu sivil toplum girişimine ve müzakereci demokrasinin uygulanmasına örnek teşkil ettiği söylenebilir. Bu noktadan hareketle çalışmada, Avrupa Hareketi 2002’nin oluşum süreci, faaliyetleri ve elde ettikleri sonuçlar, müzakereci demokrasi perspektifinde ele alınacaktır. Müzakereci Demokrasi Uygulamasına Bir Örnek: Avrupa Hareketi 20021 Avrupa Hareketi 2002, 2002 yılının Ocak ayında, Aralık ayında yapılacak olan Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde (Kopenhag Zirvesi) müzakerelerin başlatılması amacıyla oluşturulmuş olan bir ad hoc yapıdır. 2001 yılının Avrupa Birliği (AB) reformları bakımından durgun geçmesinin ardından 2002 yılının başında AB Genişleme Uzmanı Cengiz Aktar tarafından başlatılan bu girişim, kısa sürede geniş kitlelere ulaşmıştır. Hareket ilki yurtiçinde, ikincisi yurtdışında yapılan faaliyetler olmak üzere iki adımdan oluşmuştur. Cengiz Aktar, 1999 Helsinki kararı sonrasında adaylık sürecinin çok kötü gittiği, bu şekilde devam ederse 2002 sonunda istenen kararların çıkmayacağı ve bu duruma bir tepki göstererek harekete geçilmesi gerektiği yolunda bir belge kaleme alarak, bunu Ali Bayramoğlu, Mehmet Altan, Cengiz Çandar gibi gazeteci ve akademisyenlerle paylaşmıştır. 21 Ocak sonrasında tamamen gönüllülük temelinde, günlük siyasetle ve AB ile bire bir ilişkide bulunmayan kişilerin oluşturduğu bu hareket çalışmalara başlamıştır (Aktar, 2003). Bu dönemde iktidarda Demokratik Sol Parti (DSP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Anavatan Partisi’nden (ANAP), oluşan bir koalisyon hükümeti bulunmaktaydı. ANAP nispeten AB sürecine sahip çıkmaya çalışsa da, koalisyonunun küçük partisi olması sebebiyle, çok fazla bir Bu bölümle ilgili temel bilgiler hareketin öncüsü konumunda bulunan Cengiz Aktar’ın 2005 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi Savunuculuk ve Politikaları Etkileme Konferans Yazıları’nda yayımlanan “Avrupa Hareketi 2002 Deneyimi”, başlıklı yazısından alınmıştır. 1

326

girişimde bulunamamıştı. Avrupa Hareketi tarafından başlatılan çalışma ANAP’ın da işine yaramış; ANAP, Türkiye’nin dört bir yanından çok renkli ve farklı şahsiyetlerin oluşturduğu kırk bin imzacıdan gelen bu desteği diğer partnerlerine karşı kullanmıştır. 21 Ocak sonrasında bir internet sitesi kurulmuş ve üç ay gibi kısa bir sürede Türkiye’nin her tarafından, her meslekten, siyasetin sağından, solundan bine yakın insan internet üzerinde açılan imza kampanyasına destek vermiştir. İmzalarla birlikte halktan Avrupa Birliği ile ilgili düşüncelerini, yorumlarını da yazmaları istenmiştir (www.bianet.org). İnternet sitesinin açılması2 ile müzakere ortamının oluşturulması, toplumun her kesiminin harekete katılmakta özgür olması ve katılımcıların Avrupa Birliği ile ilgili düşünce ve yorumlarını serbest ve eşit bir söylemle3 dile getirebilmiş olmaları bu hareketin müzakereci demokrasi örneği olarak ele alınmasını sağlamaktadır. Bu imzaların beraberinde 9 Mayıs Avrupa Günü’nde gazetelere bir ilan verilmiştir. Bu ilanın verilmesinde her türlü finansman bu işe gönüllü olarak katılanlar tarafından karşılanmıştır. Yani bütün bu girişim, hem girişimin etrafında toplananlar, hem girişimi bir fiil götürenler, hem girişime farklı şekillerde destek verenler hep gönüllü katkılarla gerçekleşmiştir. Bu desteği dönemin İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Genel Sekreteri Şebnem Karauçak şu sözlerle açıklamıştır: “Herkes bir ucundan tutuyor. Kampanya başlarken paramız yoktu. Medya desteği sağladık. TV’de kısa filmlerimiz yayınlanmaya başladı. Mustafa Altıoklar çekti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden destek alıyoruz. Türkiye genelinde 300 billboard temin ettik vs.”(Sazak, 22 Temmuz 2002). Bu sözler hareketin her kesimden destek gördüğünün ve çok farklı kesimler tarafından sahiplenilen bir toplumsallaşma ve demokratikleşme projesi olduğunun bir göstergesi olmuştur. Nitekim harekete gerçek kişilerin yanı sıra tüzel kişiler de katılmışlar ve görüş bildirmişlerdir. 9 Mayıs’ta bu bildiri yayınlandıktan sonra pek çok tepki alınmıştır. Bunlardan bazıları da olumsuz tepkiler olmuştur. Olumsuz tepki gösterenler Haziran ayında bir karşı bildiri yayınlamışlardır. Daha çok Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) sol belediyelerinin başını çektiği bu grupta Erol Manisalı, Suat İlhan, Atilla İlhan gibi yazar ve akademisyenler de bulunmaktaydı. Bu durum da daha önce de belirtildiği gibi hareketin, farklı düşünce ve eleştirilere açık olması sebebiyle müzakereci demokrasi uygulamasına örnek teşkil ettiği söylenebilir. Kampanyanın ilk hedefi uyum yasalarının bir an önce meclisten çıkarılmasıydı. Ama Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tatil kararı almıştı. Meclisin tatil kararı almak için toplandığı gazetelerde tam sayfa ilanlar yayınlanmıştır; “Sayın Milletvekilleri Tarihe Geçeceksiniz (Ama Nasıl?)” bunu “Türkiye Avrupa Birliği’ne Girmese de Olur” ve “Türk, Övün, Çalış, Güven ve Elini Çabuk Tut” başlıklı ilanlar izlemiştir. Türkiye’nin dört bir yanından yükselen tepkiler parlamentoyu AB konusunda sıkıştırmaya başlamıştır (Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, 28 Haziran 2002). Yüzde 70’i AB’ye “evet” diyen Türk halkı, çarşıda, pazarda, yolda kısaca karşılaştıkları her yerde milletvekillerini sordukları sorular ve sitemkâr bakışlarla sıkıştırmaya başlamışlardır. Hareket aktif olduğu süre boyunca www.avrupahareketi2002.org adresi görüş, düşünce ve imzalar için kullanılmıştır. Ancak şu anda site erişime kapalıdır. 3 İnternet sitesinde, “Kopenhag kriterlerini yerine getirerek AET’ye mutlaka katılmalıyız” ya da “Zaman aleyhimize işliyor” diyenler olduğu kadar “Ne Avrupa’sı? Türkiye’dekileri Türkleştirdik mi? Sonra yanımızdaki komşularımızı Türkleştiririz, ondan sonra Avrupa’yı alırız, onları da Türkleştirir, Müslümanlaştırırız. Sonra bütün dünyayı Türkleştirir, Müslümanlaştırırız. Tanrı Türk’ü yaratmış ki dünyayı Türkleştirsin ve Müslümanlaştırsın. Bu düşüncede olmayan haindir.” gibi karşı görüşler de bulunmaktadır. (Hürriyet, 5 Ekim 2002). 2

327

Cumhuriyet tarihinin “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” kampanyasından sonra gördüğü bu etkin kampanya sonunda başarıya ulaşmış ve TBMM tatilden dönüp toplanma kararı almıştır. Kamuoyu baskısı, yasalar Meclis’te müzakere edilirken de sürmüştür. TBMM’nin hemen karşısına Kopenhag Zirvesi’ne kalan süreyi gösteren bir geri sayım saati asılarak kalan zaman üzerine dikkatler çekilmeye çalışılmıştır (Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, 2 Ağustos 2002). Parlamento üzerine düşeni yapmış ve Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinde tabu yıkarak, ezber bozarak aldığı en önemli kararları meclisten çıkarmıştır. İdam cezasının kaldırılması ve Türkçe dışında kalan dillerde yayın ve eğitim konusuyla ilgili yasalar devrim niteliğinde kararlardı ve son derece statükocu olarak kabul edilen bir hükümet tarafından bu kararların alınmış olması AB’nin bu ülkenin vazgeçilmez hedefi olduğunu bir kez daha göstermiştir (Yeni Şafak, 7 Temmuz 2002). Ülkemizde geçmişte Avrupa Birliği’ne üyelik sadece devlet politikası olarak yürütülürken, bu hareket aracılığıyla artık vatandaşlar da süreci benimsemeye başlamış ve siyasal iktidarı alınacak kararlar noktasında etkilemişlerdir. Kısacası Avrupa Hareketi 2002’nin başlattığı müzakere ortamının müzakereci demokrasi yolunda atılan adımlardan bir tanesi olduğu ve diğer sivil toplum hareketlerine öncülük ettiği ifade edilebilir. Bu kararlar çıktıktan sonra hareket, bir anlamda içe dönük işlevlerini tamamlamış oldu. Çünkü amaç bu yasaların çıkmasıydı. Bundan sonra Avrupa Hareketi 2002, yüzünü daha çok Avrupa’ya dönmeye başlamıştır. Yurtiçinde yapılan işin bir de Avrupa’daki yansımasına bakmak gerekmekteydi. Bütün bu kararları, Avrupa’da yankılandırma amacıyla birtakım eylemler düşünülmüştür (www.ntvmsnbc.com, 23 Eylül 2002.) Türkiye ile ilgili 3 Ekim’de çıkacak olan raporla alakalı olarak Avrupa Komisyonu’yla birebir ilişki kurulmuştur. Daha sonra “Avrupa Hareketi 2002’den Haberler” gibi buradaki kamuoyunu bilgilendirmeye yönelik, ancak daha ağırlıklı olarak dışarıdaki karar vericileri etkileyecek girişimlerde bulunulmuştur. Hem işin mali yönünü finanse etmek hem de Türkiye’deki renkli kültür mozağini Avrupa’ya tanıtmak amacıyla 29 Ekim’de Sezen Aksu, içinde pek çok farklı sesin bulunduğu; Kürtler, Ermeniler, Yahudiler gibi “Anadolu Şarkıları- Türküleri” adlı bir program yapmış ve bu çalışma Brüksel’de bir konserle tüm Avrupa’ya duyurulmuştur (Hürriyet, 5 Ekim 2002). Bu arada Türkiye’de 3 Kasım seçimlerinin hazırlıkları yaşanmaktaydı. Avrupa Hareketi’nden Haberler şeklinde kamuoyu bilgilendirilmeye devam ederken, hareketin başlıca sözcüleri, Şebnem Karauçak, Faruk Bil, Mehmet Altan, Cengiz Aktar, Berna Türkili seçimlere giden yolda sandıktan AB taraftarı partilerin çıkması için mesajlar vermişlerdir. 3 Kasım 2002 seçimleri yapılmış ve Adalet ve Kalkınma Partisi sandıktan birinci parti olarak çıkmış ve tek başına iktidar olacak kadar milletvekili çıkartmıştır. Aralık ayına doğru yurtdışındaki çalışmalar hız kazanmış ve Avrupa’da yüzlerce toplantı yapılmıştır. 2002 Kasım ayında bir tanesi Berlin’de Yeşillerin ön ayak olması ve Claudia Roth ve başka Yeşil milletvekilleriyle gerçekleşen, diğeri de Paris’te Avrupa’nın kurucu babalarından Robert Schuman’ın ismini taşıyan Vakıf’la gerçekleştirilen toplantılardı. Bu toplantılara biri AKP’li, diğeri CHP’li milletvekilleriyle beraber konuşmacılar götürülmüştür. Amaç Türkiye ile ilgili verilecek kararı mümkün mertebe erteleyebilmekti. Bu toplantılarda 15 ülkenin karar vericilerine, 12-13 Aralık günü karar verecek olan hükümet ya da devlet başkanlarına, Türkiye’deki sefaretleri aracılığıyla yapılanların anlatıldığı mektuplar yazılmıştır. 3 Ağustos kararının Türkiye için öneminden bahsedilmiştir. Kendilerinden Türkiye ile ilgili kararları alırken bunları göz önünde bulundurmaları ve Türkiye, AB ile entegre olduğunda ne gibi olumlu 328

dinamiklerin ortaya çıkacağını belirten ifadeler kullanılmıştır (Aktar, 2005). 12-13 Aralık 2002 tarihinde tüm bu çabalara rağmen olumlu bir sonuç çıkmamıştır. Kararın olumsuz çıkmasındaki faktörlerden biri; Kasım 2002’de yapılan seçimlerle beraber iktidara yeni bir partinin gelmiş olması, bu nedenle Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye temkinli yaklaşmış olmasıdır. Diğeri ise Avrupa Birliği’nin Türkiye’den istedikleri bu reformları Türkiye’nin gerçekleştirebileceğini düşünmüyor olması, bu nedenle tam olarak hazırlıklı olmamaları olarak değerlendirilebilir. Hareket 2003 yılında herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Yeni bir izleme stratejisiyle yeni hükümetin ne gibi politikalar izlediğini, ne gibi reformlar yaptığını takip edip etmeme konusunda kararsız kalınmış ve kayda değer bir gelişme yaşanmamıştır. Başta da belirtildiği gibi bu bir ad hoc yapılanmaydı ve işlevi bitince kendiliğinden lağvedilmiştir. Fakat Türkiye gibi son derece bürokratik bir ülkede böyle bir sivil girişimin bir yıl da olsa yaşaması dikkate değer bir gelişme olarak nitelendirilebilir. Hiçbir tüzel kişiliğinin olmamasının bu hareketin avantajı olduğu söylenebilir. Aynı zamanda bütün işler üçüncü şahıslarla girilen ilişkiler, hep gönüllüler üzerinden yürütülmüştür (Aktar, 2005). Bu hareket göstermiştir ki; Avrupa Birliği Türkiye için toplumsal bir hedeftir ve üyelik yolunda halkın yapması gereken, süreci sahiplenmektir. Yani toplumun her kesiminin bu projeye inanması ve bunu kendi işi olarak görmesi gerekmektedir. Ancak ne yazık ki devletin son derece etkin olduğu toplumumuzda bu tarz işler genellikle devlet işi olarak görülür ve sivil oluşumların katkı sağlamasına imkân tanınmaz. Avrupa Hareketi 2002 böyle bir ortamda bu kabuğu kırmış ve kitleleri hareketlendirmeyi başarmıştır. Tıpkı 2001 yılında olduğu gibi 2008 yılı da Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri bakımından son derece durağan geçmiştir. İçinde bulunduğumuz 2009 yılında pek çok müzakere başlığının çözüme kavuşturulmuş olması gerekmektedir. Bu nedenle 2002 yılında toplumun tüm kesimlerini harekete geçirmeyi başarmış olan bu sivil girişim önümüzdeki dönem Avrupa Birliği ile ilişkilerde de tekrar canlandırılabilir. Zira bu tür sivil girişimler yani sivil toplumun güçlenmesi, Avrupa Birliği tarafından da arzu edilen bir durumdur ve bu bir toplum projesi olduğuna göre toplum tarafından sahiplenilmesi, müzakere edilmesi ve içselleştirilmesi gerekmektedir. Sonuç Müzakereci demokrasi perspektifinde yapılan bütün tartışmalar aslında demokrasinin yeni koşullara göre yeniden yorumlanması ve derinleştirilmesinden ibarettir. Bu nedenle, bu yeni demokrasi modeli ile ilgili çeşitli eleştiriler bulunsa da, aslında müzakereci demokrasinin liberal sistemin eksikliklerini gidermeye aday olduğu ve de geleceğin demokrasi modellerinden biri olduğu söylenebilir. Müzakereci demokrasiye karşı birçok eleştiri yapılmaktadır. Bunlardan ilki, müzakere sürecine katılacak olan bireylerin eğitim düzeylerinden dolayı, tartışma konuları hakkındaki bilgiyi önceden edinemeyebileceği ve bu durumun karar alma sürecindeki katılımlarını etkileyebileceği üzerinedir. Ancak müzakereci demokrasi taraftarları bu sorunu kabul etseler de, herkesin söylem eşitliğine sahip olduğu noktasından hareket ederler ve bu gerekçeyi önemsemezler. İkinci olarak,

329

katılımın herkese açık ve gönüllü katılımın esas olmasının bireylerin katılım konusunda isteksiz davranmaları sonucunu getirebileceği ileri sürülmektedir. Fakat unutulmamalıdır ki, liberal demokrasilerde insanlar temsilci seçme konusunda da isteksiz davranabilirler ve bu durum zamanla kişinin siyasal sisteme yabancılaşmasını da beraberinde getirebilir. Üçüncüsü, müzakerede asıl amaç ihtilaflı konuları çözümlemek olsa da her sonucun kazananlar ve de kaybedenler olarak iki taraf yaratacağı belirtilmektedir. Ancak sonuç iki taraf yaratsa da, alınan kararlar etik tartışmalar ve sınırlar çerçevesinde alınacağından tek taraflı olmayacaktır. Dördüncü olarak, müzakereci kurullarda alınan kararların uygulayıcısı olan meclislerin bu kararları uygulamak istemeyebileceği ifade edilmektedir. Fakat müzakereci kurullarda alınan kararların, meclisler üzerinde bir baskı unsuru olacağı unutulmamalıdır. Beşinci eleştiri noktası ise, müzakereci demokrasi uygulamasında ülkede güçlü bir sivil toplum ağının bulunması gerektiği noktasındadır. Ancak günümüzde Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin baskı grubu oluşturmak ve siyasal sürece müdahil olmak konusunda önemli gelişmeler kaydettikleri de görülmektedir. Bu bağlamda Avrupa Hareketi 2002 oluşumunun genel özelliklerine bakıldığında, kusursuz sayılmasa bile, bir çoğulcu sivil toplum girişiminin örneğini teşkil ettiği söylenebilir. Nitekim, bu hareket kendi içinde ve diğer sivil toplum hareketleriyle çatışmacı bir özellik göstermeden etkileşime ve eleştirilere açık, dayanışmacı bir şekilde, siyasal süreci etkileme başarısı göstermiştir. Sonuç olarak, bu hareketin demokratik niteliğe sahip olduğu ve ülkemizde müzakereci demokrasinin uygulanabilirliğinin bir göstergesi sayılabileceği söylenebilir. KAYNAKÇA İstanbul.

AKTAR, Cengiz (2003) “Avrupa Hareketi İçin Çağrı”, Avrupa Okumaları, Kanat Yayıncılık,

AKTAR, Cengiz (2005) “Avrupa Hareketi 2002 Deneyimi”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi Savunuculuk ve Politikaları Etkileme Konferans Yazıları No 4. ALTUNTAŞ, Nezahat (2007), “Farklılık, Feminizm ve Demokrasi”, Çağdaş Demokrasi Tartışmaları – Demokrasi Platformu Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 10, ss. 61-82. “Avrupa Hareketi 2002”, www.ntvmsnbc.com, 23 Eylül 2002. “Avrupa Hareketi 2002: AB’ye Katılalım”, www.bianet.org/bianet/yazdir/9871. Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, (2002), www.abgs.gov.tr, 2 Ağustos. Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, (2002), www.abgs.gov.tr, 28 Haziran. BENHABIB, Seyla (1996), “Müzakereci Bir Demokratik Meşruiyet Modeline Doğru”, Demokrasi ve Farklılık, Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, Ed. Seyla Benhabib, Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, ss. 101-139. BEZCİ, Bünyamin (2005), “Demokrasinin Liberal ve Radikal Yorumları”, Liberal Düşünce, 330

Sayı 40, ss. 267-282. COHEN, Joshua (1996), “Müzakereci Demokraside Usul ve Esas”, Demokrasi ve Farklılık, Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, Ed. Seyla Benhabib, Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, ss.140-173. ÇAHA, Ömer (1997) , “1980 Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Arayışları” Yeni Türkiye: Sivil Toplum Özel Sayısı, Sayı:18, ss. 17-55. DIAMOND, Larry (1997), “Rethinking Civil Society Toward Democratic Consolidation” Journal of Democracy, Cilt: 5, No: 3, July 1994, pp. 4-17. DOĞANAY, Ülkü (2003), Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek, İmge Kitabevi, Ankara. HABERMAS, Jürgen (1996), “Demokrasinin Üç Normatif Modeli”, Demokrasi ve Farklılık, Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, Ed. Seyla Benhabib, Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, ss. 37-50. HEYWOOD, Andrew (1997), “Demokrasi”, Çev. Bican Şahin, Liberal Düşünce, Sayı 8, ss. 108-121. HEYWOOD, Andrew (2006), Siyaset, Liberte Yayınları, Ankara. HEYWOOD, Andrew (2007), Siyasi İdeolojiler, Adres Yayınları, Ankara. Hürriyet, 5 Ekim 2002. KÖKER, Levent (1996), “Radikal Demokrasi”, Diyalog, Sayı 1, ss.110-118. MOUFFE, Chantal (2000), Demokratik Paradoks, Çev. A. Cevdet Aşkın, Epos, Ankara. OKUTAN, M. Çağatay (2007), “Radikal Demokrasi Ya Da Demokrasiyi “Derinleştirme” Umudu”, Çağdaş Demokrasi Tartışmaları – Demokrasi Platformu Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 10, ss. 99-115. ROUSSEAU, Jean-Jacques (1999), Toplum Sözleşmesi, Çev. Alpagut Erenuluğ, Öteki Yayınevi, Ankara. SAZAK, Derya (2002), Şebnem Karauçak’la Röportaj, “Treni Kaçırmadan Hareketlenmek Şart”, Milliyet, 22 Temmuz. SCHMIDT, Manfred G. (2001), Demokrasi Kuramlarına Giriş, Çev. M. Emin Köktaş, Vadi Yayınları, Ankara. Sitembölükbaşı, Şaban (2005), “Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak

331

Müzakereci Demokrasi”, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi, Sayı 10, ss. 139-162. TOSUN, Gülgün (2001), “Türkiye’de Devlet-Sivil Toplum İlişkisi Bağlamında Demokrasinin Pekişmesinin Önündeki Engellere İlişkin Kuramsal ve Pratik Bir Yaklaşım”, Ege Akademik Bakış, Cilt: 1, Sayı: 1, İzmir, ss. 224-243. Yeni Şafak (2002), Cengiz Aktar’la Röportaj, “Avrupa Şimdi Başlıyor”, 7 Temmuz. YILMAZ, Aytekin (2001), Çağdaş Siyasal Akımlar, Modern Demokraside Yeni Arayışlar, Vadi Yayınları, Ankara. YOUNG, Irıs Marion (1996), “İletişim ve Öteki: Müzakereci Demokrasinin Ötesinde”, Demokrasi ve Farklılık, Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, Haz: Seyla Benhabib, Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, ss. 174-196. * İnternet kaynakları 21.03 2009 tarihinde kontrol edilmiştir.

332

KADIN SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ YEREL DEMOKRASİYE KATKILARI: İSTANBUL ÖRNEĞİ*

Kübra Dilek AZMAN** ÖZET Bu tebliğin temel konusunu kadın STK’ların yerel demokrasiye katkıları oluşturmaktadır. Aslında bir araştırma projesi olan konumuz, verileri açısından değerlendirildiğinde sivil toplumun yerel demokrasiye karşı tutumunu, katılımını ve müzakereci demokrasi modelinin uygulanabilirlik açısından kritiğini yapmada bizlere yardımcı olacaktır. Çalışmada ayrıca kadınların Türkiye’de siyasal katılım konusunda sergiledikleri performansların hem ulusal, hem de yerel düzeyde bir analizi yapılmıştır. Araştırmamız İstanbul’da faaliyet gösteren on kadın kuruluşu (Anne Çocuk Eğitim Vakfı, Amargi Kadın Kooperatifi, Gaziosmanpaşa Kadınlar Kültür ve Dayanışma Vakfı, Hazar Eğitim Kültür ve Dayanışma Derneği, Hanımlar Eğitim ve Kültür Vakfı, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği, Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Türk Kadınları Kültür Derneği ve Ümraniye Kadın Merkezi ile İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin katkısıyla gerçekleştirilmiştir. Kadın örgütlerinin, kadınların katılımına ilişkin tutumları “ulusal siyaset”, “yerel yönetimler” ve “toplumsal duyarlılık” olmak üzere üç düzlemde incelenmiştir. Ulusal düzeydeki siyasal katılım kapsamında, kadın örgütlerinin kadınları siyasette ve bunun ana üssü olan siyasal partilerde aktif yer alma konusundaki tutumları ele alınmıştır. Yerel yönetimler düzeyindeki katılımı incelemek üzere, kadın örgütlerinin, kadınları başta belediyeler olmak üzere, İstanbul’daki yerel yönetim faaliyetlerinde yer almaya ilişkin tutumları incelenmiştir. Ve yapılan anket çalışmalarının sonuçları tablolar halinde yorumlanmıştır. Sonuçlar ışığında diyebiliriz ki “müzakereci demokrasi” olması için gerekli “katılım” Kadın STK’larda ileriye dönük belki ama şimdilik tablo pek de iç açıcı değil. Bunu yerel yönetimler açısından söylemekte mümkün. Araştırma bulgularından hareketle, kadın kuruluşlarının, belediyelerle gelişmiş bir ilişki ve işbirliği içinde olmadıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Anahtar Kelimeler: Kadın STK’lar ve müzakereci demokrasi, yerel yönetim, belediyeler ve STK’lar, yerel demokrasi ABSTRACT The primary aim of the study was to investigate the efficiency of Women NGO’s on the regional democracy. Actually that subject was created for an research project so that It would be realized the interaction between NGO’s and local administration. The “deliberative democracy model” can be associated with this NGO’s point of view, attitudes, that will be critized with this research project. Besides, this paper examines political participation performances of women on national and local dimensions. Our research project was made by the help of ten women NGO’s (Anne Çocuk Eğitim Vakfı, Amargi Kadın Kooperatifi, Gaziosmanpaşa Kadınlar Kültür ve Dayanışma Vakfı, Hazar Eğitim Kültür ve Dayanışma Derneği, Hanımlar Eğitim ve Kültür Vakfı, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği, Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Türk Kadınları Kültür Derneği ve Ümraniye Kadın Merkezi) and Istanbul metropolitan municipality * Bu araştırma projesi Prof. Dr. Ömer Çaha’nın önderliğinde ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla hazırlanmıştır. ** Araş. Gör., Fatih Üniversitesi 333

The attitude of women organizations towards women participation was examined in a three-fold approach: “national politics”, “local governments” and “social sensitiveness”. Within the context of political participation in national level, the paper deals with the manner of women organizations regarding active participation of women in politics and the political parties as the main base of it. In order to examine the participation in local governments level, the attitude of women organizations was observed with regard to the position of women taking part in local administration activities in Istanbul, especially in the municipalities, and then the results of survey research was commended in graphical tables. According to the results, it can be said that necessary “participation” for “negotiating democracy” is promising but absolutely not enough for today. Same thing is also true for local governments. With regard to research findings, it is not wrong to say that women organizations are not adequately incorporate with municipalities. Key Words: Deliberation democracy and NGO’s, regional administration, municipalities and NGO’s, regional democracy

KADIN SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ YEREL DEMOKRASİYE KATKILARI: İSTANBUL ÖRNEĞİ 1. Giriş Günümüz liberal demokrasi ve çoğunluk anlayışı, küreselleşmenin getirdiği faktörler ve taleplerin artmasıyla, halkın ihtiyaçlarını karşılayamadığı yönünde eleştiriler almaktadır. Mevcut sistemin yetersizliği ve karşılaşılan zorlukların giderilememesi sebebiyle siyaset ve toplum bilimcileri alternatif model arıyışına gitmiştir.(Sitembölükbaşı:2005) Toplumun demokratik mekanizma içindeki temsili, doğal olarak siyasal partiler ve seçimler aracılığıyla oluşur. Mevcut siyasal sistem anlayışı olan, çoğunluğun azınlığa tercihinden ziyade, kapsayıcılığıyla bütün taleplere cevap verecek, halkın her anlamda eşitliğini sağlayacak bir sistemin varlığı talep edilmektedir. Bu bağlamda toplumun sesinin duyulacağı ve temsiliyetiyle katılımcı olabileceği bir yaklaşım ortak hedeftir. Siyaset ve yönetimin üstten bir şekilde uygulama alanından ziyade yerel bazda iktidar paylaşımı demokrasinin gereğidir (Tosun: 2001). STK’larında bu alanda arabulucu rol oynaması ise katılımcı demokrasi anlayışının gereğidir. Yerel bazdaki bu katılım, STK’lar ve belli kurumlar aracılığıyla iktidar paylaşımını da kapsadığı için halkın sadece seçtikleri kişilerin seslerini duymadığı, bu sayede kendi seslerini de duyuracağı ortak bir kamusal alanın oluşumu açısından önemlidir. Herkesin belli bir konu etrafında belli bir yerde katılımının ve şartlarının daha önceden belirlendiği bir alanda buluşup müzakere etmelerinin demokrasi meşruiyeti için şart olduğu düşüncesi, liberal demokrasi anlayışına bir eleştiridir ve müzakereci demokrasi modelinin gerekliliğini vurgular. Müzakereci demokrasi modelinin uygulamada sorun çıkartabileceği, arz ve talep noktasında dengenin nasıl sağlanacağı, hangi konular kimler ve nerde tartışılacağı sorularının cevabı ve bunun kritiği de müzakereci demokrasi anlayışına bir eleştiridir. Avrupa Birliğinin kurumsal yapılanmasından kaynaklanan demokratik meşruiyet sorunu içinde üretilen çözüm yollarından biride “müzakereci demokrasi” modelidir. Türkiye’nin AB üyesi olması ve ilerde bu modelin uygulanabilirlik açısından neresinde olduğumuzun bilincinde olmamız faydalı olacaktır. İstanbul’da faaliyet gösteren kadın sivil toplum örgütlerinin yerel düzeydeki siyasal ve toplumsal katılıma ilişkin tutumlarının araştırıldığı bu çalışma iyi bir “siyasal katılım” ve “yerel

334

demokrasi” kavramları üzerinde yoğunlaşmıştır. Kadın STK’larının Türkiye’de siyasal katılım konusunda sergiledikleri performanslarının hem ulusal, hem de yerel düzeyde bir analizi yapılmıştır. Bu çalışmada ele alınan “Kadın STK’ların Yerel Demokrasiye Katkıları” aslında müzakereci demokrasi modelinin uygulanabilirliğine ilişkin bir örneklemdir. Çünkü devlet ile STK’ların arasındaki bağı kuran temsiliyet olgusunun temeli katılımdır ve demokrasinin halkla devlet arasında iyice pekişmesi için “katılım” ve bu yöndeki bilinç ve sorumluluk son derece önemlidir. 2. Kadın STK’ların Yerel Demokrasiye Katkıları Bu çalışmanın çıkış noktasını oluşturan ve 1980’lerden sonra faaliyetleriyle hızlı bir ivme kazanan Kadın STK’ların bu bağlamda incelenmesi iyi bir veri kaynağı olacaktır. Temsiliyet konusunda ise seçim sistemi olmasına rağmen vatandaşlar kendi adına yapılan kararlarda sadece karar vericiyi seçmekten öteye geçememiştir. Ancak eleştirmenler Bölükbaşı’nında ifade ettiği gibi; kadınlar ve etnik azınlıklar gibi kesimlerin seslerinin yeterli olarak ifade edilemediğininden yakınmaktadır. Peki kadınlar bu konuyu ne kadar önemsemektedir ve bu yönde bir hareketlilik söz konusu mudur? Ve ne yönde çözümler üretilmelidir. Bu kapsamda Tosun, üstten idare edilen ve ilişkilerin üstten yön bulduğu büyük liderlerden ziyade sorumlu yurttaşlarla demokrasiyi güvence altına alabilirler, bunuda devlet-merkezli, yukarıdan demokratikleştirme modelleri yerine sivil toplum modelleriyle aşağıdan demokratikleşme projelerinin varlığı ile gerçekleştirilebileceğini savunuyor. Sivil toplumun buradaki arabuluculuğunu da, arz eden ve talep eden arasındaki bağlantıyı sağlayarak entegre yapının güçlenmesini, devlet ve toplumun birbirini bilmesini ve ikili ilişkilerin daha işlevsel hale gelmesini sağlaması olarak tanımlıyor (Tosun: 2001, 249). Demokrasi halk beklentilerini karşılayacak bir yönetim biçimini kapsıyorsa halkın “katılımınının” gerekliliğini vurgulamakta fayda var. Bizde bu düşünceden hareketle özellikle siyasete ve yönetime uzaklıklarıyla gündem olan kadınların Sivil toplum kuruluşları aracılığıyla bu yöndeki hareketliliğini ölçmeye ve değerlendirmeye çalışıcağız. 2. 1. Kadın Sivil Toplum Kuruluşları Kadın örgütlerinin, kadınların katılımına ilişkin tutumları “ulusal siyaset”, “yerel yönetimler” ve “toplumsal duyarlılık” olmak üzere üç düzlemde incelenmiştir. Araştırma İstanbul baz alınarak yapılmıştır. Yerel demokrasiye katkılarından kasıt yerel yönetimlere katılımı ve ilişkileri ve arabuluculuk yönünden karşılıklı alışverişlerin sağlanmasındaki etkinliğidir. Bu bağlamda Büyükşehir Belediyesi, kuruluşların bulundukları ilçe belediyeleri, İstanbul valiliği, il özel idaresi, yine kuruluşların bulunduğu kaymakamlıklar, kent konseyleri, il ve ilçe emniyet müdürlükleri ele alınan yerel düzeydeki kamu kurumları olmuşlardır. İstanbul’da faaliyet gösteren kadın sivil toplum kuruluşlarının bu tür kamu kurumlarıyla ilişkisini ve yaşanan sorunları anlamak için kurumların her biriyle geliştirilen ilişkiler tek tek ele alıp incelenmiştir. İlgili kuruluşların yöneticileriyle yüz yüze derinlemesine mülakatlar yapılarak kadın kuruluşlarının yerel düzeydeki katılıma ilişkin performansları incelenmiştir. Kadın kuruluşlarının, kadınları katılım yönündeki etkileme gücünü ölçmek üzere ayrıca kurumlarla bağlantılı kadınlar üzerinde bir de anket çalışması yapılmıştır. Sorgulama alanlarınının hepsini tek tek açıklamak bu konunun kapsamını aşacağını düşündüğüm için bu konuya paralel alanların analizi tablolarla anlatılacaktır.

335

Tablo 1: Araştırma Kapsamına Alınan Kadın Sivil Toplum Kuruluşları

Kuruluş Adı

Örgütlenme Düzeyi

Kuruluş Yılı

Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV)

Ulusal

1993

Amargi Kadın Kooperatifi Gaziosmanpaşa Kadınlar Kültür ve Dayanışma Vakfı (GOP- KKDV) Hazar Eğitim Kültür ve Dayanışma Derneği

Ulusal

2001

Yerel-ilçe

1991

Yerel-il

1993

Hanımlar Eğitim ve Kültür Vakfı (HEKVA) Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV)

Yerel-il

1988

Ulusal

1997

Yerel-il

1986

Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı

Yerel-il

1990

Türk Kadınları Kültür Derneği

Ulusal

1966

Yerel-ilçe

1994

Ümraniye Kadın Merkezi

2.2. Kadın Sivil Toplum Kuruluşlarının Siyasal Katılıma İlişkin Tutumları Öncelikle kadın kuruluşlarıyla ilişki içerisinde olan kadınların tutum ve görüşlerini incelemek için mülakat ve anket gibi veri teknikleri kullanılmıştır. Bu sorgulama alanlarından olan siyasal katılımı ölçmek için yönelttiğimiz “siyasal partilerle ilişki” sorusuna büyük oranda olumsuz cevaplar gelmiştir. İlişkinin olmadığı hatta bunun için özellikle mesafeli bir yaklaşım sergiledikleri gözlemlenmiştir. Tablo 2: Siyasi Partilerle İlişkiler

336

Sayı

Yüzde

Bir parti üyesidir

20

6,6

Üye değil, fakat bazen parti faaliyetlerine katılır

11

3,7

Siyasi partilerle hiç ilgisi yok

225

75,0

Diğer

34

11,2

Cevap Vermeyen

11

3,6

300

100,0

Toplam

Bu on kadın kuruluşunun asli üyeleri ve bağlantılı kadınların cevap oranlarından yalnızca % 6.6 gibi az bir oranda “evet” cevabı alınmıştır. Aynı kadınların % 3.7 si ise “bağlantılı olmadıklarını ama faaliyetlerinden haberdar olup takip ettiklerini” belirtmişlerdir. Geriye kalanların büyük bir kısmı % 75’i ise “siyasi partilerle hiçbir ilişkilerinin olmadığını” belirtmişlerdir. Bu oranlardan da anlaşılacağı üzere, kadın kuruluşlarının, kadınlar üzerinde bir partiyle ilişki kurma noktasında etkili olamadığı anlaşılmaktadır. Ne yazık ki, siyasal parti dendiğinde bir ideolojiyi benimseyip diğerini “öteki” görmek günümüz siyasal anlayışının bir tutumudur. Kuruluşlar bunun önüne geçmek ve bunu engellemek adına bir nevi kendilerini soyutlamış olacaklarki; üyeleride bundan kaçınmaktadır. 2.3. Kadın Sivil Toplum Kuruluşlarının Belediyelere İlişkin Tutumları Yerel yönetim deyince hepimizin aklına ilk olarak belediyeler gelmektedir. Belediyeler daha iyi ve verimli bir yönetim anlayışının odaklandığı adem-i merkeziyetçi yapının bir gereğidir. Halkın en iyi bir şekilde idare ve sevkinin sağlandığı merkezlerdir ve halkın bu yöndeki taleplerini karşılarlar. Sorgulama alanlarımızın en kapsamlı alanını oluşturan başta Büyükşehir ve ilçe belediyeleriyle ilişkilerilerini incelediğimiz Kadın STK’lar bu konudaki eksiklikleriyle dikkat çekmektedirler. Esasında bazı kuruluşların Büyükşehir Belediyesi’yle değişik düzeylerle iş yaptığı, ancak yapılan işlerin kadın kuruluşlarını tatmin edici nitelikte ve derinlikte olmadığı anlaşılmaktadır. Nedenlerini sınıflandırmak gerekirse; bunlardan birincisi, bazı kuruluşların zihniyet olarak kamu kurumlarıyla çalışmaktan uzak durmayı, faaliyetlerini sivil toplum kuruluşu olarak kendi başlarına yürütmeyi tercih etmeleridir. İkinci olarak, bazı kuruluşlar, farklı siyasi cephelerde yer aldıklarını düşündükleri için Büyükşehir Belediyesi’yle ilişki kurmaya yanaşmamaktadırlar. Üçüncü olarak, Büyükşehir Belediyesi’nin kadın kuruluşlarıyla yeterince ilişki geliştirme isteğinde olmayışı dile getirilen bir husus olmuştur. Ortak projeler üzerinde çalışma konusunda ısrarlı olmalarına rağmen, belediyenin bunun için gerekli zemini oluşturamadığı ve yeterince işbirliğine sıcak yaklaşmadığı konusunda sitemde bulunmaktadırlar. Bu kuruluşların gözüyle bakıldığında, Büyükşehir Belediyesi, kendi himayesindeki İstanbul Kadın Koordinasyon Merkezi (İKAM) ve İSMEK’ler aracılığıyla kadınlara verdiği desteği yeterli görmekte, bu bakımdan kadın sivil toplum kuruluşlarına fazla ihtiyaç hissetmemektedir. Son olarak da, Büyükşehir Belediyesi’nin konuyla ilgili yetkililerine bürokratik nedenlerden dolayı ulaşılamayışı bir sorun olarak görülmektedir. Büyükşehir Belediyesi’yle ortak çalışma yapmak isteyen bazı kuruluşlar, temaslarının sonucunda konuyla ilgili yetkililere ve muhatap makamlara ulaşamadıkları için taleplerini ilgili yerlere iletemediklerini beyan etmişlerdir. Belediye ile ilişkilerini anlamak için sorduğumuz soruları; faaliyetlerini takip edip

337

etmediklerini, yürüttükleri faaliyetlerine katılıp katılmadıkları, belediye faaliyetlerini protesto edip etmedikleri olarak sıralayabiliriz. Alınan yorumların sonuçları ve yorumları aşağıda tablolar üzerinden yapılacaktır. 2.3.1. Belediye Faaliyetlerine Karşı Tutumları Kadınların özellikle “belediye faaliyetleriyle ilgilenme sorusu” yerel yönetime ilgililerini ölçme açısından önemli bir sorudur. Kadınlar önem verdikleri şeyler üzerinde yoğunlaşır ve takip eder. Sonuçlar bu bakımdan önemlidir.

Tablo 3: Belediye Faaliyetleriyle İlgilenme Durumu

Sayı

Yüzde

Belediye faaliyetlerini pek takip etmiyor

61

20,6

Belediyelerin faaliyetlerini uzaktan takip ediyor

138

45,9

Bazı belediyelerin faaliyetlerini yakından takip ediyor

36

12,0

Bir belediyenin faaliyetlerini yakından takip ediyor

38

12,7

İşi dolayısıyla belediye faaliyetlerini takip ediyor

17

5,5

Cevap vermeyen

10

3,3

Toplam

300

100,0

Belediye faaliyetlerini takip etmek demek, demokrasiyi yerel bazda da algılayabilecek bilinçli ve sorumlu halkın varlığı açısından önemlidir. Karar alma mekanizması olarak halka en yakın

338

birim olan belediyeler halka daha açık, şeffaf ve hesap verebilirlik açısından ne kadar yakın olursa, kadınlarında bu konudaki hassasiyetlerinin artacağı kanaatindeyiz. Kadınların sadece beşte biri belediyelerin faaliyetlerini pek takip etmediklerini belirtmişlerdir. Başka bir deyişle, kadınların yaklaşık yüzde 76’sı belediye faaliyetleriyle ilgilendiklerini belirtmişlerdir. Faaliyetlerin takibi ve ilgisi müzakere sürecinin başlaması için bir önkoşul sayılabilir. Bu genel faaliyetlerinden ziyade özellikle “Büyükşehir Belediyesi’nin kadınlara yönelik faaliyetlerini takip ediyor musunuz?” şeklindeki soruya da çoğunlukla takip edilmediği şeklinde bir karşılık gelmiştir. Bunun nedenini kişisel olarak Büyükşehir Belediyesi ile Kadın STK’ların kurumsal bazda birbirlerini muhatap almaktan ziyade bireysel hareket ettiklerini, aralarında arasında sağlıklı bir iletişimin olmadığından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Benzer şekilde, “İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sivil toplum kuruluşlarına yönelik faaliyetlerinden haberdar oluyor musunuz?” şeklindeki soruya büyük çoğunlukla olumsuz yanıt gelmiştir. Burada yine gönülsüzlükten ziyade bir iletşimsizlik olduğunu söyleyebiliriz. Bunun içinde iletişim araçlarının özellikle medyanın bu konuda daha verimli kullanılması kanaatindeyiz. 2.3.2. Belediye Faaliyetlerine Katılımı Tablo 4: Belediyenin Yürüttüğü Etkinliklere Katılma Durumu

Sayı

Yüzde

Pek katılmamış

169

56,4

Değişik belediyelerin birçok etkinliğine katılmış

39

12,8

Bir belediyenin bazı faaliyetlerinde yer aldım

84

28,1

Cevap vermeyen

8

2,8

300

100,0

Toplam

339

Belediyelerin faaliyetlerini takip edip etmediklerini sorduğumuz grubun sadece etkinlikten haberdar olmasıyla yetinip yetinmediğini öğrenmek için faaliyetlere “aktif katılımlarını” sorduk yaklaşık %75 gibi büyük bir çoğunluğun faaliyetlerden haberdar olmasına rağmen bunu icraate dökmeleri ve aktif katılımda bulunmaları arasındaki oran birbirini tutmamaktadır. Aksine, bu çoğunluğun beklenenden daha az katılım gösterdikleri tespit edilmiştir. Faaliyetlere katılım oranı yaklaşık % 56 olarak tespit edilmiştir. Bir ya da birden fazla belediyenin etkinliğine katılan kadınların oranı yaklaşık olarak % 41 civarındadır. Bu verilerden hareketle, kadınların belediyelere karşı ilgili olmakla birlikte, onların etkinliklerine karşı mesafeli durmayı yeğledikleri söylenebilir. Bunun altındaki sebebini ilgisizlik yada iletişimsizlik olmaktan öte başka faktörlerde ararsak “siyasal kimlik”, “güvensizlik”, “sorumlu ve bilinçli yurttaş kavramından yoksunluk” gibi sebepleri sayabiliriz. 2.3.3. Kadın Sivil Toplum Kuruluşlarının Belediye Politikalarına Karşı Tutumları Tablo 5: Belediye Politikalarını Protesto Eylemlerine Katılımı

Sayı

Yüzde

Katılmış

71

23,8

Katılmamış

222

73,8

7

2,4

300

100,0

Cevap vermeyen Toplam

Bireylere verilmiş en büyük hak yaşama hakkından sonra olan “düşünce ve ifade özgürlüğü” dür. Toplum yönetimden memnun değilse bunu özgürce ifade etme hakkına sahip, temsil ve katılım olmaksızın bireyler mevcut şartlarda sade bir vatandaş olarak memnuniyetsizliklerini bildirebilirler. Bunun bir yoluda protesto hakkıdır. Araştırma kapsamındaki kadınlara “bugüne kadar herhangi bir belediye faaliyetine karşı protesto eylemine katılıp katılmadığını” sorduk. Belediyelerin 340

faaliyetlerinin protesto edilmesini kötü icraatlerini incelemek için değil vatandaşın duyarlılığını ölçmek için sorduğumuzu belirtmekte fayda var. Fakat bu yönde ve eğilimde duyarlı olmadıklarını verilen yanıtlardan da anlayabiliriz. “Bugüne kadar herhangi bir belediyenin faaliyetlerine karşı bir protestoya katılmadık” diyenler % 74 lük oranla çoğunluğu oluşturmaktadır. Geriye kalanlar içinde % 24 lik bir grup “protestolara katıldıklarını”ifade etmiş, % 2 lik bir kısım ise yanıtsız kalmıştır. 2.3.4. Kadın Sivil Toplum Kuruluşlarının Kent Konseylerine ilişkin Tutumları Kent konseyleri halkın gerek yerel gerekse ulusal düzlemdeki hesap sorma ve hesap verme, katılım, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan bir oluşumdur. Kent Konseyleri kendi mevzuatlarında amaçlarını; “kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan kent konseylerinin çalışma usul ve esaslarını düzenlemek”* olarak bildirmişlerdir Tablo 6: Kent Konseylerine Katılım Durumu

Sayı

Yüzde

Hiç katılmamış

258

85,8

Sık sık katılıyor

2

,8

Arada bir katılıyor

24

8,1

Cevap vermeyen

16

5,3

Toplam

300

100,0

Kadınların gerek ulusal, gerekse yerel düzeydeki katılım davranışını ölçmek üzere kendilerine yöneltilen sorulardan biri de, “kent konseylerine” katılıp katılmadıkları olmuştur.

* Kent Konseyi Yönetmeliği, madde 1, http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/27177.html

341

Bu konseyler tanımıdan da anlaşılacağı üzere fikir beyan etme, paylaşım, kritik ve yönetişim analizlerinin halk tarafından ortak bir alanda yapılabilmesine imkan vermesi açısından müzakereci demokrasi modelinin uygulanabilirliğine bir işarettir. Yerel Yönetim ve yerel siyaset kavramlarının karşılığı sayılabilecek platformlar olmasıyla kadınların bakış açıları ve algıları ne düzeydedir bunu araştırmakta fayda vardır. Fakat araştırma kapsamında kadınların Kent Konseylerine katılım gibi, seslerini duyurabilecekleri önemli bir imkân olmasına rağmen bu konuda kayda değer bir performans sergileyemedikleri gözlemlenmektedir. Kent konseylerinin toplantılarına sık sık katılan kadın oranı % 1’in altındadır. Kadınların ancak % 8’i zaman zaman kent konseylerine katılmıştır. Kent konseylerine %85’liki gibi büyük bir çoğunluk ise hiçbir şekilde katılmamıştır. Yaptığımız söyleşilerden yola çıkarsak bunun en önemli nedenlerinden birini, kent konseyi toplantılarını* organize edenlerin, araştırmamızda yer alan kadın kuruluşlarını fazla davet etmemesi olarak gösterebiliriz. 2.4. Kadın STK’ların Valilik ve İl Özel İdaresi Faaliyetlerine Karşı Tutumu Kadın kuruluşlarının siyasete ilgisizliği, siyasi parti bağlantılı kuruluşlara da yansımakta ve il, ilçe belediyeleriyle mesafeli bir tutum sergeilemektedirler. Bu ilgisizliğin sebebi sadece “siyasi ideoloji” ye indirgemenin diğer kurumlarlada aynı mesafede oluşunu gördükten sonra tartışılabilecek bir olgu kanısındayım. Ömer Çaha, aslında kadınların yerel yönetimler düzeyindeki katılım konusunda sergiledikleri düşük performansın, aslında belediyelerin ya da siyasal partilerin siyasal kimliğinden çok, kadınları da sarmalayan Türk siyasal kültüründen kaynaklandığını belirterek, Türk toplumundaki baskın siyasal kültür, yukarıda ifade edildiği gibi katılımcı, sorgulayıcı ve protesto edici özelliklere sahip bireyden çok; pasif, itaatkar, boyun eğici bir insan tipi üretmeye daha yatkın olduğu kanaatindir.

* Kent konseyleri belediye teşkilatı olan yerlerde, mahalli idareler seçimlerinin sonuçlarının ilanını takip eden üçüncü ayının ilk haftasının ilk mesai günü, (kent konsey yönetmeliği 8 inci maddede “f-bendi Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, sendikalar, noterler, baro, kooperatifler, birlikler, konuyla ilgili dernek ve vakıf temsilcileri,” belirtilen kişi ve kuruluş temsilcilerinin katılımı ile kurulur) Kent konseyi genel kurulu ilk toplantısını, belediye başkanının çağrısı üzerine belediye başkanının başkanlığında yapar ve bu toplantıda, genel kurul dışındaki organların seçimi yapılır. 342

Tablo 7: Valilik ya da İl Özel İdaresi Etkinliklerine Katılım Durumu

Sayı

Yüzde

Yer almış

61

20,4

Yer almamış

233

77,6

6

2,0

300

100,0

Cevap vermeyen Toplam

Aktif katılım ve bilinçli bireyler noktasında nerede durduğumuzun kadınlar bazındaki sorgulanmasında ki bir diğer sorumuz; Valilik, kaymakamlık ve il özel idarelerinin etkilinliklerine katılımı ölçmeye yönelikti. Araştırma kapsamındaki kadınların bu konuda da çok düşük performans sergilediklerini % 77 lik gibi büyük bir çoğunluğun “bugüne kadar valilik ya da il özel idaresi tarafından düzenlenen herhangi bir etkinliğe katıldınız mı?” şeklindeki soruya verdikleri “hayır ” cevabından anlayabiliriz. Bugüne kadar bu tür bir etkinliğe katılan kadınların oranı sadece % 20 düzeyinde “evet”, % 2 lik bir grupta hayır cevabını vermiştir. Kadın sivil toplum kuruluşlarının yöneticileriyle yapılan mülakatlarda da İstanbul valiliğiyle genel olarak doğrudan bir ilişkisi göze çarpmamaktadır. Valilikle ilişkiler daha çok kaymakamlık, milli eğitim ve halk eğitim müdürlükleri üzerinden yürümektedir. Ancak valilikle kadın kuruluşlarının sürdürdüğü ortak proje olmamakla birlikte, olmamasının herhagi bir nedeninin olmadığını kadın kuruluşlarının projelerini valilik nezdinde tanıttıklarında olumlu bir tavırla karşılaştıklarına ilişkin genel bir kanı bulunmaktadır. Kadın kuruluşlarıyla kaymakamlıklar arasındaki ilişki genelde kaymakamlıkların, bu kuruluşların bazı faaliyetlerini destekleme biçiminde olmaktadır. Uzun vadede kalıcı ortaklaşa bir ilişkiden ziyade kısa vadede sadece destek bazında tek taraflı bir paylaşımla istenilen sonuçlar elde edilemez. Oysa kadın sivil toplum örgütleriyle kaymakamlıklar arasındaki ilişkinin sürdürülebilir bir nitelik kazanması için, proje eksenli ve kurumsal düzeyde ortak çalışmaya

343

dayalı işbirliklerinin kurulması gereklidir. 3. Sonuç Çalışmamızda elde edilen bulgulardan hareketle, kadın kuruluşlarının genel olarak siyasete, özel olarak da siyasal partilere karşı mesafeli durdukları anlaşılmaktadır. Bunun nedenini de siyasal kültür anlayışına bağlayabiliriz. Siyasette ideolojiler bazında kilitlenip “ortak payda” da buluşmak yerine “ötekileştirme” olgusunu harekete geçirmelerinin ötesine geçilemediği gerçeği yadsınamaz. Bunun için öncelikle siyasi kültür anlayışının değiştirilmesi gerekmektedir. Bir diğer bulguda, STK’ların İ.B.B ile karşılıklı projelerin azlığı ve bu yönde her iki tarafında eksik yönlerinin olduğudur. Bunun yanında Büyükşehir Belediyesi’nin yerel yönetimlerin bazı projeleri desteklediği de yadsınamaz. Karşılıklı ilişkilerin sorgulanması ve beklentilerin karşılanması adına böyle bir projeye deste vermesi önemli bir adımdır fakat bu yeterli değildir. Yerel siyaset, yerel yönetim, adalet ve demokrasi tabanlı yönetişim olgusu için karşılıklı arz ve talep noktaları oluşturulmalıdır. Bu yönde kadın STK’ların ayrı olarak ve kurumsal bazda dikkate alınmak istediklerini bunun için bürolar oluşturulması yönünde talepler olmuştur. Fakat bu araştırma projesinin verilerinin tartışılması adına karşılıklı tarafların buluşması için Belediye bazında toplantı yapılmasına rağmen ilgili kadın kuruluşların katılımının çok az olmasıda ayrı bir tartışma konusu oluşturmaktadır. Büyükşehir Belediyesi’nin Kadın Sivil Toplum Kuruluşlarının İstanbul Valiliğiyle ilişkileri ulaşılabilirlik sorunuyla, bürokratik nedenlerden dolayı çok etkin değildir. Ancak kaymakamlıklarla yoğun bir ilişkinin ve işbirliğinin daha fazla olduğu anlaşılmaktadır. Çalıştığımız kurumlar İstanbul’un Beyoğlu, Fatih, Gaziosmanpaşa, Kadıköy, Şişli, Ümraniye ve Üsküdar gibi ilçelerine dağılmış bulunmaktadır. İlçelerde, başta kaymakamlık ve ilçe belediyeleri olmak üzere yerel yönetim birimleriyle iletişim kurmak bir bakıma daha kolay görülmektedir. Nitekim ilçe düzeyindeki ilişkilerin il düzeyindeki ilişkilerden daha etkin olduğu anlaşılmaktadır. Kadın kuruluşları kaymakamlıklarla değişik düzeylerde işbirliği geliştirmişlerdir. Kaymakamlıklarla işbirliğinin, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı, ilçe milli eğitim müdürlükleri ile halk eğitim merkezleri üzerinden yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Kadın Kuruluşlarının faaliyet alanlarını incelediğimizde, hedeflerini “eğitim, yoksullukla mücadele, sosyalleşme gibi toplumsal duyarlılık alanlarında geliştirmiş siyasal hak ve özgürlüklerin tanınması ve tanıtılması” konusunda eksik kalmıştır. Burada bir diğer nokta ise gerekli ortamın sağlanması ve ilişkilerin daha verimli olması için taleplerini sorduğumuz da STK’lar genellikle lojistik destek talebinde bulunmuşlardır. Bu yönde yerel yönetimler de ne karar alma süreçlerine dahil olmak ne de bu sürecin etkileyebilirliğini sorgulama adına bir talep gelmemiştir. Bunda karşılıklı taraflar birbirlerinin faaliyet alanlarının paylaşımından öte kurumsal olarak birbirlerine uzak durmalarından kaynaklanmaktadır. Belediyeler, kadın sivil toplum örgütlerini “kurum” olarak muhatap almadıkları için doğal olarak kurumsal düzeyde de kalıcı ve sürdürülebilir bir ilişki gelişemiyor. Gülgün Tosun “devletsiz toplumun, toplumsuz bir devletin mümkünsüzlüğü bağlamında devlet-sivil toplum ilişkisinde demokratikleşme arayışının vardığı nokta müzakereci demokrasidir” (Tosun:2001, 230) sözünden her iki tarafın meşruluğunun birbirine bağlı olduğunu ve bunun geçerliliğinin de karşılıklı ilişkilerle mümkün olabileceğini anlayabiliriz. Karşılıklı düşünce paylaşımı açısından önemli bir buluşma noktası olabilecek, yerelgündem 21 (yerel demokrasinin geliştirilmesi projesi olarak da adlandırılabilir çünkü yerel eylem planlaması sürecinine ortak katılımın gerekliliğini savunur)* ve Kent Konseylerine katılımlarını sorduğumuzda kurumsal olarak değil kişisel olarak çağırıldıklarını belirttiler. Burada Kadın STK’ların ve Büyükşehirin 344

birbirleriyle entegre olabilmek ve ortak paylaşım alanları oluşturma gayretlerinin yeterli seviyede olmadığını söyleyebiliriz. Oysaki aynı hedef ve hizmet paylaşımı baz alınıp daha verimli hareket alanlarının varlığıyla demokrasi adına müzakere alanları oluşturulabilir, fikir alışverişleri yapılabilir ve ortak payda da buluşulabilir. Bunun için görünürde karşılıklı herhangi bir engel olmadığını söyleyebiliriz. Fakat sonuç olarak; iletişimsizlik bilgisizliği, bilgisizlik korkuyu, bu da güvensizliği doğruyor diyebiliriz. Yerel Yönetimlerin demokrasinin “şeffaflık”, “hesap verilebilirlik” ve “bilgilere erişim” gibi koşullar üzerinde yoğunlaşması karşılıklı bilgi alışverişlerinin yapılması ve “kent konseyleri”, “yerel gündem 21” gibi platformlarda Kadın STK’ların katılımının teşviki müzakereci demokrasi anlayışının uygulanabilirliği açısından önemli bir adım olacaktır. KAYNAKÇA HAKYEMEZ, Yusuf Şevki, “Çoğunlukçu Demokrasi Anlayışı, Rousseau Ve Türk Anayasaları Üzerindeki Etkisi” 2003, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/280/2543.pdf SİTEMBÖLÜKBAŞI, Şaban “Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak Müzakereci Demokrasi”, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (10) 2005



SAĞIR, ÖZTOPRAK, Meral, KARKIN, “Naci, Demokrasinin Güncel Sorunları ve Demokratik Paradokslar”, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (10) 2005 TOSUN, Gülgün, Türkiye’de Devlet-Sivil Toplum ilişkisi Bağlamında Demokrasinin Pekiştirilmesinin Önündeki Engellere İlişkin Kurumsal ve Pratik bir Yaklaşım Ege Akademik Bakış, Cilt;1; sayı;1; yıl; 2001 Türkiyede Çoğunlukçu belgeler/23.doc

ve

Oydaşmacı

Demokrasi,

clubs.bilgi.edu.tr/herkesicinhukuk/kulup/

Kent Konseyi Yönetmeliği, http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/27177.html

* Kent Konseyi Yönetmeliği: Yerel gündem 21 programı: Birleşmiş Milletler Rio Yeryüzü Zirvesinde 1992 yılında kabul edilen ve 21 inci yüzyılın gündemini belirleyen Gündem 21 başlıklı Eylem Planının 28 inci bölümü uyarınca, yerel yönetimlerin öncülüğünde, sivil toplumun ve diğer ortakların, birlikte kendi sorunlarını ve önceliklerini belirleyerek, kentleri için Yerel Gündem 21 olarak adlandırılan 1997 yılından itibaren uygulanan Türkiye Yerel Gündem 21 Programını, Yönetişim: Saydamlık, hesap verebilirlilik, katılım, çalışma uyumu, yerindenlik ve etkinlik gibi kriterlere dayanan, çok aktörlü ve toplumsal ortaklıklara dayalı yönetim anlayışını ifade eder. 345

VIII. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE YEREL BİR BAKIŞ: TÜRK SİYASAL YAŞAMINDAKİ YERİ

KATILIMCI DEMOKRASİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE SİYASETİN TOPLUMSALLAŞMASI VE YEREL YÖNETİMLERDE KATILIMCILIK

H. Emre BAĞCE* Hamza ATEŞ**

ÖZET Temsili demokrasi günümüzde krizler yaşamaktadır. Bu krizleri aşmak üzere dünyada ve Türkiye’de katılımcı demokrasi lehine yürütülen teorik tartışmalara yasal ve yapısal düzenlemeler eşlik etmektedir. Bildiride öncelikle katılımcı demokrasinin nasıl bir siyaset anlayışına dayandığı ele alınmaktadır. Daha sonra, Türkiye’de 2005’te kabul edilen 5393 sayılı Belediye Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu, Belediye Hizmetlerine Gönüllü Katılım Yönetmeliği, Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri Yönetmeliği ve 2006’da yürürlüğe giren Kent Konseyi Yönetmeliği gibi yasa ve yönetmeliklerin hemşehri hukuku, kent konseyleri, hizmetlere gönüllü katılım, kamu görevinin yerine getirilmesinde saydamlık ve katılımcılık konularında getirdiği yeniliklerin siyasetin toplumsallaşmasına ve yerel yönetimlerde katılımcı demokrasinin yerleşmesine ne ölçüde katkı sağladığı veya sağlayabileceği tartışılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Temsili demokrasi, katılımcı demokrasi, yerel yönetimler, yasal düzenlemeler, siyasetin toplumsallaşması SOCIALIZATION OF POLITICS AND CITIZEN PARTICIPATION IN LOCAL GOVERNMENTS IN TURKEY IN TERMS OF PARTICIPATIVE DEMOCRACY ABSTRACT Representative democracy experiences a number of serious crises in our days. In order to solve these problems, theoretical debates in favour of participative democracy have been accompanied by changes in legal and structural framework in this line both in Turkey and in the world. This paper begins with an exploration of the relationship between political approaches and participative democracy. Then it goes on to discuss the contributions of such laws and regulations of the Municialities Law (Law No 5393) which was enacted in 2005, Provinces Special Administrations Law (Law Number 5302), Voluntary Participation to Municipal Services Decree and Decree on Ethical Behaviours of Public Servants as well as City Council Decree which came into force in 2006 on political socialisation and embeddedness of participative democracy in local government. The paper particularly deals with the effects of such notions of local citizens’ law, city councils, voluntary participation to services, participation and transparency in local services on development of participative democracy in local level. * Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi * * Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi 346

Key Words: Representative Democracy, participative democracy, local government, regulations, socialisation of politics. KATILIMCI DEMOKRASİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE SİYASETİN TOPLUMSALLAŞMASI VE YEREL YÖNETİMLERDE KATILIMCILIK Yeniçağ sonrası dünya sanayileşme, bürokrasi ve temsili demokrasi ekseninde şekillenmiş, bu üçlü 20. yüzyılda da önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’ların başından itibaren modernist ve pozitivist siyasal ve toplumsal modeller güçlerini büyük ölçüde yitirmiştir. Bu modellerin toplumu tek yönlü olarak biçimlendirme savları çökmüş; evrensel olduğu ileri sürülen düşüncelerin belirli dönemlere ve çıkarlara hizmet ettiği akademik çevrelerde görülmeye başlamıştır; bu kapsamda dünyanın farklı köşelerinde yeni bir düşünce sistemi yükselişe geçmiştir. Temsili demokrasinin krizlerine ve doğurduğu sorunlara karşı katılımcı veya müzakereci demokrasi kavramı yaygınlaşmıştır. Bu çalışmada, katılımcı demokrasi bağlamında Türkiye’de siyasetin toplumsallaşmasına ve yerel yönetimlerde katılımcılığın yerleşmesine dair düzenlemeler tartışılacak ve son yıllarda gerçekleştirilen yerel yönetimler reform çalışmaları kapsamında, yurttaşların yerel yönetimlere etkin katılımını sağlamak için oluşturulan mekanizmalar ve yeni düzenlemeler değerlendirilecektir. Bu çerçevede, 2005’te kabul edilen 5393 sayılı Belediye Kanunu, İl Özel İdaresi ve Belediye Hizmetlerine Gönüllü Katılım Yönetmeliği ve yine 2005’te yürürlüğe giren Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri Yönetmeliği ve 2006’da yürürlüğe giren Kent Konseyi Yönetmeliği incelenecektir. Bu düzenlemelerin siyasetin toplumsallaşmasına ve yerel yönetimlerde katılımcı demokrasinin yerleşmesine ne ölçüde katkı sağladığı veya sağlayabileceği tartışılacaktır. Siyaset ve Demokrasi Üzerine Farklı Yaklaşımlar Antik Yunan’dan günümüze siyasetin ve yönetimin mahiyeti üzerine yoğun tartışmalar yürütülmüş ve bu konuda devasa bir külliyat oluşmuştur. Siyasete yönelik yaklaşımlar en başta farklı bilgi ve varlık anlayışına sahip olmaları dolayısıyla, esas itibariyle birbiriyle çatışan iki farklı kolda ilerlemiştir (Köker, 1998). Sokrates’in “bilgi güçtür” şeklindeki denkleminden yola çıkan anlayış, insan ve toplumun uyumuna, kamusal yarara ve hukukun üstünlüğüne odaklanırken, Sokrates’in muhalifleri konumundaki sofistler ise “bilgi güçtür” anlayışıyla siyaseti araçsal bir zeminde tanımlamışlardır. Bu yaklaşımda siyasal etkinlik, kişilerin toplum içinde başarı ve güç sağlamasına indirgenmiş, rekabet ortamında daha fazla kaynağı ele geçirmeyle ilişkilendirilmiştir. İlkinde ise, yurttaşların etkileşim içinde hareket edebilecekleri ve kendi potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri mutlu bir yaşam alanının, diğer bir ifadeyle kamusal bir alanın yine yurttaşların katılımı ile inşa edilmesi hedeflenmiştir (Arendt, 2000; Bağce, 2007). Bu doğrultuda, Sokrates insanların içinde gizli olduğuna inandığı erdemi açığa çıkarmak için uğraşırken, Platon insanların adalet ve doğruluktan uzak yaşadıklarını düşünerek kamusal alanın, yani polis veya kent devletinin çöküşüne çare aramıştır, Aristoteles ise insanı zoon politikon, yani siyasal bir varlık olarak tanımlayarak siyaset ve insanı özdeşleştirmiştir. Siyaset, böylece, insanın ayırt edici niteliği olarak merkezi konuma yerleştirilmiştir. Oysaki sofistler siyaseti kişisel çıkarlarla ilişkilendirmişler; Aristippos’un kişiliğinde ortaya çıkan Kyrene felsefesi ise kişisel haz ve mutluluğu ön plana çıkararak siyasete ve toplumsal meselelere karşı ilgisiz kalmayı önermiştir (Ağaoğulları, 1994). Platon ve Aristoteles’in düşünce sistemi ortaçağda etkisini sürdürmüştür. Hem doğuda hem batıda siyaset ve yönetimin kaynağı, amaçları ve yöntemlerine dair kayda değer eserler verilmiştir. 347

Farabi, Maverdi, Yusuf Has Hacip, Nizamülmülk ve İbni Haldun gibi önemli İslam düşünürleri yöneten ve yönetilen arasındaki ayrımları ortadan kaldıracak ve yöneticileri yönetilenlere bağlı kılacak öneriler geliştirmişlerdir. Siyasetname geleneği içinde, yöneticilere nasihatlerde bulunulması bir gelenek olarak son birkaç yüzyıla dek sürdürülmüştür. Mesela, Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinin daha ilk satırlarında yönetimin küfürle sürebileceği ancak zulümle sürmeyeceği, halkın duası daim olunca yönetimin de payidar olacağı belirtilmiş, böylece meşruiyetin halkın rızasına ve onayına bağlı olduğu açık biçimde tespit edilmiştir (Nizamülmülk, 2002). Bu kapsamda Maverdi’nin Siyaset Sanatı da dâhil olmak üzere, birçok eserde doğrudan katılımın önemine vurgu yapılmıştır (Maverdi, 2000). Mezalim kurulması ve yöneticiler de dâhil olmak üzere herkesin bir diğerine karşı hakkını araması, zalimlere hesap sorulması, başta nevruz ve mihrican olmak üzere yılın belirli günlerinde halk meclislerinin toplanması, bu toplantılarda hem halkın kararlara katılması hem de uygulanan politikaların değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu toplantıların yılda birkaç defa değil, her ay ve her hafta gerçekleştirilmesi ve buna yöneticilerin özen göstermesi şiddetle tavsiye edilmiştir (Bağce, 2009). Batıda ise Machiavelli’nin Prens’i ile birlikte siyaset ve ahlak arasındaki bağlar koparılmış, siyasetin güç üzerine kurulduğu görüşü hâkim olmuştur. Francis Bacon’un “bilgi güçtür” deyişi ile Bodin ve Hobbes’un mutlakıyet yönetimini haklılaştırması birbirini tamamlamıştır (Machiavelli, 2001; Hobbes, 1995). Böylece, modern dönemle birlikte insanın, insan ve doğa üzerinde tahakkümü muazzam boyutlara ulaşmıştır. 18. yüzyıl tüm dünyayı etkisi altına alacak iki devrime tanıklık etmiştir; bu yüzyılda bir yandan monarşik yönetime karşı sınırlı yönetimi öneren cumhuriyetçilik gelişmiş; insanların eşit ve özgür olduğu, dokunulmaz haklarının bulunduğu beyan edilmiştir, diğer yandan pozitivist ve elitist yaklaşımlarda ciddi bir yükseliş gözlenmiştir. Doğanın tahakküm altına alınarak dönüştürülmesi projeleri, bir adım sonra insana ve topluma yöneltilmiştir. Bu süreçte, yöneten ve yönetilen ilişkileri tek yönlü olarak kurulmuş, bürokratik aygıt gelişmiştir; Weber’in yerinde ifadesiyle bürokrasi ekonomiye hizmet eden bir araç rolü üstlenerek tüm toplumsal alanları standartlaştırmayı hedeflemiştir (Weber, 1978). 20. yüzyılda temsili demokrasi dünya ölçeğinde benimsenmiş olmasına rağmen, yönetenyönetilen ilişkilerini güçlendirmekte ve yönetimlerin meşruiyetini sağlamakta zaaflarla karşılaşmıştır. Çünkü bu dönemde de siyaset esas itibariyle araçsal bir temelde tanımlanmıştır. Örneğin, Weber (1993), Easton (1953) veya Lasswell (1958) siyaseti büyük ölçüde kaynakların, değerlerin veya rollerin otoriter dağılımı ile ilgili bir etkinlik olarak tanımlamışlardır. Bu tanımlarda, siyaset rekabetçi terimlerle iktisadi faaliyetlerin bir türevi olarak değerlendirmiştir. Bu siyaset anlayışı yönetime çok düşük düzeyde bir meşruiyet sağlayabilmektedir. Çünkü kaynak veya değerlerin dağıtımı, kazananları, kaybedenleri veya kaynak veya değerlere yeterince ulaşamayanları gerektirmektedir. Bu ise, siyasetin daha ziyade çıkar grupları arasındaki bir mücadeleye dönüşmesi anlamına gelmektedir. Bu durumda, siyasal yaşamda ve bürokratik işlemlerde yönetimin duyarsızlığı, halkın yönetimin çalışma usul ve esaslarıyla ilgili yeterince bilgilendirilmemesi, kurum içi ve dışı aracılık ve nüfuz mekanizmalarının gelişmesi, halkla ilişkiler uygulamalarının yetersiz kalması, kamu kurumları içinde dengeli bir ödül ve ceza sisteminin kurumsallaşamaması, yöneticilerin hem çalışanların hem de yurttaşların sorunlarına eğilmekten çekinmesi, halka karşı ilgisizlik ve halktan bilgi saklanması gibi hususlar çıkarların rekabetçi ortamda azamileştirilmesi ve sürdürülmesi bakımından işlevsel görülmektedir. Toplumsal ve kamusal sorunlara duyarlı olmalarına rağmen, Türkiye’de birçok insanın siyasete ilgi duymadığını hatta karşı olduğunu ifade etmesi bu anlayışa duydukları tepkinin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Hâlbuki siyaset klasik anlayışta tam da toplumsal ve kamusal 348

alanda faaliyette bulunmak ile eş anlamlıdır. Araçsal ve rekabetçi siyaset anlayışı ile sınırlı katılıma dayalı bir demokrasi oldukça uyumludur. Bu demokrasi modeli, her bir yurttaşı değil, yurttaşların yararını gözetmek üzere örgütlendiği varsayılan siyasal partileri merkeze alır; anayasalarda da demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak yurttaş yerine siyasal partiler ikame edilir. Bu model, yurttaşların siyasal ve kamusal yaşamda sürekli etkin olması yerine seçim dönemlerinde oy kullanmasını yeterli görür, dolayısıyla siyaset seçime, yurttaş seçmene indirgenir (Bağce, 2007; Barber, 1995). Yeni binyıla girilirken bu siyaset anlayışı meşruiyeti sağlayamadığı için eleştirilir hale gelmiştir. Bu kapsamda, çevreye karşı güçlü ve buyurgan bürokratik merkez modeli Türkiye’de de sorgulanır olmuştur. Halkın yönetime daha fazla katılımı ile yaşanan sorunlara daha etkili çözümler üretilebileceği ve bunun aynı zamanda kamusal yaşamı canlandıracağı ve yönetimlerin meşruiyetini artıracağı fark edilmiştir. Dolayısıyla, temsili demokrasinin eksiklik ve sorunlarını aşmayı amaçlayan yeni bir siyaset ve demokrasi anlayışı hâkim olmaya başlamıştır. İletişimsel, müzakereci veya katılımcı gibi sıfatlarla anılan bu demokrasi modeli yurttaşı işlerin içine katmayı önermiştir. Bu doğrultuda, siyasetin toplumsallaşması ve kamusal duyarlılığın artırılması bakımından kent konseyleri ve yönetime gönüllü katılım önem arz etmektedir. Siyasetin Toplumsallaşması ve Yerel Yönetimlerde Katılım Meşruiyeti güçlü bir yönetimde, yurttaş ve yönetim arasındaki ilişkiler katılım ve işbirliğine dayanır. Katılımcılıkta temel amaç yöneten-yönetilen arasındaki mesafenin azaltılması, mümkünse ortadan kaldırılmasıdır; dolayısıyla katılımın kuvveden fiile geçebilmesi için merkeziyetçiliğin bulunmaması gerekir. Katılım dendiğinde, yurttaşların yönetimin kararlarına veya karar süreçlerine katılması, alınan kararların yöneticiler ve yurttaşlar tarafından birlikte gerçekleştirilmesi, görev ve sorumlulukların birlikte üstlenilmesi anlaşılmaktadır. 2005’te kabul edilen 5393 sayılı Belediye Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve Belediye Hizmetlerine Gönüllü Katılım Yönetmeliği ve 2006’da yürürlüğe giren Kent Konseyi Yönetmeliği katılım konusunda önemli yenilikler getirmiştir. Her ne kadar yerel halk oylaması ve belediye başkanının vatandaşların talebi üzerine görevinin son bulması gibi doğrudan demokrasi araçlarına yer vermemekteyse de (Akdoğan, 2008), 5393 sayılı Belediye Kanunu, belediye hizmetlerinin vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulmasını öngörmektedir. Ayrıca, hizmet sunumunda özürlü, yaşlı, düşkün ve dar gelirlilerin durumuna uygun yöntemler uygulanmak zorundadır (Madde 14/b). Belediyenin yetkilerini ve imtiyazlarını ayrıntılı olarak düzenleyen 15. Madde’de ayrıca şu hüküm yer alır: “Belediye, belde sakinlerinin belediye hizmetleriyle ilgili görüş ve düşüncelerini tespit etmek amacıyla kamuoyu yoklaması ve araştırması yapabilir”. Dolayısıyla bu maddelerde hizmetlerin yürütülmesinde halkın ihtiyaç ve taleplerinin dikkate alınması belirli ölçüde güvence altına alınmıştır. Bundan daha önemlisi, anılan kanun, mahalle, kent konseyi ve gönüllü katılım olmak üzere üç düzeyde halkın yönetime katılımı konusunda hükümler getirmiştir. Hizmetlere gönüllü katılımın usul ve esasları ise, ayrıca bir yönetmelik ile saptanmıştır. Mahalle Yönetimi ve Hemşehri Hukuku Belediye Kanunu’nun 9. Maddesi’nde muhtar ve mahalle yönetimi ele alınır. Aynı maddede belediye sınırları içinde mahalle kurulması, kaldırılması, birleştirilmesi, bölünmesi, adları ile sınırlarının tespiti ve değiştirilmesi belediye meclisinin kararı ve kaymakamın görüşü üzerine valinin onayı ile olur denerek özellikle mahalle adlarında değişiklik yapılması konusunda mahalle yönetiminin ve sakinlerinin görüşleri göz ardı edilmektedir. Diğer konular birden fazla mahalleyi 349

ilgilendirdiğinden, belediye meclisi, kaymakam ve valinin yetkilendirilmesi anlaşılabilir, ancak ad konması veya değiştirilmesi konusunda mahalle sakinlerinin katılımı demokrasi kültürünün yerleşmesine katkıda bulunabilecek bir husustur. Aşağıda görüleceği üzere, aynı maddenin devamında mahalle sakinlerinin gönüllü katılımı ve belediye hizmetlerinde mahallelinin ortak isteklerinin göz önünde bulundurulması öngörülmektedir: “Muhtar, mahalle sakinlerinin gönüllü katılımıyla ortak ihtiyaçları belirlemek, mahallenin yaşam kalitesini geliştirmek, belediye ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarıyla ilişkilerini yürütmek, mahalle ile ilgili konularda görüş bildirmek, diğer kurumlarla iş birliği yapmak ve kanunlarla verilen diğer görevleri yapmakla yükümlüdür. Belediye, mahallenin ve muhtarlığın ihtiyaçlarının karşılanması ve sorunlarının çözümü için bütçe imkânları ölçüsünde gerekli ayni yardım ve desteği sağlar; kararlarında mahallelinin ortak isteklerini göz önünde bulundurur ve hizmetlerin mahallenin ihtiyaçlarına uygun biçimde yürütülmesini sağlamaya çalışır.” (Belediye Kanunu, Madde 9). Hemşehri hukuku başlığını taşıyan 13. Madde gerçekten de siyasetin toplumsallaşmasına ciddi katkı sağlayacak bir nitelik taşımaktadır. Yurttaşların, yurttaşlık ilişkilerine ek olarak aynı mekânda yaşamalarından kaynaklanan hak ve yükümlülükleri de dile ifade edilmektedir. Bu maddede belirtilen “belde” neredeyse antik Yunan’daki “polis” kavramı gibi bir anlam taşımaktadır. Hemşehri hukuku aşağıdaki şekilde ifade edilmektedir: “Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir. Hemşehrilerin, belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakları vardır. Yardımların insan onurunu zedelemeyecek koşullarda sunulması zorunludur. Belediye, hemşehriler arasında sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi ve kültürel değerlerin korunması konusunda gerekli çalışmaları yapar. Bu çalışmalarda üniversitelerin, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, sivil toplum kuruluşları ve uzman kişilerin katılımını sağlayacak önlemler alınır. Belediye sınırları içinde oturan, bulunan veya ilişiği olan her şahıs, belediyenin kanunlara dayanan kararlarına, emirlerine ve duyurularına uymakla ve belediye vergi, resim, harç, katkı ve katılma paylarını ödemekle yükümlüdür.” (Belediye Kanunu, Madde 13). Hemşehri hukuku yurttaşlar arasında ilişkileri güçlendirmenin yanı sıra kurumlar arası ilişkileri geliştirmeye de öncelik vermektedir. Etkili bir şekilde uygulanabilmesi durumunda, kente dair toplumsal sorunların çözümüne önemli katkılar sağlayabilir. Bu maddenin henüz optimal düzeyde uygulandığı söylenemez. Ayrıca, hemşehri hukukunun yerleşmesini önleyecek sosyal ve yasal unsurları da burada göz önüne almak gerekir. Her ne kadar bu maddede, yaşanılan belde hemşehri hukukuna konu olsa da, Türkiye’de hızlı göç ve kentleşme dolayısıyla yurttaşlar yeni yerleştikleri ve sakini oldukları beldeye göre değil, göç ettikleri eski beldelerine göre hemşehriliği tanımlamaktadırlar. Yeni ilişki kurmanın verdiği tedirginlik ve zorluğa karşı, eski ilişkileri sürdürmenin sağladığı kolaylık ve güven hissi bunda önemli rol oynamaktadır. Öte yandan, her ne kadar yeni kanun hemşehri hukukunu

350

güçlendirmeye çalışsa da, 2003 yılında Nüfus Kanunu’nun 28. Maddesi yürürlükten kaldırılmıştır. Bu değişiklik ile kişi ve ailelerin yeni yerleştikleri yere nüfus kayıtlarını nakletme zorunluluğu kaldırılmış, bir anlamda nüfus kayıtlarını nakletmeleri önlenmiştir. Kanun değişikliğinin gerekçesinde, nüfus kayıtlarının merkezi bir sistemle tutulması nedeniyle ‘yer değiştirme’ işlemine de gerek kalmadığı, bu uygulama ile mahkemelerdeki veraset kararlarının da hızlandırılması amaçlandığı ifade edilmiştir. Bu değişiklik gerekçesi için İçişleri Komisyonu Raporu’nda ise şu çarpıcı ifadelere yer verilmiştir: “Nüfus Kanununun 28 inci maddesinin uygulanmasıyla, nüfus kütüklerinde kişilerin, ailelerin doğum yerleriyle olan bağları kopmaktadır. Bu maddenin yürürlükten kaldırılmasıyla, vatandaşların soylarıyla, doğum yerleriyle olan bağları korunmuş ve bilinmiş olacaktır.” (Nüfus Kanununun Bir Maddesinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Tasarısı ve İçişleri Komisyonu Raporu, S. Sayısı: 250). Bu gerekçe ve Nüfus Kanunu’nda yapılan değişiklik ile Belediye Kanunu’nda yer alan hemşehri hukuku arasında ciddi bir uyumsuzluk bulunmaktadır. Yurttaşların kendilerini içinde yaşadıkları şehre göre değil, nüfus kayıt bilgilerinin bulunduğu beldeye göre tanımlamaları bu kanun ile bir anlamda zorunlu tutulmaktadır. Hâlbuki teknolojinin gelişmiş olması dolayısıyla, kişilerin soylarıyla olan bağları nüfus kayıtları nakledilerek de bilinebilir. Hatta böylece, hemşehriler arasında yaşadıkları beldeye aidiyet duygusu daha fazla gelişir. Siyasetin Toplumsallaşmasında Kent Konseylerinin Rolü Hemşehrilik hukukunda dile getirilen hususlar çerçevesinde, belde sakinlerinin yönetime katılımına temel oluşturmak üzere Belediye Kanunu’nun 76. Maddesi’nde kent konseylerine yer verilmiştir. Bilindiği gibi, kent konseyleri BM’nin Yerel Gündem 21 perspektifi içinde yer alan bir uygulamadır. Bu maddeye göre: “Kent konseyi, kent yaşamında; kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışır. Belediyeler kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, noterlerin, varsa üniversitelerin, ilgili sivil toplum örgütlerinin, siyasî partilerin, kamu kurum ve kuruluşlarının ve mahalle muhtarlarının temsilcileri ile diğer ilgililerin katılımıyla oluşan kent konseyinin faaliyetlerinin etkili ve verimli yürütülmesi konusunda yardım ve destek sağlar. Kent konseyinde oluşturulan görüşler belediye meclisinin ilk toplantısında gündeme alınarak değerlendirilir. Kent konseyinin çalışma usûl ve esasları İçişleri Bakanlığınca hazırlanacak yönetmelikle belirlenir.” (Belediye Kanunu, Madde 76). Bu madde doğrultusunda, 2006’da Kent Konseyi Yönetmeliği uygulamaya girmiştir. Bu yönetmelikte kent konseyi, “merkezi yönetimin, yerel yönetimin, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının ve sivil toplumun ortaklık anlayışıyla, hemşehrilik hukuku çerçevesinde buluştuğu; kentin kalkınma önceliklerinin, sorunlarının, vizyonlarının sürdürülebilir kalkınma ilkeleri temelinde belirlendiği, tartışıldığı, çözümlerin geliştirildiği ortak aklın ve uzlaşmanın esas olduğu demokratik yapılar ile yönetişim mekanizmaları” olarak tanımlanmıştır (Kent Konseyi Yönetmeliği, Madde 4/b).

351

Yönetmelikte kent konseylerinin kuruluşu, organları, işleyişi ayrıntılı olarak verilmiştir. Kent konseyleri genel kurulu, beldedeki kurumların temsiline ve işbirliğine zemin hazırlamaktadır; öte yandan meclislere ve çalışma gruplarına halkın doğrudan katılması mümkün olabilmektedir. Ancak bu konunun, ilgili kent konseyinin çıkaracağı yönergelerle düzenleneceği belirtilmiştir. Geçici Madde ile Yerel Gündem 21 Programının uygulandığı yerlerde, kent konseyi veya benzeri adlarla oluşturulmuş yapılanmaların bir yıl içinde bu yönetmelik hükümlerine uygun hale getirileceği belirtilmiştir. Henüz kent konseyi bulunmayan beldelerde ise, kent konseylerinin mahalli idareler seçimlerinin sonuçlarının ilanını takip eden üçüncü ayının ilk haftasında kurulacağı belirtilmiştir. Anlaşılacağı üzere, kent konseyleri ve meclisleri henüz kuruluş ve gelişme aşamasındadır; başarı ve başarısızlıklarını değerlendirebilmek için zamana ihtiyaç bulunmaktadır. Her halükarda, orta ve uzun vadede, siyasetin toplumsallaşmasına ve katılımcı demokrasinin yerleşmesine çok önemli katkılar sağlayacaktır. Yerel Hizmetlere Gönüllü Katılım Hizmetlere gönüllü katılım, yönetim ve halk bütünleşmesinin kayda değer örneklerinden birini oluşturur; bu katılım yönetilenlerin yalnızca edilgin olarak hizmet almasını değil, bu hizmetlere gönüllü olarak katılarak kamusal alanda etkin olmasını amaçlar. Bu çerçevede, Belediye Kanunu’nun “Belediye Hizmetlerine Gönüllü Katılım” başlığı altında şu hükümlere yer verilmiştir: “Belediye; sağlık, eğitim, spor, çevre, sosyal hizmet ve yardım, kütüphane, park, trafik ve kültür hizmetleriyle yaşlılara, kadın ve çocuklara, özürlülere, yoksul ve düşkünlere yönelik hizmetlerin yapılmasında beldede dayanışma ve katılımı sağlamak, hizmetlerde etkinlik, tasarruf ve verimliliği artırmak amacıyla gönüllü kişilerin katılımına yönelik programlar uygular.” (Belediye Kanunu, Madde 77). 2005’te uygulamaya geçen “İl Özel İdaresi ve Belediye Hizmetlerine Gönüllü Katılım Yönetmeliği”nin 5. Madde’sinde il özel idaresi veya belediyelerin hangi hizmetlerde gönüllü çalıştırabileceği belirtilmiştir. Yurttaşların gönüllü olarak çalışabilecekleri hizmetler şöyle sıralanmıştır:  Özürlülere, çocuklara, kadınlara, gençlere, yaşlılara, yoksullara, kimsesizlere ve düşkünlere yönelik eğitim, kültür, sağlık ve sosyal hizmetleri,  Kütüphane, tiyatro, sinema gibi kültür hizmetleri,  Bilişim, meslek edindirme kursları, kreş gibi eğitim hizmetleri,  Park, bahçe, kent estetiği, çevre düzenlemeleri ile katı atık gibi çevre kirlenmesinin önlenmesine yönelik hizmetleri,  Başıboş ve sahipsiz hayvanlara yönelik hizmetleri,  Trafik, itfaiye, arama-kurtarma gibi denetim ve acil yardım hizmetleri,  Tüm yaş gruplarını içine alan her türlü spor hizmetleri,  Tarihi, kültürel mirasın ve tabiat varlıklarının yaşatılarak korunması hizmetleri. Hizmetlere Gönüllü Katılım Yönetmeliği’nde, gönüllü kimlik kartı, gönüllülerin uyumu ve eğitimi, sekreterya hizmetlerinin nasıl yürütüleceği belirlenmiştir. Hizmetlere Gönüllü Katılım Yönetmeliği’nin 13. Maddesi’nde ise belediyelerin bu yönetmeliğe aykırı olmamak kaydıyla

352

uygulama yönergesi çıkarabilecekleri ifade edilmiştir. Ancak, yasa ve yönetmelikte çerçevesi çizilen hizmetlere gönüllü katılım konusunda yerel yönetimlerin yeterince ilgili gösterdiği söylenemez. Bu yöndeki sınırlı sayıdaki örnekler arasında, “Karabük İl Özel İdaresi Gönüllülük Hizmetleri Yönergesi”, “İstanbul Büyükşehir Belediyesi Veteriner ve Mezbahalar Şube Müdürlüğü Hayvan Rehabilitasyon Merkezlerinin Çalışma Usul ve Esaslarına İlişkin Yönerge” ve “Konya Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Dairesi Başkanlığı İç Hizmetler Yönergesi (Gönüllü İtfaiyecilik)” dikkat çekmektedir. Belediye ve il özel idarelerinin hizmetlere gönüllü katılım konusunda inisiyatif ve sorumluluk üstlenmeye henüz hazır olmadığı, kamu görevlilerinin görev ve yetkilerini yurttaşlarla paylaşmaya yatkınlık duymadıkları belirtilmelidir. Halbuki bu yönetmeliğin etkili ve verimli bir şekilde yürütülmesi ile, kentte ekonomik yapının güçlendirilmesi, yoksulluğun azaltılması, sağlık hizmetlerinin etkili şekilde sunulması, eğitim kalitesinin artırılması ve herkesin nitelikli ve çeşitli alanlarda eğitim alması, çevre sorunlarına karşı duyarlılığın artırılması, suçun önlenmesi gibi birçok konuda çok önemli adımlar atılabileceği gibi, sonuçları hiç hesaba katılmadan bile, gönüllü katılım başlı başına yurttaşlar arasında yabancılaşmayı önleyen ve dayanışmayı sağlayan bir rol oynayabilecektir. Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri Yönetmeliği ve Etik Sözleşme 2004 yılında 5176 sayılı kanun ile Kamu Görevlileri Etik Kurulu kurulmuş ve bu kanuna göre 2005 yılında “Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri Yönetmeliği” yürürlüğe girmiştir. Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Bakanlar Kurulu üyeleri, Türk Silahlı Kuvvetleri, yargı mensupları ve üniversiteler dışındaki bütün kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan; yönetim ve denetim kurulu ile kurul, üst kurul başkan ve üyeleri dâhil tüm personeli kapsamaktadır. Dolayısıyla yerel yönetimler de “Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri Yönetmeliği”ne uymakla yükümlü bulunmaktadır. Yönetmeliğin amacı; “kamuda etik kültürünü yerleştirmek, kamu görevlilerinin görevlerini yürütürken uymaları gereken etik davranış ilkelerini belirlemek, bu ilkelere uygun davranış göstermeleri açısından onlara yardımcı olmak ve görevlerin yerine getirilmesinde adalet, dürüstlük, saydamlık ve tarafsızlık ilkelerine zarar veren ve toplumda güvensizlik yaratan durumları ortadan kaldırmak suretiyle kamu yönetimine halkın güvenini artırmak, toplumu kamu görevlilerinden beklemeye hakkı olduğu davranışlar konusunda bilgilendirmek ve Kurula başvuru usul ve esaslarını düzenlemektir.” (Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri Yönetmeliği, Madde 1). Yönetmelikte, “görevin yerine getirilmesinde kamu hizmeti bilinci” başlığı altında, kamu görevlilerinin “sürekli gelişimi, katılımcılığı, saydamlığı, tarafsızlığı, dürüstlüğü, kamu yararını gözetmeyi, hesap verebilirliği, öngörülebilirliği, hizmette yerindenliği ve beyana güveni esas” alacağı belirtilmiştir. Yönetmeliğin diğer maddelerinde, “halka hizmet bilinci”, “hizmet standartlarına uyma”, “amaç ve misyona bağlılık”, “dürüstlük ve tarafsızlık”, “saygınlık ve güven”, “nezaket ve saygı”, “çıkar çatışmasından kaçınma”, “görev ve yetkilerin menfaat sağlamak amacıyla kullanılmaması”, “hediye alma ve menfaat sağlama yasağı”, “kamu malları ve kaynaklarının kullanımı”, “savurganlıktan kaçınma”, “yöneticilerin hesap verme sorumluluğu”, “eski kamu görevlileriyle ilişkiler”, “etik davranış ilkelerine uyma” ve “Etik Sözleşme”nin kanun kapsamındaki kamu görevlilerince imzalanması, etik davranışlar ve yönetmelik hakkında “personeli bilgilendirme” ve kamu kurum ve kuruluşlarında “etik komisyonu” kurulmasına dair hükümler yer almaktadır.

353

Yönetmeliğin genel düzenlemeler yanı sıra katılımcı yönetime de zemin hazırladığı görülmektedir. “Bilgi verme, saydamlık ve katılımcılık” başlığını taşıyan 19. Madde’ye göre, kamu görevlileri, halkın bilgi edinme hakkını kullanmasına yardımcı olurlar. Üst yöneticiler, ilgili kanunların izin verdiği çerçevede, kurumlarının ihale süreçlerini, faaliyet ve denetim raporlarını uygun araçlarla kamuoyunun bilgisine sunarlar. Bu maddenin son paragrafı ise katılım konusunu ele almaktadır. Buna göre: “Kamu görevlileri, kamu hizmetleri ile ilgili temel kararların hazırlanması, olgunlaştırılması, alınması ve bu kararların uygulanması aşamalarından birine, bir kaçına veya tamamına, aksine yasal bir hüküm olmadıkça, o karardan doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenecek olanların katkıda bulunmasını sağlamaya dikkat ederler.” (Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri Yönetmeliği, Madde 19). Yönetmelikte kamu çalışanlarının “Etik Sözleşme”ni bir ay içinde imzalaması belirtilmiş ve kurumlar bunu uygulamıştır; ancak bu sözleşmenin gerektirdiği bilinç henüz yerleşik hale gelmemiştir. Dolayısıyla uygulamanın başarılı olabilmesi için yoğun çaba ve belirli bir süreç gerekecektir. Sonuç Yerel yönetimlere yurttaş katılımını sağlamak üzere özellikle 2000’li yılların ortasında hukuki düzeyde ciddi adımlar atılmış ve reformlara girişilmiştir. Bu doğrultuda, halkın yalnızca kararlara değil, hizmetlerin yürütülmesine de katılması yönünde bir felsefe benimsenmiş; kamu kurumları ve çalışanları, yurttaşlar, sivil toplum örgütleri ve diğer kurum ve kuruluşlar arasında çoklu ilişkiler ve işbirliği ağının temelleri atılmıştır. Ancak, bu düzenlemeler henüz tam olarak uygulamaya geçmemiştir. İşler hale gelmesi için, halkın yönetime, yönetimin de halka duyarlı yaklaşması gereklidir. Halkın yerel yönetimlerden beklentisini, sorunlara yaklaşımını, önerilerini ve olası katkılarını alacak, halk, sivil toplum örgütleri, meslek odaları ve diğer ilgili kurumlar arasında işbirliği yöntemlerini geliştirecek adımlar katılım konusunda tüm tarafları teşvik edecektir. Gıda güvenliğinden eğitime, yoksulluğun önlenmesinden hayvan sağlığına birçok konuda sürekli, etkili ve sürdürülebilir kampanyalar düzenlenmesi; bu tür etkinliklerin kararlaştırılmasından yürütülmesine dek halk katılımına ağırlık verilmesi siyasetin toplumsallaşmasına, yönetimin “önce insan ve yurttaş” ilkesini içselleştirmesine, bütün olarak katılımcı demokrasinin yerel düzeyde güçlenmesine ve kurumsallaşmasına ciddi katkı sağlayacaktır.

354

KAYNAKÇA 5393 Sayılı Belediye Kanunu (2005), T.C. Resmi Gazete, 25874, 13.07.2005. Ağaoğulları, M. A. (1994), Kent Devletinden İmparatorluğa, Ankara: İmge. Akdoğan, A. (2008), “Yeni Yerel Yönetim Yasalarında Katılım”, DOSYA-08: Yerel Yönetimlere Katılım, Bülten 64 (Aralık), Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yayını, s. 17-27. Arendt, H. (2000), İnsanlık Durumu, çev. B.S. Şener, İstanbul: İletişim. Ateş, H. (2006), “Kamuda Katılım Sorunu ve Yerel Yönetimler”, Uluslararası Kent Yönetimine Halk Katılımı Sempozyumu, Avroder ve Hollanda Büyükelçiliği, Kocaeli. Ateş, H. ve A. Nohutçu (2006), “Kamu Hizmeti Sunumu: Gönüllü Kuruluşlar Devleti İkame Edebilir mi?”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. Avcı, İ. ve U. Kolsuz (2003), “Kamu Yönetiminde Bürokratik Kültürden Vatandaş Odaklı Kültüre”, Türk İdare Dergisi, Sayı: 432, Eylül. Bağce, H. E. (2007), “Siyaset ve Demokrasi Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, 40/4. Bağce, H. E. (2009), “Antik Yunan’dan Günümüze Siyaset: Ezelî Sorunlar ve Yeni Arayışlar”, A. Özkan (der), Siyasetin İletişimi, Tasam Yay. Barber, B. (1995), Güçlü Demokrasi: Yeni Bir Çağ için Katılımcı Siyaset, çev. M. Beşikçi, İstanbul: Ayrıntı. Easton, D. (1953), The Political System, New York: Knopf. Hobbes, T. (1995), Leviathan, çev. S Lim, İstanbul: Yapı Kredi, 2. baskı. İl Özel İdaresi ve Belediye Hizmetlerine Gönüllü Katılım Yönetmeliği (2005), T.C. Resmi Gazete, 25961, 09.10.2005. Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik (2005), T.C. Resmi Gazete, 25785, 13.04.2005. Kent Konseyi Yönetmeliği (2006), T.C. Resmi Gazete, 26313, 08.10.2006. Köker, L. (1998), İki Farklı Siyaset, Ankara: Vadi. Lasswell, H. D. (1958), Politics: Who Gets What, When, How, Cleveland: World Pub. Machiavelli (2001), Prens, çev. S. Kunt, İstanbul: Alkım, 3. baskı. Maverdi (2000), Siyaset Sanatı, çev., M. Sarıbıyık, İstanbul: Kırkambar. Nizamülmülk (2002), Siyasetname, İstanbul: Timaş, 2. baskı.

355

Nüfus Kanununun Bir Maddesinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Tasarısı ve İçişleri Komisyonu Raporu (1/645) (S. Sayısı 250) (2003), Erişim tarihi: 11 Mart 2009, http://www. tbmm.gov.tr/sirasayi/donem22/yil01/ss250m.htm Weber, M. (1978), Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, der., Guenther Roth, Claus Wittich, Berkeley: University of California Press. Weber, M. (1993), Sosyoloji Yazıları, çev. T. Parla, İstanbul: Hürriyet Vakfı, 3. baskı.

356

** “Ben bir kelimeyi kullandığımda” dedi küçümser bir tonla Humpty Dumpty, “onun ne anlama gelmesini istiyorsam sadece o anlama gelir, ne eksik ne de fazla” “Fakat sorun şu” dedi Alice, “kelimelerin bu kadar çok farklı anlamlara gelmelerini sağlayabilecek misin?” “Asıl sorun” dedi Humpty Dumpty, “hangisinin esas olacağıdır, o kadar”. Lewis CARROLL

Through The Looking Glass’tan (Türkçesi, Aynanın İçinden, Bölüm 6)

TÜRK MODERNLEŞMESİNİN MÜZAKERECİ DEMOKRASİYİ DIŞLAYICI BOYUTU

Fatih DEMİRCİ* ÖZET Türk modernleşmesi’nin, var olma-yok olma noktasına gelmiş olan devletin bekasını sağlama temel amacını taşıdığı bilinen bir gerçektir. Ancak modernleşme, geçmişten gelen birçok geleneğin sona erdirilmesini içermiş olsa bile bir kısım gelenekleri ve davranış kalıplarını da aynen devam ettirmiştir. Bunlardan en başta geleni de, halkın siyasete aktif ve etkin katılımına izin vermemektir. Halkın siyasal katılımını içeren demokrasi ilkesel olarak benimsenmiş olsa bile, Türk demokrasi anlayışında halk hiçbir zaman “doğrudan” ve “nihai” karar verici olarak kabul edilmemiştir. Bunun temel sebebi, elbette ki tarihsel temelleri de olan yöneten-yönetilen katı ayrımıdır. Ancak günümüz sorunlarını tümüyle tarihe havale etmek, -Şükrü Hanioğlu’nun da vukufiyetle belirttiği üzere -en hafif tabiriyle kolaycılıktır. Türk modernleşmesinin temel problemi bu açıdan, modernleşmenin öncüleri olan özellikle bürokratik seçkinlerin Batıyı ve demokrasiyi algılayışının problemli oluşudur. Modernleşmenin çeşitli aşamalarında halk yönetime kısmen katılmış olsa bile, halkın etkileyebildiği siyaset biçimi ancak “alt siyaset” olabilmiş, “üst siyaset”e ise halkın müdahalesine imkân verilmemiştir. Önemli kazanımlarına rağmen, Türk modernleşmesinin, halkı bir özne olarak görmesi, halkın kararları onaylayıcı olmaktan öte “karar verici” konumuna gelmesi, seçkinler tarafından sıklıkla vurgulandığı üzere siyasal ve sosyal problemleri artırmak bir yana, tam aksine onları kökten çözebilecektir. Anahtar Kelimeler: Türk modernleşmesi, demokrasi, seçkincilik, alt ve üst siyaset

* Yrd. Doç. Dr., Dumlupınar Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü 357

THE TURKISH MODERNIZATION’S EXCLUSIVE DIMENSION OF DELIBERATIVE DEMOCRACY ABSTRACT It is true that the major goal of Turkish modernization has been the salvation of Turkish state which came to life or death point. However even though the Turkish modernization put to end many traditions continuing from past to that time, it also sustained many traditions and behavioral patterns. Most overriding one of them is, to not allow the people joining the government actively and efficiently. Although the Turkish modernization espoused democracy principally, in Turkish democracy understanding, the people never been supposed an direct and ultimate decision maker. The basic reason of this understanding is of course, hard seperation of rulers and ruled which has also historical roots. But to refer all actual problems to history, as Şükrü Hanioğlu insightfully declared is at least a choice the easiest way. The major problem of Turkish modernization is, thus, perception of the pioneers of the Modernization especially of Turkish bureaucracy, the major elites in Turkey and their problematic view the West and democracy. Even though Turkish people have joined the government in some phases of modernization partially, in fact, the political form that people could affect was always “lower politics” and as to “upper politics” it never been allowed to be affected by people. Although it achieved serious acquisiton, the Turkish modernization’s accepting the people as a subject, and its viewing people not only as a authoriser but a decision maker, probably would solve many or more political problems in Turkish politics. Keyw Words: Turkish modernization, democracy, elitism, upper and lower politics TÜRK MODERNLEŞMESİNİN MÜZAKERECİ DEMOKRASİYİ DIŞLAYICI BOYUTU

GİRİŞ

Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesi’nin Doğuşu kitabında, Yeni Osmanlıların fikirlerinin anlaşılması ve değerlendirilebilmesi için, onların kullandıkları İslam siyaset teorisine ait terimlerin anlamlarının bilinmesi gerektiğini belirttikten sonra, ‘onların bu terimlerin anlamlarını değiştirip değiştirmediklerinin sorgulanması gerektiğini söyler (Mardin, 1996: 95). Bu tespit doğru olmakla birlikte, önerilen şeyi yapmak, sadece Yeni Osmanlılar için değil, belki bütün Osmanlı-Türk aydınları için geçerlidir. Özellikle üzerinde duracağımız demokrasi bağlamında yapılması zorunlu olan şeylerden biri, bu kavramın önce ne anlama geldiği, sonra da Türk aydınlarınca anlamının değiştirilip değiştirilmediğinin veya değiştirildiyse nasıl değiştirildiğinin incelenmesidir. Zira, Türkiye’de siyasal modernleşmeyle ilgili yapılan çalışmalarda, düşünce sistemleri, toplumsal oluşumlar ve tepki unsurları -büyük oranda- yeterli bir ayrıntıyla ele alınmaz. Siyasal modernlikle ilgili değerlendirmeler subjektif verilerle saptanmadığı için, siyasal modernleşme bütünüyle objektif bir veri olarak görülür ve sunulur. Bu ise, kaçınılmaz biçimde kurumların ön plana çıkmasına yol açar ve modernleşmenin asıl düğüm noktası olan siyasal kültür ise gözden kaçar (Kahraman, 2008: 49). İnsan zorunlu olarak tarihsel bir varlık olduğu gibi, kavramlar da tarihseldir. Huntington’un Üçüncü Dalga kitabında belirttiği üzere, Eski Yunan filozoflarına kadar geri giden demokrasi, günümüze kadar çeşitli dönemlerde çeşitli şekillerde anlaşıldığı gibi, çeşitli dönemlerde olumlu, çeşitli dönemlerde de olumsuz bir nitelemeye tâbi olmuştur (Huntington, 2007: 3). Bu uzun yolculuğunda demokrasi kavramı, kavramsal bir berraklığa kavuşmadığı ve kendi içinde alt türler oluşturmaya müsait bir yapıda olduğu için, tek başına kullanılmak yerine, ön sıfatlarla beraber kullanılmaya veya uygulandığı yere göre adlandırılmaya başlanmıştır. Liberal demokrasi, sosyal demokrasi, radikal

358

demokrasi veya Türk demokrasisi gibi adlandırmalar buna örnektir. Bu nedenle, her bir demokrasiyi incelemek zorunludur. TÜRK MODERNLEŞMESİ VE TÜRK DEMOKRASİSİ Türkiye’de demokrasinin tarihi, bir anlamda Osmanlı modernleşmesinin politik ve entelektüel sonuçlarının tarihidir. Bu nedenle, Osmanlı modernleşmesinin temel saikini belirlemek, Türkiye’de demokrasinin anlaşılması bakımından elzem olmaktadır. Osmanlı modernleşmesi temelde, geleneksel dönemin cevap veremediği sorunlarla yüz yüze gelinmesinden kaynaklanmıştır (Yılmaz, 2006: 241). İmparatorluğun yükselme döneminde kendi uygarlıklarını Batınınkinden üstün sayan Osmanlılar, yaşadıkları sürekli askerî yenilgiler sonucunda reform yapmanın zorunlu olduğu kanaatine sahip oldular (Findley, 1994: 99). İmparatorluğun gerilemeye başlamasıyla birlikte, devletin niçin gerilediği sorusu; önce devlet yönetiminin bozulduğu ileri sürülerek, daha sonra da biraz da yüzeysel bir tutumla Batı’nın askerî üstünlüğü gösterilerek cevaplanmış ve böylece Batı’nın bir model olarak izlenmesi sorunu ortaya çıkmıştır (Mardin, 1994: 9-10). Bu, Osmanlı yönetimi için temel bir değişikliğe yol açmıştır. Çünkü o zamana kadar tüm sorunlar, sistemin kendine özgü kurallarının yeterince uygulanmamasına bağlandığı halde, şimdi yönetim, sürekli olarak küçümsediği bir yapıyı, en azından inceleme ve onun kendisi karşısında elde ettiği başarıların nedenlerini araştırma davranışı içine girmiştir. Nitekim, bu hareketlerin başlamasından bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli Avrupa ülkelerine daimî elçilikler tesis etmesi, Batı’ya yönelik bu tecessüsün bir sonucu olarak görülebilir (Hanioğlu, 1985: 1382). İmparatorlukta reform çabalarının başlamasıyla birlikte, Osmanlı devlet adamları, Avrupa’yı hem bir tehdit unsuru hem de kendi durumlarını iyileştirmede verimli olarak uygulanabilecek fikirlerin kaynağı olarak algılamaya başladılar (Findley, 1994: 102-103). Modernlik, Batı toplumlarında Sanayi Devrimi’yle beraber yaşanan köklü politik, ekonomik ve moral değerler dünyasının değişmesi sonucu ortaya çıkan bir süreç iken (Yıldırım, 2005: 18), ilk olarak 1770 yılında kullanılan modernleşme sözcüğü, modern yapmak anlamında kullanılmıştır (Yıldırım, 2005: 31). Bir kavram olarak modernleşme, literatüde, Batı dışı toplumların, Avrupa’da üç yüzyıl gibi uzun bir sürede yaşanmış olan Aydınlanma, Reformasyon ve Sanayi Devrimi gibi önemli değişikliklerin sonuçlarını çok daha kısa zamanda kabullenmeleri ve benimsemeleri demektir. Oysa Batı dışı toplumlarda ne Sanayi Devrimi ne de Aydınlanma geleneğine özgü bilimsel düşünce devrimleri yaşanmıştır. Modern toplum olmaksızın modernleşmeden söz edilmekte olması, karşımıza “muhayyel modernlik”i çıkarır. Türkiye’de de gözlemlenen de budur. Zira, belirli bir tarihsel gerçeklikten çıkan modernlik, özellikle Batı dışı toplumlar için bir öz olmaktan çok bir fenomendir. Hem de tarih ve toplum içine gömülerek görünüm kazanan bir fenomen* (Yıldırım, 2005: 43).

* Fenomen: Yunanca’da “görünüş” anlamına gelen phainomenon kelimesinden gelen ve Türkçe’ye görüngü olarak çevrilen fenomen kelimesi, Eski Yunan felsefesinde, akıl yoluyla kavranan değişmez gerçekler karşısında duyularla algılanan değişken görünüşler anlamında kullanıldığı halde, modern felsefede özellikle Kant’ın çözümlemesi egemendir. Kant’ta fenomen (görüngü) terimi, olanaklı deneyimin dışında kalan, akıl yoluyla kavranıp bilinemez olan “numen”e (noumenon - öz) karşıt olarak, duyarlığın sentetik formları ile anlama yetisinin a priori kategorileri doğrultusunda öznece kurulmuş nesne anlamına gelmektedir. O halde fenomen (görüngü) denince, “kendinde şey” olmayan, özne eliyle işlenmiş nesne anlaşılmalıdır. Bu anlamda, Kant’a göre şeylerin şey olmalarının koşulu, uzay ile zamanda yer kaplıyor olmalarıyken, fenomen olmanın başkoşulu, bu şeylerin anlama yetisince biçimlendirilmiş olmalarıdır. Kant, böylece Eski Yunan’dan beri görünüş olarak anlaşılan fenomen terimine, beliriş ve hatta algılayışa benzer bir anlam vermiştir. Günümüzde fenomenolojinin (görüngübilimin) kurucusu Husserl ile birlikte fenomen, deneyimin kendinden çok, deneyimde bilince görünen ya da beliren görüngülerin betimlenmesine kaymıştır. Fenomen (görüngü) terimi, geleneksel felsefedeki anlamına karşıt bir anlamda, “bilincin deneyimlediği biricik özler” olarak yeniden temellendirilmiştir. Görüngüleri betimlemek ise a priori yani deneyden bağımsız bir etkinlik olduğu için, fenomen, görüngüleri bilme ya da yaşama etkinliği anlamına gelmektedir (Ulaş, 2002: 610-611). Kısaca fenomen, şeylerin kendisi değil, şeylerin görünüşü ve özneler tarafından zihinlerdeki algılanışıdır denebilir. 359

Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, 18. yüzyıl ortalarından İkinci Dünya Savaşı’na kadar siyasal, ekonomik ve kültürel alanda Batı formlarına ve normlarına uyma süreci, modernleşme, çağdaşlaşma, batılılaşma veya Türk modernleşmesi olarak anılagelmiştir (Van het Hof, 2006: 144). Ancak Türk siyasal geleneğinde modernleşmenin de batılılaşmanın da tek amacı vardır: Devleti kurtarmak. Batı reformlarının Osmanlı düzenine sıkı sıkıya denetlenmiş bir biçimde ve sadece devlet hiyerarşisi içinde girmesi, batıcılığı savunanların sürekli devlet katından çıkmaları sonucunu verecektir. Osmanlı devlet adamı geleneği çerçevesinde bu batıcı devlet adamları için de “temel sorun” devletin kurtarılmasıdır (İnsel- Aktar, 1987: 34). Modernleşme bu nedenle Batı dışı toplumlarda ve Türkiye’de elitlerin öncülüğünde gerçekleşen bir değişim süreci halinde tezahür etmiştir (Dodd, 1992: 17). Osmanlı modernleşmesi ve bu bağlamda demokrasi için atılan adımlara bakıldığında; Osmanlı aydınını ortaya çıkaran sürecin de batılılaşma olduğu ve batılılaşmadan beklenenin ise, mevcut düzeni sürdürebilmekle sınırlı olduğu görülür. Bu bağlamda batılılaşma, hem Batı’ya karşı direnmenin hem de iç düzeni koruyabilmenin bir aracı olarak görülür (Yılmaz, 2006: 247). Batı dışı toplumların batılılaşmasını kapsamlı olarak ele alan bir çalışmada, bu modernleşme türü “muhafazakâr modernleşme” olarak adlandırılır. III. Selim ve II. Abdülhamit gibi Osmanlı sultanlarının başlattığı modernleşmenin örnek gösterildiği bu modernleşme türünde, lider ya da liderler, yeni şartları benimsemeye hazırdır, çünkü modernlik idealinin kendisine hem yeni kaynaklar hem de artan bir meşruiyet getireceği umudundadır (Badie, 2000: 94). Türk modernleşmesinin birkaç temel özelliğini vurgulayan Hasan Bülent Kahraman’ın ifadeleriyle belirtmek, bu tür modernleşmeyi daha açıklayıcı olacaktır: “Türk modernleşmesi, elit merkezli, yukarıdan aşağıya inen hiyerarşik bir yapıya sahip, devlet odaklı, kurtarıcılık misyonunu içeren, toplumsal iç refahın sağlanması ve toplumsal iyinin yaratılmasından çok, ülkenin dış ilişkilerdeki konumunu güçlendirmeyi öngören, bürokratik bir anlayışa dayalıdır… Belli bir grup tarafından biçimlendirilmesi nedeniyle modernleşme, toplumun, zincirlerinden kopup gidebildiği yere kadar gitmesini öngörmez. Tam tersine, modernleşmenin kontrollü olması esastır. Buna göre modernleşme, toplumun bütünsel bir dönüşümünü ve sınırsız özgürleşmesini değil, temel değerleri koruyan bir anlayış etrafında gelişmesini öngörür. Bu nedenle de Türk modernleşmesinin en radikal olduğu noktalarda dahi muhafazakâr bir yanının bulunduğunu belirtmek gerekir (Kahraman, 2008: 4-5). Osmanlı’da Kitleye Dayanmayan Elit Osmanlı’da keskin bir yöneten-yönetilen ayrımı vardı. Osmanlılar, yönetici sınıf ile yönetilen sınıfları net bir şekilde ayırmışlardı ve Osmanlılarda iktidar, hiçbir zaman halk temeline dayalı değildi. İktidarı elinde bulunduran ve vergi vermeme gibi bir kısım ayrıcalıklara sahip olan yönetici sınıf ile yönetilen halk arasında yer alacak olan aracı özerk örgütlerin gelişimine de Osmanlılar karşı çıkmışlardı (Findley, 1994: 9-17). Buna bağlı bir şekilde, hem halktan kopuk bir yönetici sınıfın varlığı, hem de yönetenle yönetilen arasındaki aracı kurumların yokluğu sonucu, siyaset, büyük oranda bürokrasi içinde yapılmak durumunda kalmıştır (Argın, 2009: 90). Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin, “avam-havas”, “seçkin-düşük tabaka” ayrımı üstüne kurulduğu genel kabul gören bir görüştür. Buna göre seçkinler, devleti yönetirler, yapılması gerekeni tespit eder ve bunları tebaaya yansıtırlar. Basit halk ise bu konuda ancak bir izleyicidir o kadar (Mardin, 1994: 233).

360

Osmanlı rejimini Batı geleneğinden en çok ayıran da işte budur. Osmanlı rejimini Batı’yla en çok zıtlaşan ve çağdaşlaşma sürecinin çapraşık işlerine yol açan özellik, devlet ile toplum arasındaki ilişkinin, Batı geleneğinden olan biçimiyle tam karşıtlık içinde olması, yani Padişahlık devletinin yöneticileri olan hizmet sınıflarının, toplum sınıflarını temsil eden kişiler olmamasıdır. Osmanlı devlet ve toplum görüşünün bu yanına göre devlet, toplumdan gelmez. Devlet, toplumun ekonomik çıkar sınıflarının çıkar gereklerine dayanmadığı gibi, politik egemenlik de, toplumsal köklerden gelmez, toplumun üstüne Tanrı tarafından dışarıdan oturtulur (Berkes, 2007: 146). 18. yüzyılın sonlarından itibaren devleti ayakta tutmak için modernleşme ihtiyacı baş gösterince, modernleşme de, bu anlayışın bir sonucu olarak halk desteğine dayanmaksızın bürokratik elitler öncülüğünde gerçekleşmiştir. Osmanlı’da batılılaşmanın sonuçlarından biri, bu nedenle toplumda seçkinler kültürüyle halk kültürü arasındaki uçurumun büyümesidir. Seçkinlerin kendilerini toplumun diğer unsurlarının önünde ve onları aydınlatmakla görevli olarak görmeleri, iki tarafın yaklaşımları arasındaki farkı büsbütün artırmıştır (Hanioğlu, 1985: 1383). Devlet kurumları, elitlerin felsefesi ve sosyal tabakaların arzu ve ihtiyaçları arasında bir uyum mevcut olmadığı için, aydınların kitlelerden kopuşu daha da belirginleşmiştir. Karpat’ın belirttiği üzere 1800’den 1945’e kadar bütün modernleşme sürecine damgasını vuran şey, önce modern bir bürokrasinin ve aydın sınıfının doğuşu, sonra elitler arası katılımın, eğitimin ve siyasetin tabanının genişlemesi sonucunda her ikisinin de bir dönüşüm geçirmesiydi. Kentli grupların, eşrafın ve yüksek tabakadan köylülerin çocuklarının bu dönemde eğitim aracıyla elitler arasına katılmasıyla dikey hareketliliğin yoğunlaşmasına rağmen, elitlerle kitleler arasındaki farklılık daha da keskinleşti ve elitlerin benimsediği değerler, içinden çıktıkları sosyal gruplar tarafından değil, dâhil oldukları yönetici elit tarafından belirlendiği için toplumdaki yabancılaşma duygusu daha da arttı (Karpat, 2008: 61-64). İmparatorluğun klasik döneminde mutlak bir kontrole sahip olan, padişah-bürokrasi idi. 19. yüzyılda toplum daha karmaşık hale gelip farklılaşınca, siyasal elitlerin yapısı ve ideolojisi de değişti. Modern bir eğitim sisteminin ortaya çıkışının yanı sıra, hizmet temelli bir bürokrasinin yükselişi, alt sınıfların, toplumsal basamakları tırmanarak yönetici elitin bir parçası haline gelmesine imkân sağladı. Tanzimat’la başlayan sürecin sonucunda Osmanlıların klasik durağanlık fikrinin yerini, siyasal ve sosyal sistemin değişimini kendi aracı addeden yeni bir kavram, modernleşme aldı. Başlangıçta ıslahat gibi mütevazı bir terimle ifade edilen değişim fikri, gittikçe ihtilal, modernleşme ve medeniyet şekline dönüştü. Osmanlı elitlerini nazarında medeniyet, bilime dayanan ve kendini ilerlemeye adamış bir elit tarafından denetlenen sistemli bir yaşam tarzı anlamına geliyordu. Sonunda modernizm, inanca benzer bir ideoloji haline geldi. Avrupa’nın model alınarak Türkiye’nin modernleştirilmesi, gerçekte, kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için “Avrupalı” fikirlerden faydalanan bir elit tarafından hayata geçirilen bir projeydi (Karpat, 2008: 154). Bu ideoloji, beraberinde ütopyayı da getirdiği için, Batılı kavram ve mefhumlar, bu ideolojinin süzgecinden geçirilerek algılandı. Bizim üzerinde duracağımız “demokrasi” kavramı da bundan payını ciddi şekilde aldığı için, Batıda somut olarak halkın kendi kaderini belirlemesi anlamına gelen demokrasi, Türk siyasal literatüründe ulaşılması gereken, ancak halihazırda uygulanması şartlara bağlı olan ideal bir yönetim biçimi olarak algılandı. Oysa demokrasinin gerçekleşmesinin bir kısım şartlara bağlanmasını ele alan Stotzky’ye göre demokrasi, hiçbir şekilde, mükemmelen işleyen uyumlu bir toplum idealine indirgenemeyeceği gibi (Stotzky, 1999: 161), Schmitter ve Karl’ın vurguladığı üzere de, demokrasi, ne idari yönden etkin bir yönetim ne de otokratik yönetimlere göre daha düzenli, uzlaşmış, istikrarlı ya da yönetme kabiliyetine sahip bir görünüm arz etmek zorunda değildir (Schmitter-Karl, 1995: 77). 361

Böyle bir indirgeme, her halükârda gayrimeşru bir demokrasi ütopyasına yol açacaktır. Demokratik anlayış, o halde, bütün anlaşmazlıkların çözülemez olduğu bir düzen anlamına gelmediği gibi, düzenin ilkelerini gerçekleştirmenin imkânsız olduğunun bir göstergesi de değildir. Demokrasi daha ziyade, bu düzenin yönünün ne olması gerektiği konusundaki anlaşmazlıkların özgür, eşit ve kolektif bir müzakere süreci yoluyla toplumsal olarak ele alındığı siyasal, sosyal ve ekonomik bir düzenin ana hatlarını belirleme yükümlülüğüdür (Stotzky, 1999: 161). Batıdan aktarılan kavramların bu şekilde anlaşılması ve aktarılması, gerçekte retorik düzeyinde kabul edilen kavramların içeriklerinden koparılarak modernleşme aşamasında, bir olguyu gerçekleştirmekten çok, modernleştirici elitlerin konumunu meşrulaştırmaya yarayan bir söylem olarak telaffuz edilmesine yol açmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse, modernleşmenin öncüsü elitlerin Batıdan aktardıkları kavramlar, elitler tarafından kavramsal olarak kabul edilmekte, içeriksel olarak reddedilmektedir. Modernleşmedeki çarpıklıkların önemli bir kısmı bu sebepten kaynaklanmaktadır. Tanzimat ve Meşrutiyet’te Demokrasi II. Mahmut’la birlikte tüm toplulukların (milletlerin) müslüm-gayrimüslüm ayrımı yapılmaksızın bürokraside, mahkemelerde ve yerel meclislerde temsiline imkân veren kurulların oluşturulması sözkonusu olduğu halde, Tanzimat devlet adamlarının benimsediği temsil anlayışının demokrasiyle ilişkisi çok azdı. Bu temsil, daha çok, toplulukların sadakatle bağlı olduğu liderlerinden görüş ve öneri istemek ama gerçekte onları siyasal karar alma sürecine dâhil etmeden farklı etnik ve dinî grupları yönetime seçimle dâhil etmeyi amaçlayan bir politik yöntemdi. Tanzimat’ın liderleri, kendilerince haklı bir gerekçeyle, gerçekten temsilî bir hükümet sistemin getirilmesinin, çok etnikli, çok dinli imparatorluklarının sonunu getireceğini düşünüyorlardı (Hanioğlu, 2008: 76). Nitekim, dış görevleri sırasında İngiltere ve Fransa’daki liberal yönetimi görmüş ve bunları Osmanlı yönetimine transfer etmeyi amaçlamış olmasına (Seyitdanlıoğlu, 1991: 71) rağmen, Mustafa Reşit Paşa, Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye üyelerinin atanması ve görevden alınması ile ilgili tereddütler gösteren II. Mahmut’a, İngiltere ve Fransa’nın değil, Avusturya ve Prusya’nın örnek alınması gerektiğini şöyle arz etmişti: “Anlar hükümet-i meşruta tahtında idare olunur devletler olduklarından, âdât-ı mer’iyyeleri bize uymayıp Nemçe ve Prusya gibi hükümet-i mutlakası olan devletlerde meclis âzâsı bulunanların intihap ve idhal ve ihracı ancak hükümdarın yed-i ihtiyar ve istiklallerinde olması cihetiyle salatanat-ı seniyyede dahi böylece olmak lazım geleceğini… ” (Kaynar, 1991: 104). Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839,Türk sistematik modernleşmenin başlangıcı olarak ifade edilse de, Türk modernleşmenin asıl başlangıcının 1789 tarihine kadar geri gider (Kahraman, 2008: 3-4). Devletin kendine yönelttiği içtenlikli eleştirilere ve adalet vurgusuna rağmen,* Tanzimat’ta bir şey hiç yoktur: demokrasi. Tanzimat’ın dünyası içinde “toplumun kendini yöneteceğine” dair en küçük bir alan yoktur. Tersine, devletinin kendisi için bu kadar hayırlı şeyler düşünmesi, toplumun “iyiliğini” istemesi, toplumun kendini yönetme ihtiyacını da ortadan kaldırmaktadır. Toplum yönetilmektedir, hem de iyi yönetilmektedir. Devlet, adil bir devlettir. Öyleyse toplumun kendini yönetebileceği şeklinde bir düşünceye, beraberinde getireceği belirsizlik ve muhtemel kaosu da hesaba katarak, “gerek yoktur” demek icab eder (Türköne, 2003: 81). Ne yazık ki bu “gerek yok” düşüncesi, aradan onca yıllar geçmesine rağmen büyük oranda değişmemiş gibidir. * Bu konudaki ayrıntılar için “Tanzimat’ın Erdemi: Özeleştiri ve Adalet Problematiğinin İhyası”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, ss. 175-193, Yıl 4, Sayı 15, Kış 2008, makalemize bakılabilir. 362

Meşrutiyet, Tanzimat sonrasında ortaya çıkan ve yükselen yeni aydın sınıfın, özellikle Yeni Osmanlılar’ın muhalefeti sonucunda ilan edilmiş olan ilk Osmanlı anayasasıyla (1876 Kanun-ı Esasî) girilmiş olan yeni bir devreyi işaret eder. Böylece Osmanlı tarihinde ilk defa halkın seçtiği temsilciler yönetimin bir parçası haline gelecekti. Bu çerçevede ilk seçimler 1877 yılında yapıldı ve bu seçimde İstanbul ve taşra için ayrı hükümlerin geçerli olduğu Talimat-ı Muvakkate (Geçici Yönetmelik) ile hükümet bildirisinin (Beyanname) çerçevesini çizdiği seçim sisteminde, karmaşık bir yapıda da olsa, anayasada olmamasına rağmen ikinci seçmen uygulaması mevcuttu (VarlıkÖren, 2001: 62). Seçimle oluşan Meclis-i Mebusan, vilayetlerdeki ayan ve ulema kökenlilerin de içinde olduğu, taşra eşrafından oluşan idare meclisleri tarafından seçiliyordu. Vekiller, aslında halkın vekâletiyle mecliste bulunuyor sayılmazdı ama onlar, milletin vekilleriymişçesine hareket ederek bürokrasiyi bir yandan devlete ve saltanata sadık olup diğer yandan devlet gücünü kendi çıkarları için kullanmak ve kötü yönetim sergilemekle suçladılar. Açıkça sultanı eleştirme noktasına gelen ilk Osmanlı parlamentosu, Türk demokrasisinin daimi ikilemi olan, bürokrasinin hem devletin kişileşmiş hali ve sahibi olarak haiz olduğu statüyü devam ettirip hem de vatandaşların pratik ihtiyaçlarına hizmet etmesinin nasıl sağlanacağı sorununu ilk kez gündeme getirdi (Karpat, 2008: 165-166). Bu kuralların uygulanmasıyla seçilenlerden oluşan ilk Osmanlı parlamentosu Meclis-i Mebusan’da seçim kanunu görüşülürken bir grup mebus, tasarıdaki düzenlemeye karşı çıkarak dolaylı seçimlerle oluşacak meclisin halkı temsil edemeyeceğini, Osmanlı milletinin Avrupa milletleri kadar “istidatlı” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tartışmalar sırasında merkezî bürokrasi de konuya karşı oldukça duyarlıdır. Mithat Bey, “Şura-yı Devlet” üyesi olarak yaptığı konuşmada, tek dereceli seçime, halkın tecrübesiz olduğu ve dolayısıyla iki dereceli seçimin halk için daha kolay olacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır (Öz,1992: 152). Böylece Türk siyasal hayatında iki dereceli seçim ilkesi, arada II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi gibi büyük dönüşümler olmasına rağmen, 1946 seçimlerine kadar değişmeyen bir kural haline gelmiştir (Özbudun, 1998: 64). II. Meşrutiyet, Türk modernleşmesinin otoriter karakterinin belirginleşmeye başladığı dönemdir. Bu nedenle Türk modernleşmesinin bu dönüm noktası ihmal edilirse, İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet Batıcılığının, Lale Devri’ne kadar geri götürülen Osmanlı Batıcılığı’yla pek az benzerlik gösterdiği gözden kaçabilir (Hanioğlu, 2006: 50-51). Bu dönemdeki modernleşmenin genel tanımını yapacak ve içeren kavram vesayettir. Bu dönemde siyasal iktidarı elinde tutan seçkinlere hâkim olan ideoloji, pozitivizmdi ve bu ideoloji, teorik özü gereğince bir vesayet anlayışını içermekteydi. Bu ideolojik doku, bu özelliği nedeniyle daha önce mevcut olan keskin yönetenyönetilen ayrımının modern bir uzantısı sayılabilir (Kahraman, 2008: 73). II. Meşrutiyet sonrası 1909 Anayasa değişiklikleriyle padişah egemenliğinin artık sona erdiği bu dönemde (Gözler, 2004: 171) yönetimin geleneksel değerlere dayanması imkânsız olduğundan, yeni egemenler, evrensel olduğu iddia edilebilecek olan yeni bir meşruiyet referansı bulmak durumunda kaldılar ve yeni meşruiyet referansı bu nedenle “Akıl” oldu. Aklın ışığında üretilen bilim, insanlara yol gösterecekti ama Akıl’ın neyi emrettiğinin bilgisine sahip olup insanlara aktarma işi de, toplumun o dönem itibariyle neredeyse tek tahsilli kesimi olan memur zümresine yani II. Meşrutiyet’in bürokrasisine düşecekti (Cangızbay, 2009: 147). Modernleşmenin öncüsü olan bürokrasinin bu dönemde temelde Batıyı referans alması ise, pozitif bir işlevden çok, diğer referansların gayrimeşru olmasına hizmet eden negatif bir fonksiyona sahipti (Badie, 2000: 130). Bu sebeple şunu açıklıkla söyleyebiliriz ki, Osmanlı rejiminin geleneksel dayanakları ortadan kaldırılmış olmakla birlikte, 1908 sonrası rejim, halkı ve halk yönetimi olan demokrasiyi yeni meşruiyet kaynağı olarak benimsememiştir. İttihat ve Terakki,

363

biçimsel olarak “halkı” iktidarının meşruiyet kaynağı haline getirmekle birlikte, halkın istek, gelenek ve özlemlerine, benimsediği “terakki” (ilerleme) ilkesine uygun olmadıkları gerekçesiyle kayıtsız kalmıştır (Karpat, 2008: 176). 1908 sonrasında devlet iktidarı, bu defa, güçlü bir pozitivizmi içinde barındıran modernist bir anlayışı destekleyen 60-70 kadar modernist devletçi-milliyetçiden oluşan başka bir azınlığın eline geçmiştir (Karpat, 2008: 178). Pozitivizmin bu bağlamda iki temel önermesi, Osmanlı-Türk modernleşmesi üzerinde büyük çapta etkili olmuştur: Hayatın tüm gerçeklerinin bilimsel verilere dayanması gerektiği ve insan tarafından algılanıp ölçülemeyen hiçbir verinin bilimsel sayılamayacağı. Bu anlayışla hurafelerden arınmış bilimsel bir toplum idealini sağlayan pozitivizm, bilimsel bir toplum projesinin mantığını sağlamış, bu ideal bir kez saptanınca da, devletin toplumu bu yönde dönüştürmek üzere güç kullanması meşrulaşmıştır (Mahçupyan, 2000: 211). Trimberger’e göre “Dünyada Osmanlı anayasal devrimi kadar çok büyük umutlar doğuran hareket pek azdır; aynı şekilde, umutların bu kadar çabuk ve tamamen ortadan kaybolduğu hareket de” (Trimberger, 2003: 119). Zira devrimi yapan bürokratlar, bu devrimi, Abdülhamit’in kendilerini iş takipçisi durumuna düşürerek ülkeyi Saray’dan yönetmesine duydukları hoşnutsuzluğa karşın, siyasî temsil ve meclisin yeniden ihyası yerine, Bab-ı Ali’nin mutlu günlerine yani Tanzimat dönemindeki bürokrasi diktatörlüğüne dönme zemininde yapmışlardı. İttihat Terakki erkânı, “halkın kendi bildiğince seçtiği” mebusların fazla tekin olmadıklarına karar verdikleri için, meclis yerine Babıâli’yi devletin en hayatî kurumu olarak görmüşlerdi. Oysa temsil niteliğine sahip olan meclis üyeleri, devlet işlerine olur olmaz burunlarını sokarak yapılacak ıslahatın ya da uygulanacak devlet siyasetlerinin önüne engel çıkarabiliyorlardı. Ancak her modern toplumda var olan bu kurumlardan vazgeçilemeyeceğine göre, yapılması gereken şey, seçimleri kontrol ederek, mümkün mertebe sebükmağzanın (düşüncesizlerin) mebus olmasını engellemek ve kanun-ı muvakkatler aracılığıyla meclisin yasama gücünü sınırlamaktı. Bu yaklaşıma göre bürokrasi, reformların yapılıp uygulanmasında ve toplumun ileriye götürülmesinde daha güvenilir ve devlet çıkarının ne olduğunu bilen bir kurumdu (Hanioğlu, 2006: 154). Bu durumda II. Meşrutiyetle birlikte devlet seçkinleri, toplumu kontrol altında tutmanın yanında, toplumun seçtiği temsilcileri de kontrol altına almayı görev edinmişti. Cumhuriyet Modernleşmesi ve Halk Yunan, Fransız ve İngilizlere karşı yürütülen Ulusal Kurtuluş Savaşı (1919-1922), Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönemlerinden beri ilk kez, eşrafı, aydınları, bürokrasinin ve ordunun alt kesimlerini ve halkı bir araya getirdi. Osmanlı-Türkiye tarihindeki eşitlikçi, katılımcı siyasal hareket buydu ve Cumhuriyet, bu hareketten doğdu (Karpat, 2008: 63). Fakat toplumun gündelik hayatını yönlendirme amacını taşımayıp, toplumun bütününü uzaktan denetlemekle yetinen Osmanlı devleti dönemindeki modernleşme, büyük oranda devleti reforme etmeyi amaçlarken, bunun tersine Cumhuriyet modernleşmesi, toplumu değiştirmek amacındadır. İmparatorluğun son yıllarına kadar devletin modernleşmesiyle sınırlı kalan sorunsal, ondan sonra yerini toplumun çağdaşlaşmasına bırakmıştır (İnsel-Aktar, 1987: 22). Trimberger’in, tepeden devrimleri ele alan çalışmasında belirttiği üzere, halkı canlı bir şekilde iktisadî, toplumsal ve siyasî değişimlere dâhil etmek yerine askerî bürokratlar, halkı denetim altına almaya ve siyasetten uzak tutmaya çalıştılar (Trimberger, 2003: 131). Bu dönemde hâkim ve radikal bir ideoloji konumunda olan Kemalizm, topyekûn, ödünsüz bir Batılılaşma programı olarak özellikle hukuk reformlarıyla Batılılaşmayı benimsediğini göstermiştir, ancak siyasî alanda

364

Kemalizm’in hedefinin ne olduğu yeterince açık ortaya konmamıştır. Hâkim olan anlayış, Kemalizm’in esas olarak liberal demokrasiyi hedeflediği, ancak bu hedefe ulaşmak bakımından zorunlu olan reformların gerçekleştirilmesi için gereken bir geçici otoriter sistemin kurulmuş olduğudur (Köker, 2000: 212-213). Bu bağlamda 1923-1945 arası dönem, vesayet rejimi, Cumhuriyet Halk Partisi vesayet partisi ve dönemin ideolojisi olan Kemalizm de vesayet ideolojisi olarak tanımlanmaktadır. Vesayet kavramı burada, rejimin, partinin ve ideolojinin sürekli ve kalıcı bir otoriterlik peşinde olmayıp, aksine, modernleşme kuramında anlaşıldığı türden, toplumu Batı tipi demokrasiye hazırlamayı amaçladıkları fikrini içermektedir (Köker, 2000: 15). Bu sistemin temeli ise, bilgisiz toplumun bilgiye sahip insanlar eliyle dönüştürülmesidir (Kahraman, 2008: 73). Vesayet rejimini haklı kılan temel mantık, anlaşıldığı kadarıyla halkın demokrasiye henüz hazır olmadığı ya da vesayetçi terminolojiyle söylemek gerekirse “reşit” olmadığıdır. Yani halk demokrasinin içerdiği haklara sahip olmakla birlikte onu kullanacak olgunluğa henüz sahip değildir. Nitekim Siirt mebusu Mahmut Bey, “Gazi ve Hürriyet” adlı yazısında demokrasi ve hürriyet kelimelerinin çok suistimal edildiğini, bundan da rejimin zarar gördüğünü belirttikten sonra iktidar mevkiinde olanların istibdad gibi bir hevesi olmadığını, muhiti demokrasi havasına alıştırmak istediklerini, son tecrübede intihap hakkını ve matbuat hürriyetini iyi kullanmasını bilemediğimiz için bu neticelere katlanmamız gerektiğini vurgular. Recep Peker de 1935’teki dördüncü parti kurultayında yaptığı konuşmada, bir yurttaşın tanıdığı ikinci seçmenlere güvenerek oyların kendileri adına verilmesini istemesinin, hiç tanımadığı bir kişiye verilmesinden daha demokratik olduğunu söyler. Ona göre demokrasi bir nas bir ayet olmadığı gibi, yapılan işler akıl süzgecinden geçirilerek memlekete uygun olan tatbik edilmelidir (Yükseliman, 2002: 48). Oysa 1921 Anayasası’nın görüşülmesi sırasında encümen adına mecliste konuşma yapan Yunus Nadi Bey, şunları söylemişti: “Hayır, efendiler, memleketi temsil etmek davasında iseniz, halkın cehaleti bu işlere karışmaya manidir demeyiniz. Halkı temsil ediyorsanız, halkı cehaletle itham etmeyiniz. O vakit vekâletiniz şüpheye düşebilir. Halk, işinde cahil değildir. Halk, işini bilir, en adi menfaatine kadar bilir. Onun hukukunu kendisine vermek lazım gelir. Onun hukukunu her ne sebep ve bahane ile olursa olsun tasarruf etmek gayesinde bulunmayınız” (Öz, 1992: 143-144). Fakat tek parti döneminde toplumu aydınlar tarafından terbiye edilecek bir kitle olarak gören tek parti anlayışına göre, tek parti yönetiminin temel görevi, topluma mürebbilik etmek, bu yolla toplumu reşit kılmaktır. Nitekim Falih Rıfkı Atay, Halk Fırkası’nın demokrasi konusunda halka rehberlik etmesinin zorunluluğuna işaret etmektedir (Yükseliman, 2002: 43-48). Tek parti dönemi boyunca vatandaşın siyasal hayata katılması konusundaki düşünceler de, doğal olarak mevcut siyasal yapılanmaya ve felsefeye uydurulmaya çalışılmıştır. Tek parti dönemi boyunca uygulanan iki dereceli seçim uygulaması, halkın doğrudan gerçek temsilcilerini seçecek siyasal bilinç ve kültür düzeyine yükselmediği, bu yüzden yakından tanıdığı ikinci seçmenler aracılığıyla milletvekili seçimine katılmasının daha doğru ve demokratik yol olacağı gibi “kendi içinde tutarlı” gözüken bir gerekçeyle açıklanır (Öz, 1992: 148). 1931 tarihli parti programının Birinci Kısmında (Amme Hukuku) başlıklı bölüm, tek dereceli seçime neden geçilmediğini şöyle açıklar: “…Bir dereceli intihabı tatbik etmek, yüksek emellerimizdendir. Ancak vatandaşı, intihap edeceğini tanıyabilecek vasıflar, şartlar ve vasıtalarla mücehhez kılmak 365

lazımdır. Bunun temini hususundaki mesainin matlup neticeyi vereceği güne kadar vatandaşı, yakından tanıdığı ve emniyet ettiği insanları intihap etmekte serbest bırakmayı demokrasinin hakiki icaplarına daha uygun buluruz” (aktaran Öz, 1992: 152). Cumhuriyet fikriyatını besleyen en önemli kaynaklardan biri olan Ziya Gökalp’ın şu sözleri ise halk karşısında seçkinci anlayışın özeti gibidir: “Halka doğru gitmenin… vazifesi de, halka medeniyet götürmektir, çünkü halkta medeniyet yoktur. Seçkinlerse medeniyetin anahtarına sahiptir. Fakat halka, değerli bir armağan olarak aşağıda gösterdiğimiz üzere, Doğu medeniyeti yahut onun bir dalı olan Osmanlı medeniyeti değil Batı medeniyeti götürülmelidir” (Van Het Hof, 2006: 145). Benzer bir yaklaşım, halkın kendi menfaatlerini gözetemeyecek kadar cahil olduğunu dile getirerek seçkinci yaklaşım meşrulaştırır ki, Yunus Nadi Bey’in 1921’deki sözlerinin tam aksi görüşte olması dikkat çekicidir. 1946’da Doç. Dr. Muvaffak Akbay, Ulus gazetesinde çıkan bir yazısında bu yaklaşımı şöyle ortaya koyar: “Halk kütlesi değil kamu menfaatini, hatta bazen basit şahsî meselelerini bile doğru dürüst idrak etmekten acizdir. Kütle daima, çığırtkanların, göz boyayıcıların, demagogların esiri olmuştur. Bu itibarla ekseriya ne istediğini bilmez, iyi cereyanlara olduğu kadar hatta daha kolaylıkla kötü tesirlere de kendini kaptırır (aktaran Üstüner, 1999: 60). Burada dile getirilen yaklaşım “seçkinci demokrasi” anlayışını andırmaktadır ki, bu, aynı dönemde Batı toplumlarında da görülmeye başlanmıştır. Türkiye’ye özgü olan durum ise, Türkiye’de Batı’nın farklı dönemlerine karşılık gelen farklı anlayışların bir arada gelişmiş olması ve tek bir söylemin parçaları olarak kullanılmış olmalarıdır. Örneğin, seçkinci demokrasi anlayışının reddettiği “halk egemenliği”, “halk iradesi” gibi Batıdaki 18. yüzyıl egemen demokrasi anlayışı, Türkiye’deki tartışmalarda temeldir (Üstüner, 1999: 61). Alman düşünürler Weber ile Schumpeter’in öncülerinden olduğu seçkinci demokrasi kuramında demokrasi, halkın yönetimi olarak ele alınmaz, aksine, halkın, “halkın arasından çıkan bir elit aracılığıyla yönetimi” olarak ele alınır (Schmidt, 2001: 116-117). Cumhuriyet dönemi modernleşmesinin, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin devamı niteliğinde olmakla birlikte onlardan bir farkla ayrılmaktaydı. O da, o dönemlerin ihtiyatlı ve uzlaşmacı tutumuna karşılık Cumhuriyetçiler daha gözükara davranıyorlardı. Erken dönem Cumhuriyetin yönetici seçkinleri, kendi doğrularından çok emin olduklarından, bunları topluma kabul ettirebilmek için geleneklerle uzlaşma yolunu seçmedikleri gibi, kamusal alanda doğrunun, iyinin, yararlının ne olduğunu bilen bir kimsenin halkla uzlaşmaya, onlara danışmaya ihtiyacı olmadığı fikri benimsenmiştir. Öyle ki, “avam” ile “münevverân” arasında uyumsuzluk olması halinde, doğruyu bilen münevverânın bunu topluma zorlamasının ahlakî bir ödev olduğu bile söylenebilir (Tunçay, 2002: 96). Bu nedenle 1924 Anayasası imkân vermesine rağmen, siyasal hayatta tek parti egemenliği, 1946 yılına kadar sürmüştür. Bu dönemde demokrasi fikri reddedilmekle birlikte, tek partili hayatın zorunlu olduğuna dair bir söylem geliştirilmiştir. Atatürk’ün 1920 yılında Le Matin gazetesi muhabirine verdiği ve Hâkimiyet-i Milliye’de yayınlanan demecinde söylediği şu sözler, demokrasinin ancak barış sağlayacaksa geçerli olacağını dile getirmektedir:

366

“Fransa İhtilali bütün cihana hürriyet fikrini nefheylemiştir ve bu fikrin hâlen esas ve menbaı bulunmaktadır. Fakat o tarihten beri beşeriyet terakki etmiştir. Türk demokrasisi, Fransa İhtilali’nin açtığı yolu takip etmiş, lakin kendisine has vasf-ı mümeyyizle inkişaf etmiştir. Zira her milletin inkılâbını içtimai muhitinin tazyikat ve ihtiyacına tâbi olan ve hâl ve vaziyetine ve bu ihtilal ve inkılâbın zaman-ı vukuuna göre yapar. Her zaman ve mekânda aynı hadisenin tekerrürüne şahit değil miyiz? Her ne kadar milletlerin ve demokrasilerin teşrik-i mesai etmeleri lazım ve mümkünse de, iştirak-ı mesai ancak tek bir gayeye, yani sulhe müteveccih ise mümkün ve müfit olur. Bu noktayı idrak ve tefehhüm etmeyenler, vücuda getirdiğimiz eser hakkında bir fikir ve hüküm hâsıl edemezler” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt III, 2006: s. 120). Aynı görüş, tek parti dışındaki partilerin kurulmasına neden gerek olmadığını açıklamak için de kullanılır. Bu durum, 27 Ocak 1931’de İzmir’de CHF fırka kongresinde şöyle dile getirilir: “Malum-u âlinizdir ki, siyasî fırkalar mahdut maksatlarla teşekkül ederler. Meselâ İzmir tüccarları yalnız kendi menfaatlerini tatmin edebilecek bir fırka yapabilirler. Yahut yalnız çiftçilerden ibaret fırka olabilir. Hâlbuki bizim fırkamız, böyle mahdut bir nazar takibeden bir teşekkül değildir. Bilakis, her sınıf halkın menfaatlerini müsavi bir surette, bir diğerini mutazarrır etmeden temin etmeği istihdaf eden bir teşekküldür. Bunu tavrı hareketimiz ispat etmektedir. Bundan sonra da böyle olacaktır. Diğer memleketlerde bu teşekkülün bir müşabihini aramağa lüzum yoktur” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, 2006: s. 297). Ders Kitaplarında Demokrasi Kavramı Fransız Devrimi sonrasında, siyasal rejimlerin meşruluk ölçütü haline dönüşmüş olan demokrasi (Doğan, 2008: 251), bu dönemde açıkça reddedilmemiş olmakla birlikte, yeni bir içeriğe kavuşturulur. Bu dönemde demokrasi kavramı farklı şekilde anlaşılmakta ve anlatılmaktadır. 1930’larda demokrasinin nasıl anlaşıldığı üzerine yapılan bir çalışmada, özellikle ders kitaplarında demokrasinin nasıl anlaşıldığı üzerinde durulmuş ve eğitim kitaplarında yeni Cumhuriyet’in demokratik bir öze sahip olduğu, yarı bilimsel bir dille ifade edilmiştir. Yeni doğmakta olan milliyetçi anlatı, Cumhuriyetçi elitin Türkiye’yi demokratik olmayan Padişah despotizminden kurtardığı şeklindeki bir dille, demokrasiyi Atatürk ve CHP liderlerinin ilham ettiği bir tür sosyo-politik düzen olarak tasvir etmişlerdir. O halde demokrasi Cumhuriyetçi bir özellik olarak doğabildiğine göre, Kemalist cumhuriyetçiliğin böylece demokratik olduğuna hükmedilebilirdi. Devlet destekli hukuki eşitlik, laiklik ve devlet ile topluma aktif sadakat yoluyla ortak çıkarların rasyonel takibi, çağdaş demokrasinin en iyi örnekleri olarak gösterilir. İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve Hilmi Ziya Ülken’in ifadelerine göre, en başta Cumhuriyet’in garanti altına aldığı eşitlik, demokrasinin en temel vasfı olarak kabul edilir. Demokrasi, halkın, kendi doğasına aykırı olarak her şeyi elde etmesinden daha ziyade, eşitlik; sınıfların ve zenginlik ve dine dayalı ayrımların olmaması demektir. Yine o dönemdeki eğitimciler, hem milli egemenliği temin eden hem de devlet tarafından gelişmeleri sağlanan, kitlelerin yönetmesi için kalıtsal hanedanlığı ortadan kaldıran bir rejimin demokrasiden başka bir şey olmadığını ileri sürerek, Türkiye’nin özde demokrasiye sahip olduğunu iddia etmektedirler. Bu yaklaşımlar, geniş bir demokrasi algısının belirli bazı özelliklerini öne çıkarırken, faklı olma özgürlüğü, muhalif görüşlerini kamusal alanda ifade etme ve bireycilik gibi

367

demokrasinin diğer özellikleri göz ardı etmektedir. Bunları göz önüne aldığımızda, karşımıza çıkan şey, topluluğun her zaman ve her yerde birey üzerinde hükümran olmasıdır. Nitekim, 1930’larda bir öğretmen, demokrasinin ve modern devlet şeklinin ilk şartının, toplumda farklı grupların olmamasının olduğunu dile getirdiği görülmektedir (Salmoni, 2004: 87). Aynı şekilde ilkokul kitaplarında demokrasiden bahseden Afet İnan, demokrasiyi milli egemenlikle eşitledikten sonra, demokrasiyi ayrıca vatanseverlik, müsavatperverlik ve hak ve vazifelere riayet olarak tanımlanmıştır. Afet İnan ve diğer eğitimcilerin ders kitaplarında demokrasiyi ele alışları incelendiğinde demokrasinin şu dört anlamda kullanıldığı görülür: İlk olarak, demokrasi, milliyetçilik ve vatana bağlılık olarak tanımlanmıştır. İkinci olarak, demokrasiyi milli egemenlikle eşdeğer gören gençlik, demokrasinin, yeni hükümetin millet namına herhangi bir kısıtlamaya tâbi olmadan ülkeyi kontrol altında tutmasından ne daha az ne daha fazla bir şey olmadığını görecektir. Üçüncü olarak demokrasi, ilkokulda alınan mesajlara paralel olarak egemenliği milletin müşterek bir şahsiyeti olarak tanımlayarak bireyciliği kötülerken, kollektiviteye büyük değer vermektedir. Dördüncüsü, Eşitlik üzerine ısrarla yapılan vurgu, aynı zamanda tüm toplumu yine dayanışmacı, kolektivist bir şekilde homojenleştirir. Elbette ki bu, bütün bunlar, Cumhuriyet rejiminin millet inşa etme amaçlarıyla eğitimcilerin, Cumhuriyetçi devletin yapısı gereği kaçınılmaz olarak demokratik olduğunu resmetmesine izin veren anlayışına uygundur. Zira Afet İnan, başka bir yerde demokrasiyi, devlet bünyesinin kuvvetlenmesi olarak tanımlamıştır. Ders kitaplarındaki ilginç noktalardan biri, Türk demokrasisini tehdit eden üç şeyin var olduğundan bahsedilmesidir. Buna göre Türk demokrasisini tehdit eden üç şeyden birincisi, milliyetçilik karşıtı olduğu ve eşitliği temin edemediği için Bolşevizm, ikincisi, itaatsiz işçiler grubunun iktidar tekeli kurmasını amaçladığı için siyasî sendikacılık ve üçüncüsü de, Osmanlı’daki siyasî kaosu çağrıştırır şekilde küçük menfaat gruplarının kendi grup amaçları için toplumu ve hükümeti manipüle ederek sosyal ve siyasal düzensizliğe yol açacağı için menfaat temsilidir. Bu bağlamda gerçek demokrasi ise, her türlü ulus-altı sosyal grupların hak iddiaları karşısında halkın özgürlüğünü garanti altına alacak güçlü bir devlet anlamına gelmektedir (Salmoni, 2004: 96-97). Kısaca, 1920-1950 arasındaki eğitimciler, çoğulculuk, farklılık ve çeşitlilikten daha çok, demokrasinin unsurlarının, milliyetçilik ve egemenlik olduğunu dikte eden bir anlayışa sahiptirler ki, onlara göre bu her ikisi de Cumhuriyet rejiminde mevcuttu (Salmoni, 2004: 105). Bu görüşlerden anlaşıldığı üzere, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki demokrasi algısı, bir yandan ideal, ama ideal olduğu ölçüde de “naif” bir demokrasi anlayışıdır. Zira demokrasi, menfaatlerin temsilini tehdit olarak görmek bir yana, onu esas alır (Özbudun, 1979: 92-93). Ancak bu görüşler, Cumhuriyet dönemindeki demokrasi anlayışına paraleldir. Zira, o dönemdeki demokrasi anlayışı esasen idealistti ve bu anlayışın öncelikle devrimin ihtiyaçlarına cevap vermesi şarttı (Dodd, 1992: 18). Yine Cumhuriyet döneminde kullanılan referans kavramlardan biri de, halk egemenliği ve halkçılıktır. Halkın milli mücadelenin başlangıcında padişaha destek vermesi, onun yeterince

368

aydınlatılmamasından kaynaklandığına göre, halkın hâkimiyeti, ancak halkın önce aydınlatılması, sonra da istenen yöne sevk edilmesi ile mümkün görülmektedir. Milleti ilerletmek için seçkinlere büyük işler düştüğünü söyleyen Atatürk’e göre millet seçkinlerinin toplandığı yer olarak Büyük Millet Meclisi, bu görevi üstelenecektir (Eraslan, 2003: 156). Halkçılık kavramı ise, halkın nihai söz sahibi olması veya halka hizmet etmek yerine sınıfsız, imtiyazsız bir toplum anlayışını ifade etmektedir. Recep Peker’in 1932’de TBMM’de yaptığı konuşmada halkçılığı şöyle tanımlamıştır: “Halkçılık, kanunlar önünde Türk vatandaşlarının mutlak ve kat’i eşitliğini emreder. Halkçılık, Türkiye’de imtiyazlı tabakaların mevcudiyetini reddeder, selb eder. Halkçılık, sınıf mücadelesini kabul etmez.…Çalışma zümreleri arasında ahenk tesisini takip eder” (Yükseliman, 2002: 64). Çok Partili Dönemde Demokrasi Türkiye 1945’ten itibaren çok partili hayat geçti. Bülent Tanör’ün yerinde tespitiyle bu dönemi “Demokrasi dönemi” olarak değil, “Çok Partili Rejim Dönemi” olarak adlandırmak gerekir. Zira her çok partili rejim, mutlak olarak demokrasi olmayabilir (Tanör, 1996: 253). Çok partili hayata geçilmesinden sonra, Ocak 1946’da Demokrat Parti kuruldu. Szyliowicz’in dikkat çektiği üzere, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında ihmal edilen büyük köylü kitleleri, radyo gibi yeni iletişim teknolojilerinin de aracılığıyla, yerel sorunları ve ara sıra da siyasal sorunları tartışmaya başladı. Böylece kırsal kesim hızla politize olmaya başladı ve çok partili hayatın kurulmasından sonra kısa süre içinde partiler, ülkenin her bir parçasında şubeler kurdular. Bu ve benzeri faktörler, nüfusun büyük bir kısmını oluşturan köylülerin siyasal arenada önemli bir faktör olarak doğmasına yol açtı (Szyliowicz, 1966: 277-278). Vesayetçi demokrasi anlayışının benimsendiği tek parti dönemini sona erdiren sürecin başlangıcı olan Dörtlü Takrir’de geçen şu ifadeler, vesayet anlayışını reddetmesi bakımından manidardır ve daha önceki vesayetçi demokrasi anlayışının son ermesi gerektiğine dair önemli bir cevap niteliğindedir: “…Uzun asırlardan beri müstakil bir devlet olarak yaşayan Türkiye’de, hatta okuyup yazma bilmeyen vatandaşların bile siyasi hürriyetlerini şuurlu kullanacak bir seviyede bulundukları inkâr edilemez bir hakikattir. Okuyup yazma bilmeyen köylüler arasında bile dünyanın en değerli idare ve siyaset adamlarını yetiştirmiş olan milletimizin, bilhassa Cumhuriyet idaresinin kuruluşundan beri yapılan büyük hamleler neticesinde, bundan 20 yıl evveline nispetle çok yüksek bir seviyeye erişmiş bulunduğu övünülecek bir gerçektir İşte, bir taraftan iç hayatımızdaki bu mesut tekâmülün yarattığı siyasi olgunluk, diğer taraftan bugünkü medeniyet dünyasının umumi şartları, daha ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuz’a hâkim olan demokratik ruhu bugünkü siyasi hayat ve teşkilatımızda kuvvetle tecelli ettirmek zamanı geldiği kanaatine bizi sevk etmiş bulunuyor” (aktaran İnan-Haytoğlu, 2006: 109). Çok partili dönemde geniş halk kitlelerinin temsilî organlar eliyle siyasete katılımı sağlanmışsa da, 27 Mayıs 1961 askerî darbesiyle, seçilmiş organlar, atanmış bürokratik organlarla dengelenmiş ve günümüze kadar geçerli olan bir şekilde bürokratik kurumlar, siyaseti cahil halk yığınlarını kandırmaktan ibaret bir 369

faaliyet olarak gördüğü ve bunu zararlı saydığı için de, kendini “siyasetüstü bir devlet” konumunda görmüştür (Hanioğlu, 2006: 130). Bu durumda yüksek siyaset, bürokratik kurumların belirlediği, aşağı siyaset ise, seçilmiş organların yürütebildiği siyaset olarak belirlenmiş gibidir.1 1980 öncesi meydana gelen pek çok terör olayının ve anarşinin faturası, 12 Eylül darbesi sonrası siyaset kurumuna kesilmiş ve halkı temsil eden organların yetkileri, bürokratik kurumlarla dengelenmemekle kalmamış, halkın siyasetle, devlet yönetimiyle ilgilenmesinin ülkeyi felakete götürdüğü varsayılarak sadece siyasi kurumlar değil, sivil örgütler de ülkedeki kaosun müsebbibi gösterilmiştir. Siyasi partilerin siyasi mücadele yapmaları, 12 Eylül darbesi öncesindeki anarşi ve terör ortamının en önemli gerekçelerinden biri olarak gösterilmiştir. Oysa, Mardin’in de belirttiği üzere siyasetin doğasının böyle olduğunu unutmamak gerekir: “Demokratik politika, demokratik kelimesinin ifade ettiği bütün terakkilere rağmen, esasında bir cemiyetin içindeki menfaatlerin ne surette taksim edileceğini tayin eden ameliyedir. Bu bakımdan mücadelelerle dolu olması tabiidir. Demokratik politikanın demokratik olduğu için diğer rejimlerdeki siyasi alışverişten tamamen ayrılacağına inanmakla birlikte kendimizi aldatmış oluruz. Gafletin veya dürüst sayılmayan politika oyunlarının mevcudiyeti, şu veya bu rejimin değil, insan tabiatının ve medeniyet seviyesinin bir fonksiyonudur. Fakat demokratik politika ameliyesi, her yerde mevcut siyasi mücadeleyi oyunun kaideleri diye vasıflandırabileceğimiz bazı esaslara bağlanmıştır ve bu şekilde siyasi alışverişte şimdiye kadar tatbik edilen sistemlerin hiçbirinin sağlayamadığı bazı gelişme imkânları bahşetmiştir” (Mardin, 1993: 291). MÜZAKERECİ DEMOKRASİ VE TÜRK MODERNLEŞMESİ Demokratik siyasetin, genellikle kişilerin özel çıkarları ile tercihleri arasındaki rekabet olduğuna inanılır. En azından liberal demokrasinin işleyişi bu varsayımlara tekabül eder. Bu nedenle bu modelde oy verme, yani referandumda ya da bir adaylar listesi arasından kendi tercihini ifade etme, öncelikli siyasal eylemdir. Demokratik süreç, çeşitli grupların kendi çıkarlarını ortaya koydukları ve bu oylar için yarışmalarından oluşur. Böyle kitlesel bir plebisit süreci, yurttaşlara atomize, ayrıntılandırılmış seçim sorularına özel olarak cevap veren yurttaşlar olarak muamele eder. Yine de, böyle eksik olduğu düşünülen bir demokrasinin gölgesinde başka bir demokrasi modeli de yer alır. Demokratik dürtülerin ortaya çıktığı her yerde, çok sayıda insan demokrasiyi açık tartışma ve uzlaşılan politikalara varmak üzere fikirlerin değişimi ile özdeşleştirir. Parlamento tartışmalarında katılımcılar, sıklıkla kendi görüşlerinin en doğru ve makul öneri olduğunu iddia ederler. Günümüzdeki siyasal teorisyenler, bu alternatif modeli müzakereci demokrasi olarak adlandırırlar. Müzakereci modelde demokrasi, pratik aklın bir biçimidir. Demokratik süreçteki katılımcılar, problemlerin nasıl çözüleceğine ve meşru ihtiyaçların nasıl karşılanacağına dair öneride bulunurlar ve böylece onlar, kendi önerilerini kabul etmeleri için diğerlerini ikna etmeyi amaçladıkları görüşlerini sunarlar. Demokratik süreç, öncelikle sorunların, çatışmalar ile ihtiyaç ve çıkar iddialarının bir tartışmasıdır. Ancak bu demokrasi modeli, aralarında içerme, eşitlik, makullük ve aleniyet gibi müzakereye katılanların ilişkileri ve eğilimleriyle ilgili birkaç normatif ilkeyi zorunlu kılar (Young, 2003: 227-229). Bu konuda detaylı bir analiz için Steven Cook’un “Yönetmeden Hükmeden Ordular, Türkiye, Mısır, Cezayir” , Çev. Bahar Şahin, İstanbul, 2008, adlı kitabına bakılabilir. 1

370

Türk modernleşmesi, yukarıda saydığımız gelişim seyri ve sahip olduğu niteliklerden dolayı, değil müzakereci demokrasiyi, temsilî demokrasiyi bile bütün unsurlarıyla içermemektedir. Adlandırması zor olsa bile, seçkinci ve idealist bir demokrasi anlayışına sahip olan Türk modernleşmesinde, siyasal karar alma mekanizmasında halk, hiçbir zaman ciddi bir aktör olarak yer almaz. Klasik dönemde keskin bir yöneten-yönetilen ayrımına sahip olduğu için yönetime katılması mümkün olmayan halkın, modernleşmeyle birlikte ister istemez siyasal faaliyetin önemli bir unsuru haline gelmesinden sonradır ki siyaset, deyim yerindeyse yüksek siyaset ve aşağı siyaset diye ikiye ayrılarak yüksek siyaset, yönetilenlerin kem gözlerinden uzak tutulan ve halkın asla müdahale edemeyeceği bir alan olarak düzenlenmiştir. Batıdaki demokrasi anlayışı kritik konularda halkın bizzat karar vermesini zorunlu gördüğü için, önemli siyasal kararların alınmasını müzakereci demokrasi süreci sonundaki referandumlara bağlamışken, Türk demokrasisinde halk, ancak sınırlı bir alanda karar verme yetkisine sahip olmakta ve alınmış siyasal kararlara tâbi olmakla yetinmek durumunda kalmaktadır. Bu olguya bir örnek olmak üzere, Türkiye’de AB’ye giriş sürecinin başlaması ve devam etmesinde halkın karar verici olarak herhangi bir rolü ol(a)mamışken, Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde diğer aday ülkelerin büyük bir kısmı, katılım sürecinin her aşamasındaki önemli kararların verilmesini referandumlara bağlamıştır. Örneğin, 1973’te İrlanda Norveç ve Danimarka’da AB’ye giriş için referandum yapılmış, bunun sonucunda İrlanda ve Danimarka’da halk katılmayı kabul ederken, Norveç AB’ye girişi kabul etmemiştir ve 1995’te yapılan ikinci referandumda da halk olumsuz oy verdiği için, Norveç hâlen daha AB üyesi değildir. Aynı şekilde Danimarka ve İsveç’te ise para birimi olarak Euro’nun kullanılması ile ilgili yapılan referandum, olumsuz sonuçlandığı için, her iki ülkede halen kendi para birimini kullanmaya devam etmektedir. (http://en.wikipedia.org/wiki/Referendums_ related_to_the_European_Union). SONUÇ YERİNE: YÜKSEK SİYASET YA DA DEMOKRASİYİ KAVRAMSAL KABUL İÇERİKSEL RED Türkiye’de modernleşme, klasik yönetim anlayışının sonucu olarak halkın yönetime katılmasının mümkün olmaması nedeniyle, seçkinlerin öncülüğünde gerçekleşmiştir, ama elitlerin yönetimindeki devlet, modernleşirken seçicidir. Seçim ise, keyfî bir biçimde değil, ihtiyaçlara göre yapıldığı için (Türköne, 2003: 79), Batılı kavramların elitler tarafından seçilerek alınması bir yana, algılanması ve anlaşılması da farklı olmuştur. Bu nedenle Osmanlı ve Cumhuriyet seçkinleri, Batılı kavramları Batıdaki bağlamından kopararak, kavramlara yepyeni bir içerik kazandırmışlardır. Bu içerik, çoğunlukla yönetici seçkilerin en başta gelen ve belki de tek kaygısı olan “devletin kurtarılması” amacı çerçevesinde şekillenmiştir. Demokrasi kavramı da aynı şekilde bu şekilde algılandığı için, demokrasi, devlet nizamını tesis edecek, çatışma ve kaosu sonlandıracak, ülkeyi felaketten kurtaracak bir “ütopya”, bir ideal yönetim biçimi olarak algılanmıştır. Bu algı ise, demokrasinin gerçek içeriğinden kopmasına yol açmış, bireysel otonomi, siyasi eşitlik, iktidarın meşruluğunun kaynağı gibi demokrasinin temel unsurları, Türkiye’deki demokrasi literatüründe yer almamıştır. Bu durumda demokrasi, seçkinci bir içeriğe kavuşmuş olduğu için, karşımıza vesayetçi demokrasi modeli çıkmıştır. Demokrasi böyle algılanırken bile, Batılı kavramlar hiçbir zaman tümden reddedilmemiştir, çünkü, Batılı kavramlar, eski meşruiyet dayanaklarıyla bağını koparan yeni siyasal elitin meşruiyet dayanaklarından biri konumunda olmuştur. Bunun sonucu ise, Batılı kavramların “kavramsal kabulü ama içeriksel reddi”dir. 1924 Anayasası’na rağmen yürütmenin yasamaya egemen olduğu tek parti dönemi bir yana bırakılırsa, özellikle darbeler sonrasında dizayn edilen siyasal yapıda, seçilmiş

371

organların sınırları bürokratik kurumlarca çizilmiştir. Bu tasarımda halkın yönetimde söz sahibi olması, ancak söylem düzeyinde dile getirilirken, gerçekte yine seçkin azınlığın “egemenliği” söz konusudur. II. Abdülhamit döneminde çıkan pek çok yayının “siyasetten başka her şeyden bahseder” alt başlığıyla çıkması (Alkan, 2001: 384), halkın ve hatta basının ve entelleketüellerin bile siyasetle –özellikle yüksek siyasetle- uğraşmasının doğru olmadığı imasını taşır. Klasik Osmanlı düzenindeki yöneten ayrıcalıklı sınıfın siyaset tekelini elinde tutmasını ifade eden bu anlayışın günümüzde değişip değişmediğini yeniden düşünmekte fayda var. KAYNAKÇA http://en.wikipedia.org/wiki/Referendums_related_to_the_European_Union Argın, Şükrü (2009), “Türk Aydınının Devlet Aşkı ve Aşkın Devlet Anlayışı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.9, Dönemler ve Zihniyetler, İletişim Yayınları, İstanbul. Atatürk’ün Söylev ve DemeçleriI-III (2006), AKDT Yüksek Kurumu Yayınları, Ankara Badie, Bertrand (2000), The Imported State, The Westernization of Poltical Order, Stanford University Press, California Berkes, Niyazi (2007), “Türkiye’de Çağdaşlaşma Olgusu”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Editör: Ersin Kalaycıoğlu-Ali Yaşar Sarıbay, Alfa Aktüel yayınları, İstanbul. Cangızbay, Kadir (2009), “Bizim Cumhuriyet”, Doğu Batı, Kasım, Aralık, Ocak 2008-2009, Sayı 47, Ankara Dodd, C.H. (1992), “The Development of Turkish Democracy”, British Journal of Middle Eastern Studies, Vol. 19, No:1. İstanbul.

Doğan, İlyas (2008), Devlet ve Toplum Kuramlarına Yeni Yaklaşımlar, Yeni İnsan Yayınevi,

Eraslan, Cezmi (2003), Yakın Dönem Türk Düşüncesinde Halkçılık ve Atatürk, Kumsaati Yayınları, İstanbul Findley, Carter V. (1994), Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform, Babıali (1789-1920), Çev. Latif Boyacı, İzzet Akyol, İz Yayıncılık, İstanbul. Gözler, Kemal (2004), Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Yayınları, Bursa Hanioğlu, Şükrü (1985), “Batıcılık”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 5, İletişim Yayınları, İstanbul. Hanioğlu, Şükrü (2006), Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tatih, Bağlam Yayınları, İstanbul Hanioğlu, Şükrü (2006), Osmanlı’dan Cumhuriyete Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayınları, İstanbul. Hanioğlu, Şükrü (2008), A Brief History of the Late Ottoman Empire, Princeton University Press, Princeton

372

Huntington, Samuel (2007), Üçüncü Dalga, 2. Yüzyıl Sonlarında Demokratlaşma, Çev. Ergun ÖZBUDUN, Kıta Yayınları, Ankara. İnan, Süleyman-Haytaoğlu, Ercan (2006), Yakın Dönem Türk Poltitik Tarihi, Editörler: Süleyman İnan-Ercan Haytaoğlu, Anı Yayınları, Ankara İnsel Ahmet-Aktar, Cengiz (1987), “Devletin Bekası İçin Yürütülen Çağdaşlaşma Sürecinin Toplumsal Sorunları”, Toplum ve Bilim, 31/39 Güz, 1987. Kahraman, Hasan Bülent, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-I, Kavramlar, Kuramlar, Kurumlar, Agora Kitaplığı, İstanbul. Karpat, Kemal H. (2008), Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din, Çev. Güneş Ayas, Timaş Yayınları, İstanbul Ankara

Kaynar, Reşat (1991), Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Köker, Levent (2000), Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul

Mahçupyan, Etyen (2000), Batı’dan Doğu’ya, Dünden Bugüne Zihniyet Yapıları ve Değişim, Patika Yayıncılık, İstanbul Mardin Şerif (1994), Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul. Mardin, Şerif (1993), Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul Mardin, Şerif (1996), Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Çev. Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan, İrfan Erdoğan, İletişim Yayınları, İstanbul Öz, Esat (1992), Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Gündoğan Yayınları, Ankara Ankara

Özbudun, Ergun (1979), Siyasal Partiler, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Özbudun, Ergun (1998), Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara

Salmoni, Barak A. (2004), “Ordered Liberty and Disciplined Freedom: Turkish Education and Republican Democracy, 1923-50”, Middle Eastern Studies, Vol. 40, No:2, March 2004, London Schmidt, Manfred G. (2001), Demokrasi Kuramlarına Giriş, Çev. M. Emin Köktaş, Vadi Yayınları, Ankara Schmitter, Philippe C.-Karl, Terry Lyann (1995), “Demokrasi Nedir Ne Değildir”, Çev. Levent Gönenç, Demokrasinin Küresel Yükselişi, Derleyenler: Larry Diamond, Marc F. Plattner, Yetkin Yayınları, Ankara Seyitdanlıoğlu, Mehmet (1991), Meclis-i Ahkâm-ı Adliye (1838-1868), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Stotzky, Irwin P.(1999), “Creating the Coditions For Democracy”, Deliberative Democracy and Human Rights, Edited by Herald Hongju Koh and Ronald C. Slye, Yale Universityi Press, London Syzliowicz, Joseph S.(1966), “Political Participation and Modernization in Turkey”, The

373

Western Political Quarterly, Vol. 19, No:2, June 1966 Trimberger, Ellen Kay (2003), Tepeden İnmeci Devrimler, Japonya, Türkiye, Mısır, Peru, Çev. Fatih Uslu, Gelenek Yayınları, İstanbul Tunçay, Mete (2002), “İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.2, Kemalizm, İletişim Yayınları, İstanbul Türköne, Mümtaz’er (2003), Türk Modernleşmesi, Lotus Kitap, Ankara Ulaş, Sarp Erk (2002), Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara. Üstüner, Fahriye (1999), “Türkiye’de Çok Partili Döneme Geçerken Demokrasi Tartışmaları”, 75 Yılda Düşünceler Tartışmalar, Türkiye İş bankası Yayınları, İstanbul Van Het Hof, Seçil Deren (2006), “Türk Modernleşmesi”, Dünden Bugüne Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Editör: Mehmet Zincirkıran, Nova Yayınları, İstanbul. İstanbul

Varlık, Ülkü-Ören, Banu (2001), Seçim Sistemleri ve Türkiye’de Seçimler, Der Yayınları, Yıldırım, Ergün (2005), Hayali Modernlik, Türk Modernliğinin İcadı, İz Yayıncılık, İstanbul

Yılmaz, Mustafa (2006), “Tarihi Süreçte Türkiye’de Siyaset ve Demokrasi”, Dünden Bugüne Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Editör: Mehmet Zencirkıran, Nova Yayınları, Ankara. Young, Iris Marion (2003), “The Deliberative Model”, Introduction to Contemporary Political Theory, A Reader, Edited By Colin Farrelly, Sage Publications London Yükseliman, Nihan (2002), Parti Devlet Bütünleşmesi, Gelenek Yayınları, İstanbul

374

MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN KANTÇI TEMELLERİ Murat SATICI* ÖZET Meşruiyetini insanların iradelerini cisimleştirmekten alan yasa ve politika düşüncesi, uzun bir tarihe ve pek çok dönemece sahiptir. Bu zengin tarihsel birikimin mirasçısı olarak müzakereci demokrasi kavramı, politika teorisinde son yirmi yıldır önemli bir gelişmeyi temsil eder. Kabaca, müzakereci demokrasi, yurttaşların meşru yasama konularını kamusal müzakereden çıkarmasına işaret eder. Normatif yasallık göz önüne alındığında, müzakereci demokrasi, rasyonel yasama, katılımcı politika ve sivil yönetim düşüncelerini vurgular. Kısacası, müzakereci demokrasi, yurttaşların pratik düşünümlerine dayanan politik bir otonomi idealini sunar. Bir tarafta ilk temsilcileri Hobbes ve Locke olan, yurttaşların ilgi ve çıkarlarının ve sivil çatışmaların çokluğundan yola çıkan liberal gelenek, diğer tarafta Rousseau’nun temsil ettiği, ilgi ve değerin ortaklığını temel alan cumhuriyetçi gelenek, tarihsel açıdan söz konusu politik otonomi idealinin iki farklı boyutunu oluşturur. Her iki boyutta da demokrasiye dayanan bir kamusal müzakerede, yurttaşlar ve onların temsilcileri, peşinden gitmeleri gereken bir ortak iyiye/yarara yönelik yasalar ve politikalar hakkındaki düşüncelerini karşılaştırabilirler Bu kavranışın kavramsal imkanı Kant’ın eleştirel sisteminde bulunabilir. Bu çalışma, Kant’ın otonomi ve özneler arasılık kavramlarının hukuk felsefesi içinde taşıdığı imkanlarla ilgilenecektir. Burada Kant’ın ortaya koyduğu bu alternatif yaklaşım, çağdaş müzakereci demokrasi tartışmaları içerisinde incelenecektir. Anahtar Kelimeler: Immanuel Kant, hukuk felsefesi, otonomi, özneler arasılık, aleniyet, müzakereci demokrasi. ABSTRACT The idea that legitimate goverment should embody the will of the people has a long story and appears in many variants. As the beneficiary of this rich heritage, the concept od deliberative democracy that has emerged in the last two decades represent an exciting development in political theory. Broadly defined, deliberative democracy refers to the idea that legitimate lawmaking issues from the public deliberation of citizens. As a normative account of legitimacy, deliberative democracy evokes ideals of rational legislation, praticipatory politics and civic self-governance. Shortly, deliberative democracy presents an ideal of political autonomy based on pratical reasoning of citizens. On one side are theorists who emphasize the plurality of citizens’ interests and potential for civil strife; on the other are those who see possibilities for civil harmony based on a commonality of interests, values or traditions establishes historically different two dimensions of the idea of politic autonomy. In both dimensions, for a democracy based on public deliberation presuppose that citizens and their representatives can take counsel together about what laws and policies they ought to pursue as a commonlife. The conceptual possibility of this conception can be found in Kant’s critical system. * Araştırma Görevlisi, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü 375

This work is going to interest in possibilities that Kant’s concepts of autonomy and intersubjectivity included in his philosophy of right. In here, this Kantian alternative approach is examined within the discussions about deliberative democracy. Key Words: Immanuel Kant, philosophy of right, autonomy, intersubjectivity, publicity, deliberative democracy. MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN KANTÇI TEMELLERİ İnsanların kendi özgür iradelerinin nesnelleşmesi olarak tanımlana gelen meşru yönetim düşüncesi, uzun bir tarihe ve özgürlüğe getirilen tanımlardan kaynaklanan bir çeşitliliğe sahiptir. Bu zengin tarihin mirasçısı olarak müzakereci demokrasi kavramı, politika teorisi içerisinde heyecan verici bir gelişmeyi temsil eder. Müzakereci demokrasi, meşru yasama konularının yurttaşların kamusal müzakeresinden çıkarılmasına gönderme yapar, rasyonel yasama, katılımcı politika ve sivil kendini yönetme düşüncelerini hatırlatır. Kısacası, müzakereci demokrasi, yurttaşların pratik düşünümlerine dayanan politik bir otonomi, aleniyet ve müzakereyi vurgularken, ortam olarak demokratik, sivil bir birlik idealini sunar. Fakat bu idealler uygulanabilir, hatta istenir midir? Kamusal müzakere tam olarak nedir? İlgi ve talepler çokluğunda karmaşıklaşan meseleler geniş temelli katılıma imkan verilerek çözümlenebilir mi? Kültürel çeşitliliği barındıran toplumlarda politik sorunlara yönelik rasyonel çözümlere yaklaşmak için yurttaşların müzakeresini ummak makul müdür? Meşru yönetim kavramları, modernitenin başından beri, hem teoride hem pratikte son derece şiddetli tartışmaların alanı olmuştur. Bir tarafta yurttaşların ilgilerinin farklılığından kaynaklanan sivil çatışmanın çokluğunu vurgulayan teorisyenler; diğer yanda ilgilerin, değerlerin veya geleneklerin ortaklığını temel alan bir sivil düzenin imkanını görenler. Hobbes ve Locke gibi liberal teorisyenler ve Rousseau gibi sivil cumhuriyetçiler bu tartışmada iz bırakmışlardır. Her iki aksta da demokrasiye dayanan kamusal bir müzakere, yurttaşların ve temsilcilerinin peşinden gitmeleri gereken ortak bir yaşamın yasalarını ve politikalarını belirleme ve karşılıklı, özneler arası bir aleniyet alanının imkanı anlamına gelir. Bu yanıyla müzakereci demokrasi kavramının kendisi, sadece çoğunluğa dayanan bir temsil ilkesini veya çoğunluğu oluşturan farklı öğelerin niceliksel katılım ölçütünü değil, ilgi, talep ve iddiaların dile getirildiği, karşılaştırılabildiği, eleştirilebildiği bir süreç veya işlem olarak algılanmalıdır. Böyle bir sürecin tanımlanmasına dair bir çaba, kuşkusuz söz konusu sürecin öznelerini, onların müzakere konuları olan ilgi, talep ve iddialarını yani nesnesini ve son olarak da ortamını ele almayı gerektirir. Bu yüzden, müzakere kavramına yönelmenin ilk önce hiçbir zorlama veya baskıya maruz kalmayan kendi yasasını kendisi koyan otonom öznelere, bu öznelerin de birbirleriyle karşılaştırabilecekleri, eleştirebilecekleri ve genelleşebilecek nitelikte ilgi, talep ve iddialara, son olarak da farklı taleplere sahip olsalar da onların bir arada yaşamlarını mümkün kılacak sivil bir birliğe ilişkin sorgulamaya işaret edeceği söylenebilir. Özgür, eşit ve genelleşebilir nitelikte bir müzakere, Kant’ın terimleriyle söylenecek olursa, otonom öznelerle, onların eylem ve hak maksimleriyle ve son olarak da bu maksimlerin herkes için genelleşebilirliklerinin denetlenebileceği ortam olarak özneler arası aleniyet idesine dayanan sivil bir birliğin tesisiyle mümkündür. Yukarıda sıralanan kavramlar müzakereci demokrasi kavramsallaştırmasının dayanakları olarak görüldüğünde, müzakereci demokrasinin, politika ve hukuk felsefesi tarihinden miras alınan bir sorunsalın günümüzdeki bir tezahürü olduğu söylenebilir. Bu, politik ve hukuksal yasaların 376

meşruiyetine ilişkin politika ve hukuk felsefesinin kadim sorunsalıdır. Yasallık-meşruluk probleminin ele alınışı, Antik Yunan’dan günümüze kadar uzanan bir tarihe sahiptir. Bu önemli mirasın pek çok önemli uğrağı olduğu göz ardı edilemezse de bu tartışmalı tarihe önemli katkı yapan Immanuel Kant’ın müzakereci demokrasi kavramına ışık tutacak kavramsallaştırmalarına burada değinilmek zorunluluğu belirir. Zira iki yüzyıl öncesinde Kant’ın eleştirel felsefesinin sorunsallaştırdığı yukarıdaki kavramlar, günümüzde yasal veya politik meşruiyetin tesisi üzerinde devam eden müzakereci demokrasi tartışmalarına önemli kavramsal dayanaklar sunabilmektedir. Özellikle sisteminin geneline nüfuz eden otonomi, evrensellik, formalizm, dünya yurttaşlığı ve ebedi barış kavramsallaştırmaları, yasal veya politik meşruiyetin kaynağına yönelik sorulara verilecek cevapları bulmakta ışık tutacak olanaklar barındırmaktadır. Burada, Kant’ın sisteminden çıkan söz konusu kavramsal olanaklara onun hukuk felsefesi içerisinde kalınarak değinilecektir. Bu, Kant’ın ahlak felsefesinin temel kaygısı olan evrensel, formel, saf akılsal eylem ilkesi tesis etme kaygısının göz ardı edileceği anlamına gelmemektedir. Aksine, hukuk felsefesi içerisinde Kant’ın yasallık-meşruiyet gerilimine dair çözümlemeleri, ahlak felsefesinden bağımsız biçimde ele alınamaz. Dahası, müzakereci demokrasi tartışmalarına ışık tutacak pek çok kavramın temelinde, tam da Kant’ın eleştirel sisteminde açığa çıkan ahlak-hukukpolitika uyumuna ve bu uyumun biçimlendirdiği yasallık-meşruluk sorunsalına dair bir sorgulama vardır. Buna rağmen, hedeflenen sadece Kant’ın ahlak ve hukuk felsefelerinin betimlenmesi veya karşılaştırılması değil, müzakereci demokrasi tartışmalarına ışık tutuğu oranda, Kant’ın özneler arasında evrensel bir müzakerenin ve kamusallığın tesisine hukuk felsefesi içerisinde imkan veren kavramları öne çıkarmaktır. Bu hedefler dahilinde, hem teorik hem de pratik alanda evrensel, saf akılsal bir ilke tesis etme kaygısının ortaklığını ve önemini görebilmek için ahlak-hukuk-politika uyumuna dair bir tartışmaya girmek gereklidir. Daha sonra, Kant’ın evrensel hukuk ilkesi tesis etme çabası içerisinde özneler arası müzakerenin ve kamusal iletişimin imkanını sunabilecek biçimde formüle ettiği hak, mülkiyet, sözleşme, otonomi ve otorite kavramsallaştırmaları ele alınacaktır. Son olarak da Kant’ın aleniyet, aklın kamusal kullanımı gibi kavramlarının özneler arası müzakereye ve kamusallığa imkan veren koşulları üzerine durulacaktır. AHLAK-HUKUK-POLİTİKA UYUMU Kant, en bilinen biçimiyle ahlak felsefesinde geliştirdiği moral eylemlerin meşruiyeti sorunsalını, formel, evrensel ve saf akılsal bir genelleşebilirlik ölçütü tesis ederek çözmeye çalışmıştır. Kısaca betimlemek gerekirse, “Kant’ın ahlakı, istencin ve maksimlerin evrenselleştirilebilir olup olmadığı testine yönelttiği ölçüde basit bir işlem olarak anlaşılabilir”1. Bu işlemin formülasyonunu Kant şöyle betimler: “ancak aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin maksime göre eylemde bulun”…her defasında, insanlığa, kendi kişisinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun”.2 Bu formülasyon saf akılsal bir ahlak yasası vermekle birlikte öznel ve içerikli eylem maksimlerinin evrenselleşebilirliğinin ölçütüne de işaret eder. Fakat Kant’ın evrensellik formülasyonunun konumuz açısından değeri, maksimleri biçimlendiren öznel çıkar ve ilgilerin dolayımına olanak verecek şekilde eleştiriyi mümkün kılan özneler arası bağıntıya işaret etmesidir. KEUL, Hans-Klaus “Subjectivity And Intersubjectivity: Remarks On The Concept Of Freedom In Kant And Habermas”, The Jurnal Of Value Inquiry, sayı: 36, 2002, içerisinde, s: 261. 2 KANT Immanuel, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, çev. Ioanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1995, s:38, (52). 1

377

Kategorik imperatif’in evrensellik testi, bu formülasyonla moral özneye bir ödev sağlarken aynı zamanda, “seçtiğimiz maksimler ya da eylemlere bağlı olarak etkilenebilecek tüm diğer insanlara karşı yükümlülüklerimizi de belirtebilmektedir”.3 Ayrıca, öznel ilgilerin evrensel yasa formuyla “test edilmesi” işlemi, “özçıkarın, farklı özneler arasındaki iletişimsel ilgiye dönüştürülmesidir. Bu, pratik öznellikten özneler arasılığa doğru bir harekettir”.4 Böylece eylem ilkesinin akılsal temelde oluşturulan “evrenselliği (universalitas’ı) sırf herkes için bir geçerliliğe (generalitas’a) dönüşür”.5 Moral eylemlerin evrenselliğinin tesisine yönelik saf akılsal, transandantal, evrenselleştirici ölçüt olarak Kant’ın ortaya koyduğu kategorik imperatif, hak, çıkar, yasama, yasaya uyma, mülkiyet, toplum sözleşmesi, devlet gibi konuların görünür olduğu hukuk ve politika alanında, hukuksal ve politik meşruiyet sorunsalının çözümünde işleyişi bakımından model alınan ilkedir. Bu açıdan bakıldığında, ahlak felsefesinde içerikli öznel eylem maksimlerini evrenselleşebilirlik testine tabi tutan evrensel, formel, saf akılsal bir ilke ve ölçüt olarak kategorik imperatif gibi işleyecek bir ilkenin hukuk ve politika felsefesinde de tesis edilmesi, Kant’ın politik ve yasal meşruiyeti temellendirmesi için hayati önem taşır. Zira kategorik imperatif’in evrenselleştirici karakteri, özneler arası dolayım ve uzlaşım imkanını barındırdığı biçimiyle okunduğunda, Kant’ın ahlak felsefesinde cevabını aradığı soruyu da dönüştürmüştür. Kategorik imperatif kavramıyla Kant’ın cevap aradığı soru, bir arada yaşadıkları eylem alanında, eylemleri birbirlerini etkileyen öznelerin “nasıl eylemeleri gerektiği” sorusudur. Hukuk ve politika alanında tartışılan hak, mülkiyet, yasa, zor kullanma otoritesi, toplum sözleşmesi gibi kavramlara dair benzer bir sorgulamada bu soru, ‘nasıl uzlaşmalıyım?’6 sorusuna dönüşür. Dahası, “benim” ve “senin” kavramlarının yerleştirildiği diskursif bir alan olarak hukukun alanına taşındığında Kant’ın sorusu, “birlikte yaşamın normatif yapısı ve ilkeleri nedir?” sorusuna dönüşür. Kant bu soruyu hukuk felsefesinin temeline yerleştirir. Kant’ın hukuk felsefesi, ahlak felsefesiyle uyumlu olarak, moral öznelerin eylem maksimlerine uyguladıkları evrensellik testine uygun biçimde, tüm mevcut yasaların, her hak ve özgürlük talebinin otonom özneler tarafından evrenselliğinin ve meşruluğunun yargılanabildiği formel ve evrensel koşullar aramaktadır. Kant’a göre, sadece bu hukuksal koşullar rasyoneldir ve ancak bu koşullar evrensel yasalar uyarınca tüm diğerlerinin özgürlükleriyle uyumlu olan bir öznenin özgürlüğüne izin veren hukuksal koşullardır. Kant’ın vurguladığı bu formel ve evrensel ölçüt, kategorik imperatifin hukuksal karşılığıdır. Kant, bu ilkeyi şöyle tanımlar: “Herhangi bir eylem, evrensel bir yasaya uygun olarak herkesin özgürlüğüyle bir arada varolabiliyorsa veya bu eylemin maksiminde herkesin seçme özgürlüğü evrensel bir yasaya uygun olarak herkesin özgürlüğüyle bir arada varolabiliyorsa yasaldır”.7 Tıpkı kategorik imperatifin öznenin kişisel ve içerikli istencinin altında yatan eylem maksimlerini evrenselleşebilirliğe zorlaması gibi, bu saf akılsal ölçüt de pratik yaşamlarında ve toplumsallıklarında insanların hak, özgürlük ve mülkiyet taleplerinin evrenselliklerini sınayacaktır. Bu anlamda Kant, hak ve özgürlük taleplerinde saf pratik aklın rasyonel ve hukuksal bir düzenlemeyi tesis etmesine imkan vererek öznelerin formel ve evrensel bir hukuksallık durumuna girmelerinin koşullarını tanımlar. Yukarıda aktarılan evrensel hukuk ve hak tanımı, bu hukuksallığın koşullarını, hem bir evrensellik ilkesine hem de eylem maksimlerinin evrenselleşebilirliğini denetlemeye imkan veren, böylece evrensel hukuk ilkesinin özneler arası dolayımı içeren karakterine dayandırır. GUYER Paul, “Kant’ın Ödevler Sistemi”, Cogito, Yapı Kredi Yay., Sayı: 41-42, 2005, içerisinde, s:285. KEUL, Hans-Klaus “Subjectivity And Intersubjectivity: Remarks On The Concept Of Freedom In Kant And Habermas”, s: 261. 5 Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, s: 41, (58). 6 KEUL, Hans-Klaus, “Subjectivity And Intersubjectivity: Remarks On The Concept Of Freedom In Kant And Habermas,” s: 261 7 Kant, I., Metaphysics of Morals, Translation: Mary Gregor, Cambridge University Press, New York, 1991, 6:230. 3 4

378

Evrensel hukuk ilkesinin bu karakteri, mülkiyet, sözleşme ve sivil birlik kavramlarında açığa çıkar. Şimdi, Kant’ın hukuk felsefesinde böyle bir dolayımın imkanını tartışmaya olanak veren ve evrensel hukuk ilkesiyle uyumlu olma koşulunu denetleyen kavramlara göz atılması gerekir. Zira bu kavramların her biri Kant’ın hukuk felsefesinde hak ve özgürlük taleplerinin özneler arası, iletişimsel dolayımını tesis etme imkanına dayanak sağlar. MÜLKİYET Kant’ın mülkiyet kavramına yüklediği anlam, ahlak felsefesinde tikel ve içerikli eylem maksimleri ile saf akıldan çıkan yasaya ve ödeve dayanan eylemler arasındaki kategorik ayrımı yansıtır. Kant, evrensel hukuk ilkesinin alanına giren mülkiyeti, “ilk kez sahip olma” anlamında fiziksel olarak elde etme veya ele geçirme etkinliği sonucunda edinilen “geçici” mülkiyetten ayırır. Bunun yerine Kant, evrensel hukuk ilkesi tanımı uyarınca, kişilerin otonomilerini ve özgürlüklerini engellemeyen, tersine, üzerinde uzlaşımın tesis edileceği bir sahiplik ve mülkiyet hakkından yani “kavranabilir mülkiyet”ten bahseder. Kant’ın mülkiyet tanımının temelini oluşturan vurgu, bir nesnenin sadece fiziksel anlamda ele geçirilmesi, elle tutulması veya bir yerin işgal edilmesi değildir. Zira Kant, bir nesnenin veya toprak parçasının ele geçirilmesini insanın nesneler ile empirik, dolaysız bir ilişkisi olarak değerlendirir ve buna “fiziksel” veya “geçici” mülkiyet der. Mülkiyetten Kant’ın anladığı, şey ise bir nesneyi veya toprak parçasını kontrol eden veya kullanmayı isteyen insanların, aralarından yalnızca birinin söz konusu şeyleri kontrol etmesine izin vermeye razı olmalarıdır. Bunu da şöyle dile getirir: “Tek taraflı seçimimle, başka birini bir şeyi kullanmaktan alıkoymanın, ona başka türlü sahip olamayacağı bir yükümlülük yükleyemem; bu yüzden bunu ancak, bu şeye ortak olarak sahip olanların tümünün birlikte yaptıkları bir seçim aracılığıyla yapabilirim”8. Kant, alıntının da işaret ettiği gibi, Rousseaucu “edinilmiş mülkiyet” anlayışını sürdürmektedir; ancak Kant için bu durum bir yabancılaşmanın ortaya çıktığı bir durum değil tersine özneler arası bir bağın tesis edilmeye başladığı bir durumdur. Bunu şöyle de okuyabiliriz: Yabancılaşma olarak tanımlanabilecek bir “edinim”, ahlaksal bağıntının kurucu “edinim”idir. Zira “hukuk yasası, evrensel yasalar uyarınca herkesin özgürlüğü üzerine tamamen karşılıklı uzlaşımın ve zorlamanın evrensel bir ilkesi olarak da temsil edilebilir. Rasyonel hukuk, özgürlük ve zor kullanma arasındaki karşılıklı işleyiş, eşitliğin, simetrinin ve karşılıklılığın benzer yapısal karakteristiğini kanıtlar”9. Böylece Kant’ın bakış açısında mülkiyet, ona sahip olma özgürlüğü ve hakkını diğer tüm öznelerle uzlaşım sonucu elde eden bireyin hakkı ve özgürlüğünün engellenmemesi olarak hukukun konusudur. Mülkiyetin kavranabilir veya üzerinde uzlaşılmış mülkiyet olarak tanımlanmasıyla, hem kamusal bir normativitenin gerekliliği hem de buna bağlı olarak mülkiyete sahip olunacak durumun doğal durumdan ziyade hukuksal bir sivil durum olacağı ortaya çıkar. Zira fiziksel bir alıkoyma, hiçbir hukuk durumunun olmadığı doğal durumda geçerlidir. Dolayısıyla mülkiyet, özgürlüğün bir buyruğu olarak a priori sayılması gereken her adalet sisteminin vazgeçilmez bir bileşeni ve rasyonel olarak gerekli bir kurumdur. Bu yüzden Kant, mülkiyet haklarını koruma özgürlükleri uyarınca bireylerin sivil bir hukuk durumuna geçmeleri gerektiğini vurgular. A.g.e., 6:261. KERSTING Wolfgang The Cambridge Companion to Kant, edited by Paul Guyer, Cambridge University Press, New York, 1992, içerisinde, “Politics, Freedom And Order: Kant’s Political Philosophy”, s: 346. 8 9

379

Bu bağlamda, evrensel özgürlük ile çelişmeyecek her mülkiyet talebinin hukuksallığının dayandığı özneler arası dolayım, kendisini evrenselleştirici ilke olarak sunmaktadır. Bu evrenselleştirici ilkenin gerektirdiği dolayımın imkanı da Kant’ın hukuk felsefesinde uzlaşımın olanağını teminat altına alan sivil birlik ve bu birliğin kurucu unsuru olan toplum sözleşmesidir. Kısacası Kant, sözleşme idesiyle “…geçici mülkiyetin var olabildiği doğal durum ile mülkiyetin teminat altına alındığı sivil durum arasındaki farka işaret eder”10. Bu farklılık, özneler arasında tesis edilebilecek bir uzlaşımın hem imkanını sağlayacak hem de gerekliliğini verecek sivil bir birlikte kendisini gösterir. SÖZLEŞME Kant, bir devleti tesis eden eylemin veya böyle bir eylemin meşruiyetini tasarlayanın, insanların ortak bir birliğin üyeleri olmayı sürdürmeleri için kendi dışsal özgürlüklerinden feragat ederek oluşturdukları toplum sözleşmesi olduğunu kabul eder11. Yine de Kant’ın en temel iddiası, sivil topluma girme zorunluluğumuz olsa bile eğer bu edimimiz sivil topluma girmek adına otonomimizi bırakmamızı gerektiriyorsa böyle bir zorunluluğun olamayacağıdır. Burada karşılaşılan sorun, politik otorite ve otonomi arasındaki gerilimdir. Kant bu gerilimi, ahlak felsefesinde saf akılsal yasaya uygun şekilde eyleyerek her türlü dışsal bağımlılıklarından kurtulmuş ve kendi yasasını kendi koyan otonom moral özneye diğer öznelerin maksimlerini de dolayıma sokmaları otoritesini buyurarak çözmüştü. Zira dıştan gelen her türlü tahakkümü otonomi yoksunluğu olarak dışlayan Kant, zor kullanma otoritesi ile otonomi arasındaki gerilimi, Hobbes’un belirttiğinin tersine yani tüm haklardan ve özgürlüklerden feragat edilmesi yerine otonomi ile otoritenin bütünüyle karşıt olmadığını göstererek çözer. Dahası, otonomi, hak ve zor kullanma otoritesi bir ve aynı şeyi ifade eder. Bununla birlikte, “…diğerlerinin özgürlüğüne tecavüz etmek, özgürlüğün genel kuralıyla uyuşmaz olduğundan dolayı Kant, zor kullanma kavramına pekiştirme kavramına uygun bir anlam yükler”.12 Zira bu pekiştirme, öznelerin özgürlüklerinin engellenmesinin engellenmesine yönelik özgürlüğe, hakka ve zor kullanma otoritesine ilişkin bir pekiştirmedir. Zor kullanma otoritesi ve otonomi arasında Kant’ın tesis ettiği ilişki tarzı, Kant’ın evrensel hukuk ilkesinin ve dolayısıyla da bu ilkeden türetilen hukuksal ödev ve yükümlülüklerin zorlama yoluyla uygulanmasını gerekçelendirmektedir. Zira Kant zor kullanmayı şöyle tanımlar: “…bir etkinin engellenmesine karşı koyan direnç, bu etkiyi destekler ve onunla tutarlıdır, baskı, özgürlüğe karşı bir engelleme veya dirençtir ve özgürlüğün belirli bir kullanımının kendisi, evrensel yasalara uygun gelen özgürlükle tutarlıdır, yani yasaldır”.13 Bu vurgu, zor kullanmanın sadece özgürlüğün evrensel yasalara uygun olan kullanımını engelleme girişimlerini önlemek için zorunlu olduğu durumlarda haklı görülebileceğini işaret eder. Ama bu şekildeki bir ahlakın temelini oluşturan, yani evrensel yasalara uygun gelen özgürlüğün kullanımının koşulsuz değerini belirleyen şey, evrensel özgürlükle uyumlu bir eylemin özgürlüğünün korunmasına dayanan buyruktur. Dolayısıyla burada korunmak istenen ilke, otonomi, özgürlük ve “özgürlüğün engellenmesinin engellenmesi” olarak bir zor kullanma otoritesidir. Bu noktadan itibaren otonomi ve zor kullanma otoritesini birbirleriyle çelişmeyen kavramlar olarak belirleyen Kant, hukuk aracılığıyla bu iki kavramı özdeşleştirir ve bu özdeşleştirmeyi toplum sözleşmesi çatısı altına alır. 10 11 12 13

HUTCHINGS Kimberley, Kant Critique and Politics, Routledge, London, 1996, s: 43. RILEY Patrick, Will and Political Legitimacy, Harvard University Press, 1982. s:125. PATTERSON Dennis, A Companion To Philosophy Of Law And Legal Theory, Blackwell Publishing, 1996, s:343. KANT, I., Metaphysics of Morals, “Doctrine of Right”, Introduce, D, 6:231.

380

Kant, modern politika felsefesinde, meşruiyet teorisinin temel kavramı olan sözleşmeyi hem hukuk felsefesinin hem de politik etiğin temel bir normuna dönüştürür. Kant’ın toplum sözleşmesine kattığı anlam, hem otonominin hem de zor kullanma otoritesinin evrensel özgürlük ilkesine uygunluğunu test edip zor kullanmanın keyfi kullanımlarını denetlemektir. Bu yönüyle Kant’ın sözleşme idesi, ahlak felsefesinden bilinen “evrenselleştirilebilirlik testi”nin bir varyantı olarak hukuk felsefesinin önemli bir temelini oluşturur. Zira hukuk alanında sözleşme ideası da her öznenin söz konusu rasyonel evrensel yasayı tanıyıp tanımadığını denetleyecektir. Bu açıdan bakıldığında, Kant için “hukuk öğretisinin görevi, hukukun ödevleriyle uyumu meydana getirmek için dışsal yaptırımın uygulanmasına moral şekilde izin veren koşulları belirtmektir”14. Ahlak felsefesi ile hukuk felsefesinin temel kaygı ve kavramsallaştırmaları arasındaki ilişkiye vurgu yapılırken bazı noktaların gözden kaçmaması gerekir. Kant, dışsal yaptırımı düzenleyecek moral koşulları betimlerken de, genel moral ile yasal meşruiyet arasında ayrım yaparken de, ahlak yasaları ve hukuk yasaları arasındaki ayrıma işaret eder. Bu ayrımlar, genel olarak kategorik imperatif’ten çıkan yasa ve ödevler ile evrensel hukuk ilkesine uygun olan hukuksal ödev ve yasaların temel kaygıları arasında kurulacak benzerliğin göz ardı edilmesini gerektirmez. Hukuk yasaları sadece dışsal uyuma yönelirken moral yasalar, ödev veya moral yasaya saygı ve iradenin belirlenim alanını oluşturur. Yasanın bu her iki türü, doğa yasasının tersine özgürlüğün yasalarıdır ve bu yüzden onların geçerliliği moral yasayla uzlaşımda bulunur. “Moral biçimde hukuk yasası, ahlak yasası olabilecek bir yasa olmak (çünkü tüm yasalar yasamanın aynı ilkesi tarafından belirlenir) zorunda olsa da hukuksal yasalara başka bir perspektiften bakılabilir, yani onların kapasiteleri dışsal onay aracılığıyla temin edilen bir uyuma sahip olan hukuk haline gelir”.15 Dolayısıyla Kant’ın hukuk felsefesi, ikili bir temele sahiptir: Bir yandan hukuk felsefesinin normatif gerekçelendirilmesi kategorik imperatif’in akılsal, evrensel ve formel karakteri sayesinde otonom moral özneler olarak her insanın eşiti olan diğerlerine referans eder. Diğer yandan da hukuk düzeninin olgusal zorunluluğu, toplumsal bir arada yaşamlarında insanların pratik koşullarına dayanır. Bu pratik koşullar, özellikle Kant’ın dünya yurttaşlığı ve ebedi barış kavramsallaştırmalarında görünür hale gelir. Kant’ın hukuk felsefesi, özneler arası bir dolayım temelinde kamu hukuku ve devletler arası hukuk boyutuna dünya yurttaşlığı hukukunu da eklemler. Bu sayede Kant, ebedi bir barış idealini tesis edecek nitelikte bir müzakere, kamusallık ve iletişimi “aleniyet” ve “aklın kamusal kullanımı” kavramsallaştırmalarında aramanın imkanını verir. EBEDİ BARIŞIN İLKESİ OLARAK ALENİYET Ahlak, hukuk ve politika arasında bir birlik fikri sunan Kant, bu yönüyle politikayı ve hukuku pratik felsefeye, daha doğrusu önceden de belirtildiği gibi, saf pratik aklın kendisine dayandırmıştır. Bu vurgu, Kant’ı kamu hukuku, devletler hukuku ve dünya yurttaşlığı hukuku çerçevesinde ahlak, hukuk ve politika arasındaki uyum düşüncesinin kendisinden doğan transandantal bir ilkeye götürür. Bu ilke, Kant’ın deyimiyle, “kamuoyu önünde açık açık dile getirme; aleniyet”16 ilkesidir. Kant, bu ilkeyi evrensel bir hukuk ve adaletin ilk koşulu olarak görmektedir. Kant için insanların birbirlerini etkileyecek eylem ilkelerinin açıkça gözler önüne serilmesi, yani aleniyet ilkesi, insanlara eylemleri ve hukuksal her türlü iddiayı yargılamalarının a priori akılsal ölçütünü vermektedir. BAYNES, Kenneth, The Normative Grounds of Social Criticism, State University of New York Press, New York,1992, s: 19. 15 A.g.e., s: 19. 16 Immanuel Kant, Sürekli (Ebedi) Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme, Nejat Bozkurt (derleyen ve çeviren), Seçilmiş Yazılar, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1984, s: 261 14

381

Dolayısıyla “bu ölçütü, öne sürülen hukuksal iddianın (praetensio iuris) haklı olup olmadığını anlamak için, hemen, teorik aklın bir tür uygulaması biçiminde kullanabiliriz”.17 Böylece Kant, bir eylemin veya iddianın haklılığını veya bireysel ilgi ve içeriklerden sıyrılıp evrensel bir nitelik taşıyıp taşımadığını yani hukuksal, ahlaksal ve adil olup olmadığını yargılamada kullanılacak transandantal formülün olumsuzlayıcı karakterini şöyle betimlemektedir: “Başka insanların haklarıyla ilgili olan ve dayandığı genel kurallar apaçıklıkla (aleniyet) uzlaşmayan bütün eylem ve davranışlar hak ve adalete aykırıdır”.18 Kant’ın rasyonel hukuk ve adalet ilkesi olarak ortaya koyduğu aleniyet ilkesi, kamu hukuku, devletler hukuku ve dünya yurttaşlığı hukukunun temel, rasyonel, a priori ve transandantal ilkesini meydana getirmektedir. Bu yönüyle her hukuk türü kendi içerisinde, evrensel, formel bir özneler arası dolayımın tesisi için aleniyet ilkesi’ni de içermek durumundadır. Bunun üzerine Kant, kamu hukuku, devletler hukuku ve dünya yurttaşlığı hukuku düzeylerine temel teşkil edecek genel, a priori, transandantal kuralların zeminine aleniyet ilkesi’ni içeren formülünün pozitif karakterini ekler: “Amaçlarına erişebilmeleri için açıkça ortaya konulmaları gereken bütün kurallar, hem hukuka hem de politikaya uygundur”.19 Kant’ın betimlediği şekliyle ebedi bir barış durumunun inşa edilmesine yönelik ahlak-hukukpolitika uyumuna dayanan aleniyet ilkesi, kamunun genel amaçlarına ulaşabilmelerinde insanların eylemlerine alan oluşturacak olan hukukla ve politikayla uyumludur. Bu bağlamda Kant, her türlü maddi yasallık fikrinden, empirik, koşul ve içerikten uzak, sadece genel bir yasallık biçimi bakımından ebedi barışa yönelmeye aracılık edecek ilkelerin ele alınmasını önerir. Böylece, hukukun ve yasallığın inşa edilmesi, Kant için tikel eylem ve düşüncelerin apaçık şekilde ifşa edilebileceği ve birbirleri üzerinde tahakküm kuramayacakları bir dünya yurttaşlığı hukukuna, devletler federasyonuna ve ahlak-politikahukuk uyumuna dayanmaktadır. Bu düzeye doğru devamlı olarak geliştiği Kant tarafından işaret edilen insanların eylem ve düşüncelerini açıkça tartışmaya açabilecekleri iletişimsel ve kamusal yeterlilik düzeyine gelmeleri ise, kuşkusuz ki özneler arası kendini tanıma, birbirlerine saygı duyma ve başkasının yerine düşünme maksimleri gibi iletişimsel maksimlere göre eylemeyi ve düşünmeyi gerektirmektedir. Bu düzeye doğru yavaş ama sürekli bir ilerleme içerisinde olduğu Kant tarafından iddia edilen insanlık, gerçekleşmesi zor olsa da ebedi barışa doğru ilerlemektedir. Sonuçta yine barış Kant için “boş bir fikir (ide) değil, ama çözümünü yavaş yavaş elde eden ve amacına her an biraz daha yaklaşan bir sorundur; çünkü aynı ilerlemenin gitgide kısalan zamanlarda, yakın bir gelecekte gerçekleşeceğini ümit etmek gerekir”.20 Eleştirel sisteminde sürekli bir savaş durumunu Kant, düşünümsel ve pratik edimlerin farklılığını ve çokluğunu düzenleyecek akılsal düzenleyici ilkelerin ve hukukun yokluğu olarak tanımlamıştır. Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme adlı çalışmasında da devletlerarası sürekli bir savaş durumunu akla uygun bir yargılama olanağının yokluğuna dayandıran Kant, çatışmaları düzenleyecek akılsal bir düzenleyici ilke aramaktaydı. Bu da, otonom, özgür ve eşit özneler arasında birbirlerinin üzerine tahakkümü dışarıda bırakmayı ve mümkün bir müzakerenin inşasına işaret etmektedir. Dolayısıyla özneler arası ilişkilerin kurulmasına doğru atılan her adım, Kant için eleştirel felsefesinin temel kaygısına dair çözümüne ışık tutmaktadır. 17 18 19 20

A.g.e., s: 261 A.g.e., s: 261 A.g.e., s: 265 A.g.e., s: 266.

382

Bu bağlamda Kant’ın eleştirel felsefesinde özneler arasılığın çatışmaları ve savaş durumunu düzenleyici, iletişimsel ve kamusal karakteri, hemen her hukuksal, toplumsal ve politik barış arayışının temeline yerleşmiştir. Dolayısıyla barış düşüncesinin olanağının koşulu olarak Kant, ahlaksal, hukuksal, yasal, toplumsal ve politik gönderim merkezlerinin hepsinde müzakereyi mümkün kılacak aleniyet kavramına vurgu yapmaktaydı. AKLIN KAMUSAL KULLANIMI Kant’ın Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme adlı çalışmasında üzerinde durduğu aleniyet ilkesi, bireysel koşullu ilgilerden sıyrılmış evrensel iletişim maksimleri uyarınca insanların karşılıklı müzakerelerinin koşullarını içerir hatta tarafları buna zorlar. Bu koşullar, düşüncelerin ve eylemlerin geniş bir alana hitap etmesinin gerekliliğini vurgular. Yani aleniyet ilkesi, içerisinde insanların düşüncelerini ve eylemlerini kamu önünde özgürce ifşa edebilmelerini içerir ve böylece geniş bir alana yönelmeyi gerektirir. Bu da kuşkusuz ki insanın kendisi adına konuşmayı da içerecek şekilde daha geniş bir alana doğru düşüncesini ve eylemini ifşa etmesini getirir. İfade ve eylemin aleniyeti, insanların akıllarını bireysel ilgileriyle sınırlamayıp geniş bir alana yönelik düşünme, konuşma ve eyleme olanağını verecek şekilde kullanmalarını gerektirir. Kant’ın ahlak felsefesinin temel problemini teşkil eden eylemlerin evrenselliğinin ölçütünü inşa etme çabası ancak böyle gerçekleşebilecektir. Evrensellik, özneler arasılık, kamusallık ve iletişim, insanların düşüncelerinin genelleşebildiği ölçüde kurulabilecektir. H. Arendt’in belirttiği gibi, “kişinin düşüncesinin erişim alanı ne kadar geniş olursa -aydınlanmış bireyin farklı bakış açıları arasında hareket etmesini sağlayacak alan ne kadar geniş olursa- düşünmesi de o kadar geniş olacaktır”.21 Kamusal alanda aklını kullanan insan, diğer insanları da kendisine muhatap olarak almak zorundadır. Dolayısıyla bu, diğer insanların eylem, hak ve özgürlüklerini varsaymayı öngören bir iletişimin ve özneler arasılığın kurulmasını işaret eder. Bu yönüyle Kant, ebedi bir barış durumunun inşası için aleniyet ilkesi’ni, ahlak-politika uyumuna, hukuka ve yasallığa dair a priori, transandantal, evrensel bir temel olarak koymakla, öncesinde özneler arası karşılıklı tanımaya ve iletişime dayanan bir zemin üzerinde ebedi barışın yapılandırılmasını mümkün görmekteydi. Aslında Kant’ın politikanın düzenleyici ilkesi olarak sunduğu aleniyet ilkesi, temelde aklın kamusal ve özel kullanımı arasındaki ayrıma değinmeyi gerekli kılmaktadır. Kant, “ergin olmama durumundan kurtulma” süreci olarak gördüğü Aydınlanma’yı, “aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü”22 ne dayandırmaktaydı. Aydınlanma’nın dayandırıldığı bu özgürlük, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme adlı çalışmada daha önce aktarılan aleniyet ilkesi’nin karakteriyle uyumludur. Aleniyet ilkesi’nin içerdiği kamu önünde açık seçik olma karakteri, Kant’ın aklın kamusal ve özel kullanımı arasında yaptığı ayrımla ilişkilendirilirse daha iyi anlaşılabilir. Kant’ın Aydınlanma Nedir? Sorusuna Cevap adlı çalışmasında yaptığı ayrım şöyledir: “Kendi aklını kamu hizmetine kullanmaktan (der öffentliche Gebrauch), bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini, yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum. Aklın özel olarak kullanılmasından da kişinin, kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde, kendisine emanet edilen topluma ilişkin bir hizmeti ya da görevi yerine getirmesi diye anlıyorum. İmdi kamunun çıkarlarını H.Arendt, “Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Notlar”, Cogito, 41-42, Kış 2005, s: 342. Immanuel Kant, Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt, Seçilmiş Yazılar, Nejat Bozkurt (derleyen ve çeviren), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984, s: 215. 21 22

383

etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma gereğince ve hükümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve hiç değilse onu ortadan kaldırmayacak şekilde, kamunun bazı üyelerince kullanabilecek bazı işlemlere, belirli mekanizmalara gereksinme duyulur. Bu gibi durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz izin verilmez, itaat etme kesin emirdir. Fakat, kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir insan, yine kendisini bir topluluğun üyesi, hatta evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünmesine dayanarak yazılarıyla kamuya yönelir ... Üstlerinden aldığı bir emir üzerinde, onun yararlılığı ya da yararsızlığa ilişkin olarak akıl yürüten bir subayın durumu tehlikeli ve zararlıdır, onun ödevi yalnızca itaat etmektir. Fakat eğer bu konuda doğru olmak gerekiyorsa, bir bilgin olarak onun askerlik hizmetinin yanlışları üzerindeki eleştiri ve düşünceleri ve bunları kamu önüne yargılanması için götürmek istemesi yasaklanamaz... Yine aynı şekilde bir papaz da hizmetinde bulunduğu kilisenin öğretileri ile uygunluk ve uyum içinde işi gereği kilisenin inançlarını cemaatine ve halkına öğretmekle yükümlüdür. Fakat bir din bilgini olarak o, bu inançları pekala eleştirebilme özgürlüğüne ve daha fazlasına sahiptir... rahip olarak aklını kamu hizmetinde kullanırken, aklın herkes için kullanımının ve kendi adına konuşmanın sınırsız özgürlüğünden yararlanır”.23 Yukarıda betimlenen aklın kamusal ve özel kullanımına dair ayrım, Kant’ın aklın kendisi dışarısında başka bir rehberliğe ihtiyaç duymaması koşuluyla bağlantılı olarak aklın otonom ve özgür kullanımını işaret etmektedir. Kant, aklın özel ve kamusal kullanımı arasındaki ayrımla, aklın kendisine dışsal her türlü otoriteye bağlılığını dışta bırakan, diğer yandan da insanların fikirlerini kendi aralarında tartışabilecekleri böylece otonom ve özgür düşünce yetilerini geliştirebilecekleri eleştirel bir ifade sürecinin imkanını oluşturur. Otonom ve eleştirel düşünme yetilerinin gelişmesi ve böylece insanların haklarının ve özgürlüklerinin dile getirilmesi sürecine tekabül eden bir müzakere tesis edilecekse, Kant için kuşkusuz ki bu süreç herkesi kapsamaktadır. Böylece, farklı düşüncelerin karşılıklı ifade edilmesiyle ortak akıl yürütme biçimleri içerisinde ortaya çıkabilecek iletişimsel bir süreçten bahsedilir. Bu süreç, insanların ortak düşünme edimlerini ortaya çıkarabilmeye yönelik düşünce yetilerinin gelişimi olarak betimlenen Aydınlanma’nın da kendisidir. Karşılıklı etkileşimle inşa edilebilecek bu süreç, hem Aydınlama’yı hem de beraberinde iletişimselliği ve toplumsallığı işaret etmektedir. Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü üzere Kant’ın amacının, aklın kamusal kullanımıyla herkesin fikirlerinin alenen kamunun gözleri önüne serilmesine olanak veren ve insanların fikirlerinin tartışılabileceği bir alanın olanağını sunmak olduğu söylenebilir. Diğer yandan Kant, aklını kamusal olarak kullananları bilginler’le, bunların edimlerini de yazma etkinlikleriyle, bu etkinliklerin yöneldiği alanı da okuyucular’la ve entellektüeller’le sınırlandırmış görünür. Kuşkusuz ki bu, geniş bir kitlenin kapsanmasına olanak vermeyecektir. Çünkü fikirlerini ifşa edenler, fikirlerini okuyucularla sınırlamış olacak ve dolayısıyla zorunlu olarak bu kesimin dışarısında kalanlar da olacaktır. Bu, Kant’ın eleştirileceği önemli noktalardan biridir. Fakat önceden de serimlenmeye çalışıldığı gibi, herhangi bir kesimin veya gücün tekelini eleştiren Kant’ın, aklın kamusal kullanımını, özneler arasılığı ve iletişim olanağını belirli ve sınırlı bir kesimin eline verdiğini düşünmek çok doğru olmaz. Kant, tüm eleştirel felsefesinde, özellikle de “aklın ergin olmama durumundan kurtulma çabası” olan Aydınlanma tanımıyla, insanların ve devletlerin herkesin önünde açıklık ilkesiyle barış hukukuna, bir iletişime ve özneler arasılığa doğru ilerlemesini vurgulamıştır. 23

A.g.e., s: 217

384

Bu yönüyle Kant, aklın ve insanoğlunun özneler arasılığa ve kamusallığa doğru gelişimini yavaş ama devamlı bir süreç olarak görmektedir. Kant, kendi çağını Aydınlanmayı tamamlamış değil, “aydınlanmakta olan” bir çağ olarak betimlemiştir. Dolayısıyla Kant’a göre, sürekli olarak gelişen insanlık ve akıl, Aydınlanma’ya giden yoldaki akla dışsal tüm bağımlılıkları yavaşça aşmakta ve “insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bu ergin olmayış durumundan kurtuluşuyla ilgili güçlükler yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır”24. Aydınlanma’nın gerçekleşme süreci içerisinde Kant, herkesin, aklını kamusal kullanan, eleştiriyi teorik ve pratik edimlerinin temeline koyan bilginlerin ve okuyucuların düzeyine doğru Aydınlanmasıyla iletişimsel, özneler arası ve kamusal bir karakterin insanoğlunda belireceğini belirtir. Bu süreç yavaş ama sürekli olduğu için Kant, mevcut durumda değil, ileride olması gereken bir şeyi ifade etmektedir. Aynı zamanda, bu düzeye doğru ilerleme, hangi çağda yaşamış olurlarsa olsunlar, Kant’ın bakış açısıyla, insanların bir sonraki kuşaklara dair kayıtsız kalamayacakları bir yükümlülük25 olarak görülür. Bu yükümlülük eğer ebedi barış isteniyorsa iradi olarak üstlenilmelidir. Bu yönüyle ebedi barışa doğru insanların yavaş ama sürekli ve birlikli ilerleyişi, Kant’ın terminolojisindeki anlamıyla, bir ödev olarak görülebilir. Bu bağlamda, ebedi barış düşüncesi bir “ufuktur... gerçekleştirilmeye güçsüz olunsa da geriye bir ödev ve görev kalır”26. SONUÇ Tüm bu serimlemeler ışığında, kuşkusuz ki Kant’ın sisteminin pek çok noktada eleştirildiği söylenebilir. Bu eleştiriler, değerli eleştiriler olmakla birlikte ayrı bir mesai gerektirir. Bu çalışmada amaçlanan şey Kant’ın günümüz müzakereci demokrasi tartışmalarına ışık tutacağı düşünülen kavramların altını çizmekti. Bu amaç doğrultusunda, çalışma boyunca Kant’ın eleştirel sisteminin genel karakteriyle uyumlu olduğu düşüncesiyle hukuk felsefesi içerisindeki hak, mülkiyet, sözleşme, dünya yurttaşlığı ve ebedi barış kavramlarının özneler arası, kamusal bir müzakereye imkan sağlayan yanları ele alındı. Bu kavramlar, hukuk felsefesi tarihinde daha önce de tartışılmıştır. Felsefe tarihinde gerek liberal gerek cumhuriyetçi doğal hukuk kuramlarını biçimlendiren yasallıkmeşruluk sorunsalıyla ilişkili olan söz konusu kavramlar günümüzde hala tartışılan kavramlardır. Müzakereci demokrasinin politika ve hukuk alanında görünür olmasını sağlayan, mülkiyet hakkı, yasa yapma etkinliğine katılım, ifade özgürlüğü, farklı niteliklerin veya kimliklerin, talep ve iddiaların bir arada varolabileceği sivil demokratik bir kamusallığın nasıl tesis edileceğidir. Bu açıdan bakıldığında hukuk felsefesi tarihinde tartışılmış olan meselelerin günümüzde hala tartışılmaya devam edildiği göz ardı edilemez. Dahası, hukuk felsefesinin kadim sorusu olan yasallık-meşruluk sorunsalı müzakereci demokrasinin temeline konduğunda, bu sorunsalın çevresinde ortaya çıkan kavramlar ve argümanlar ele alınmadan bir tartışmaya girilmesi doğru olmayacaktır. Sonuç olarak, hem yasaların meşruiyetinin kaynağına hem de müzakereci demokrasiye dair sorgulamaya ışık tutabilecek kavramları ele alışı bakımından Kant’ın önemi inkar edilemez. Zira söz konusu sorgulamayı kendisine konu edinen pek çok figürün araştırmalarında yol gösterici olarak Kant’a başvurmaları dikkate değerdir. Burada sadece isimleri verilmekle yetinilecek olan Arendt, Rawls, Habermas ve Dworkin’in gerek eleştirerek gerek olumlayarak Kant’a başvurdukları açıktır.

A.g.e., s: 219 KANT Immanuel, “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”, çev. Uluğ Nutku, Artı Bilim Kültür ve Sanat Dergisi, Adana, Eylül, 1992, s: 28. 26 Jörg Flsch, “When Will Kant’s Perpetual Peace Be Definitive?”, Jurnal Of The History Of International Law, vol: 2, Netherlands, 2000, içerisinde s: 18. 24 25

385

Müzakereci demokrasinin zorunlu olarak ele alacağı özneler arası, kamusal, otonom bir iletişime, ifade özgürlüğüne ve eleştiriye dayalı müzakere imkanının tesisine dair bir tartışmanın Kantçı uğrağı yok sayılamaz. Kısaca söylemek gerekirse, müzakereci demokrasiye ilişkin bir tartışma Kant’a karşı ya da Kant ile yapılabilir fakat Kant ve onun eleştirel felsefesi olmaksızın yapılamaz. KAYNAKÇA ARENDT Hannah, “Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Notlar”, Cogito, 41-42, Kış 2005. BAYNES, Kenneth, The Normative Grounds of Social Criticism, State University of New York Press, New York,1992. GUYER Paul, “Kant’ın Ödevler Sistemi”, Cogito, Yapı Kredi Yay., Sayı: 41-42, 2005, içerisinde. KANT Immanuel, Sürekli (Ebedi) Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme, Nejat Bozkurt (derleyen ve çeviren), Seçilmiş Yazılar, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1984. HUTCHINGS Kimberley, Kant Critique and Politics, Routledge, London, 1996. JÖRG Flsch, “When Will Kant’s Perpetual Peace Be Definitive?”, Jurnal Of The History Of International Law, vol: 2, Netherlands, 2000, içerisinde. KANT Immanuel, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, çev. Ioanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1995. KANT Immanuel, Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt Seçilmiş Yazılar, derleyen ve çeviren Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984. KANT Immanuel, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi, çev. Uluğ Nutku, Artı Bilim Kültür ve Sanat Dergisi, Eylül, 1992. KANT, I., Metaphysics of Morals, translation: Mary Gregor, Cambridge University Press, New York, 1991. KERSTING Wolfgang, “Politics, Freedom And Order: Kant’s Political Philosophy”. The Cambridge Companion to Kant, edited by Paul Guyer, Cambridge University Press, New York, 1992, içerisinde. KEUL, Hans-Klaus “Subjectivity And Intersubjectivity: Remarks On The Concept Of Freedom In Kant And Habermas”, The Jurnal Of Value Inquiry, içerisinde sayı: 36, 2002. PATTERSON Dennis, A Companion To Philosophy Of Law and Legal Theory, Blackwell Publishing, 1996. RILEY Patrick, Will and Political Legitimacy, Harvard University Press, 1982.

386

IX. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE YEREL BİR BAKIŞ: TÜRK SİYASAL YAŞAMINDAKİ YERİ YEREL SİYASETİN DEMOKRATİK GELİŞİMİ-BÜTÜNLEŞİK STRATEJİK YÖNETİŞİM PRATİKLERİ: İZMİR İÇİN BİR YAKLAŞIM

Zerrin TOPRAK* ÖZET Türk kamu yönetimi yerel kamusal hizmetlerde etkinlik ve demokratik katılım unsurlarının birlikteliğini sağlama sürecinde henüz “iyi yönetim” sürecinde yönetim sıkıntılarını aşabilmiş değildir. İdarenin “bildiğini yapma” sürecinden, danışarak “bildiğini yapma” veya en azından dikkate almaya yönelik yöntem sıkıntılarını ortadan kaldıramamış kurumsal mekanizmaların, kamu, özel ve sivil ortaklıklarla birlikte karar alma ve yürütme yönteminde ne kadar başarılı olabilecektir. Bu soru bürokratik toplumsal yapıya sahip ve katkıları beklenen ortaklar açısından da sorgulanabilir bir özellik taşımaktadır. Ayrıca 2004 tarihlerinden bu yana yerel mevzuatta hükme bağlanan toplumsal katılımın eylem boyutundaki başarı ve başarısızlıklar, yerel ve ulusalda mevcut ve gelecek senaryosundaki olası tehditlerin tartışılması gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Demokratik yapılanmaların oluşturduğu huzurlu toplantı ortamlarının sağladığı fikri gelişimlere toplumun geri kalanı ne kadar hazırdır. Katılımcı pratiklerdeki eksiklikler nelerdir. İzmir Bütünleşik Stratejik Yönetim çalışmalarını 2007 yılının başlarında başlatmıştır. Bu çalışma, bütünleşik stratejik yönetişim çalışmalarının gelişimini ve devam eden müzakere sürecindeki model arayışlarını sorgulamaktadır. Bu çalışmalar yönetişime geçişin akılcı pratikleri olarak değerlendirilebilir mi? Anahtar Kelimeler: Yerel politika, bütünleşik stratejik yönetim, yönetişim, demokratik fırsatlar DEMOCRATIC DEVELOPMENT OF LOCAL POLICY – INTEGRATED STRATEGIC GOVERNANCE PRACTICES: AN APPROACH FOR IZMIR ABSTRACT The Turkish public administration has not been able to overcome administrative problems in the process of “good government” yet in the process of ensuring the togetherness of the elements of efficiency in local public services and democratic participation. The public administration has not been able to pass from the process of “doing what it knows” as the single decision-maker to the process of “doing what it knows” by consulting yet. How much successful can it be in attaining the ideal of governance in terms of decision making and executing together with public, private and civil partnerships? This question can also be interrogated in terms of the interest groups which bear a bureaucratic society and which are expected to contribute to the decision process. Moreover, the achievements and failures in terms of action in social participation, judged in local legislation since 2004, have revealed the requirements of discussing the possible threats in the present and future scenarios on local and national scales.

* Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, [email protected] 387

How ready is the rest of the society for intellectual developments provided by peaceful meeting media created by democratic structuring? What are the deficiencies in participatory practices? Izmir launched the “Integrated Strategic Government” activities at the beginning of 2007. This study interrogates the development of integrated strategic studies and the searches for model in the continuing negotiation process. Can these activities be evaluated as the rationalistic practices of passing to governance? Key Words: Local policy, integrated strategical government, governance, democratic opportunities YEREL SİYASETİN DEMOKRATİK GELİŞİMİ-BÜTÜNLEŞİK PRATİKLERİ: İZMİR İÇİN BİR YAKLAŞIM

STRATEJİK

YÖNETİŞİM

Kentlerin sağlıklı gelişmesinde birey ve topluluğun yeri nedir? Bireyler, “kadın ve erkek” olarak demokrasinin getirdiği dayanışma duygusunu ne kadar paylaşmaktadır? Toplumsal sorumluluğun sağlanmasında işbirliği çok önemlidir. Bu nedenle yönetişimin gerçekleştirilmesinde öne çıkan demokratik göstergeler bu çalışmada öncelikle işlenmiştir. Demokratikleşmenin varlığını işaret eden konulara “merkezi ve yerel yönetimler” ne kadar dikkat etmektedir, toplum her düzeyde ne kadar sahip çıkmaktadır? Bağlantılı olarak demokratikleşme göstergelerinin ne kadarının sayısal olarak ifade edilebilirliği sağlanmıştır? Bütün bu sorgulamalar, toplumun sürdürülebilirliği ile yakından ilgilidir ve kent hayatının dinamiklerini oluşturmaktadır. Ayrıca, kentlerin gelişiminde hemşerilerin ve kentteki diğer yabancı yerleşiklerin rol almasının önemi, dayanışmanın sağlanması konusuyla yakından ilgilidir. Sağlıklı kent yapılanmasında, farklı kültürel grupların varlığı, toplumsal huzurun sağlanmasında giderek artan oranda önemsenmektedir. Ancak bu konular yerelin gündeminde görülmemektedir. Önemsenmemesinin ipuçlarını ise belediyelerin stratejik planlamalarında yer almamalarında görmek mümkündür. Toplumun birlikte karar verme ve iş görme kabiliyetini sürekli öğrenme araçlarının yardımıyla geliştirmek ve sürdürebilmek, demokratik kazanımları geliştirmek ideal toplum biçimlenmesine giden iyi bir strateji olarak önemsenmektedir. Türkiye’de yasal karar alıcılar yönetimin yapısını etkileyen yeni fikirleri kabul etmeye ne kadar hazırdır? Toplumsal sorumlulukta başarının derecesi, somut olarak bu amaçla geliştirilen demokratik göstergelerden az çok izlenebilmektedir. GİRİŞ; MÜZAKERECİ DEMOKRASİLERDE ETKİLEŞİM AĞLARI Devlet yönetiminde, merkezi ve yerel düzeyde, karar ve yürütme mekanizmalarında katılıma dayandırılmış iyi yönetim veya yönetişim başlıkları altında yorumlanan yeni yönetim stratejilerindeki yaklaşımlar, bizi “toplumsal sermaye” kavramına yönlendirmektedir. Ayrıca toplumsal sorumluluk konularının müzakereci demokrasi ile de bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekir. Toplumsal Sermaye Toplumsal sermaye; insanların ortak amaçları için, bireyler, gruplar ya da organizasyonlar halinde bir arada çalışma yeteneği olarak (Sargut, 2006: 1-13) yorumlanmaktadır. Toplumsal sermaye, iş hayatı, ekonomi, örgütsel davranış, politika bilimi ve sosyolojinin taşıdığı tüm unsurları merkezine alan bir değer olarak görülmektedir. Bugüne gelişerek gelen, “maddi ve manevi değerler bütünü” olarak da belirtilen “insan ve toplumsal sermaye” olgusu, ülkelerin yönetim anlayışı, yasal karar alıcıların toplumla ilişkileri gibi örgüt ve çevresi bütünlüğündeki ilişkiler ağında bir bakıma demokrasiye bakışın çerçevesini tanımlamaktadır. Toplumsal Sermaye; sosyal bilimlerde aslında

388

yeni bir kavram değildir siyaset araştırmacısı Robert D. Putnam (1970) (Putnam, 1995: 67) ve sosyolog James Coleman (1988) çalışmalarında toplumsal sermaye sözcüğünü (Karagül ve Dündar, 2006: 61-78) modern anlamda telaffuz etmişlerdir. Bourdieu “toplumsal sermaye”yi, topluma yönelik görevlerle ilişkilendirmiştir. Bu husus bir bakıma ekonomik sermayenin ve bir topluma ait olmanın onurunun yeni yönetim stratejileriyle doğrudan ilişkilendirilmesidir (Bourdieu, 1985: 241-258). Fukuyama; ortak bir amaca yönelik grup ve örgütlenmeler sayesinde insanların iş yapabilirliğinin sağlanması (Fukuyama, 2005: 26) olgusunu önemsemiştir. Özetle toplumsal sermayeyi sorgulayanlar normlar, toplumsal güven, eşgüdüm ve işbirliğinin yaygın olarak sağlandığı ilişkiler ağının birleşimindeki toplumsal örgütlenmeye dikkat çekmişlerdir. Toplumsal sermayeden etkin bir biçimde faydalanabilmek için öncelikle, beşeri sermayeye ihtiyaç duyulmaktadır ve etik toplumsal değerler, demokrasinin etkili işletilmesini sağlamaktadır. Müzakereci Demokrasi Sadece oy verme sistemine dayalı, bireysel çıkarları ve tercihleri toplama yöntemlerine dayanan demokratik kurumsal düzenlemelerin, toplumun bütününe yönelik siyasi sonuçlar oluşturamadığı görüşü giderek toplumda daha yaygın kabul görmeye başlamıştır. Mal ve hizmet dağılımına aracılık eden demokratik kurumlar memnuniyet yaratmamıştır. Daha iyi bir çözümü, oyların toplandığı bir demokrasi yerine, daha iyi bir müzakere sisteminin işletilmesi ve toplumsal oydaşmanın sağlanmasında aramak gerektiği fikri giderek öne çıkmaktadır. Bu tercihin adresi ise, kendiliğinden bireylerin ve kurumların ikna olmasını ve uzlaşmasını sağlayacak bir “müzakere” ortamının varlığıdır. Yalnızca meclislerde, farklı partiler arasındaki diyalogların geliştirilmesine yönelik yapılmak istenen değişiklikler pek çok siyasal düşünür tarafından tatmin edici bulunmamaktadır. Destekleyici olarak, vatandaşların ilgili bilgileri paylaştığı, toplumsal işler hakkında konuştuğu, toplumla ilgili görüşleri oluşturduğu ve siyasal süreçlere katıldığı bir modele ihtiyaç bulunmaktadır. Demokrasinin katılımcı mekanizmalarını destekleyecek, “toplumsal danışmaya dayalı” bir sistem olarak “müzakereci demokrasi” uygulamaları (Sitembölükbaşı, 2005: 139-162) giderek popülerleşmektedir. Müzakereci demokrasinin iddiası, siyasetle ilgili elde edilen bilgilerin ve siyasal konuşmaların bireylerin kapasitelerini arttırdığına yöneliktir. Bağlantılı olarak toplumsal katkılarının müzakerelerin niteliğini artıracağı düşünülmektedir. Bilgi toplumu yapılanması içinde gelişen ve oydaşmayla oluşan görüşler, doğal olarak karar mekanizmalarının da kalitesini etkileyecektir. Müzakereci demokrasinin ideal ilkelerini ya da taşıması gereken özelliklerini Habermas; doğrulukları sınanan önermeler, dışlamanın olmadığı halka açık toplantılar, kararlardan etkilenecek olan herkesin müzakerelere katılımı, baskı olmadan müzakerelerin tüm boyutlarıyla (bilgilenmek, katkıda bulunmak, eleştiri getirmek vb)değerlendirilmesi ve katılımcıların eşitliğini korumak, müzakerelerde mantığa dayalı uzlaşmayı hedeflemek ve kural olarak şartsız olarak devam ettirmek veya herhangi bir zamanda gerektiğinde bekletmek, siyasal müzakereleri herkesin eşit çıkarlarını düzenleyebilecek şekilde ve ihtiyaçlara uygun belirlenmek, ön yargılı siyasal tutumların ve tercihlerin değiştirilmesini hedeflemek, müzakerenin sonuçlarının temel özgürlük ve adil fırsat ilkelerine aykırı olmamasını sağlamak (Greiff, 2000: 403) ana başlıklarında belirlemiştir.

389

Kurumsal işbirliği demokrasinin araçları olan, katılım, iyi yönetim ve yönetişim pratikleri çok yönlü analiz gerektirmektedir. Bu terimlerin ortak özellikleri demokrasinin içselleştirilmesi ve siyasi kültürün olgunlaşmasıyla ilgilidir. Belki bu şekilde bir ifadelendirme anlamsal olarak kapalı gelebilir. Literatürde katılımcı demokrasi anlayışının gelişmesine bağlı olarak ülke pratikleri üzerinden yapılan değerlendirmeler kavramların birbirine geçişmesine yol açmaktadır. Kavramları netleştirmek için, birbiriyle olan bağlantılarının dayanaklarının felsefi temellerinin ortaya konulması önem taşımaktadır. Devlet yönetiminde belirlenmiş kurallar ve görevlerin yerine getirilmesi için ulusal ve yerel düzeyde örgütlenmeler bulunmaktadır. Modern kamu yönetimlerinde, yerel ve merkezi düzeyde hizmet sunan bu örgütlerin faaliyetlerinde “hizmetlerde etkinlik” ve “demokratik katılım” temel referanslardır. Bu iki temel unsurun toplum yararına işleyişini geliştirmek ve işlevsel kılmak için katılımı sağlayan mekanizmalar üzerinde sürekli çalışılmaktadır. TÜRKİYE MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN NERESİNDE?- DEMOKRATİKLEŞME GÖSTERGELERİ Müzakereci demokrasinin önemli faktörleri olan olarak katılım göstergeleri ile yönetişim göstergeleri Türkiye’de yeni yeni kamu yönetiminin ilgi alanına girmektedir. Katılım Göstergeleri; 1.

Yeni tekniklerin benimsenmesi, hizmet ve kolaylıklardan yararlanılması,

2.

Yerel kaynakların ve dış yardımların topluluk sorunlarını çözmek için kullanılması,

3.

Yerel girişimciliğin ve liderliğin gelişimi,

4.

Yerel topluluğun, seçimlere katılımı, gönüllü olarak çalışma gruplarında yer alması

şeklinde özetlenebilir. Öte yandan toplumdaki tüm aktörlerin/ilgi gruplarının izlenebilmesi ve karar mekanizmaları içinde birlikte yer alma tercihi, yönetişimin çeşitli boyutlarını ortaya koymaktadır. Nitekim; •

Etkili, bağımsız ve izlenebilir şeffaf bir “idari yönetişim”



Vatandaşın politik, sosyo-ekonomik ilgisinin koruduğu ve biçimlendirdiği çevre sağlığı, özgürlük, güvenlik ve daha iyi bir toplumsal yaşam için kültürel ve moral değerlerin çevrelediği “toplumsal yönetişim” yönetişimin farklı boyutlarıdır.

Yönetişim göstergeleri içinde ilgi gruplarının bir araya gelerek kamu hizmetlerinde etkinlik ve performansını artırmasının sağlanmasına yönelik geliştirilmiş idari işlemler yer almaktadır. Toplumsal işbirliği göstergelerinin geniş açılımı( Brillantes, Reforma ve Reyes, 2007: 13); •

Kamunun bilgilendirilmesi, görüş alışverişleri



Fonksiyonel Yerel Kalkınma Konseyi, teknik sivil toplum örgütü üyeleri ile kurumsallaştırılmış “Performans İzleme ve Değerlendirme Kurulları”



Özel sektör, STK ve sivil toplum katılımıyla oluşan programlar ve aktiviteler ile yararlanıcıların her zaman katılabileceği program ve süreçler olarak listelenebilmektedir.

Bayındırlık ve İskan Bakanlığının çalışmalarında “yönetişim” göstergeleri ile “katılım göstergeleri” bir arada listelenmiştir (Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, 2008: 109) . Birbiriyle bağlantılı

390

olarak sürdürülebilir demokratik devleti oluşturma amaçlı Dünya Yönetişim Göstergeleri(WGI) projesinde 212 ülke ve bölgede 1996-2007 döneminde yönetişimin altı boyutu (http://info.worldbank. org/governance/wgi/index.asp, erişim: 17.02.2009); çok aktörlü katılım ve sorumluluk, yozlaşmanın kontrolü, ülkede politik istikrar ve şiddetsiz bir ortam/güvenliği sağlanmış toplum, kamu hizmetlerinde etkililik, sürekli kalite, hukuk devleti olarak listelenmiştir. Belirtilen konular kuşkusuz sürdürülebilir demokratik devlet yönetiminin kurumsal olarak denetlenmesine yönelik yapılanma gerekliliği ile doğrudan bağlantılıdır. Kötü yönetimden kaynaklanan usulsüzlüklerin giderilmesi, kamu denetçiliği (ombudsmanlık) kurumunu öne çıkarmaktadır (Abdioğlu, 2007: 79-85). 13 Ekim 2006 tarih ve 5548 sayılı “Kamu Denetçiliği Kurumu Kanunu” yürürlüğe girmiş ancak Kanunun temel maddesi olan Geçici 1.maddesinin yürütmesi durdurulmuştur (Anayasa Mahkemesi 27.10.2006 tarihli E:2006/140 ve K:2006/33) ve nihayetinde Kanunu Anayasa Mahkemesi oybirliği ile iptal etmiş (2008, Aralık) ve “yokuş yukarı bir mücadele” kaybedilerek sona ermiştir. Kentsel sürdürülebilirlik, beşeri sermaye ile yakından ilişkilidir. Ülke ölçeğinde rekabetçilik seviyesinin ölçülmesinde kullanılan göstergeler içinde, “beşeri sermaye değişkenleri” de temel bir grubu oluşturmaktadır. Uluslararası Yönetimi Geliştirme Enstitüsü(International Institute of Management Development-IMD) analiz yaparak geliştirdiği metodik yaklaşımlar çerçevesinde kullanılabilecek çeşitli değişkenleri önermektedir (http://www.imd.ch/research/centers/wcc/ research_methodology.cfm, erişim: 23.02.2009). Devletin Etkinliği içinde bir alt gösterge olarak “Toplumsal Çerçeve” ortaya konulmuştur. Toplumsal Çerçeve göstergeleri ise, ülkede adaletin sağlanması, kişisel güvenlik ve özel mülkiyetin korunması, toplumda yaş dağılımı, siyasi istikrarsızlık, toplumsal uyum, gelir dağılımı, eşit fırsatların mevzuatla tanınması, kadınların mecliste ve karar alma mekanizmalarında yer alması, cinsiyete göre gelir oranları olarak gösterilmiştir. Türkiye’de Devlet Planlama Teşkilatı(DPT), Nüfus, Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla, … Okul, Öğrenci ve Öğretmen Sayısı, Sağlık Göstergeleri, Taşıt sayısı gibi refah göstergelerini dikkate alarak, iller için sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasını (http://ekutup.dpt.gov.tr/bolgesel/gosterge/1999/, erişim: 23.02.2009) oluşturmaktadır. Bu göstergelerin işaret ettiği konular, toplumsal sermayeye ilişkin temel bilgileri vermemektedir. Genelde, ekonomi ve istihdam ile ilgili göstergelerdir. Uluslararası Rekabet Araştırmaları Kurumu(URAK), tarafından yayınlanan bir çalışmada(Uluslararası Rekabet Araştırmaları Kurumu, 2008: 14, 64) il düzeyinde “düzenli yayınlanabilen” veriler dikkate alınarak, Türkiye’de illerarası rekabet endeksi oluşturabilmek için dört ana değişken belirlenmiştir. Bu değişkenler; Beşeri Sermaye ve Yaşam Kalitesi, Markalaşma Becerisi ve Yenilikçilik, Ticaret Becerisi, Erişilebilirliktir. Beşeri Sermaye ve Yaşam Kalitesi Değişkenleri; Yüksek eğitimli kişi sayısı, teknik eğitim alan öğrenci sayısı, üniversiteyi kazanma oranı (Öğrenci Seçme Sınavı), kişi başına düşen hastane yatağı sayısı, kişi başına düşen hastane yatağı sayısı, kişi başına düşen otomobil sayısı, kişi başına mevduat, kişi başına ilde işlenen suç miktarı, kentleşme oranı, ilde süper lig ve yükselme ligi takımı ve 5 yıldızlı otel olup olmadığına yönelik mevcut sayısal değerlere dayanılarak(Aklin, Bulu ve Kaya, 2007: 226) illerin gelişmişliği belirlenmiştir. Görüldüğü gibi, Türkiye’deki kurumsal anonslarda, gerek katılım, gerekse yönetişim göstergeleri farklı değerlendirmeler ile izah edilmektedir. Bu göstergelerin sayısal değerleri, kamu

391

yönetiminin başarı ya da başarısızlığını göstermektedir. Ancak, göstergelerin ne kadarı sürekli olarak ölçülebilmekte ve rakam ile ifade edilebilmektedir? Türkiye henüz yaşam kalitesi göstergelerinin tanısı sürecindedir. Az sayıda kolay erişilebilir ve sınırlı göstergelerin kullanılması nedeniyle kentlerde ve toplamda Türkiye’de yaşam kalitesi olduğundan daha düşük belirlenmektedir. Aslında yaşam kalitesi göstergeleri (http://www.utoronto.ca/qol/concepts.htm, erişim: 06.03.2009) açık uçlu olup geliştirilebilmektedir. MÜZAKERECİ TOPLUM PRATİKLERİ VE TÜRKİYE Kamu yönetimi, “PODSCoRB” kısaltmasıyla ifade edilen, Gulick ile Urwick’in(1973) teorinin liderliğini yaptığı; planlama, örgütlenme, yönlendirme, personel alma, eşgüdüm ile denetleme, raporlama ve bütçeleme aşamalarına uygun hizmet yürütmektedir. Yerel ve ulusal düzeyde, müzakere ve temsil birlikteliğinde çeşitli uzlaşmacı mekanizmaların öne çıkarılması kamu yönetiminde yapılanma çalışmalarının temelini oluşturmaktadır. Uluslararası Etkileşim Herhangi bir toplumda, oy verme ve seçimlere katılma önemli unsurlarsa da, demokratik yaşama katılmak çok daha fazla bir değer ifade etmektedir. Kente ilişkin kararlara katılım ve daha iyi bir toplum kurmaya destek vermek amaçlı eylem ve faaliyetler hak, araç, hareket alanı ve fırsatlara sahip olmayı gerektirmektedir. Yasal güvence altına alınmış katılımcı mekanizmaların işleyişinin Türkiye’de gelişimini incelemek istatistiksel olarak kolay değildir. Çünkü ülke bütününde katılımcı mekanizmaların işleyişine yönelik istatistikleştirme bütünüyle yapılmamıştır. Bununla birlikte son yıllarda Türk dernek ve vakıfların çalışmasına ilişkin mevzuatın Avrupa Birliği mevzuatına uyumlaştırılması da sivil toplum kuruluşlarının değişim ve gelişim sürecini hızlandırmıştır. Bu gelişmeler sivil toplumun katılımı için daha uygun bir ortam hazırlamıştır. Türkiye’de hem uluslararası etkenlerin, hem de yaşanan ekonomik ve toplumsal krizlerin, Kurumsal Toplumsal Sorumluluk(KTS) uygulamaları hakkında tartışabilmek için gerekli ortamı yarattığı düşünülmektedir (BM Türkiye Koordinatörü ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, 2008: 7). Bu doğrultuda 1986’dan beri Türkiye’de Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı(UNDP) tarafından 80 program yürütülmüştür. UNDP’nin 2006–2010 stratejik planında Türk hükümetiyle de üzerinde uzlaşılan proje uygulamaları ve politika önerileri ile desteklenmesi hedeflenen: 1) Demokratik yönetim için kapasite geliştirme, 2) Yoksulluğu azaltma, 3) Çevre ve sürdürülebilir kalkınmayı sağlama olmak üzere 3 temel alan belirlenmiştir (BM Türkiye Koordinatörü ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, 2008: 8,9). Uluslararası destekler toplumsal sermayenin gelişimini pozitif yönde dönüştürmektedir.

Yerel Siyaset ve Demokratik Pratikler

Halkın doğrudan mekâna yönelik hizmetlere katılımı Türkiye’de yerel yönetimler aracılığıyla sağlanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası, Yerel Yönetimleri İl Özel İdareleri, Belediyeler ve Köyler olarak üç tip içinde biçimlendirmiştir. İl Özel İdareleri ve Köy idarelerinde yönetişimin sorgulanması, bu tebliğin konusu dışındadır. Esasen ayrı bir inceleme konusu olabilecek kadar kapsamlıdır. 2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanunu ve 2004 tarihli 5216 sayılı Büyükkent Belediye Kanunu bakımından Belediyelerin “yönetişim pratiklerinin” uygulayabilmesindeki araçlar öncelikle incelenmeye değerdir. 392

İl ve belediye yönetiminde seçimle oluşturulan meclislerin dışında, seçim dışında gönüllü katılımlarla oluşturulan “kent meclislerin” performansı kuşkusuz toplumsal sorumlulukta işbirliği değerlendirmesinde önemlidir. Ancak ülke bütününde idari olarak sorgulanmamış, performans göstergelerine konu olmamıştır. Seçme ve seçilme hakkı, katılımcıların memnuniyeti, katılım yoğunluğu ve temsil, kamusal güven gibi değişkenlerin incelenmesi katılım demokrasisinde ilk akla gelenlerdir (Lijphart, 2002: 107,108). Türkiye’de temsili ve çoğulcu demokrasiyi sürükleyen siyaset yapma pratikleri içinde himayecilik ya da kayırmacılık olgusu zaman içinde gelişmiştir. Partiler içinde iktidarı kontrol etmek isteyenler, iktidarı elde ettiklerinde parti üyelerine ve yandaşlarına “siyasal sadakat karşılığı” çıkar dağıtmaktadır. Bağlantılı olarak, bu şekilde davranan partiler kadroları siyasal başarıyla şekillenen bir örgüt olmaktan çıkarak, parti içi sadakatlerle biçimlenmiş örgütlere dönüşmektedir (http://www. stksempozyumu.org/15sempozyum/ilhantekelikonusma.htm, erişim; 08.02.2009). Bu nedenle demokrasinin olgunlaşmamasından ve bugünkü haliyle siyasi partilerin toplumsal işbirliği ağlarının oluşmasında bir “destekleyici” bir fonksiyon üstlenmediğinden rahatlıkla bahsedilebilir. Bu koşullarda toplumsal müzakere çalışmaları ve toplumsal sorumlulukta işbirliği için Türkiye’deki parti örgütlenmesi yetersiz kalmaktadır. Demokratikleşmede diğer önemli bir gösterge, kadınların kamusal hayatın karar mekanizmalarında yer alması ve siyasete katılımıdır. Türkiye’de, siyasi erkin belirlenmesinde kadınların katılımı gerek parlamentoda gerekse yerel yönetimlerde son derece zayıftır. Cumhuriyet Tarihinde ancak 1 kadın valimiz (Muğla ili) (19911995) ve 1 başbakanımız (1993-1995) olmuştur. 2007 yılı genel seçimlerde 550 milletvekili içinde 48 kadın milletvekili bulunmaktadır. 2004 yılı son yerel seçimlerinde toplam 3.225 belediye başkanı içinde kadın belediye başkanı sayısı 18 olup, toplam içinde ancak %0,56 oranında bir değere sahiptir. Toplam 34.477 belediye meclisi üyesinin içinde 834 kadın üye ile %2.42 ve İl Genel Meclisi olarak 3.208 üyenin içinde 58 kadın üye ile ancak %1.81 oranında temsil sağlanmıştır. (http://www. undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=1577,erişim:07.02.2009,http://min.avrupa.info.tr/QA/ forum/viewthread.php?lang=0&forum_id=63&thread_id=3135, erişim: 07.02.2009). Bireysel katılımda en önemli sorun, kadının seçme-oy kullanma hakkını bağımsız bir şekilde gerçekleştirememesidir. Araştırmalar kadınların (%50), erkeklerin etkisi altında oy kullandığını göstermektedir. Ayrıca, Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı çok düşük olup, 2008 yılında kadınların istihdama katılım oranı %26,1 iken erkeklerin istihdama katılım oranı %73,5’dir (http:// www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?tb_id=25&ust_id=8 , erişim: 10.03.2009). Katılımın demokratik olduğunu anlamaya ilişkin göstergeler içinde ayrıca; meclisin(yerel meclislere üye seçiminde demokratik süreçlerin kullanılıp, kullanılmadığı) ve belediye başkanının nasıl belirlendiği(belediye başkanının doğrudan halk veya halkın seçtiği meclis üyeleri arasından seçilerek ya da doğrudan atanarak mı tercih edildiği) ile son seçimlerde erkek ve kadın oy kullanma yüzdesi, kent kurulları, kent danışma meclisleri gibi katılımcı mekanizmaların işlevselliği ile her 10.000 nüfusa için dernekleşme göstergelerinin belirlenmesi gibi katılımcı mekanizmalar sorgulanmaktadır. 22 Temmuz 2007 tarihinde gerçekleşen genel seçimlere ilişkin bilgilere, kayıtlı seçmen sayısından (42.376.953), seçmenlerin nüfusa oranı(% 79,10), toplam sandık sayısı (172.143) ve sandıkların resmine kadar internetten ve basılı dokümanlardan erişilebilir. Okuyucunun dikkatini çekmek istediğim husus, seçimlere ilişkin istatistikî bilgilerde, oy kullananlar içinde kadın ve erkek 393

yüzdesinin yer almamasıdır. Ne toplumda ne de ilgili otoritelerde bu bilgi eksikliğini belirten bir kayıt bulunamamıştır. Demokratik göstergeler alt alta dizildiğinde neden dünya sıralamalarında Türkiye’nin son sıraları işgal ettiğini anlamak mümkündür. 29 Mart 2009 de gerçekleştirilecek yerel seçim hazırlıklarına yönelik, görünen politik iklim, kadınlar yönüyle parlak değildir. İktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin (kadın kolları başkanı), Başbakan Tayip Erdoğan başkanlığında yapılan il başkanları toplantısında, “kadınları başarılı diye övüyorsunuz ancak kadınları aday göstermiyorsunuz, göstermelisiniz” demiştir. Şahin’in bu sözleri çoğunlukla erkekler tarafından alkışlanmış, bu defa da eylemler “alkıştan öteye gitmiyor” diyerek kadın milletvekili tepki göstermiştir (Hürriyet Gazetesi, 08 Şubat 2009: 17). Öte yandan İzmir’de, bazı kadın kuruluşlarının, kadın belediye başkanı gösterilen ilçelerde, “kadın bakış açısına sahip erkek adayların”(?) arkasında durma kararları bulunmaktadır(!). Herhalde kadını görmezlikten gelen kadınların bu tutumlarının da etkisiyle, 2009 yerel seçimlerinde, İzmir metropol alanı içindeki 21 ilçe belediyesinden seçilen belediye başkanlarının hepsi erkektir. Bu belediyelerin toplam 547 meclis üyesi içinde 72 kadın meclis üyesi bulunmaktadır. Belediyelerin meclislerinden gelen temsilcilerle oluşan büyükşehir belediye meclisinde(128) kişi içinde yalnızca 5 kadın üye bulunmaktadır. Türkiye ölçeğinde ise 2.947 belediye’nin ancak17’sinde belediye başkanı kadındır. 81 ilde, il merkezi belediyelerden 2 kadın belediye başkanı ve diğer belediyelerden ise 15 belediye başkanı seçilebilmiştir. Kuşkusuz siyasi partiler aday gösterselerdi, seçilebileceklerdi… Türkiye’de ayrıca oy kullanma oranı 2007 genel seçimlerinde ortalama %85’dir. Bu yüzdenin gönüllü katılım oranları olmadığı, “zorunlu oy kullanma” hukuki baskısı nedeniyle ileri sürülebilir. Ancak para cezasına dayalı bir hukuki düzenlemeye rağmen, uygulamada para cezasının hiç uygulanmadığı bu nedenle de gerçekten katılımın zorlamaya dayanmadığı da yetkililerce belirtilmektedir. Bu iddiayı doğrulayan bir alan çalışması literatürde yer almamaktadır. Politik parti başkanlarının kesin hâkimiyeti bulunan bir siyasi ortamda daha çok “rekabetçi demokrasi” kuralları geçerlidir. Müzakereci demokrasi siyasi erkin belirlenmesinde genelde kullanılmamaktadır. Yerel yönetimlerde belediye örgütlenmesi ve seçim modelleri “güçlü başkanlık” sistemine dayanmaktadır. Bağlantılı olarak Lijphart ’ın tartıştığı gibi (Lijphart, 2002: 107108, 112)1 meclisin tipi, yürütme ve yasama organları arasındaki ilişkiler ağı, parti yapılanması ve seçim sistemleri itibariyle Türkiye’nin demokrasisi, toplumsallaşmanın teşvik edildiği bir demokrasi tipine(consociationel democracy) tam olarak yatkın değildir. Bu yapı, kuşkusuz kentsel hizmetlerin tercihinde katılımcı mekanizmaları yürürlüğe sokan yasal düzenlemelere rağmen, seçimlerden sonraki yönetim sürecinde de etkili olmaktadır. Başka bir ifadeyle seçim sonrasında da rekabetçi demokrasinin toplumda yarattığı alışkanlık, katılıma çok yönlü etkide bulunabilecek eylemleri belirleyecek “fikir demokrasisini” olumsuz etkilemektedir. Demokrasi, birbirine bağlı faaliyetler bütününde değerlendirilmelidir. Toplumsallaşmayı teşvik eden demokrasilerde politik partiler ve gruplar arasındaki kurumsal işbirliği “gevşek” toplumsal yapılarda bütünleştirici emniyet sistemi olarak düşünülmektedir (Armingeon, 2002: 81-105). Türkiye’deki partiler, kenti partilileri dışındakileri de davet eden, toplumsal projeler oluşturmamakta, aslında böyle bir bu sorumluluk da üstlenmemektedir. Lijphart yorumladığı “consensus/uzlaşmacı demokrasisi” olgusunu, Armingeon’un “negotiation/müzakereci demokrasi” sinden farklı düşünmediğini ancak farklı terminolojiyle ifade ettiğini belirtmektedir. Müzakereci demokrasinin üç tipi bulunmaktadır. Armingeon bu tipleri “consociational democracy”, “corporatism” ve “regimes with strong veto players” olarak betimlemektedir 1

394

Başka bir ifadeyle toplumsal bir projede bireyleri buluştururken partiye dolaylı yoldan seçmen çekme henüz gündemlerinde değildir. Oysa yerel yönetimler, siyasi organlar olmakla birlikte kente ait bütünleşik sorumluluklar taşıdıklarından siyasetten bağımsız, toplumdaki farklı kültürel gruplar arasında buluşma ve dayanışmayı sağlayacak kurumsal fonksiyonlara sahiptir ve az çok işletebilmektedir. Öte yandan yenilikçi ve yaratıcı fikirler belli bir raf ömrüne sahiptir. Yenilikler başlatılır, sahip çıkılır, temel bir dayanak oluşturur, hayatı kolaylaştırır ve ancak bir gün geldiğinde artık kullanma ihtiyacı da duymayabiliriz. Bu olgu da, devamlı bir değişmeye ihtiyaç olmasa da “değerlendirmenin süreklilik” gerektirdiğini bize hatırlatmaktadır. Belki bazı şeyler ayni kalacaktır, farklılık bu “ayni kalanın” gözden geçirilmesi olacaktır (Landry, 2006: 204–205). Belirtilen gözden geçirmeler, toplumsal “müzakerenin” sürekliliğini de sağlamaktadır. Gelişen küresel ilişkiler ağında toplumsal işbirliği çalışmaları yalnızca vatandaş ile sınırlı kalamamaktadır. Ancak vatandaş grubu içinde de toplumsal sorumluluklarda işbirliğine dayanan ortaklıklar oluşması koşulları ne kadar sağlanabilmektedir. Aşağıda bu konu toplumsal birlikteliğin sağlanmasında önemli unsurlar olan “güven” ve “komşuluk yönüyle” kısaca incelenmektedir. İster yurt içi ister yurtdışı işbirliği olsun, ortaklık çalışmaları “güven duygusu” ile yakından ilişkilidir. Buna karşılık yurt içinde ve sınırötesi (Toprak Karaman, 2005: 70-73) araştırmalarda toplumumuzda vatandaşların birbirlerine ve sınırötesi komşularına güven düzeyinin düşük olduğu belirlenmiştir. Türkiye’de kamusal işler kadar, kişisel ilişkilerde de birbirine güvenmeyen, güvenin ancak ispata dayandığı iki yönlülük bulunmaktadır. Benzer bir yaklaşım Bjørnskov tarafından yapılan, Türkiye’nin güven düzeyinin %15.72 olarak belirlendiğini gösteren bir araştırmada (Bjørnskov, 2006: 26,27) yer almıştır. Demokrasilerin işlemesinde “toplumsal sermaye” hatta sınırötesinden yabancı bir ülkeye gelen “yabancı toplumsal sermaye” (Toprak, 2008-a- 98,102) öncelikli sosyo-kültürel kazanımlar olarak değerlendirilebilir(Toprak Karaman, 2008: 16-18). Kişi ve öğesi durumundaki “güven” (Esmer, 1999: 22-25, 66, 85), farklı kültürler ile etkilenen toplumların (http://www.hurriyet.com.tr/english/ domestic/10381452.asp erişim 06.03.2009) sürdürülebilirliğinin sağlanmasında vazgeçilmez unsurlardır. Yerelde ve uluslararası ilişkilerde güven unsurunun oluşturulmasında özellikle yerelde kamu-özel-sivil ortaklığında geliştirilecek projelerde buluşmanın önemi giderek daha fazla öne çıkmaktadır. Zayıf Toplumsal Diyalog Ağları: Hemşeri ve Yabancı Dernekleri Kentsel birlikteliği profiline bağlı olarak etkileyen en önemli husus büyük nüfus hareketliliğidir. Göçleri, sadece kırdan kente yurt içi göçlerle de sınırlandırmamak gerekmektedir. Türkiye’de yurt dışından gelen soydaş göçleri (Türk Soylu yabancılar), Avrupa kökenli yabancı göçleri gibi nedeni ve profili farklı olan göçler de yeni gelinen yerleşim birimlerinde çok çeşitli sosyo-kültürel sorunlar ve ekonomik etkiler yaratmaktadır. Yeni gelişler kentler için fırsat ve/veya tehdit oluşturabilir bir özellik taşımaktadır. Bu etkilerden en önemlisi de göçle yeni gelenlerin toplumun bütününden ayrı kapalı siteler(gated communities) oluşturmalarıdır. Bu siteler toplumsal ayrışmaya yol açarak toplumsal birlikteliği ve işbirliğini engellediği için eleştirilmektedir. Bu eleştiriyi haklı kılan özellikle kıyı 395

yerleşimlerinde Antalya, İzmir gibi birçok örnek bulunmaktadır. Hemşeri dernekleri önceleri kente alışmak için uygun ortamlar yaratmak amacıyla kurulmaktadır. Günümüzde derneklerin kuruluş amacı genel olarak “hemşerileri bir araya getirmek”, “dernek çatısı altında toplamak”, “yöresel değerleri korumak” , “gelinen yöreye ait kültürel değerleri korumak, yaşatmak”, “maddi durumları kötü olan destek olmak, yoksul ailelerin çocuklarına burslar vermek” ve “kendilerini rahatça ifade edebilecekleri bir ortam oluşturmak” olarak gösterilmektedir. Hemşeri Dernekleri; ağırlıklı olarak o yöre halkından olmayan ve yerel halk içinde profil olarak ayırt edilen /belirgin gruplardır. Hemşeri odaklı birliktelikler, sürdürülebilir kentler adına, toplumsal dayanışmada pozitif etkisi olduğu kabul edilebilir bir değişme midir? Bu sorunun cevabını, hemşeri derneklerinin kurumsal başarıyı “farklılıklarını muhafaza” etmede aramaları ve sürdürmeleri isteğinde aramak gerekir. Hemşeri kimliğinin giderek, ideolojik ve siyasal görüşlerin ifadesinde öne çıktığı araştırmalarda belirtilmektedir (Aktaş, Aka, Demir, 2006: 9-13). Bu olgu ayrıca hemşeri kimliklerinin, kentte rant aracı haline geldiğinin de önemli göstergeleridir. Belirtilen bu değişimler, yönetimde ortak karar alma(yönetişim) veya en azından “iyi yönetim” mekanizmalarının neden optimal işlemediğini de bir bakıma ortaya koymaktadır. İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığının bilgilerine göre, 2008 yılı itibariyle Türkiye nüfusunun (71.517.100) yüzde 12%’sinin (8.595.176) derneklere üye olduğu belirlenmiştir. Derneklere üye olanların ancak yaklaşık 16% ‘sı (1.363.303) kadın olup, erkek üye oranı %84 (7.231.873) ile ağırlıktadır. Bu verilerden yola çıkıldığında Türkiye’de 106 kişiye 1 derneğin düştüğü görülmektedir. Derneklere üyeliğin düşük düzeyde olması toplumsal diyalogları ve işbirliğini zayıflatmaktadır. Derneklere üye olmanın azlığından şikâyet ederken, “hemşeri dernekleri”ni ayrı bir grup içinde değerlendirmek gerekir. Türkiye’de 2006 yılında hemşeri dernekleri sayısı 8.135 olarak belirlenmiştir, toplam derneklerin yaklaşık %5’i hemşeri dernekleri olup, bu oran İstanbul için %27 gibi yüksek bir orandadır (İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı: 2006). Zaman içinde dernek sayısı artmıştır. Dernekler Dairesi Başkanlığından edinilen bilgilere göre, 2009 Şubat itibariyle Türkiye genelinde faaliyetine devam eden 80.642 adet,  fesih olan 123.544 adet olmak üzere toplam 204.186 adet derneğin kaydı yer almaktadır. Ayrıca Türkiye’de “hemşeri” kategorisinde sınıflanmış 8.360 adet dernek faaliyet göstermektedir. Bu derneklerin yarısına yakını İstanbul ilinde bulunmaktadır (http:// www.dernekler.gov.tr/_Dernekler/Web/Gozlem2.aspx?sayfaNo=74, erişim: 04.02.2009). İzmir için değerlendirildiğinde, 2009 yılı Mart ayında faaliyetlerini sürdüren dernek sayısı 4.359 olup, hemşerilik dernekleri sayısı 507 dir. Genel olarak değerlendirildiğinde fesh edilen dernek sayısı, dernek kurmak kadar yasal düzenlemelere uygun olarak amaçlanmış faaliyetlerini sürdürebilmenin de önemli olduğunu göstermektedir. İzmir’de 2009 yerel seçim sonuçları incelendiğinde, İzmir Balkan Federasyonu Genel sekreteri (Buca), Buca Selanik Dernek Başkanı (Buca), Batı Trakya göçmeni (Buca), Makedonya Göç.Dernek Başkanı (Karşıyaka) ve .-Makedonya Göç.Derneği Bornova Şb. Bşk (Bornova) ilçelerinde göçmen dernekleri başkanlarının belediye meclis üyesi olduğu görülmüştür. Türkiye’de Parti başkanlarının talimatıyla belediye başkanı ve meclis üyeleri belirlendiği koşullarda, meclis üyesi olabilme tercihinin özellikle “göçmen dernekleri başkanı vatandaşlar” için öne çıktığı anlaşılmaktadır. Bu olgu, göçmen vatandaşlarımızın kentle bütünleşmelerinin kurumsal sorumluluğunun kamu

396

bürokrasisi içinde geliştirilmediğini açıkça göstermektedir. Başka bir ifadeyle göçle gelenlerin sorunlarının çözümüne yönelik olarak dernek başkanlarının kişisel başarısı, oya dönüştürülerek dernekleri de bir bakıma siyasileştirmektedir. Özetle, İstanbul, İzmir ve Ankara gibi metropol kentlerde, hemşeri dernekleri organize olmuştur ve etkili baskı grupları değerlendirmesine alınabilir. Kentlileşme süreci içinde hemşeri derneklerinin kendiliğinden kalkacağı hipotezine karşılık, süreç içinde bu derneklerin, çıkar ilişkilerini koruyucu politik ilişkiler ağına eklemleyebilen örgütlenmelere dönüştüğü görülmektedir. Bu nedenle de hemşeri derneklerinin kendiliğinden kapanması çok zor görünmektedir. Başka bir ifadeyle yukarıda belirtilen sahip oldukları özellikleri itibariyle “hemşeri dernekleri” toplumsal sorumluluğu sağlayacak işbirliğinin önündeki “zayıf halkalardır”. Toplumsal sorumlulukta işbirliğini zorlayan hemşeri derneklerini, yerel halkla işbirliğine yöneltecek stratejiler ne olabilir? Hemşeri organizasyonlarının, yerel siyasetin biçimlendirilmesinde kent konseyi, ihtisas komisyonları gibi yerel yönetimlerde oluşturulmuş mekanizmaların işletilmesinde aktif roller üstlenmesi halinde, mevcudiyetlerinin fırsata dönüşerek, toplumsal diyalogların geliştirilebilmesinde etkili olabileceğini söylemek mümkündür. Yabancı uyruklu üyeleri olan, dernek sayısı Türkiye’de toplam 139 olup, bu sayı içinde Ankara (32), İstanbul (18) ve İzmir (29) ile en fazla yabancı uyruklu üyesi olan derneğe sahiptir (İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı, 21.03.2007). 2009 Şubat itibariyle temsilcilik açan yabancı kâr amacı olmayan kuruluşlar (23), temsilcilik açan yabancı dernekler (9), şube açan yabancı dernekler (12) olmak üzere vakıflar hariç (6) , çeşitli statülerde kurulmuş toplam (53) yabancı derneği bulunmaktadır. Türkiye’de açılmasına izin verilen dernek ve kâr amacı olmayan kuruluşların temsilcilikleri üye kaydı yapamamaktadır. Ancak “ şube ve federasyonlar ” üye kaydı yapabilir(İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı 20.02.2009). Yabancı dernekleri de toplumsal ilişkiler yönüyle “hemşeri dernekleriyle” benzer özelliklere sahiptir. Yabancı yerleşikler yönüyle, İçişleri Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de 2005 yılı ortasında 163,018 olan ikamet iznine sahip yabancı sayısı, 1 Mart 2007 tarihi itibariyle 202,085’e yükselmiştir. Toplumsal kalkınma göstergeleri açısından bugün ve yakın gelecek senaryosunda, yerel ve ulusal ölçekte yabancılardan, “yabancı toplumsal sermaye” (Toprak, 2008-b-: 99,103,116)2 olarak istifade edilebilirlik ve bu konuya ilişkin sürdürülebilir stratejilerin geliştirilmesi hedeflenebilir. Toplumsal sermayenin, yabancı toplumsal sermaye katkısı da dâhil olmak üzere toplumda diyalogun sağlanmasında aşağıdaki sürecin çalıştırılması önem taşımaktadır.

Şekil. 1. Toplumsal İşbirliği ve Diyalogu Sağlamada Etkili Unsurlar Döngüsü

Yazar “yabancı toplumsal sermayeyi”, yabancıların sahip oldukları entelektüel birikimlerini(insan sermayesi), bulundukları topluma yansıtma ve olumlu etkilere yol açan sosyo-kültürel dışsallıklar olarak tanımlamaktadır. Sermaye sözcüğünün çağrıştırdığı ekonomik güç öncelikli bir konumda değildir ancak etkisi dikkate alınmaktadır. 2

397

Fikirlerin değerlendirilmesi, sinerji yaratarak toplumsal kapasitelerin gelişmesine de hizmet etmektedir. Yaratıcı potansiyelleri “kurum taassubuna” takılmadan harekete geçirebilmek için resmi olmayan toplantılar hedeflenmektedir. Bu çalışmalar çeşitli adlar altında kentlerde düzenlenebilmektedir. Kentlerde kişilerin birbirinden yeni bilgiler edinme ve birlikte öğrenme fırsatlarını yakalama ortamları geliştirilmesi kamu yönetimlerinin üzerinde durduğu modern yaklaşımlardır. Yerel yönetimlerin örgütsel yapılarının bilginin sürekliliğini sağlamaya yönelik kurumsal pratikleri içine normatif olarak yerleştirilen kamu, özel ve sivil ortaklar arasında buluşma ortamları (yerel gündem 21 örgütlenmeleri, kent konseyleri, kalkınma ajansları vb) 2004’ten bu yana Türkiye’de yaygın olarak tecrübe edilmektedir. Katılımcıların tecrübeleriyle desteklenen pratiklerin toplumun bilgi havuzuna aktarılmasını bu gönüllü katkılarla beslenen katılımcı mekanizmalarla sağlanmaktadır. MÜZAKERECİ ORTAMLAR: YEREL GÜNDEM 21 ÇALIŞMALARI Uluslararası katılımcı program olarak Türkiye ölçeğinde Yerel Gündem 21 çalışmaları öne çıkmaktadır. Birleşmiş Milletler 1992 Rio Konferansı`nın hedef çıktısı olan Gündem 21, kalkınma ve çevre arasında denge kurulmasını hedefleyen “sürdürülebilir gelişme” kavramının yaşama geçirilmesine yönelik bir eylem planı niteliğini taşımaktadır. Yerel düzeyde katılıma dayanan başarılı bir program olduğu uluslararası kabul görmüştür (Emrealp, 2007: 75,79). Projelerin ortak yaklaşımı, Gündem 21’in dayanağı olan “küresel ortaklık” yaklaşımı çerçevesinde, katılımcılığa ve ortaklıklara dayalı “yönetişim” (governance) anlayışını temel almaktadır. Bağlantılı olarak, yerel yönetimin “kolaylaştırıcı” ve “yapabilir kılıcı” rolü ile desteklenen, belde halkının gücüne dayalı, yerel ilgi grupları ile işbirliğini ve “eşit ortaklıkları” teşvik eden, demokratik ve katılımcı bir yönetim “yönetişim” anlayışının gelişmesi ve yerleşmesi yönünde kalıcı adımlar atılması amaçlanmıştır. Sloganı, Yeni Bir Bilinç: “kentine sahip çıkmak”; Yeni Bir Anlayış: “çözümde ortaklık”, Yeni Bir Davranış; “aktif katılım” dır. Yerel Gündem 21 çalışmaları, “küresel ortaklık çerçevesinde”, toplumsal diyalogların gelişmesine hizmet eden önemli bir eylem planıdır. Türkiye’de Yerel Gündem 21 faaliyetlerinden olumlu etkilenmektedir (http://www.tepav.org.tr/sempozyum/bildiriler/4_3_Toprak.pdf erişim 06.03.2009). 1999 yılında 23 kentte örnek uygulamalar başlatılmış iken, Kasım 2005 itibariyle Program ortağı 52 kente ve 2008 yılı itibariyle 70 kente ulaşıldığı görülmektedir. Bu sayısal gelişme katılıma yönelmede istekliliği göstermektedir. 2008 yılı itibariyle 2947 belediyeden, ancak 52’sinin yerel gündem 21 programı nedeniyle kurulan “gençlik konseyi” bulunmaktadır. 2008 yılının sonuna kadar asgari 200 yerel yönetim tarafından Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin(BHK) kendi karar organlarınca benimsenmesi ve farklı büyüklük, özellik ve coğrafi yapıya sahip 150 yeni kentte katılımcı mekanizmaların belediyeler tarafından kurulması öngörülen hedeflerdendir (Türkiye’de Yerel Gündem 21 Yönetişim Ağı Kanalıyla BM Bin Yıl Kalkınma Hedeflerinin Yerelleştirilmesi Projesi Gelişme Raporu , 2007: 14). Geniş sektörel katılımlı ve ilgi gruplarına açık toplantılar, çeşitli toplumsal konuların müzakere edilmesini ve toplumsal uzlaşmanın sağlanmasıyla eylemlerin yapılabilirliğini sağlamaktadır. Ancak halkın tümü, öğrenen kenti oluşturacak bu yapıların bütünleşik çalıştırılmasına ne kadar hazırdır? Özellikle Yerel gündem 21 çalışmaları, bu konuda hiç gönüllü bir faaliyet içinde hiç yer almamış

398

bazı az sayıda aleyhte akademisyenler ve bazı sivil örgütlerce eleştirilmektedir. Söz konusu “red cephesi”, genelde kamu yönetiminde yapılanma çalışmalarına karşı olmalarıyla bilinmektedir. Buna karşılık toplumsal işbirliğine yönelik çalışmaların olumlu etkisi aşağıda listelenmiştir. Yerel Gündem 21 faaliyetlerinin toplumsal kazanımları; katılımcı mekanizmaların yasal olarak oluşturulması, toplanma ve müzakere kültürünün oluşması, toplumsal farkındalıklar ve bütünleşik yönetim mekanizmalarının geliştirilmesi, iletişim ağlarının oluşturulması ile duyarlılıkların artırılması, genç, çocuk, engelli ve kıdemli hemşehri(yaşlı) kavramları ve bu grupların beklentileriyle toplumun tanıştırılması, kadının toplumsal yaşama iadesi gibi sosyo-kültürel konulara ilişkin eylem planlarının oluşturulması şeklinde listelenebilir. 2008 yılı sonu itibariyle sayıları 70’leri aşan özellikle il merkezi belediyelerde Yerel Gündem 21 faaliyetlerinin gösterdiği başarıya bağlı olarak, katılımcılığın örgütsel modellerinin ulusal ölçeğe kurumsal olarak taşındığı rahatlıkla söylenebilir. Belirtilen bütün bu hedeflerin temelinde toplumsal işbirliğinin yaygınlaştırılması, birbirinden habersiz ve kopuk uygulamaların birleştirilmesi, emek, zaman ve para israfını engelleme isteği öne çıkmaktadır. Toplumsal pratiklerin, yerel halkının gücüne dayalı ve ilgi gruplarının katkı ve beklentilerine bu “eşit ortaklıkta” cevap verecek şekilde bütünleşik geliştirilmesi (Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Ortadoğu ve Batı Asya Teşkilatı , 2009 ) giderek önem kazınmaktadır. Toplumsal ortaklıkta, “ulusal ve uluslararası sivil–toplumsal dayanışma” (Toprak, Palabıyık, 2000: 101-106) önem taşımaktadır. Yeri gelmişken, katılımı güçleştiren diğer unsurlar; katılımcıların kararları etkilemekte güçsüz kalması, zaman yetersizliği ve farklı görüşlere tahammülsüzlük olarak özetlenebilir. Sonuç olarak, katılımcı programlar ile halkın gündem oluşturabilme kabiliyetinin ortaya çıkması, “yönetimi etkileyememe korkusunu” 2000’li yıllardan önce çokça söylenen “güçlü” bir faktör olmaktan kısmen çıkarmıştır. Ancak seçimle gelmeyenlerce oluşturulmuş meclislerde “toplumsal müzakere ile oluşmuş görüşler” belediye meclis gündemine alınsa bile seçilmişlerin oluşturduğu meclisten, beklenti doğrultusunda “karar vermeme kararı” çıkması olasıdır. Kuşkusuz bu sonucun objektifliği sorgulanabilmelidir. Seçilerek gelenler yeni rol ve sorumluluklarını ne kadar bilmektedir. Bu nedenle, yasal düzenlemede yer alan normların uygulanması için, meclis üyeleri ve belediye başkanlarına rutin eğitim programlarının uygulanmasına İçişleri Bakanlığı’nın özen göstermesi gerektiği kanaatini taşımaktayım. Bu şekilde yönetişim, zaman zaman bir paradigma olmaktan kurtulabilecek ve somut bir yönetişim modeli gerçekleşebilecektir. İZMİR’İN DEMOKRATİK YAŞANTISINA YEREL GÜNDEM 21 ETKİSİ İzmir, Türkiye’nin batısında 3. büyük metropol yerleşimdir. 2000 Yılı Genel Nüfus Sayımı sonuçlarında 3,370,866 olarak tespit edilen İzmir ili nüfus sayısı, 2008 Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 3,795,978’e ulaşmıştır. Türkiye’nin nüfusu 71,517,100 olup, Türkiye nüfusunun %5.3’ü İzmir’de yaşamaktadır. Yıllık nüfus artış hızı %1.50 dir. İzmir’de yerleşik yabancı sayısının resmi kayıtlara göre, 2007 yılı Ekim ayı itibariyle 6.000’i geçtiği( İzmir Yabancılar Dairesi:2007) anlaşılmaktadır. DPT tarafından 2003 yılında yapılan “İller İtibariyle Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması” na göre, İzmir ili 81 il içerisinde 3. sırada yer almaktadır. Uluslar arası Rekabet Araştırmaları Kurumu (URAK) tarafından, oluşturulan illerin gelişmişliği göstergelerine göre

399

(Uluslararası Rekabet Araştırmaları Kurumu, 2008, 14,64; Aklin, Bulu ve Kaya, 2007: 226), İzmir’in toplam gelişmişlik endeksteki sırası 3 ve toplam Endeks Değeri 43.20’dir. İzmir’in Beşeri Sermaye ve Yaşam Kalitesi ise 44.34 olup, Türkiye sıralamasında 4. sıradadır. İzmir Yerel Gündem 21 Kent Konseyi çalışmalarında, İzmir Valiliği’nin desteğinde, İzmir için nasıl bir Bütünleşik Kent Yönetimi modeli olması gerektiği 2007 yılında tartışılmıştır. Bu toplantıda, sunulan model aşağıda yer almaktadır. Bu model Yerel Gündem 21’in çalışma felsefesinin Kalkınma Ajansı’yla birlikte düşünülerek genişletilmesine dayandırılmıştır. Günün getirdiği koşullarda değerlendirmeye açıktır. Bu modelde3, Kent Konseyi ve Kalkınma Ajansı gibi bütünleşik toplumsal diyalogların oluşması için biçimlendirilmiş kamu, özel ve sivil ortakların yer aldığı mekanizmalarda, seçilmiş organların yer aldığı meclislerden ve kamu yönetimi hiyerarşik yapısından gelen aktörler bir araya gelmektedir. Bu şekilde kente ait konuların tartışıldığı ortamlar oluşturulmaktadır. Bu çalışmalar, “yönetişim pratiğidir”.

“İzmir Bütünleşik Kent Yönetişim Modeli ”, Zerrin Toprak, Gökhan Tenikler ve Yunus Emre Özer tarafından Yerel Gündem 21 çalışmaları dikkate alınarak geliştirilmiştir. 3

400

İzmir Yerel Gündem 21’in 1996 yılından bu güne, yılda ortama “10 kent konseyi toplantısı” olarak başarıyla sürdürdüğü, çalışma grupları toplantılarıyla da desteklenen, kentsel müzakere deneyimi şu şekilde gelişmiştir. Her ayın üçüncü Çarşambası saat 15.00 de, Büyükkent Meclis Salonunda genel çağrıyla toplanan kentteki kamu, özel ve sivil aktörler, bir yıl önceden belirlenen konuların tartışılması için toplanmaktadır. Öncelikle katılımcılara üniversitelerden ve uzmanlardan gelen görüşlerle farkındalık yaratılmakta ve bilgi paylaşılmakta, yargıya intikal etmiş konularda müzakerelerde bulunulmamakta, yerel halkın /ilgi gruplarının tartışmalara bütünleşik katılabildiği bir ortam yaratılmaktadır. Kentte toplumsal kabul görmüş ve güven kazanmış bu müzakere ortamlarının sürdürülebilirliğini tehlikeye atmamak kamu, özel ve sivil aktörlerden her katılımcının öncelikli hedefidir. Bu çalışma yöntemine ilişkin bilgilendirmeyi her Kent Konseyi toplantısında ve toplantıya hazırlık toplantılarında, katılımcılara açılış konuşması olarak tekrarlamak önem taşımaktadır. Kent Konseyi toplantıları “iç göç, engelli kişiler, sokaktaki çocuklar ve çevre sorunları” gibi konularda ilginin sürekliliğini sağlamak, bazen de sadece yeni bir olguya dikkati çekmek hedefiyle yapılmaktadır. Buna en iyi örnek “Türkiye doğumlu olmayan yerleşik yabancılar”, bazen yaklaşan bir tehlike “Su krizi” konulardır. Toplantıya katılım yoğunluğu konuya göre değişebilmektedir. Toplantılara genelde en az 60 en çok 150 veya daha fazla kişi katılmaktadır. Her toplantıya katılan kişi ve kurumlar olmakla birlikte, genel olarak çevre koruma, kadın sorunları, imar gibi konularda konuya göre uzman kişi ve doğrudan ilgili kurum katılımı ortaya çıkabilmektedir. Kentin kriz yönetimini ilgilendiren “deprem, su kıtlığı ve iklim değişikliği gibi) ortak sorunlarına katılım daha yoğun gelişmektedir. Toplantılara katılanların dışındaki, “kamuoyu bilgilendirmeleri” teknolojik iletişim ağları yoluyla geniş bir kitleye aktarılabilmektedir. Ulusal (Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Ortadoğu ve Batı Asya Teşkilatı , 2009 ) ve İzmir Yerel Gündem’in toplumsal sorumlulukta işbirliğiyle geliştirdiği bütün bu çalışmalar kuşkusuz demokratik pratikler yoluyla toplumsal sermayenin geliştirilmesi çabalarının birer halkasıdır (http:// www.izmir-yerelgundem21.org.tr/strateji.htm, erişim: 27.02.2009). Önerilen bu model, tek tek yerel yönetimlerin yasalarında yer alan katılımcı mekanizmaların, il ölçeğinde bir araya gelmesine dayandırılmıştır. Kentsel paydaşlarla geliştirilmiş yönetişim pratiği içinde değerlendirilmiş konuların, İdarece(il ve belediye yönetimi) karara dönüştürülerek, uygulanması “iyi yönetim”, Modelde öngörülmektedir. Özetle, model tek başına kamu yönetiminin geleneksel karar sürecini tamamen değiştirmeyi teklif etmemektedir. Ancak, kamu, özel ve sivil ortakların benimsediği görüşlerin “yönetişim” mekanizması içinde içselleştirilmesini ve yönetimce kabul edilebilirliğini artırmaya yöneliktir. Modelin, Türkiye’nin kamu yönetimi teşkilatlanmasında merkezde karar alan, geleneksel mekanizmalarının işleyişine demokratiklik kazandıracağı ve olumlu toplumsal etkiler yaratacağı düşünülmektedir. SONUÇ Toplumsal işbirliği için, Türkiye’de bürokratik toplum yapılanmasını aşmak, çözülmesi gereken acil bir sorundur. Bu sorunun giderilmesinde toplumsal diyalogları geliştirici gönüllülüğe dayalı katılımcı programlar kadar, idarenin karar alımında ve kurumsal çalışmalarında, bu gönüllü katılımları dikkate alan merkeziyetçi olmayan tercihleri de önemlidir. Destekleyici olarak, gerek demokratik katılım gerekse kentsel hizmetlerin verimliliğinin artırılmasında hemşehriye/ilgi

401

gruplarına/sektörlere düşen rollerin ve sorumluluklarının “tanısı” yapılmalıdır. Toplumun birbirine duyduğu güven yükseltilmelidir. Bu değişim için müzakereci modellerin yer aldığı toplumsal işbirliği çalışmaları önemli rol oynayacak bir özellik taşımaktadır. Halkın katıldığı toplantıların müzakereci demokrasi mantığından beklendiği gibi uzlaşmacı ve bilgiye dayanan bir ortamda gelişip gelişmeyeceği endişesi en önemli değerlendirmelerden birisidir. Ön yargılar ve kurumsal taassuplar bu ortamlarda hâkimiyetini kaybedecek midir? Bu sorgulamalar artırılabilir. Bu endişeler olsa da, demokrasinin getirdiği dayanışma güçlü bir duygu özelliği taşımaktadır. Kararlarda hemşerilerin rol alması ve dayanışma ile gelen birlikteliğin sağlanması pratiklerinin kentlerin gelişimine olumlu etkisi bulunmaktadır. Katılıma yönelik cesaretlendirici idari yapılanmaların, toplumdaki psikolojik gerilim ve stresleri yatıştıran bir etki yaratarak, demokrasiyi güçlendireceğini söylemek rahatlıkla mümkündür. KAYNAKÇA ABDİOĞLU, Hasan; “Yönetişim İlkelerinin Uygulanmasında Kamu Denetçiliği (Ombudsmanlık) Kurumu ve Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye Açısından Önemi”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl:6, Sayı:11, 2007. AKLİN, Kerem; Melih Bulu ve Hüseyin Kaya, “İllerarası Rekabet Endeksi: Türkiye’deki İllerin Rekabetçilik Seviyelerinin Göreceli Olarak Ölçülebilmesi İçin Bir Yaklaşım”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl:6, Sayı. 11, 2007. AKTAŞ, Erkan; Asiye Aka ve Murat Cem Demir; “Kinship (Hemşehri) Association and Rural Transformation in Turkey”, 2006, http://mpra.ub.uni-muenchen.de/8646/ erişim: 05.02.2009 Anayasa Mahkemesi Kararı: 27.10.2006 tarihli E:2006/140 ve K:2006/33 (R.G. 1 Kasım 2006 tarihli ve 26.333 sayılı) ARMINGEON, Klaus; “The Effects of Negotiation Democracy: A Comparative Analysis”, European Journal of Political Research, 41, 2002. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Kentsel Göstergeler Kılavuzu, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Yayını, Ankara, 2008. Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Ortadoğu ve Batı Asya Teşkilatı, “Türkiye’de Yerel Gündem 21 Yönetişim Ağı Kanalıyla BM Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin Yerelleştirilmesi:1 Ekim 2008 – 31 Aralık 2008” (2009), Gelişme Raporu No. 9 Proje No: 00053165, İstanbul; “Localizing the UN Millennium Development Goals in Turkey through the Local Agenda 21 Governance Network;1 October 2008 to 31 December 2008”(2009) Progress Report No.9 Project No.: 00053165 , İstanbul, Prepared by: United Cities and Local Governments Middle East and West Asia Section 2 January 2009 Istanbul. BJØRNSKOV, Christian; “The multiple facets of social capital”, European Journal of Political Economy, Vol. 22, 2006. BM Türkiye Koordinatörü ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Türkiye’de Kurumsal Sosyal Sorumluluk Değerlendirme Raporu-CSR Rapor (Türkçe), Ankara, 2008. BOURDIEU, Pierre; “ The Forms of Capital”, In J. Richardson (Ed), Handbook of Theory and Research for The Sociology of Education , New York: Greenwood Press, 1985.

402

BRILLANTES Jr, Alex B.; Mila A. Reforma ve Danilo R.Reyes, “Philippine Governance Indicators Survey Tools”, 10th National Convention on Statistics (NCS)EDSA, Shangrila Hotel October 1-2, 2007. EMREALP, Sadun; Yerel Yöneticinin 1 Nisan Rehberi, UCLG-MEWA Yayınları, İstanbul, 2007. ESMER, Yılmaz; Devrim, Evrim, Statüko, Türkiye’de Sosyal , Siyasal, Ekonomik Değerler, TESEV Yayını, İstanbul, 1999. FUKUYAMA, Francis; Güven Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması, A. Buğdaycı (Translator), 3.Baskı İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005. GREIFF, P. ; “Deliberative Democracy and Group Representation”, Social Theory and Practice, 26(3), 2000. Hürriyet Gazetesi, “Kadın Aday Az Sitemi”, 8 Şubat 2009. İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı, 2006 İçişleri Bakanlığı, Dernekler Dairesi Başkanlığı, 2009 İçişleri Bakanlığı, Dernekler Dairesi Başkanlığı, 2007 İzmir Valiliği İl Emniyet Müdürlüğü, B.05.1.EGM.4.35.00.49.01.4702/2007 sayılı ve 30.10.2007 tarihli yazıları KARAGÜL, Mehmet; Süleyman Dündar, “Sosyal Sermaye ve Belirleyicileri Üzerine Ampirik Bir Çalışma”, Akdeniz İİBF Dergisi, (12), 2006. LANDRY, Charles; The Creative City, London, 2006. LIJPHART, Arend; “Negotiation democracy versus consencus democracy: Parallel conclusions and recommendations”, European Journal of Political Research, 41, 2002. SİTEMBÖLÜKBAŞI, Şaban; “Liberal Demokrasinin Çıkmazlarına Çözüm Olarak Müzakereci Demokrasi”, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi, 10, 2005. The Quality of Life Model; http://www.utoronto.ca/qol/concepts.htm, erişim: 06.03.2009 PUTNAM, Robert; “Bowling Alone”, Journal of Democracy, Vol.6, No.1, 1995. SARGUT, A. Selami; “Sosyal Sermaye: Yapının Sunduğu bir Olanak mı, Yoksa bireyin Amaçlı Bir Eylemi mi?” , Akdeniz İİBF Dergisi, (12), 2006. TOPRAK, Zerrin; Hamit Palabıyık; “Participation and Civil Society;The Experiences of İzmir Local Agenda 21 (1995-2000)”, Turkish Public Administration, Annual, Vol.24-26, 2000. TOPRAK KARAMAN, Zerrin; “Avrupa Konseyi’nde Sınırötesi İşbirliği Stratejileri Açılımında Sınır ve Sınırötesi Komşularımıza Bakış”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Uluslar arası Stratejik Araştırmalar Kurumu Yayını, Yıl.1, Sayı.4, 2005. TOPRAK, Zerrin; “Yerelde Yönetişim Olgusunda Demokratik Kazanımları Teorik Ve Pratik Temelli Yaklaşımlar- Türkiye ve İzmir”, 2.Bölgesel Kalkınma ve Yönetişim Sempozyumu Bildiri Kitabı, Matsa, Ankara, Ekim 2008-a-.

403

TOPRAK KARAMAN, Zerrin; “Willingness of Foreign Retired Residents to Participate in Local Public Life and Strategic Approaches to Relationship Networks Within the Local Community; Example of Antalya, Turkey” European Journal of Economic and Political Sdudies(EJEPS), 1(2), 2008. TOPRAK, Zerrin; Kent Yönetimi ve Politikası, Birleşik Matbaacılık, İzmir, 2008-b-. Türkiye’de Yerel Gündem 21 Yönetişim Ağı Kanalıyla BM Bin Yıl Kalkınma Hedeflerinin Yerelleştirilmesi Projesi, Gelişme Raporu, No.4, 1 Temmuz 2007-30 Eylül 2007. Uluslararası Rekabet Araştırmaları Kurumu (URAK), İllerarası Rekabetçilik Endeksi (2007-2008), İstanbul, 2008. http://ekutup.dpt.gov.tr/bolgesel/gosterge/1999/ erişim: 23.02.2009. http://info.worldbank.org/governance/wgi/index.asp erişim: 17.02.2009. http://min.avrupa.info.tr/QA/forum/viewthread.php?lang=0&forum_id=63&thread_id=3135: 07.02.2009.

erişim

http://www.dernekler.gov.tr/_Dernekler/Web/Gozlem2.aspx?sayfaNo=74 erişim 04.02.2009. http://www.hurriyet.com.tr/english/domestic/10381452.asp erişim 06.03.2009. http://www.imd.ch/research/centers/wcc/research_methodology.cfm erişim: 23.02.2009. http://www.izmir-yerelgundem21.org.tr/strateji.htm erişim 27.02.2009. http://www.stksempozyumu.org/15sempozyum/ilhantekelikonusma.htm erişim; 08.02.2009. http://www.tepav.org.tr/sempozyum/bildiriler/4_3_Toprak.pdf, erişim: 06.03.2009. http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=1577: erişim 07.02.2009 erişim: 10.03.2009. http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?tb_id=25&ust_id=8, erişim: 10.03.2009.

404

DELİBERATİF (TARTIŞIMCI) DEMOKRASİ PRATİĞİ: ÇANAKKALE KENT KONSEYİ ÖZELİNDE Assiye AKA* ÖZET Türkiye’nin çok partili demokratik sisteme geçtiği 1946 yılından günümüze değin siyasal sistemini temsili demokratik bir model üzerine kurguladığını söylemek mümkündür. Merkeziyetçi eğilimlerin sürekli var olduğu Türk demokrasisinde halkı kararlara doğrudan dahil etmenin aracı olarak çoğu kez referandumlara başvurulmuş olsa da, sitemin genel hatları ile temsili demokrasi modeline bağlı kalmıştır. Türk siyasal sistemindeki tıkanmalar her ne kadar demokrasinin sekteye uğratılmasına ve temsili demokrasinin doğru ve yeterli uygulanamamasına bağlı olsa da, Türk demokrasisinin karşı karşıya bulunduğu sorunların bir diğer nedeni de alternatif model arayışlarında eksiklik ve demokratikleşme eğilimleri karşısındaki yapısal direngenliktir. Bu sorunu aşmanın yolu mevcut demokratik modeli reformlar yoluyla iyileştirmek olduğu kadar, alternatif modellerin de göz önüne alınmasıdır. Bu aşamada müzakereci demokrasiyi bir alternatif olarak görmek ve bu alternatif modelin öncül uygulanma alanı olarak yerel yönetimleri görmek mümkündür. Özellikle doğrudan demokrasi pratiğini geliştirmenin somut bir organı olarak kent konseylerini ele almak ve bu konseylerin işlevselliğini geliştirmek müzakereci demokrasi tartışmalarına yeni ufuklar açabilir. Bu noktadan hareketle yerel yönetimler düzeyinde bir müzakereci demokrasi pratiği olarak kent konseylerinin öneminin altını çizmek amacında olan bu bildiri, bu uygulamanın Çanakkale örneğinde ortaya çıkardığı somut kazanımları ortaya koyacaktır. Anahtar Kelimeler: Müzakereci Demokrasi, Yerel Yönetimler, Kent Konseyi, Alternatif Demokratik Model DELİBERATİF (TARTIŞIMCI) DEMOKRASİ PRATİĞİ: ÇANAKKALE KENT KONSEYİ ÖZELİNDE GİRİŞ “Demokrasi” kavramı “halkın kendi kendini yönetmesi” biçiminde teorik bağlamda idealize edilerek tanımlanmış ve bu tanım normal olarak insanların çok hoşlandığı bir kavram olagelmiştir. Fakat bu idealize edilen kavramın uygulanabilirliği oldukça problematiktir. Demokrasi, toplumsal eyleyenler ve siyasal eyleyenler birbirine bağlandığında, dolayısıyla da yöneticilerin toplumsal temsilciliği sağlandığında, ayrıca bu temsilcilik erklerin sınırlanması anlayışı ve yurttaşlık bilinciyle birleştirildiğinde ancak tam olarak gelişebilir. Demokrasi hiçbir zaman toplumsal ya da siyasal bir cephenin başarısına, daha da önemlisi bir sınıfın utkusuna indirgenemez (Touraine 1997: 98). Habermas “Gerçekler ve Normlar Arasında” adlı son kitabında demokratik yönteme ilişkin olarak demokratik teorinin nesnelerinden birinin bireysel haklara ve popüler egemenliğe yol açtığını söyler. Kendilik yönetiminin bir yanı bireysel hakları korumaya hizmet ederken diğer yanı da popüler egemenliğin var olma koşullarını sağlar. Habermas “popüler egemenliğin ve insan haklarının nasıl ele ele gittiğini ve bu yüzden de yurttaşlık ve özel özerkliğin anlaşılabileceğini ifade eder. Bu bağlamda bu bildirinin temel teması deliberatif (tartışma) bir demokrasi pratiği olarak Çanakkale Kent Konseyi’nin kentin ekonomik kalkınma ve hemşehrilik bilincinin yerleştirilmesinde -Habermascı anlamda adalet ve ortak iyilik yaratabilme- kent konseylerinin rolüne odaklanılmıştır. Daha somut olarak bu bildiride aktörlerin (üyelerin-yurttaşların) bu kararların alınması ve uygulanmasındaki etkilerini tartışmaktır. * Yrd. Doç. Dr., Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü 405

Öncelikle genel olarak demokrasinin kabul görmüş tanımı verilip sonra da deliberatif tartışma modelinin ne olduğu ve bu model çerçevesinde Habermas’ın deliberatif demokrasi konusundaki anlayışına yer verilmiştir. 1. Demokrasi Kavramı Demokrasi kavramı saydamdır, yani, kavramın anlamı, dildeki ilk anlamına kolaylıkla bağlanabilmektedir. Demokrasi halk iktidarı, iktidarın halka ait olmasıdır (Sartori 1996:8). Demokrasi, Eski Yunanca Demokratia kavramından gelmekte ve demos ve kratia ya da cratos kavramlarından türetilmiştir (Hague 2001: 16). Demos kavramı, eski Yunancada deme (mahalle) sözcüğünden türetilmiş olup “mahallede yaşayan halk” anlamına gelmektedir (Şenel 1995). Roskin (2003: 73)’e göre eski Yunancada kratia ya da cratos sözcüğü ise İngilizce’de government sözcüğü ile eş anlamlı olup “yönetim” anlamına gelmektedir. Yıldırım (1993: 19)’a göre demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesine olanak veren bir yönetim biçimidir. Bu sistemde tüm yurttaşlar kendilerine uygulanan kuralların ve bunlarla ilgili kararların kendilerince alınması ve yaptırıma bağlanması için hem haklara hem de ödevlere sahiptirler (Aktaran Çukurçayır 2000: 11). İdeal bir demokratik sistemde, halkın isteklerini tam olarak karşılayan bir yönetim vardır. Bu yönetim halkın tercihleri doğrultusunda oluşur ve halkın tercihlerine bağlı olarak etkinlikte bulunur. Demokrasinin anlamı halkın kendisini siyasi olarak örgütlemesidir. İdealize edilen demokrasi anlayışının Habermasa göre üç normatif modeli vardır. Liberalci, Cumhuriyetçi ve Deliberatif demokrasi modeli. Liberalci ve Cumhuriyetçi modeller bu bildiri konusunun dışında olduğu için yer verilmeyecek ve doğrudan deliberatif demokrasiye Habermascı gözle bakılmaya çalışılacaktır. 2. Deliberatif (Tartışmacı) Demokrasi Deliberatif demokrasinin temel argümanı şudur: Bir demokrasiye, yurttaşlar arasında özgür ve eşit bir konumda politik kararların tartışılma sürecidir. Bu süreç aslında Beşinci yüzyılda Atina’da demokrasinin doğuşuna eşlik etmiştir. Tartışmanın tasavvur edilmesi ve tartışma başlığında seçime katılım çok çeşitlendirilmesine rağmen tartışma, demokraside uzun süreli merkezi bir rol oynamıştır (Moffue 2000: 2). Tartışmacı demokrasi kişinin kendi talepleri kadar başkalarının da taleplerine gönderme yapan gerekçelerle ikna edilmeye açık olması anlamına gelen toplumsal işbirliğine yönelik belli bir tutuma işaret eder. Tartışmacı demokrasinin aracı katılımcıların kendi can alıcı çıkarlarına ilişkin anlayışlarını bildirmelerini de içeren iyi niyetli fikir alış verişidir. Burada her yapılan oylama -eğer oylama yapılıyorsa- bireysel yargıların toplamını simgeler (Habermas 2002:156). Deliberatif demokrasi yaklaşımı normatif rasyonelliğin teşvik edilmesine bağlıdır. Özgünlük liberal kurumların savunmasıyla demokratik egemenlik fikrinin yeniden uzlaşmasıyla liberal demokrasiye bağlılığın katı bir temelini sağlama girişimidir. Gerçekten, “liberalizmle geçici anlaşma” söz konusu olmakla birlikte, deliberatif demokrasinin pek çok taraftarı anti-liberal değildir. Pekçok Marksist eleştirinin aksine, onlar modern demokrasi kavramında liberal değerlerin merkezi rolünü vurgularlar. Onların amacı liberalizmden vazgeçmek değil fakat liberal değerler ve demokrasi arasındaki yakın ilişkiye ahlaki boyutu yerleştirme çabasıdır (Moffue 2000:3). 3. Deliberatif (Tartışmacı) Demokrasi Pratiği Olarak Çanakkale Kent Konseyi 406

Kent konseyi, ‘herkesin görüşlerini açıklama fırsatı bulabileceği bir platform’dur. Kent

Konseyleri’nin en önemli işlevi, kentteki tüm aktörleri bir araya getirerek, tüm kent için bir platform oluşturmaktır. Kent Konseyleri, kentin kalkınma önceliklerinin ve sorunlarının tanımlandığı ve tartışıldığı demokratik platformlar olarak işlev görecektir (Emrealp, 2005: 65). Tanımdan da anlaşılacağı üzere Kent Konseyi kentin hemen hemen bütün yelpazelerini, farklı siyasi renklerini bir araya getiriren bir yapıya sahiptir. Aslında bu yapının ideale yakın bir demokratik model olduğunu söylemek mümkündür. Çanakkale Kent Konseyi Çanakkale Belediyesi öncülüğünde yerel yönetimlerde karar alma sürecinde halkın katılımını sağlamak; Çanakkale Belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde sürdürülebilir kalkınmayı, demokratik katılımcılığı, ortaklaşa çözümü gerçekleştirmek, Kentin 21. yüzyıldaki vizyonunu tayin etmek için proje ve eylem planları oluşturmak üzere kurulmuştur. Çanakale Kent Konseyinin dayanağını 1992 Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda T.C. Devletince kabul edilen Gündem 21 ilkeleri ve Gündem 21 Belgesi, VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planının Temel Amaçları ve Stratejisi (74 no.lu strateji): “Ekonomik ve sosyal gelişmeyi gerçekleştirirken insan sağlığını, ekolojik dengeyi, tarihi ve estetik değerleri korumak esastır.” “Çevre alanında öncelikli faaliyetler belirlenecek, uygulamada ilgi grupları arasında eşgüdüm sağlanacak ve sorunların çözümünde toplumsal uzlaşmaya önem verilecektir.” VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı 1933 nolu politika “Yerel yönetimlerde halkın sürekli bilgilendirilmesi süreci oluşturulacak, kamu belgeleri rahatlıkla ulaşılabilir hale getirilerek, önemli yerel projelerde halkın görüşlerine başvurulacaktır.” 1. Çanakkale Kent Konseyi belirlenen amacı doğrultusunda, yurttaş kimliğinin önüne hiçbir sıfat getirilmeden tüm kentlilerin temsilini gözetir. 2. Çanakkale Kent Konseyi Gündem 21’in sürdürülebilirlik, katılımcılık, insanca yaşanabilirlik, yapabilir kılma ilkelerinden hareketle kente ve kentliye sahip çıkma bilinciyle ortak çözüm anlayışıyla aktif katılım, hoşgörü, dayanışma fikriyle hareket eder. 3. Doğal çevreyi korumak, gelişmeyi sağlamak, aynı amacı paylaşan yerel, ulusal ve uluslararası tüm kurum ve kuruluşlarla ortaklık kurma ilkesine sahip çıkar. 4. İnsan merkezli, çevrenin ve bireyin, toplumun mutluluğu için emek verir ve projeler üretir.

3.1.Çankkale Kent Konseyi’’nin Görevleri:

Çankkale kent konseyi 3/7/2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanununun 76 ncı maddesine dayanılarak oluşturulan yönetmelik gereği kurulmuştur. Bu yönetmeliğin 6. maddesinde Çanakkale kent konseyinin görevleri şu şekilde belirtilmiştir: a) Yerel düzeyde demokratik katılımın yaygınlaştırılmasını, hemşehrilik hukuku ve ortak yaşam bilincinin geliştirilmesini, çok ortaklı ve çok aktörlü yönetişim anlayışının benimsenmesini sağlamak, b)Sürdürülebilir gelişme sorunlarının çözümüne yönelik uzun dönemli bir planın hazırlanması ve uygulanmasını sağlamak, c)Kente ilişkin temel stratejiler ve faaliyet planlarının belirlenmesinde, uygulama ve izleme süreçlerinde tüm kenti kapsayan ortak bir aklın oluşturmasına katkıda bulunmak ç) Yerellik ilkesi çerçevesinde katılımcılığı, demokrasiyi ve uzlaşım kültürünü geliştirmek d) Kentin kimliğine ilişkin tarihi, kültürel, doğal ve benzeri değerlere sahip çıkmak ve geliştirmek, e) Kent kaynaklarının etkili, verimli ve adil kullanılmasına katkıda bulunmak, f) Sürdürülebilir kalkınma anlayışına dayalı kentin yaşam kalitesini geliştiren, çevreye duyarlı ve yoksulluğu giderici programları desteklemek, g) Sivil toplumun gelişmesine ve kurumsallaşmasına katkıda bulunmak, ğ) Çocukların, gençlerin, kadınların ve engellilerin toplumsal yaşamdaki etkinliklerini arttırmak ve yerel karar alma mekanizmalarında aktif rol almalarını sağlamak, h) Kent yönetiminde saydamlık, katılım, hesap verilebilirlik, öngörülebilirlik ilkelerinin uygulanmasına katkıda bulunmak). Kent konseyinde oluşturulan görüşlerin değerlendirilmek üzere ilgili belediyeye gönderilmesini sağlamaktır. 407

Deliberatif demokrasi modelinden kent konseyinin rolleri değerlendirildiğinde “ortak bir akıl” yoluyla kentte var olan bütün toplumsal katmanların sosyo-ekonomik kalkınmasının hedeflendiğini söylemek mümkündür. Fakat Kent konseyinde tartışılan fikirlerin hayata geçirilme konusunda Kent konseyinin herhangi bir yasal statüsü olmaması nedeniyle karar mekanizmasında aktif bir rolü yoktur. Bu bir bakıma kentsel kallkınmayı sağlayacak fikir nüvelerinin oluşma aşamasında kent konseyi aktörlerinin önemli olduğunu gösterirken diğer taraftan da yetki verilmeksizin insanların sadece fikir tartışım sürecinde rasyonel bir uzlaşıma varmasının çok da anlamlı olmadığını söylemek mükündür.

3.2.Çanakkale Kent Konseyi’nin Aktörleri:

Çanakkale Kent konseyinin Aktörleri aşağıdaki kurum ve kuruluşun temsilcilerinden oluşur (Çanakkale Kent Konseyi Yönetmeliği madde 8:) a) Yerelin en büyük mülki idare amiri veya temsilcisi, b) Belediyenin içinde bulunduğu seçim bölgesi veya bölgelerinin milletvekilleri, c) Belediye başkanı veya temsilcisi, ç) Sayısı onu geçmemek üzere illerde valiler, ilçelerde kaymakamlar tarafından belirlenecek kamu kurum ve kuruluşlarının temsilcileri, d) Meclis üye tam sayısının yüzde 30’unu geçmemek üzere, belediye meclisinin kendi üyeleri arasından seçeceği temsilcileri, e) Meclis üye tam sayısının yüzde 30’unu geçmemek üzere, il genel meclisinin kendi üyeleri arasından seçeceği temsilcileri, f) Belediye başkanının çağrısı üzerine toplanan muhtarların, kendi aralarından seçecekleri en fazla 10 temsilci, g) Beldede teşkilatını kurmuş olan siyasi partilerin temsilcileri, ğ)Varsa üniversiteden bir temsilci, birden fazla olması durumda her birine temsilen bir üye, h) Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, sendikalar, noterler, baro, kooperatifler, birlikler, konuyla ilgili dernek ve vakıf temsilcileri, ı) Kent konseyince kurulan meclis ve çalışma guruplarının birer temsilcisi katılır.(2) Büyükşehir kent konseyine (g) bendinde belirtilen siyasi partilerden TBMM de üyesi bulunanların ve (h) bendinde belirtilenlerin varsa en üst kuruluşlarının birer temsilcisi katılır.

3.3.Çanakkale Kent Konse’yi’nin Çalışma Gupları

Çanakkale Kent Koseyinin 3/7/2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanununun 76 ncı maddesine dayanılarak hazırlanan yönetmeliğinin birinci maddesinde belirtildiği gibi; kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan kent konseylerinin çalışma usul ve esaslarını düzenlemektir. İnsanların yaşadıkları kenti nasıl “daha yaşanılabilir”, “daha özgür”, “daha az sorunlu” kılmak için oluşturduğu kent konseyinde çeşitli alt çalışma grupları oluşturularak ve bu çalışma gruplarının birbirleriyle koordineli çalıışmasını sağlayarak kentin daha insani ve özgür aynı zamanda çağın gerektiridiği ekonomik ve sosyal kalkınmayı sağlayacak kararları alması artık bir zorunluluktur. Bu bağlamda Çanakkale Kent Konseyinde bu ilke bağlamında kentin çevre, sağlık ve sosyal sorunlarına çözüm üretecek çeştitli çalışma grupları oluşturulmuştur. Bu çalışma grupları ise şunlardır: Çevre Dostu Çalışma Grubu, SağlıkÇalışma Grubu, SarıçayÇalışma Grubu, Deniz Kirliliği Çalışma Grubu, Zihinsel ve Fiziksel Engelli Çocuklarına Araştırılması Çalışma Grubu, Öncelikli İhtiyaçların Belirlenmesi Çalışma Grubu ve Engelli Çalışma Grubu. 408

Bu çalışma gruplarınının temel özelliği bireysel katılım ve gönüllülük esasına dayanmasıdır. Kararlar tartışılarak alınır. Sonuç raporuna varsa farklı bir görüşe de yer verilir. Buradan kent konseyinin farklılıklarla bütünleşen bir yapı sergilediğini ve Habermascı ifadeyle ötekiyle yaşamanın mümkün olabileceğini göstermesi bakımından önemli bir demokrasi pratiği olduğu söylenebilir. Habermas’ın müzakereci demokrasi teorisi için hayati öneme sahip olan kavram kamusal alan kavramsallaştırmasında ele aldığı gibi temelde, kamusal problemlerin, sivil kişilerin rasyonel tartışmaları sayesinde karara bağlandığı sosyal koşulların arayışındadır. Habermas, kamusal alanı, toplumsal entegrasyonu sağlama potansiyeli taşıyan bir biçim olarak alır ve devlet ve ekonominin yanı sıra, kamusal tartışımın (veya daha sonra çoğunlukla tartışım yerine kullanmayı tercih ettiği iletişimsel eylemin) kamusal alanın oluşumunda oynadığı rolün tarihsel izdüşümünü saptamaya çalışır. Ona göre, devlet ve ekonomi, tartışımsal bir karaktere sahip olmamaları ve akıl ve iradenin belirleyiciliğine imkân tanımamaları yüzünden demokratik bir kamusal alan anlayışı içerisinde yer bulamazlar. Bu çalışma gruplarının amaçlarına bakıldığında her bir çalışma grubunun konusuna giren temel sorunları öncelikle tespit edip sonra bu sorunların çözüme kavuşturulması için yılda üç kez yapılan kent konseyi toplantılarında öneriler getirmekte ve ilgili makamlara (yürütme kuruluna) bildirmektedir. Sorunların tespit edilmesi ve tartışılması katılımcılarda Sarıbay (1991: 22)’ın yurttaşlığın sivil-siyasal-sosyal boyutunu yerine getirdiğini söylemek mümkündür. Aynı zamanda bu sorunların tartışılması ve en uygun çözümler bulunması politik ve ahlaki olarak bir “ortak akıl” bir “ortak iyilik” yaratılma çabası olduğunu söylemek de mümkündür. Fakat bu sorunların tümünün dillendirilmesi ile birlikte sorunların tümünün çözüme ulaştırıldığını söylemek mümkün değildir. Çünkü ülkenin soyo-ekonomik ve politik ve kültürel yapılanması göz önüne alındığında bu sorunların çözümlenmesinin önündeki engeller de daha iyi anlaşılacaktır. Buradan deliberatif demokrasinin Türkiye koşullarında teorik olarak iyi niyetli ama pratikte uygulanabillirlikteki tıkanmaya da dikkat çekmek gerekmedir. 3.4. Çanakkale Kent Konseyi Aktörlerinin Karar Mekanizmasındaki Rolleri (Kararların Alınması Ve Uygulanmasında ) Çanakkale Kent Konseyi’nin sosyo-ekonomik temelli gelişmeler için kentin temel sorunlarını rasyonel bir zeminde dillendirme ve bu sorunların çözümü için projeler geliştirme bağlamında önemli bir karakter olduğu söylenebilir. Hatta bu projelerden bazılarının (pazaryerlerini modernleştirme ve halk otobüsü seferlerinin düzenlenmesi) hayata geçirilmesinde bizzat önemli roller üstlendiğini söylemek de mümkündür. Fakat bu sorunların çözümü ve bazı projelerin hayata geçirilmesinde (pazaryerlerini modernleştirme ve kamu taşımacılığı-halk otobüs seferlerinin düzenlenmesi) etkili olma gibi faydaları olmuşsa bile yasal statüleri gereği kentleşme sürecinde etkin birer karar mekanizması olduğunu söylemek mümkün değildir. Buna rağmen kentin sorunlarının çözümü için idealize edilen rasyonel uzlaşım ortamının yaratıldığını ve çok çeşitli ve hemen hemen her toplumsal katmandan halkın katılımını sağlama arzusunda olduğunu (katılımcı demokrasi) söylemek mümkünür. Fakat konseyin hiyararşik bir örgütlenme modeline sahip olması (Genel Kurul-Yürütme Kurulu-Meclisler ve Çalışma Grubu) dolayısıyla kent konseyi üyelerinin kentsel kalkınma ve kentsel bilinçlenme konusunda da hiyerarşik bir düzen içerisinde kararların alınması ve uygulanmasının paradoksal bir durum olduğunu belirtmek gerekiyor. Özünde kentin bir yaşayanı olarak herkes konseyin doğal üyesidir. Fakat konsey üyelerinin belirlenmesinde kullanılan yöntem

409

temsili demokrasi modelidir. Buna ek olarak konseyin aldığı kararları uygulayacak yasal bir yetkiye sahip olmaması nedeniyle de tartışımcı demokrasi pratiğinin ancak ve ancak teorik olarak mümkün fakat uygulamaya henüz geçirilemediği söylenebillir. SONUÇ Weinand (1994:107)’a göre katılımcı demokrasi halkın kendisini ilgilendiren konularda söz sahibi olabilmesidir. Katılımın amacı, siyaseti ve yönetimi etkilemektir. Yurttaş, siyasal gücü oluşturan birey olarak, toplumu ilgilendiren kararların alınmasına katılır. Böylece, yurttaşın etkin olarak kararların üretilmesine ortak olması sağlanır (Aktaran, Çukurçayır 2000: 13). Bu bağlamda Çanakkale Kent Konseyi’nin “Katılımcı Demokrasi” modelinin mikro-fiziği olduğu söylenebilir. Deliberatif demokrasi bağlamında ise Çanakkale Kent Konseyi’ni rasyonel uzlaşımın diğer bir deyişle ortak aklın yaşam şansının bulunduğu yerler olarak görmek mümkündür. Fakat bununla birlikte yerel bir dinamik olarak karar alan ve uygulayan bir kentin aktörü olarak kent konseyinin yasal statüye kavuşturulması gerekmektedir. Sadece sorunların tartışılması ve önerilerin geliştirilmesi yeterli değildir. Buna ek olarak bölgenin kalkınmasında Çanakkale Kent Konseyi sorumluluk sahibi yurttaşların yetiştirilebilmesi için birer okul görevini görmeli ve farklılıklara tahammül eden bir bilinç yaratabilmelidir. Son olarak da evrensel değerlerin içselleştirildiği ve ötekiyle yaşamanın mümkün olabileceğini gösteren daha dinamik bir yapıya dönüştürülmesi gerekmektedir. KAYNAKÇA ÇUKURÇAYIR, M. Akif, Siyasal Katılma ve Yerel Demokrasi, Ankara, Yargı Yayınevi, 2000.

EMREALP, Sadun, Türkiye Yerel Gündem 21 Programı, Yerel Gündem 21 Uygulamalarına Yönelik Kolaylaştırıcı Bilgiler EI Kitabı, IULA-EMME Yayını, 2. Baskı, İstanbul. 2005. ETE, Hatem Liberal Demokrasinin Krizi ve Politikanın ‘Uzlaşımcı’ Doğası, Jurgen Habermas’ın Müzakereci Demokrasi Teorisine Eleştirel Bir Bakış Tezkire Dergisi, sayı. 24, 2002 HAGUE, Rod ve Martin Harrop, Comparative Government and Politics, New York, Palgrave, 2001. HABERMAS, jürgen, Öteki Olmak, Ötekiyle Yaşamak” (çev.: İlknur AKA), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999. MOUFFE, Chantal, Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism, Studies, Vienna, 2000.

Institute for Advanced

SARIBAY, A.Yaşar “Yurttaşlık ve Katılmacı Demokrasi” Birikim Dergisi, İstanbul, Ayhan Matbaacılık, 1991 (17-24) SARTORİ, Giovanni, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (çev.: Tuncer Karamustafaoğlu, Mehmet Turhan), Ankara,Yetkin Yayıncılık,1996. ŞENEL, Alaeddin, Çağdaş Siyasal Akımlar, Ankara, İmaj Yayıncılık, No: 14, 1995. TOURAİNE, Alain, Demokrasi Nedir?, (çev.:Olcay Kunal), İstanbul, 1997. YILDIRIM, Selahattin, Yerel Yönetim ve Demokrasi, Ankara, TKYB, 1993. BELGELER: Çanakkale Kent Konseyi Yönetmeliği Çanakkale Kent Konseyi Tüzüğü 410

X. OTURUM: MÜZAKERECİ DEMOKRASİYE YEREL BİR BAKIŞ: TÜRK SİYASAL YAŞAMINDAKİ YERİ TEKNOLOJİNİN DEMOKRATİK KATILIMA ETKİLERİ

Osman ÖZSOY* ÖZET Ekonomiyi, sosyal hayatı, insanlar arası iletişimi derinden etkileyen enformatik alandaki gelişmelerin yakın bir gelecekte siyasal yaşam üzerinde de belirgin etkilerinin olması kaçınılmazdır. İletişim teknolojisi alanındaki gelişmelerin hemen her alanda olduğu gibi kamu-birey ilişkileri üzerinde etkili olması ve siyasal katılımın önünü açacak düzeyde kullanılmasının sunulan hizmetlerin kalitesi, maliyeti ve sonuçlarına olumlu katkı yapacağı düşünülmektedir. Bu bağlamda elektronik oylama ile bireylerin yönetime etkin katılımı sağlanarak daha çoğulcu bir demokratik düzen oluşturulması yönündeki çalışmaların hız kazacağı görülmektedir. Kamu yönetimi anlayışı, partilerin durumu ve hükümetlerin fonksiyonlarında önemli değişiklikler olması ve kamuoyuyla sürekli yüzleşen bir yönetim anlayışının ortaya çıkması öngörülmektedir. İletişim teknolojisi alanındaki gelişmelerin partilerin delege sisteminden ülkenin yönetim biçimine kadar hemen her alanda etkisini göstereceği aşikârdır. Yakın gelecekte parlamentoların uzman kişilerin çalıştıkları ve ülkenin çeşitli sorunlarının çözümüne yönelik projeler üreten, kanun taslağı haline getiren birer araştırma merkezleri haline dönüşebileceği ve sıra kanun tasarısının oylamasına geldiğinde, seçmenlerin güvenlik sistemleriyle geliştirilmiş iletişim ağları aracılığıyla oylarını doğrudan kullanabilecekleri yeni bir dönemin başlayacağı öngörülmektedir. Anahtar Kelimeler: Seçim, seçmen, elektronik oy, demokratik katılım. TEKNOLOJİNİN DEMOKRATİK KATILIMA ETKİLERİ GİRİŞ Günümüzde gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğu demokrasi ile yönetilmektedir. Demokrasinin temeli de yöneticilerini halkın kendisi seçmesidir. Seçimlerin sağlıklı olması katılım oranının çokluğuna ve kullanılan oyların geçerli sayılmasına bağlıdır. Demokratik sistemin en önemli unsuru seçimlerdir. Birçok ülke katılımcı demokrasinin geliştirilmesi için seçimlerin daha düzenli, kolay ve düşük maliyetli yapılabilmesi için yeni sistem arayışlarına girmişlerdir. Geliştirilmeye çalışılan yeni seçim sistemleri ile seçimlere katılım oranı yükselecek ve halk iradesinin ülke yönetimine daha fazla yansıması sağlanacaktır. Örneğin ülkemizde özellikle yerel seçimlerde sıkıntı ve karmaşa yaşanmaktadır. Muhtar seçimi, il, ilçe belediye başkanı seçimi gibi farklı kategorilerde oy kullanma gerekliliği nedeniyle * Prof. Dr., Fatih Üniversitesi Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi 0 212 866 3300 [email protected] 411

oy verme işleminin uzaması ve kuyrukta beklenmek zorunda kalınması seçmenler açısından sandığa gitme konusunda kimi zaman çekince oluşturmaktadır. Bu karmaşa nedeniyle usulune uygun oy kullanılaması durumunda oy verdiği halde bir kısım seçmenin oyu geçersiz sayılmakta ve durum halk iradesinin seçime tam yansımamasına neden olmaktadır. Uzun oy pusulaları, mührü bastıktan sonra oy pusulasını zarfa yerleştirmek için katlarken mürekkebin başka partilerin amblemleri üzerine bulaşması gibi nedenlerle kullanılan oyun hangi partiye ait olduğunun belirlenememesi gibi sorunlarla yaygın bir şekilde karşılaşılmaktadır. Sandık başında yaşanan mührün gerçekte hangi partiye basıldığına dair tartışmalar, gerginlikler, itirazlar nedeniyle oluşan zaman kayıpları başta olmak üzere, evrak basımı, ulaşım ve güvenlik giderleri ve seçim çalışanları için yapılan masraflar da göz önüne alındığında, tüm dünyada mevcut seçim sistemlerinin daha güvenilir, daha ekonomik ve daha hızlı olması amacıyla yeni teknolojiler kullanılmanına dayalı oy verme işlemlerinin geliştirilmesi çabaları sürmektedir.

GÜVENLİ OY VERME İŞLEMİNİN SAĞLANMASI VE SEÇİMLERE KATILIMI ARTIRMAYA YÖNELİK ÇABALAR

Demokrasinin en temel unsurlarının başında seçimler gelir. Seçimler demokrasiye taze kan aşılar ve sistemin kendini yenilemesine yardımcı olur. Fakat gelişmiş demokrasilerde seçimlere katılım oranının giderek azalması ve seçmenlerin siyasete olan ilgisinin düşmesi endişe ile takip edilmektedir. Avrupa’da Durum Örneğin Avrupa Birliği’nin resmi araştırma kurumu olan Eurobarometre araştırmasına göre 4-7 Haziran tarihlerinde Birlik üyelerinde gerçekleşecek Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine kesin olarak katılacağını söyleyenlerin oranı % 34 iken, oy vermeyeceğini söyleyenlerin oranı % 19 olarak görülmektedir. Ocak 2009’dan Şubat ortasına kadar süren bir dönemde gerçekleşen kamuoyu yoklaması, Haziran ayı seçimleri için kesin sonuçları ortaya koymasa da oy verme konusunda kesin kararını veren ve vermeyenleri göstermesi açısından önem taşıyor. Mart ayı sonundan itibaren seçime katılım bilincini artırma amacıyla kampanyalar başlatan Avrupa Parlamentosu, bir önceki seçimlerde yaşanan bilgi eksikliği ve ilgisizlik gibi sorunların önüne geçmeyi amaçlıyor. Eurobarometre anketine göre, oy kullanacağını söyleyen katılımcıların oranı en yüksek Belçika (70%), Lüksemburg (62%), Danimarka ve Malta’da (56%). Yunanistan ve Kıbrıs ise yüzde 48’lik bir oranla 6. sırada yer alıyor. Öte yandan, kesinlikle oy kullanmayacağını söyleyen katılımcıların oranı en yüksek Birleşik Krallık (30%), Polonya (19%), Lituanya, İspanya ve Macaristan’da (18%). Oy kullanmayacak olanların oranı Yunanistan’da yüzde 10, Kıbrıs’ta ise yüzde 14. Ankete göre, katılımcıların yüzde 64’ü seçimlerde oy kullanmamalarının ana nedeninin Avrupa Parlamentosu’nun rolü hakkında yeterince bilgiye sahip olmamaları. Yüzde 62’si ise oylarının herhangi bir şeyi değiştirmeyeceği ve yüzde 20’si ise Avrupa, Avrupa Birliği ve Avrupai yapılanmaya 412

karşı olduklarını ifade ediyorlar. İngiltere’deki Nottingham Üniversitesi Sosyal Bilimler Profesörü Cees Van der Eijk “medyanın Avrupa seçimleriyle çok az ilgilendiğini, AB aktörlerinin genellikle görünmez olduğunu ve seçimlerin daha gerçekleşmeden sıkıcı olarak nitelendiğini” dile getiriyor. Seçimlere gösterilen bu genel ilgisizlik 1999 Avrupa seçimlerinde İngiltere’de katılımın 11 milyonda kalmasıyla daha dikkat çekici hale geliyor. Tüm bu faktörler, teknolojinin sunduğu imkanlarla seçmelerin bulundukları ortamdan oy kullanabilme olanaklarının artırılmasını zorunlu kılıyor.

2000 Yılındaki ABD Başkanlık Seçimlerinde Yaşanan Sorunların Teknoloji Destekli Güvenli Oy Verme Çalışmalarına Katkısı

Günümüzde birçok ülkede siyasal katılımın artması açısından teknolojinin gelişimine paralel olarak oy verme işlemlerinde yeni arayışlar gündeme gelmektedir. 1990’lı yılların başında, çeşitli ülkelerde elektronik seçim çalışmaları başlatılmıştır. 2000 yılındaki ABD başkanlık seçiminde yaşanan sorunlar güvenli ve hızlı ortamda oy verme çalışmalarının hızlandırılması açısından yeni bir milat olmuştur. Özellikle başkanlık seçiminde düğümün çözüldüğü Florida’da yaşananlar, yeni oy verme metotlarının benimsenmesine yol açmıştır. Yürütülen çalışmalara rağmen 2004 başkanlık başkanlık seçimi öncesinde çeşitli eyaletlerde uygulanan oy verme yöntemlerine karşı yüzlerce dava açılmış, 2000 yılı başkanlık seçiminde Florida’da yaşanan kaosun tekrarının önlenmesi için yapılan reformlar ve alınan önlemlere karşın yasal sorunlar tartışma konusu olmuştur. ABD’de seçmenler, yakın zamana kadar delikli kartlarla oy kullanıyorlardı. Oy verme makinalarının çoğu eski olduğu için düzgün delinmeyen kartlar nedeniyle bazı oylar geçersiz sayılabiliyordu. Florida eyaletinde, seçim sonuçlarının uzun süre tartışılması da, geçersiz oyların çokluğundan kaynaklanmıştı. Doğu’dan Bir Örnek: Hindistan’da Seçim Asya’nın hızla büyüyen ve demokrasisi giderek gelişen ülkesi Hindistan’da 714 Milyon seçmen var. Örneğin bugün, yani 16 Nisan 2009 tarihi itibariyle Parlamentonun alt kanat üyelerinin belirleneceği seçimler başlıyor. Başlıyor diyorum çünkü, kalabalık seçmen kitlesi ve yetersiz seçim alt yapısı ve güvenlik sorunu gibi nedenlerle seçimler bugün başlayacak ve 13 Mayıs’a kadar sürecek. Seçimlerde bugünkü ilk aşamada 140 milyon, 1 aylık seçim sırasında da 714 milyon seçmenin oy kullanma hakkı bulunuyor. 5 aşamalı genel seçimin ilk sonuçlarının da 16 Mayıs’ta alınması bekleniyor. Hindistan’daki seçimler sırasında Maocu militanlar saldırılarını artırıp seçmenleri tehdit ediyorlar. Bu nedenle ülke genelinde seçim güvenliğin sağlanması için 2 milyondan fazla güvenlik görevlisi görevlendirildi. Özellikle bugün oy kullanılacak bölgeler, Maocu militanların saldırılar düzenlediği orta ve doğu kesimlerdeki eyaletleri kapsıyor. Aşağıda ayrıntılarına da yer vereceğimiz gibi, eğer elektronik ortamda oy verme işlemi

413

Hindistan’ta da sağlanabilirse, kuşkusuz daha katılımcı, daha güvenlikli ve sonuçlarına daha itibar edilebilir seçim gerçekleştirme olasılığı da yükselecekti. Ülkemizde Durum Ülkemizde seçimlerin anayasa ve yasalara uygun olarak yapılmasından Yüksek Seçim Kurulu sorumludur. Yüksek Seçim Kuruluna bağlı olarak illerde İl Seçim Kurulları, ilçelerde ise İlçe Seçim Kurulları oluşturulmuştur. Mevcut uygulamaya göre, seçmen kütükleri birbirinden bağımsız olarak ilçelerde oluşturulmaktadır. Merkezi bir denetimden yoksun olan, günümüzün teknolojik olanaklarını yeterince kullanmayan bugünkü uygulamanın birçok soruna yol açan yetersiz bir uygulama olduğu açıktır. Ülkemizde seçimlere katılım oranı da istikrarlı bir seyir izlememektedir. 1950 yılında yapılan genel seçimlerde katılım yüzde 89.3 olurken, 1954’de yüzde 88.6, 1957’de yüzde 76.6, 1961’de yüzde 81.4, 1965’de yüzde 71.3, 1969’da yüzde 64.3, 1973’te yüzde 66.8, 1977’de yüzde 72.4, 1983’te yüzde 92.3, 1987’te yüzde 93.3, 1991’de 83.9, 1995’de yüzde 85.2, 1999’da yüzde 87.1, 2002’de de yüzde 79.1, 2007’de 84.25 olarak gerçekleşti. 28 Mart 2004’te yapılan yerel seçimlere katılım oranı ise yüzde 76.3 olarak gerçekleşirken, 29 Mart 2009 Yerel Seçiminde katılım yüzde 83.15 oldu. Seçimlere katılım bazı seçimlerde yüksek oranlara ulaşmış olsa da, kullanılan oylar arasında geçersiz oyların çokluğu üzerinde düşünülmeye değer bulunmaktadır. Örneğin 29 Mart 2009 Yerel Seçiminde 1 Milyonu aşkın geçersiz sayılırken, sandığa gitmeyen seçmen sayısı da 8 Milyona ulaşmıştır. Üstelik başta İstanbul olmak üzere birçok yerde seçimlerle ilgili tartışmalar yaşanmıştır. Adana seçimleri ise tam anlamıyla bir karmaşanın eseri olmuş, sonuçlar hiçbir parti açısından güven verici bulunmamıştır. Teknolojinin oy verme işleminde daha etkin kullanılması, hatta seçmenlere sadece elektronik sandıklarda değil bulundukları yerde oy verme imkanı sunulması hiç kuşkusuz katılımı çok olumlu etkileyeceği gibi geçersiz oy oranını da ortadan kaldıracak ve demokrasiyi daha güçlü kılacaktır. ELEKTRONİK OYLAMA Elektronik oylama, oy verme işleminin elektronik ortamda yapılmasıdır. Elektronik seçim ise, vatandaşların oylarını elektronik olarak kullanmaları sonucu, hızlı oy sayımına imkân tanıyan bir sistemdir. Dünyada da çeşitli ülkelerde uygulamalarının yapıldığı ve çeşitli çalışmalar yürütüldüğü bilinmektedir. Ülkemizde ise Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından resmi olarak başlamış elektronik seçim yapılması yönünde bir çalışma henüz yoktur. Bunun en büyük sebepleri, teknolojik alt yapının halen arzu edilen düzeyde olmaması ve dünyadaki uygulamaların izlenmek istenmesidir. Neden Elektronik Oylamanın Avantajları Elektronik oylamada oy verme işlemi daha hızlıdır. Sonuçlar hızlı bir şekilde alınabilir, sadece bir tuşa basılarak kullanılan toplam oy sayısı ve her adayın kaç oy almış olduğu ekrandan gösterilir. İstenirse sonuçlar bir yazıcıdan yazdırılabilir. Sonuçlar sadece birkaç dakikada alınabilir.

414

Sonuçların merkezi bir bilgisayarda toplanabilmesi imkanı vardır. Ayrıca Yüksek Seçim Kurulu tarafından her ilçedeki seçim sonuçları sandık bazında irdelenebilir. Böylece seçim bölgelerinde sonuçlar istatistiksel olarak hızlı derlenebilir ve merkezileştirilebilir. Sistemin düşük hacmi ve yüksek kapasitesi sayesinde küçük bir araç ile gezici sandık uygulaması sağlanabilir. Dünyadaki Elektronik Seçim Uygulamaları Elektronik seçim dünyanın birçok ülkesinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu ülkelerin bazıları: Avusturya, Belçika, Brezilya, Kanada, Hindistan, Portekiz, İspanya, Hollanda ve ABD’dir. 2000 yılı ABD başkanlık seçimlerinde yaşanan, özellikle Florida’da karşılaşılan sorunlar sonrası, yeni oy kullanma yöntemleri geliştirildi. Ülkede oy makinalarının çoğu dokunmaya duyarlı ekranlarla değiştirildi. Amerikan Kongresi makinaların değişimine yardımcı olmak amacıyla, 4 milyar dolarlık bir bütçeyi onayladı. Ancak yine de bazı çevreler, yeni elektronik makinaların güvenilir olmadığından şikayetçi. İnsanların nasıl oy kullandıklarının kayıtlarının tutulmadığı belirtiliyor. Çünkü bu bilgileri saklayan bilgisayar kodları gizli tutuluyor, kamuoyunun bu bilgilere erişim imkanı yok. Bu tartışmalar nedeniyle, 2000’deki seçimde olduğu sık sık tartışmalar yaşanabiliyor ve davalar açılabiliyor. Fakat dokunmaya duyarlı ekranlar aracılığıyla yapılan oy verme işleminin, seçim sonuçlarının çok çabuk alınmasına yardımcı olduğu için genel bir memnuniyet de söz konusu. Avrupa’da benzer adımlar atıldı. Avrupa komisyonu 2000 Eylül ayında oyların kesin gizliliğini garanti altına alan tam olarak gerçekliği kanıtlanabilir on-line seçimleri göstermek amacıyla e-oylama projesini başlatmıştır. Bu proje kapsamında sabit ve hareketli internet terminalleri kullanılmaktadır. Proje endüstriden, üniversitelerden ve potansiyel kullanıcılardan oluşan ortakları da içermektedir. Fransa’da, Almanya’da ve İsveç’te uygulanmış ve 2003 yılında sonlandırılmıştır. AB ülkeleri arasında üst düzey teknolojinin en çok kullanıldığı ülkeler arasında yer alan Estonya, elektronik ortamda oy verme işleminde de öncü durumda. Estonya Parlamentosu, 2011’den itibaren seçmenlerin oylarını cep telefonlarından kullanmalarına olanak sağlayan yasayı onayladı. Cep telefonundan oy kullanılması projesinin sorumlularından Liia Hanni, yapılan testlerde, cep telefonları aracılığıyla oy kullanma sisteminim tam olarak güvenli olduğunu ifade ediyor. Elbette herhangi bir cep telefonuna sahip olmak yeterli değil. Yalnızca onaylanmış SIM kartına sahip olanlar bu olanaktan yararlanabilecekler. Estonya, 2005’teki yerel seçimlerde internet üzerinden oy kullanılan ilk ülke olmuş ve bu seçimlerde, seçmenlerin yüzde 2 kadarı internetten oy kullanmıştı. Ülkede geçen yılki genel seçimlerde de internetten oy kullanıldı. Estonya seçim yasasına göre seçmenler, ev veya işyerlerindeki bilgisayarlardan oy atabiliyorlar. Elektronik Oylamanın Yöntemleri Genel olarak elektronik seçim iki kısma ayrılabilir. Birinci olarak yerinde elektronik oylama yani seçim alanında yapılan bir elektronik seçim sistemidir. İkinci olarak uzaktan elektronik oylama yani seçim alanının dışında ve internetin kullanıldığı elektronik seçim sistemidir. Elektronik sınıflandırmayı seçim gününde kullanılan oy teknolojileri olarak dört sınıfta

415

değerlendirmek de mümkündür. Buna göre: Birinci sınıfta, pano kartlı sistemler vardır. Üzerine delikler yapılabilen bu sistemlerde, Amerika’da 2000 yılındaki başkanlık seçimlerinde görüldüğü gibi çeşitli sorunlar yaşanmıştır. İkinci sınıfta optik formlu sistemler bulunmaktadır. Bu sistemde, sınav formlarına benzer bir şekilde kişilerin üzerini işaretleyerek optik formların sonradan optik olarak okutulabilmesiyle çalışan sistemler bulunmaktadır. Hem sayım anlamında, hem de kullanım anlamında çok zorlukları vardır. Üçüncü sınıfta özel donanımlı sistemler bulunmaktadır. Sandık, seçmenin oy kullanabilmesi için (İstanbul’da toplu taşıma araçlarında olduğu gibi) elektronik bir kutu haline dönüştürülmektedir. Bir klavyesi yoktur ve neyin nasıl yapılacağı belirlenmiş, kimisinde çok basit bir iki tane tuşa basmak ile seçim işlemi tamamlanabilmektedir. Bazılarında ise hiç tuş yoktur ve tamamıyla bir dokunmatik ekran üzerinden işlem yapmak mümkündür. Bu sistemde oylama işleminde bir kağıt kullanılmamaktadır. Kişi, adayını veya partisini dokunmatik olarak seçmektedir. Birkaç onaydan sonra işlem tamamlanmaktadır ve verilen oy sayısal veri olarak kutuya kaydedilmektedir. Gün sonundaki sayımda  sayısal veri olarak sonucu ara merkeze aktarmaktadır. Çevrim dışı çalışan bu kutular, bazen disketle, bazen de CD’ler ile verilerini ara merkezlere aktarmaktadır. Bunun dünyadaki en yaygın örneği Brezilya ve Hindistan’dır. Dördüncü sistem ise interneti kullanan sistemlerdir. Bu sistemde özel bir donanım bulunmamaktadır ve sistem tamamen yazılıma dayanmaktadır. Elektronik Oylamanın Sağlayacağı Yararlar Ülke yönetiminin seçilmesinde bir araç olan seçim işleminde, mümkün olduğunca hızlı, verimli ve güvenilir bir seçim sonucu elde etmek için günümüz teknolojisini kullanmamız gerekmektedir. Bu sebepten dolayı gelişmiş birçok ülke elektronik seçim sistemini kullanmaya başlamıştır. Elektronik seçim sisteminin dünyada uygulamaya başlamasıyla birlikte birçok firma elektronik seçim sistemiyle ilgili ortaya çıkmıştır. Daha verimli, daha hızlı ve güvenilir oy kullanımı arayışı içinde olan firmalar çok çeşitli modellerde seçim sandıkları üretmişler ve ülkelerin hizmetine sunmuşlardır. Ülkemizdeki mevcut seçim yapımız son seçimlerde de ortaya çıktığı gibi güvenilir olmaktan giderek uzaklaşmaktadır. Oy çalınmaları, oy değiştirmeleri ve sayım hataları sürekli yaşanmaktadır. Tüm bu olumsuz faktörleri, mevzuat olarak çok sağlam olan seçim sistemimizi, seçim ve sayım aşamasında, günümüzün teknolojisiyle birleştirerek giderebiliriz. Buda gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bilgisayar ve elektronik alanındaki gelişmelerin seçim sistemine taşınmasıyla mümkün olacaktır. Bu çalışmada gerçekleştirilen elektronik sandık ve elektronik seçim uygulaması ile birlikte, mevcut seçim sistemindeki sandıkların yerini elektronik sandıklar alacak ve şu faydalar elde edilecektir. - Sandık sayısı elektronik sandıkların kullanılması durumunda oldukça azalacaktır. Buna paralel olarak genel seçim maliyetleri de azalacaktır. - Mevcut seçim sistemine göre daha az personel kullanılacaktır.

416

- Seçim aşamasında ve oy sayımında hatalar ortadan kalkacaktır. - Hatalı oy kullanımı ve geçersiz oy kullanımı olmayacaktır. - Seçim sonuçlarına daha çabuk ulaşılabilecektir. - Elde edilen sonuçlar sandık bazında tutulduğu için herhangi bir itiraz sonucunda sayım işlemi o sandıkta tekrarlanabilecektir. - Oy pusulası, zarflar, sandıklar ve kırtasiye giderleri için masraf yapılmayacaktır. Bu faydaların ışığında mevcut seçim sistemimizin ekonomik olmayan ve sonuca ulaşmakta zorlanan halini, yine günümüzün teknolojisiyle birleştirerek, verimli, hızlı ve güvenilir bir sistem olan elektronik seçim sistemi ve elektronik sandıkla bütünleştirmemiz gerekir. Bu noktadan daha ilerisi, güvenlik açıkları sıfıra indirilmiş cep telefonları ve internet ağı vasıtasıyla her seçmenin bulunduğu yerden oyunu kullanabilmesidir. SONUÇ Ekonomiyi, sosyal hayatı, insanlar arası iletişimi derinden etkileyen enformatik alandaki gelişmelerin yakın bir gelecekte siyasal yaşam üzerinde de belirgin etkilerinin olması kaçınılmazdır. İletişim teknolojisi alanındaki gelişmelerin hemen her alanda olduğu gibi kamu-birey ilişkileri üzerinde etkili olması ve siyasal katılımın önünü açacak düzeyde kullanılmasının sunulan hizmetlerin kalitesi, maliyeti ve sonuçlarına olumlu katkı yapacağı düşünülmektedir. Bu bağlamda elektronik oylama bireylerin yönetime etkin katılımı sağlanarak daha çoğulcu bir demokratik düzen oluşturulması yönündeki çalışmaların hız kazacağı görülmektedir. Kamu yönetimi anlayışı, parti içi demokrasi ve hükümetlerin fonksiyonlarında önemli değişiklikler olması ve kamuoyuyla sürekli yüzleşen bir yönetim anlayışının ortaya çıkması beklenmektedir. İletişim teknolojisi alanındaki gelişmelerin partilerin delege sisteminden ülkenin yönetim biçimine kadar hemen her alanda etkisini göstereceği aşikârdır. Yakın gelecekte parlamentoların uzman kişilerin çalıştıkları ve ülkenin çeşitli sorunlarının çözümüne yönelik projeler üreten, kanun taslağı haline getiren birer araştırma merkezleri haline dönüşebileceği ve sıra kanun tasarısının oylamasına geldiğinde, seçmenlerin kusursuz güvenlik sistemleriyle donatılmış iletişim ağları aracılığıyla oylarını doğrudan kullanabilecekleri yeni bir dönemin başlayacağı öngörülmektedir. KAYNAKÇA Countries with e-voting projects — ACE Focus On World Wide Web site, http://focus.at.org/e-voting/ countries, 2004. http://ab.org.tr/ab07/bildiri/95.doc http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/410811.asp http://www.europarl.europa.eu/pdf/eurobarometre/EB71/eb71_analytical_synthesis_elections_ en.pdfES&S - Election Systems & Software World Wide Web site, http://www.essvote.com/HTML/ home.html, 2005.

417

http://www.euractiv.com.tr/2009-ap-secimleri/article/ap-secimlerine-dusuk-katilimbekleniyor-005428 http://www.euractiv.com.tr/2009-ap-secimleri/link-dossier/2009-avrupa-parlamentosu-secimleri2009-genel-gorunumu-000075 http://www.haber7.com/haber/20090416/714-milyon-secmen-1-ayda-oy-atacak.php Çinpolat, A., Türkiye’ deki Genel Seçimler İçin Bir Elektronik Seçim Modeli Uygulaması, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Aralık 2005. Tüfekçi, T., “E-Seçim”, E-Seçim Paneli, Ankara, 2002. Özsoy, Osman, Seçim Kazandıran Siyasal İletişim, İstanbul 2009.

418

SİYASAL İLETİŞİM EKSENİNDE SİVİL MEDYA Ece İNAN* Burak PEKÜN** ÖZET Ülkemizde yurttaş ya da kamu gazeteciliği başlığı altında yorumlanmakta olan, tam bağımsız ve çıkış noktası olan “bireysellikten” sosyal olguya hatta sosyal oluşuma dönüşen “Sivil Medya”, aktif konumlu izleyiciden, aktif katılımcıya dönüşme esaslı hareket noktası ile dünyayı dolayısı ile Türkiye’yi düşünsel ve özgürlükçü ifade gücü ile etkisi altına almaktadır. Her geçen gün büyüyen ve ağını genişleten bu oluşumun bir anlamda, sivil toplum örgütlerinin görevlerini üstlendiğini, kitle iletişim araçlarında bile toplumsal nabzın yansıması olarak haber niteliği taşıyan bir yaklaşımla meşruluk kazandırılan, tanınmanın ötesinde referans noktalarından biri haline geldiği gözlemlenmektedir. Elektronik medya kapsamında tanımlanmakta olan internet üzerinden sağlanan serbest iletişim ortamı, teknolojiye dayalı enformasyon kültürünün şüphesiz bir gereği olarak karşımıza çıkmakta ve sosyal varlık değerini kendine yüklemektedir. On-line tartışma ortamları ve Türkçemizde henüz deşifre edilmemiş, blog olarak adlandırılan kurumsallaşmış ve endüstriyel hale gelmiş medya yapısından uzak bireysel paylaşım alanları ya da ”serbest kürsüler” sivil medyanın çıkış noktasını teşkil etmektedir. Tartışılması gereken bir diğer husus ise şimdilik demokratik ifade özgürlüğünün bir iletişim ortamı olan blogların sonunda nasıl kendi kamuoylarını yarattığı ve etki değerlerini kuvvetlendirdiğidir. Bu bağlamda, sivil medya kavramı, sivil medyanın siyasal iletişim aracı olarak nasıl konumlandırılabileceği ve demokratikleşmeye katkıları bu çalışmada tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Sivil Medya, Yurttaş Gazeteciliği, Siyasal İletişim GİRİŞ Siyasete aktif katılımın nasıl olması gerektiği ya da nasıl oluştuğu üzerine yapılandırılan tartışmalar insanoğlunun neredeyse komün halindeki topluluk yaşamına geçmesi ve erk kavramını tartışmaya açması ile birlikte eşzamanlı olarak ele alınır olmuş tartışmalardır. Modern zamanlarda ise yani özellikle 20. yüzyıldaki kamuoyu bilimcileri ve sosyologları incelediğimizde ise, özellikle bunlar arasında Lippmann ve Dewey’in bu çalışmanın temel çatısını teşkil eden sıradan vatandaşın siyasal katılım ile açılımı ve bu bağlamda kendi medyasını nasıl şekillendirebileceği yönündeki tartışmada birbirinden hayli farklı yaklaşımlarla başı çektiklerini tespit edebiliriz. Yurttaş Gazeteciliği, Lippmann ve Dewey Üzerine Kamuoyu oluşumunda temel faktörlerden olan siyasete katılımın etkinleştirilmesi açısından, özellikle günümüzün gelişen teknolojili medya yapısına bakıldığında “yurttaş gazeteciliği” ile demokrasi

* Doç. Dr., Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ** Arş. Gör., Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi 419

arasında bağlantı kuran tartışmalar, 1920’lerde basın, demokrasi ve Amerikan demokrasisinin doğası konularıyla ilgilenen Walter Lippmann ile John Dewey arasındaki tartışmanın yeniden canlanmasını sağlamıştır. Lippmann ve Dewey, demokrasi konusunda tartışılan iki farklı perspektiften hareket ederler. Lippmann 1922’de basılan Public Opinion ve 1927’de basılan Phantom Public kitaplarında gazeteciliğin kamusal yargıyı ne kadar biçimlendirebileceği ya da biçimlendirmesi gerektiği konusundaki bir kuşkuculuğu yansıtır. Çünkü Lippmann, bilgili ve siyasi duruşa sahip bir kamunun bir yanılsama olduğuna inanır. Çağdaş dünyanın karmaşıklığı nedeniyle bireyler, gazeteler, resimler, radyo haberleri ve başkalarından duyulan sözler gibi ikinci el bilgi kaynaklarına inanmak zorundadır. Bu kaynaklar ise güvenilmez olabilirler veya en iyi olasılıkla ancak yüzeysel bilgiler sağlayabilirler. Yurttaşların başlıca demokratik etkinliğini oy kullanmak olarak gören Lippmann’ın kafasındaki demokrasi, iyi eğitimli seçkinlerin yönetimi altında daha iyi çalışacaktır1. Lippmann’ın aksine, Dewey, yurttaşların kamusal meselelerde belli bir bilgelik geliştirme kapasitesine derinden inanır. Dewey’e göre, bir kamu, sadece paylaştığı ortak sorunları fark eden insanların adı değildir. Ancak, sadece siyaset, kültür, eğitim ve gazetecilik gibi kurumlar işini daha iyi yaparsa ortaya çıkabilir. Dewey için demokrasi, bir hükümet sistemi değil, fakat bütünüyle bir yaşam biçimidir ve kamuya mücadele şansı tanıyan bir yaşam biçimi yaratılabilir. Kamuya etkin ve edilgen roller yükleyen bu iki farklı demokrasi perspektifi, yurttaş gazeteciliği konusundaki kuramsal tartışmaların odak noktasını oluşturur. Yurttaş gazeteciliği savunucuları, bu tartışmada Dewey’e daha yakın dururlar2 . Bektaş’ın haber iletimi ve vatandaşın siyasal katılımını gösterme isteğine yönelik tespitleri ise şöyledir: “Genel olaylar hakkında haber vermenin yanı sıra, insanların siyasal olaylar hakkında bilgi edinmeleri ve kanaat oluşturabilmeleri için en çok kullanılan kaynak kitle iletişim araçlarıdır. Diğer taraftan bu araçların siyasal olarak da büyük önemleri vardır. Demokrasilerde, kitlenin kendi yönetimi hakkındaki tercihini ve bazen O’nun doğrudan doğruya siyasete ilişkin isteklerini öğrenmek amacıyla düzenlenmiş olan ayrıntılı seçim mekanizmalarının tümü, kamuoyunun sesini dinlemek, ondan bilgi ve haber almak için yapılmış bir yatırım olarak kabul edilebilir.”3 “Yurttaş Gazeteciliği” kavramının tanımını Mora şu şekilde özetlemektedir, haber toplamada özellikle yurttaşa başvuran, yurttaşı haberin yapım ve yazım sürecine dahil eden bir gazetecilik uygulaması olarak tanımlanmaktadır. “Yurttaş Gazeteciliği” kavramı, haber değerlerinin yeniden tanımlanması, okurların etken hale getirilmesi ve gazetecilik mesleğinin yeniden halkın güvenini kazanmaya yönelik bir yayıncılık anlayışı olarak tanımlanabilir4. “Yazılı basın, radyo ve televizyon, kısaca medya, insanlara doğru bilgileri yansıtması açısından çok önemli bir göreve sahiptir. İnsanlar doğru bilgilenirse, kendisini yönetenler hakkında kararlarını da doğru verirler ve demokrasi sağlıklı işler. Bu bağlamda demokrasilerde yerel medya, yaygın medya kadar önemlidir. Çünkü demokrasiler, yerel yönetimlerde filizlenerek ülke düzeyine yayılır.”5

Ruhdan Uzun, “GazetecilikteYeni BirYönelim:Yurttaş Gazeteciliği”, http://www.doaj.org/doaj?func=fulltext&passMe=www. sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/articles/2006/16/RUZUN.PDF, 24 Kasım 2008 2 Uzun, a.g.m. 3 Arsev Bektaş, Kamuoyu, İletişim ve Demokrasi, Bağlam Yayıncılık, 3.Baskı, İstanbul 2007, s.117 4 Necla Mora, “Yurttaş Gazeteciliği: Bireyler Medyayı Hangi Amaçlar İçin Kullanıyor?”, Yeni İletişim Ortamları ve Etkileşim 5 http://www.bilisim.de/cms/index.php?id=402 1

420

Sosyal/Toplumsal Medya 1980’lerden itibaren Batı dünyasına karşı izlediği yakınlık politikaları ve Türkiye’nin 21. yüzyıla internet, uydu yayınları ve özelleştirmelerle girmesi kitle iletişim araçlarının örgüt yapılarında önemli değişikliklere sebep olmuştur. Gelişmeler Türkiye’de kitle iletişim sektöründe siyaset ve sermaye oyunları oynanmasına, kitle iletişim alanında mülkiyet ilişkileri büyük tekellerin kurulmasına gitmiş ve tekeller arasında kuralsız ve genellikle halka yansıtılan seviyesiz çatışma ve rekabetlerin çıkmasına sebep olmuştur6. Günümüzün sıkça tartışılan kavramlarından sosyal medya ya da toplumsal medya ise, her türü ile beraber, sivil toplumun ve sivil katılımın gelişimi ile bağlantılıdır. Uluslararası Medya Birliği ve İletişim Araştırmaları, toplumsal medyanın “kökenine indiğini, dolaşıma soktuğunu ve sivil toplum tarafından dile getirildiğini,”belirtmektedir. Rennie toplumsal medyanın üretimindeki sivil toplum öğesini vurgular. Toplumsal medyanın demokratik ve katılımcı doğası, sosyal hayatın farklı sektörleri içerisinde yitip giden sosyal görev kavramının yeniden keşfine imkan sağlar. Rennie şunu vurgulamaktadır: “sivil toplum iletişim platformlarını gerekli kılar.” Dolayısı ile toplumsal medyaya kolektif sivil sesin kendini ifade edebileceği bir araç olarak bakılabilir.”7 Ticari medyada erişimin ve katılımın olmamasından dolayı, toplumsal medya farklı grupların ihtiyaçlarının yanı sıra farklı tartışmaların yapılabildiği bir alan olarak işlevselleşmektedir. Demokrasi ortak fayda adına insanların temel ilgilerine yönelme hedefini güder. Sosyal ve politik bilgiyi aktarmakta önemli bir iletişim platformu olan medyanın, gerçek anlamda demokratik olarak işleyen bir toplumda bu temel hedeften sapmaması gerekir. Bu da ortaya medya demokrasisinin ve katılımının sivil toplumun gerekliliklerinden olup olmadığı sorusunu ortaya çıkarmaktadır. “Toplumsal yaşamda gerçekliğin ne olduğu konusunda tanımlar medya aracılığıyla oluşmakta ve aktarılmaktadır. Dolayısıyla medya sürekli bir “anlam sistemi” sunmakta ve olağan ve doğal olan ile olağandışı ve doğal olmayanın neler olduğunu göstermekte, normalin ne olduğunun başlıca belirleyicisi olmaktadır8.” İletişimin kitleselleşmiş medya biçimlerine somut bir alternatif olarak gelişen toplumsal medya, felsefi olarak kendisini pazar etkilerinin dışında tutar. Rennie, toplumsal medyanın üretiminde ticari güçlerle ortaklıktan katı şekilde kaçınma çabasına rağmen, pazarla ilişkinin arzu edilir olduğu bazı dönemlerin de mevcut olduğunu belirtiyor. Bu tip etkileşimlerle, toplumsal ilgi ve hedeflere bağlı kalma prensibinden ödün vermeden, marjinalleşmenin önü kesiliyor. Toplumsal medya yerel haber ve bilgilerin yayınlandığı bir araçtır. Medyanın giderek daha az sayıda kişinin elinde tutulması, toplumu etkileyen yerel haberlerin aktarılması işinin göz ardı edilmesi ile neticelenmiştir. Toplumsal medya, bireyleri etraflarında gelişip, kendilerini etkileyen olaylara dair bilgilendirerek bu duruma bir çözüm sunmaktadır. Bir bütün olarak toplumsal medya ile grassroot (siyasi parti temelli) medya arasındaki önemli ayrımın da netleştirilmesi gerekir. Toplumsal medya yerel düzeyde doğrudan medya işi olabileceği gibi parametreleri ulusal, uluslararası hatta küresel olan bir toplumla ilgili bir konuda da yoğunlaşabilir. Korkmaz Alemdar. & İrfan Erdoğan. Öteki Kuram: Kitle İletişiminde Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi. 2. Basım Ankara: Erk Yayınları, 2005, Ss. 426- 427 7 http://en.wikipedia.org/wiki/Community_media 8 Raşit Kaya. Medya, Toplum, Siyaset.. Korkmaz Alemdar. Medya Gücü ve Demokratik Kurumlar. 1. Basım İstanbul: Afa Yayıncılık ve TÜSES Vakfı, 1999, s. 23 6

421

Diğer taraftan, grassroot medya ise Mediageek’ten Paul Riismandel’in tanımladığı şekli ile tartışmayı daraltmak ve netleştirmek işlevine yoğunlaşır. Katılım ve erişim anlamında toplumsal medyayı örnek alan ancak farklı sosyal, politik ve organizasyon stratejileri takip eden medya biçimleri de vardır. Bu tip kitlesel olmayan medya tiplerinin bazıları arasında alternatif medya, radikal medya, demokratik medya, katılımcı medya, gelişim medyası ve yurttaş medyası vardır. Özellikle yurttaş medyasının bazı ilginç özellikleri vardır. Yurttaş medyası temelde Clemencia Rodriguez’in toplumsal medyayı yeniden şekillendirmesi ile oluşmuştur ve toplumun psikolojisine kolayca yerleşmiş olan bazı kodlara yeni bir perspektif hedefleyen ufak ölçekli medya projeleri üzerinde yoğunlaşır. Tüm bu farklı biçimler ve farklı ilgi alanları geniş ölçekte toplumsal medyanın bir diğer temel özelliğini ortaya çıkarır ki bu da coğrafik özelliktir. Teknolojik gelişmelere paralel olarak globalleşen ticari ve kamusal yayıncılık karşısında ise yerel ve bağımsız dolayısıyla da alternatif medya olanaklarının yine teknolojik gelişmeler sonucu artacağı öngörülmektedir. Alternatif medya kapsamında da değerlendirilen yurttaş gazeteciliği hem yurttaşlık bilincinin derinleştirilmesini ve arttırılmasını sağlar hem de öte yandan geleneksel yayıncılık anlayışının da tam anlamıyla bir “alternatif” i niteliği taşır. Bu noktada kitlesel olmayan medya çoğu zaman küçük, ana akım olmayan, alternatif ya da marjinal medya olarak da dile getirilebilmektedir.9 “Yurttaş Gazeteciliği” (Civic Journalism), ABD’de egemen medyanın uygulamalarına tepki olarak gelişmiştir. Eski değerlere dönüş (Back to old values) sloganı ile 1950’lerde 1960’larda iktidara karşı toplumu, halkı, yurttaşları temsil eden gazetecilik anlayışına geri dönülmesini savunmaktadır. Bu anlayış kuramsal alt yapısını Denis McQuail’in “Katılımcı Demokratik Medya Kuramı”nda bulmuştur10. Bugün artık pazar öncelikli toplumsal yapı yerini yurttaş öncelikli yapıya bırakmıştır ki özellikle Internetin sağladığı olanakla herkes, basından ve haber ajanslarından bağımsız olarak kendi haber gündemini yaratabilme gücüne sahip olduğunu görmüştür.11 Bu noktada “haber değeri, gündem oluşturma ve eşik bekçisi” üçlemesinin yeni oluşum içerisindeki yeri yeniden gözden geçirilmelidir. Medya ile iktidar arasındaki ilişki, tüm medya tarihi boyunca iktidarı kurma ya da elde etme, meşrulaştırma ve idame ettirme bakımlarından mevcut ve potansiyel iktidar sahiplerince çok çeşitli tarz ve kapsamlarda gerçekleştirilen bir ilişkidir. İktidar ilişkilerindeki tarafların, egemen ve egemene alternatif, kendi medyasını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan, egemen ve alternatif medya kavramlarının politik bir anlamı bulunduğunu, ancak, gerek egemenin gerekse de egemenin alternatifinin birden çok odaklı olabilmesi ve bu odaklar arasındaki sınırların geçişken olabilme potansiyelini taşıdığı için, söz konusu politik anlamın genellikle karmaşık ve belirgin olmayan bir bağlamda ortaya çıktığını görürüz. Denis McQuail, kuramında, yurttaşların en temel hakkı olan bilgi edinme özgürlüğünün önünde engel oluşturan tekellere karşı, küçük ölçekli, yerelleşmiş ve etkileşimci iletişim araçlarının halkın katılımını sağlamada daha etkili olacağını savunmaktadır.

John Downey, Natalie Fenton, “New Media, Counter Publicity and Public Sphere”, New Media&Society, Vol5(2):185– 202, Sage Publications New York, s. 185 10 Mora, Age, s.193 11 Jo Bardoel, Leen d’Haenens, “Media Meet the Citizen: Beyond Market Mechanisms and Government Regulations, European Journal of Communication, Sage Publications, 2004; 19;s.172 9

422

Bu kuramın temel hareket noktası, kaynak konumundaki kitle iletişim araçlarını değil, okuyucu, izleyici, dinleyici olan hedef kitleyi ön plana almaktır. Bu bağlamda kuramın önermelerini şu şekilde sıralayabiliriz12. 1.Medyanın var oluş nedeni şirketler ya da müşteriler değil, halktır. 2.Medyanın örgütlenmesine ve içeriğinin belirlenmesine siyasi otorite etki etmemelidir. 3.İletişim, bu alanda çalışanların inisiyatifine terk edilemeyecek kadar önemlidir. 4. Gruplara, örgütlere ve yerel topluluklara kendi medyalarına sahip olma hakkı tanınmalıdır. 5. Yurttaşlar ve azınlık grupları, medyaya erişme ve gereksinim doğrultusunda bilgilendirilme ve hizmet edilme hakkına sahip olmalıdırlar. Yurttaş Gazeteciliği” kavramının öne çıkarıldığı WEF (World Editors Forum) toplantısı 31 Mayıs-3 Haziran 1998 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Toplantıda insanların giderek daha az gazete okuması ve daha az televizyon izlemesi ve önceleri reyting getiren cinayet, skandal, sansasyona dayalı haberlere ilgisiz ve tepkisiz kalması sorununa ortak çare olarak, haberleri yeniden tanımlama, hedef kitleyi harekete geçirme ve farkındalık yaratmaya yönelik bir gazetecilik anlayışının yaşama geçirilmesi üzerinde görüş birliğine varılmıştır. Böylece okurlara yurttaş olarak görevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli bilgi altyapısını sağlayacak gazetecilik anlayışı ile “Yurttaş Gazeteciliği” yapanların, haberleri oluştururken, yurttaşların görüşlerinden yararlanmasının, onların medyaya karşı duydukları güvensizlik ve yabancılaşma sorununa da çözüm getireceği görüşü benimsenmiştir.13 Bir dizi fikir, bir hareket ve bir grup gazetecilik uygulaması olarak ortaya çıkan yurttaş gazeteciliği, ortaya çıktığı dönemin koşullarıyla ve toplumsal gelişmeleriyle yakından ilgilidir. ABD’de 1988 başkanlık seçimleri sırasındaki medya sunumu ve seçime katılım oranının çok düşük olması bir yandan sosyal bilimcileri düşünmeye sevk ederken diğer yandan gazetecileri yeni arayışlara yöneltmiştir. Haber medyasının okuyucu/izleyici kaybetmesi hem ekonomik hem de sosyal ve siyasal sorunlarla bağlantılı iken, yurttaş gazeteciliğine ilişkin kuramsal yaklaşımlara bakıldığında yalnızca ABD demokrasisinin içinde bulunduğu sorunların ve bunlara ilişkin çözüm arayışlarının vurgulandığı görülmektedir. Amerikan demokrasisinin iyi işlemediği yönündeki kaygılar arttıkça, demokratik süreçte yaşanan sorunlara çözüm olarak haber örgütleriyle medya arasında güvene dayanan ilişkilerin kurulmasıyla bilinçli ve katılımcı yurttaşlar ortaya çıkarmanın bir yolu olarak yurttaş gazeteciliği önerilmektedir14. Yurttaş gazeteciliği, haberin oluşma sürecinde yurttaşlara söz hakkı tanıyarak, kamusal tartışma ortamını sağlamak olarak algılanmalıdır. Kamusal yaşamın harekete geçmesini sağlayacak olan yurttaş gazeteciliği, insanların, kamusal yaşama katılıp katılmadıklarını, ihtiyaç duyulduğunda tartışmanın yapılıp yapılmadığını, siyasetin gereken ilgiyi üstüne çekip çekmediğini ve toplumun sorunlarıyla uğraşıp uğraşmadığını sorgular, bunlara yanıtlar arar15. Noam Chomsky, “Yurttaş Gazeteciliği“ kavramını ele aldığı, “Immediast Bildirgesi”nde halkı, medyaya karşı tepki oluşturmaya ve yurttaş gazeteciler olarak denetimi ellerine almaya davet etmektedir. Bildiride, aldatıcı ve bilinçaltı yöntemleri kullanan medya etkisine karşı durmanın gereğinden bahsedilmekte, medyanın olumsuz etkilerinden kurtulmayı güçlendirebilecek araç Necla Mora , “Kavramları Doğru Kullanmak: Yurttaş Gazeteci Ve Yurttaş Gazeteciliği”, http://www.dorduncukuvvetmedya. com/dkm/article.php?sid=7746, 25 Kasım 2008 13 Derya Sazak, “Yurttaş gazeteciliği”, http://www.milliyet.com.tr/1998/06/16/yazar/sazak.html, 24 Kasım 2008 14 Uzun, Ruhdan, “Gazetecilikte Yeni Bir Yönelim: Yurttaş Gazeteciliği”, http://www.doaj.org/ doaj?func=fulltext&passMe=www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/articles/2006/16/RUZUN.PDF, 24 Kasım 2008 15 İnceoğlu, Yasemin, “Yurttaş gazeteciliği şart”, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=119413 12

423

ve yöntemlerin önemine değinilmektedir16. Chomsky, günümüz siyasetinde medyanın rolü bizi iki farklı demokrasi anlayışına götürdüğünü söyler. Bu demokrasi anlayışından birine göre, demokratik toplum halkın kendisini ilgilendiren konuların yönetiminde gerçek anlamda söz sahibi olduğu, bilgi edinme yollarının serbest ve açık olduğu bir bütündür. Diğer demokrasi anlayışına göre ise; halk yönetimden tamamen men edilmiştir, bilgi sıkı sıkıya ve kesin olarak kontrol altında tutulur ve bu günümüzde hâkim olan demokrasi anlayışıdır17. İnternet Mecrası, Bilgi Toplumu ve Siyasal Katılımdaki Vatandaşlar Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki son yıllardaki gelişmeler siyasi yaşamda ve demokratik toplumların ve kurumların işleyişinde yeni kapılar açmaktadır. İnternet, gerek yurttaşlar arasındaki ve gerekse, seçilmiş görevliler ile seçmenleri arasındaki iletişimi büyük bir değişime uğratmaktadır. Hükümetin yurttaşlara ve yerel yönetimlerin vatandaşlara erişiminde yeni yöntemler ortaya çıkmaktadır. İletişim ve Bilgi Teknolojileri iki taraflı çalışan bir iletişim kanalı açmıştır. Bir taraftan seçilmiş görevliler seçmenlerine kendilerini, çalışmalarını, düşüncelerini anlatabilmekte, diğer taraftan da seçmenler temsilcilerine isteklerini, sorunlarını, özlemlerini aktarabilmektedirler. Katılımcı demokrasinin gelişmiş bir aşaması olarak nitelendirilen bu durum “yönetişim” (governance) kavramı ile ifade edilmektedir. Çünkü yönetişim anlamsal olarak, “karşılıklı yönetim,” “etkileşim içinde yönetim” tarzında konumlanmakta olup, bu açıdan, “sivil toplum” ve “özyönetim” (autonomy / selfmanagement) kavramlarının gelişimiyle yakından ilişkilidir. 1970’lerin siyasi yaşama katkısı olan ve sivil toplumun etkin politik katılımı üzerinde temellenen “özyönetim” yaklaşımından doğrudan beslenen “yönetişim”, liberal demokrasinin çoğulculuk anlayışından farklı olarak, çok daha etkileşimli bir yönetim organizasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Katılımcı politikalarla toplum içerisinde en kapsamlı konsensüsü sağlayacak topluluk merkezli bir yönetim anlayışını sağlamayı hedefleyen “yönetişim” kavramı; özyönetim yaklaşımının “demokrasinin etkinleştirilmesi” idealini daha da ileriye taşımaktadır. “İnternet ortamı, internetin temelini oluşturan geri besleme kavramına da zenginlik getirmiş ve daha hızlı ve aktif etkileşim ortamı yaratılmasını sağlamıştır.”18 “Güçlü demokrasi yandaşları internetten çok şey beklerken, gerçekten internetin demokratik bir alternatif olup olmayacağını sorgulamıyor da değildir. Bir yandan internetle birlikte, Eski Yunan’da Atina’da Polis’e özgü doğrudan demokrasinin diriltilebileceği umulurken, diğer yandan internetin sunduğu simetrik iletişim biçiminin kamusal alanı, tüm yurttaşlara açık olan bir meclis demokrasisi idealine yaklaştırabileceğine değinilmektedir.”19 İnternet, okuyucu/izleyici ile etkileşimli bir yayıncılık bakımından da diğerlerine göre üstünlükler taşımaktadır. Bugün gelinen noktanın, internete ilişkin teknolojiler açısından henüz bir emekleme devresi olduğu düşünülürse bu olanakların yakın bir gelecekte, eski medya geleneklerinin olumsuzluklarını aşabilen bir perspektifle daha güçlü bir şekilde kullanılabileceği beklenmelidir. Ancak bu dönüşüm, sadece teknolojik değil politik bir bağlamı da içermelidir20.

16 17 18 19 20

Noam Chomsky, Medya Denetimi, İstanbul: Tüm Zamanlar Yay. 1995, s.19 Noam Chomsky. Medya Denetimi. Çev. Elif Baki. 1. Basım İstanbul: Everest Yayınları, 2005, s, 7 Ece İnan, Halkla İlişkilerde Medya Yönetimi, Referans Yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 2009, s.160 Oya Tokgöz, Siyasal İletişimi Anlamak, İmge Yayıncılık, 1.Baskı, Ankara 2008, s.295 Atabek, a.g.m. http://mediaif.emu.edu.tr/pages/atabek/docs/altermedya.html Erişim: 26 Kasım 2008

424

Yeni iletişim teknolojilerin gazetecilik mesleğine iyice nufuz etmesi ile, gazetecilik geleneksel haber nosyonundan uzak aşarak giderek, bilginin sosyal akışının sağlanması ve kamuda tartışma/ müzakere ortamının yaratılmasına doğru gitmekte, bu noktada yurttaşa büyük görev düşmektedir.21 İnternetle birlikte ortaya çıkan yeni gelişmelerle etkileşimli olarak ses, hareketli görüntü, metin ve resim gibi içerikler taşınabilir duruma geldi. Bu yapısıyla internet, radyoyu, televizyonu, gazeteyi, dergiyi, mektubu, kısa mesaj imkanını, telefonu hatta üstelik görüntülü telefonu, vb. aklımıza gelebilecek bütün iletişim türlerini ve araçlarını bünyesinde barındırmaktadır. Bilgiye ulaşma, yayma, kısaca iletişim konusunda sağladığı imkanlar ve getirdiği kolaylıklar, bu yeni teknolojiyi habercilik sektörü için de vazgeçilmez bir araç olarak karşımıza çıkarmış ve yaygınlaştırmıştır. Ayrıca İnternet, kendine özgü olanaklarından dolayı, sadece mevcut kitle iletişim araçlarından çıkan enformasyonun yayılmasına olanak veren bir araç olarak kalmamış, aynı zamanda enformasyonun yeniden üretildiği ve yeni biçimlerde sunulduğu bir ortam haline gelmiştir. Sonuçta internet, haberi sunmak için yeni bir araç konumuna gelmiştir22. 18’inci yüzyılda Fransa’daki “café”lerde (coffee houses) geçen diyalogları kullanarak, kamusal alanın coğrafi olarak kafelerde ve salonlarda konumlandığının altını çizen Habermas’a göre, politik sorunların akılcı tartışıldığı yer kamusal alandı ki, burjuva kültürünün kahvehaneler, entelektüel ve edebiyat salonları ve yazılı basın gibi merkezler etrafında gelişmesiyle parlamenter demokrasi mümkün olabilmişti. Bu da Aydınlanmanın eşitlik, insan hakları ve adalet ideallerini ileri götürebilmişti. Halk alanında bir çeşit akılcı fikir alışverişi ve eleştirel tartışma normu kılavuzdu ve kişinin tartıştığı fikirlerin gücü kişinin kimliğinden daha önemliydi. Ancak sivil toplumun kamu alanı, politikacılar ve popüler kültür ürünü olan yıldızlar tarafından sömürgeleştirilmektedir. Artık özel alan gerçek bir potansiyel etkiye sahip değildir ve kamusal bir şov görünümüne sahiptir23. Habermas’a göre, devlet ve toplum arasında yer alan kamu alanı kavramı, bireylerin bilgilerinin ve bakış açılarının iletişiminin sağlandığı bir ağ yapısıdır24. Yeni medya açılımları, yurttaşların hem birer medya tüketicisi olduğunu vurgulamakta hem de daha etkin demokratik katılımcı olmaları yolunda da imkan sağlamaktadır.25 Yurttaşların medyayı ve özellikle sosyal medya dediğimiz oluşumu bire katılımcı demokrasi platformu ya da demokratikleşme açısından birer iletişim alanı olarak etkin bir şekilde tüketmelerine örnek Ekim 2007’de Myanmar’daki askeri darbe sonrasında vatandaşların özellikle YouTube ya da MySpace i kullanarak, cep telefonları ile çektikleri görüntüleri paylaşmalarını verebilmekteyiz. Burmalı yurttaşlar özellikle öğrenciler SMS, Facebook gibi yeni iletişim teknolojilerine dayalı platformları etkin iletişim için kullandılar.26 Bloglarla ilgili ilk çalışmalardan birini yapan Torril Mortensen ve Jill Walker bireylerin kendi kişisel hayatlarını internete taşımalarıyla Habermas’ın kamusal alan teorisini yeniden gündeme getirdiklerinin altını çizmektedir27. Mortensen ve Walker, modern dünyada kamusal tartışmalara Jo Bardoel, “BeyondJournalism”, European Journal of Communication, Vol. 11, No. 3, 283-302 Hamza Çakır, “Geleneksel Gazetecilik Karşısında İnternet Gazeteciliği”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 22, 2007, ss.124 23 http://tr.wikipedia.org/wiki/J%C3%BCrgen_Habermas, 26 Kasım 2008 24 Manuel Castells, “The New Public Sphere,: Global Civil Society, Communication Networks and Global Governance”, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science 2008; 616, s.78 25 Rosa María Alfaro Moreno, “Citizens and media cultures: hidden behind democratic formality” Global Media and Communication Volume 2(3): SAGE Publications (London, Thousand Oaks, CA, New Delhi: s.312 26 Castells, Agm, s.86. 27 Torill Mortensen ve Jill Walker, “Blogging thoughts: personal publication as an online research tool”, www.intermedia.uio. no/konferanser/skikt-02/docs/Researching_ICTs_in_context-Ch11-Mortensen-Walker.pdf -, 27 Haziran 2007 21 22

425

katılmanın anlamını yitirdiğini vurgulamaktadırlar. Örneğin televizyonda artık özel ve kişisel bakış açıları kamuoyunu etkilemek potansiyeline sahip değildir ve kamusal gösterinin bir parçası haline gelmiştir. Ancak bloglar, 19. yy. başlarındaki cafe evlerin ve salonların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bloglar aracılığıyla kişisel düşünceler tartışılmakta ve sonuçta kamunun gündemi oluşturulmaktadır. Bloglar, kamusal alan ve özel alan arasında yer alan salonlarda konumlanmıştır. Bir birey tarafından yazılan bloglar tamamen subjektiftir. Webloglar bireyleri kamusal alana bağlarlar. 11 Eylül saldırısı, kişisel düşüncenin ve deneyimin değişkenlik göstermeyen bir iletişim aracına nasıl gereksinim duyduğuna gösterilecek örneklerden biridir. Amerika’nın her türlü terörü Afganistan’lı Müslümanların yarattığına ilişkin tanımı üzerine webloglar oldukça sarsılmış ve otoritelerle aynı görüşü yansıtmayan tartışmalar yaşanmıştır. Saldırı sonrası normalden %22 oranda daha fazla blog yazısı oluşturulmuştur28. Günümüzde blog yazarları yurttaş gazeteciler olarak değerlendirilmektedir. Blog yazarları yazdıkları önemli haberlerle kamuoyunun gündemine etki edebilmektedir. Örneğin Londra’daki terörist saldırı olaylarında başta birçok internet siteleri ve arama motorları hemen blog yazarları için havuzlar oluşturmuşlar ve pek çok fotoğraf o havuzlardan elde edilmiştir29. İletişim mecrası olarak bakıldığında blogların artık yeni bir mecra olduğu iletişim ve pazarlama uzmanları tarafından da kabul görse de Technorati tarafından bu yeni oluşuma “citizen media” Türkçe çevirisiyle, ”vatandaş mecrası” ya da daha genelleme yapılırsa kişisel medya ya da kişiye özel medya da denilmektedir. Technorati’nin verilerine göre, dünyadaki blog sayısı 104.3 milyondur ve her gün 175 bin yeni blog internette yayına başlayarak bu sayıya eklenmektedir. Her gün web/ ağ günlüklerini güncelleyen ve kendilerine kısaca “blogger” denen ağ günlüğü tutan kişiler, düzenli olarak günde 1,6 milyonun üzerinde yeni yazı yüklemektedirler.30 Bloglarda31: •

Muhabir olarak kurumsal bir medyada deneyimi olan ve gerçekten iyi niyetle daha özgür çalışma ortamı sağladığı için çalışanlar,



İnternet ortamında yayın yapan medyadan, ilgisini çeken haberleri kopyala-kes-yapıştır yöntemi ile hiçbir zahmete ve masrafa girmeden kendi sayfasına taşıyanlar,



Günlük yaşamda şahit olduğu bir olayı görüntüleyip buna olayla ilgili bir yazı da ekleyerek kendi sayfasına koyanlar ya da diğer bloglara gönderenler olmak üzere farklı uygulamalar göze çarpmaktadır.

Web 2.0 adıyla da kullanılan sosyal mecralar, insanların görüşlerini, deneyimlerini perspektiflerini birbiriyle paylaştığı online teknolojileri ile uygulamaları ifade etmektedir. Sosyal mecralar, metin, ses ve video gibi farklı içerikteki mesajların yayınlandığı ortamlardır. Bu türlü blogların/vlogların ve diğer yeni iletişim ve paylaşım platformunu oluşturan sosyal medyanın kullanılması, yani Web 2.0 yapısı, sadece bir ülkenin alanı ile sınırlı kalmamakta ve artık “global kamu alanı” diyebileceğimiz bir açılıma gitmektedir. Mortensen ve Walker, a.g.m. Emel Necmi Dilmen, “Yeni Medya Kavramı Çerçevesinde İnternet Günlükleri-Bloglar ve Gazeteciliğe Yansımaları”, Marmara İletişim Dergisi, S.12, Ocak 2007, s.115-122 30 http://www.technorati.com/about 31 Mora, Necla, “Kavramları Doğru Kullanmak: Yurttaş Gazeteci Ve Yurttaş Gazeteciliği”, http://www.dorduncukuvvetmedya. com/dkm/article.php?sid=7746 32 http://en.wikipedia.org/wiki/Social-_media 28 29

426

Sonuç Teknolojik yenilikler paraya ve güce sahip olanların daha fazla iktidar elde etmelerine yardım ederken, bilgiye hızlı, ucuz ve kolay ulaşılması demokrasi kavramının yurttaşların ellerinde şekillenmesine olanak sağlamaktadır. Bu açıdan yeni ve alternatif medya olarak internet bilginin özgür paylaşımı için yeni kapılar aralamaktadır. İnternet sayesinde kullanıcılar arasında etkileşimin var olduğunu yeni yayıncılık anlayışının var olduğu ve bunun da yurttaş gazeteciliği kavramını ön plana çıkardığını görmekteyiz. Kullanıcının okuduğu haberleri yorumlayabildiği ve çift taraflı iletişimin sağlandığı bloglar ya da vloglar yani videoların da paylaşılabildiği ve özellikle medyanın algılanmasında ve işlevini yerine getirmesinde bir milad olarak kabul edebileceğimiz 11 Eylül (9/11) sonrası birer alternatif bir medya kanalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bloglar özgür bir iletişim ortamı yaratmakta siyasal ya da toplumsal içeriklerin tartışılabilmesini ve Habermas’ın da ifade ettiği gibi 18. yüzyıldaki “cafe house”ların internete taşınmasını sağlamış ve ironik bir şekilde diyebiliriz ki insanların internet kafelere akmasına yol açmışlardır. Yararlanılan Kaynaklar •

Alemdar, Korkmaz & İrfan Erdoğan. Öteki Kuram: Kitle İletişiminde Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi. 2. Basım Ankara: Erk Yayınları, 2005



Atabek, Ümit. http://mediaif.emu.edu.tr/pages/atabek/docs/altermedya.html



Bektaş, Arsev, Kamuoyu, İletişim ve Demokrasi, Bağlam Yayıncılık, 3.Baskı, İstanbul 2007



Bardoel, Jo. Leen d’Haenens, “Media Meet the Citizen: B eyond Market Mechanisms and Government Regulations, European Journal of Communication, Sage Publications,19: 2004



Bardoel, Jo. “Beyond Journalism”, European Journal of Communication, Vol. 11, No. 3, 283-302



Castells, Manuel., “The New Public Sphere,: Global Civil Society, Communication Networks and Global Governance”, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science 2008



Chomsky, Noam. Medya Denetimi, İstanbul: Tüm Zamanlar Yay. 1995



Chomsky. Noam. Medya Denetimi. Çev. Elif Baki. 1. Basım İstanbul: Everest Yayınları, 2005



Çakır, Hazma. “Geleneksel Gazetecilik Karşısında İnternet Gazeteciliği”, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 22, 2007



Dilmen, Emel Necmi, “Yeni Medya Kavramı Çerçevesinde İnternet Günlükleri-Bloglar ve Gazeteciliğe Yansımaları”, Marmara İletişim Dergisi, S.12, Ocak 2007



Downey, John, Natalie Fenton, “New Media, Counter Publicity and Public Sphere”, New Media&Society, Vol5(2):185–202, Sage Publications New York



İnan, Ece. Halkla İlişkilerde Medya Yönetimi, Referans Yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 2009



İnceoğlu,

Yasemin,

“Yurttaş

gazeteciliği

şart”

http://www.radikal.com.tr/haber.

427

php?haberno=119413 •

Kaya, Raşit. Medya, Toplum, Siyaset. Korkmaz Alemdar. Medya Gücü ve Demokratik Kurumlar. 1. Basım İstanbul: Afa Yayıncılık ve TÜSES Vakfı, 1999



Mora, Necla , “Yurttaş Gazeteciliği: Bireyler Medyayı Hangi Amaçlar İçin Kullanıyor?”, Yeni İletişim Ortamları ve Etkileşim Uluslararası Konferansı Bildiri Kitabı, 1-3 Kasım 2006



Mora, Necla , “Kavramları Doğru Kullanmak: Yurttaş Gazeteci Ve Yurttaş Gazeteciliği”, http://www.dorduncukuvvetmedya.com/dkm/article.php?sid=7746



Moreno , Rosa María Alfaro, “Citizens and media cultures: hidden behind democratic formality” Global Media and Communication Volume 2(3): SAGE Publications (London, Thousand Oaks, CA, New Delhi



Mortensen Torill., Jill Walker, “Blogging thoughts: personal publication as an online research tool”, www.intermedia.uio.no/konferanser/skikt-02/docs/Researching_ICTs_in_ context-Ch11-Mortensen-Walker.pdf



Sazak, Derya, “Yurttaş gazeteciliği”, http://www.milliyet.com.tr/1998/06/16/yazar/sazak. html



Tokgöz, Oya. Siyasal İletişimi Anlamak, İmge Yayıncılık, 1.Baskı, Ankara 2008



Uzun, Ruhdan, “Gazetecilikte Yeni Bir Yönelim: Yurttaş Gazeteciliği”, http://www.doaj. org/doaj?func=fulltext&passMe=www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/articles/2006/16/ RUZUN.PDF



http://www.bilisim.de/cms/index.php?id=402



http://en.wikipedia.org/wiki/Community_media



http://en.wikipedia.org/wiki/Social-_media



http://tr.wikipedia.org/wiki/J%C3%BCrgen_Habermas



http://www.technorati.com/about

Dağtaş, a.g.m., s. 178

428

MUHAFAZAKAR İLE MÜCADELECİ DEMOKRASİYE ALTERNATİF OLARAK MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN TÜRKİYE’DE UYGULANABİLİRLİĞİ

Ahmet Bora TARHAN* ÖZET Çağdaş demokrasi kuramlarında liberalizmin ve liberal demokrasinin, birey çıkarını azamileştirmeye yönelen ve siyasetin serbest piyasa ilkelerine göre düzenlenen ekonomi modeline uygun olan yaklaşımı eleştirilerek, yeni demokrasi kavramsallaştırmaları ve yeni demokrasi yaklaşımları öne sürülmüştür. Bu çalışmalarda demokrasi ile liberalizm arasında birbirine bağlı olarak kurulan ve birbirini tamamlayan ilişki reddedilerek, bu iki ilke arasında gerilim olduğu iddia edilmektedir. Bu çerçevede çağdaş kuramcılar, değişen koşullarda demokrasiyi yeniden tanımlamaya ve liberalizm ile demokrasinin farklılıklarından kaynaklanan gerilimi azaltmaya çalışmaktadırlar. Bu eleştiriden hareketle oluşturulan modellerden biri de radikal demokrasi kuramı içerisinde yer alan, Jürgen Habermas ve Seyla Benhabib tarafından farklı biçimlerde geliştirilen ‘müzakereci demokrasi’ modelidir. Bu modelde, kolektif karar alma süreçleri açısından meşruiyete ve rasyonelliğe ulaşmanın koşulu, siyasal (yönetsel) kurumların herkesin ortak çıkarı etrafında, özgür ve eşit bireyler arasında, rasyonel ve adil bir biçimde yürütülen kolektif müzakere süreçlerine göre düzenlenmesidir. Dolayısıyla amaç, farklı kimliklerin ortak iradesinin meşru olarak ifade edilmesini sağlayacak araç, usul ve yöntemleri belirlemektir. Müzakereci demokrasi modeli liberalizmin ve demokrasinin bir arada olabilmesinin yollarının arandığı bir model olarak görünmektedir. Bu anlamda model liberalizmin demokratikleştirilme çabaları olarak değerlendirilebilmektedir. Ancak modelde ekonomik eşitsizlikler irdelenmemekte, kapitalizm analiz edilememekte ve böylece ekonomik unsurlar ‘görünmez’ kılınmaktadır. Bu anlamda günümüz demokrasi uygulamalarına baktığımızda demokrasinin liberalleştiğini ama liberalizmin demokratikleştirilemediğini söyleyebiliriz. 3 Kasım 2002 seçimleriyle birlikte Türk sağının yaşadığı bunalımı ve boşluğu fırsat bilerek İslamcı siyasal hareket içinden iktidara gelen AKP, değişim söyleminden yola çıkarak, politik-ideolojik konumunu “muhafazakar demokrasi” olarak belirlemiştir. Ancak AKP’nin siyasal sistem içerisinde varlığını sürdürmesi güçlü bir meşruiyet temeline dolayısıyla halkın genel kabulüne bağlıdır. Bu bağlamda “müzakereci demokrasi” modeli bu genel kabule mahzar olmanın bir aracı olarak düşünülebilir. Bu çalışmada, 1982 Anayasası’nın geleneksel “mücadeleci demokrasi” anlayışı ve AKP’nin “muhafazakar demokrasi” modeli içerisinde, “müzakereci demokrasi”nin var olma koşulları incelenecek, AKP’nin iktidar olduğu 2002-2009 yılları arasındaki siyasi tercih ve uygulamaları, müzakereci demokrasinin temel öğeleri olan, siyasal katılım, insan hakları, çoğulcu demokratik rejim ve sivil anayasa önerileri çerçevesinde irdelenecektir. Anahtar Kelimeler: Müzakereci demokrasi, muhafazakar demokrasi, neo-liberalizm, yönetişim.

* Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi 429

THE APPLICABILITY OF DELIBERATIVE DEMOCRACY IN TURKEY AS AN ALTERNATIVE TO CONSERVATIVE AND MILITANT DEMOCRACY ABSTRACT In the modern democracy theories, new democracy conceptualizations and new democracy approaches are propounded by ciriticizing liberalism and liberal democracy, the approach that is appropriate to the economic model that tend towards to maximize individual benefit and to organize the economy according to the free market principles. In these studies, by declining the relationship founded interdependent and completing each other between democracy and liberalism, it is claimed that there is a stress between democracy and liberalism. In this frame, modern theorists try to redefine democracy in the changing conditions and to reduce the stress which derives from the differences between liberalism and democracy. One of the models constituted from this critique is “deliberative democracy” model which is developed by Jürgen Habermas and Seyla Benhabib in different forms and belong to the radical democracy model. In this model, the condition to reach legitimacy and rationality in the collective negotiation process is regulating the political (govermental) institutions according to the collective deliberation process managed rational and fair around public interest. So, the objective is to determine the methods and procedures providing to express the common will of different identities legitimately. Deliberative democracy model is seen as a model of searching the ways to put liberalism and democracy together. In this sense, model can be evaluated as the efforts to make liberalism more democratic. But, the economic inequalities are not investigated, capitalism is not analyzed and therefore the economic elements are made invisible in the model. In this sense, when we look at the democracy practices of todays, we can say that democracy is liberalized, but liberalism can not be democratized. With the November 3rd 2002 elections, by taking the advantage of the depression and the emptiness that exist in Turkish right, AKP, which comes into power within Islamic political movement, defines its political-ideological position as “conservative democracy” by getting off discourse of change. But continuing existence of AKP in the political system depends on strong legitimacy fundamental therefore the common acceptance of the public. In this sense, “deliberative democracy” is the means of obtaining this common accaptance. In this study, the existence conditions of “deliberative” democracy” in the traditional “militant democracy” perspective of 1982 Constitution and “conservative democracy” model of AKP will be examined, the political preference and implementations of AKP in the governmental process of 2002-2009 will be investigated within the framework of the basics of deliberative democracy such as political participation, human rights, pluralist democratic regime and suggestions of civil constitution. Key Words: Deliberative democracy, conservative democracy, neo-liberalism, governance. MUHAFAZAKAR İLE MÜCADELECİ DEMOKRASİYE ALTERNATİF OLARAK MÜZAKERECİ DEMOKRASİNİN TÜRKİYE’DE UYGULANABİLİRLİĞİ GİRİŞ Demokrasi kavramı, geçmişten günümüze uzanan, zamana ve mekana bağlı olarak 430

farklı özellikler göstermiş ve değişik sıfatlarla anılmıştır. Dolayısıyla demokrasinin çok sayıda farklı tanımını yapmak olasıdır. Diamond’ın (1996:21) belirttiğine göre demokrasinin 550 farklı çeşidi söz konusudur. Farklı yerlerde, farklı demokrasi modellerinin ortaya çıkmasını en temel nedeni ise ülkelerin siyasal rejimlerinin demokrasiye referansla kendilerini meşrulaştırma çabası içinde olmalarıdır. Özellikle modern çağda demokrasi terimi “sosyal”, “liberal”, “temsili”, “doğrudan”, “müzakereci, “mücadeleci” veya “militan” gibi sıfatlarla daha çok kullanılmıştır. Ancak her koşulda, demokrasi için önemli olan özgürlükçü ve çoğulcu düzenin korunmasıdır. Demokraside bireylere ve gruplara tanınan kimi özgürlükler ile özgürlükçü demokratik düzenin korunması arasında bir dengenin sağlanması söz konusudur. Bu çalışmada Türkiye koşullarında özellikle 1980 sonrasının demokratik açılımlarını nitelendirmek için kullanılan “Mücadeleci Demokrasi”nin ve 1990’lı yıllarda yeni sağ politikaların yol açtığı siyasal temsil sorununa paralel olarak 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ideolojisi olarak kabul edilen “Muhafazakar Demokrasi” kavramının, “Müzakereci Demokrasi” açısından değerlendirmesi yapılarak, “Müzakereci Demokrasi”nin ülkemizde uygulanma şansı değerlendirilecektir. 1. MÜZAKERECİ DEMOKRASİ Çağdaş toplumların egemen siyasal sistemi olan liberal demokrasi, çıkarını azamileştirmeye çalışan birey anlayışına ve siyasetin serbest piyasa ilkesine göre düzenlenen ekonomik modelle uyumlu olması anlayışına dayandığı için eleştirilir ve var olan sorunlara bir çözüm aracı olarak yeni demokrasi yaklaşımları önerilmektedir1 (Laclau ve Mouffe, 2008: 231-295). Liberal demokrasi eleştirileri günümüzde vatandaşların beklentileri ile alınan siyasi kararlar arasındaki farklılık ve kopukluk nedeniyle temsil sistemine yönelmiştir. Sistem özellikle düzenli olarak yapılan seçimlerle halkın yönetim işlerini tamamen temsilcilerine devretmesinden dolayı tepkisiz ve depolitize olmuş vatandaşların ortaya çıkmasına yol açmakla suçlanmaktadır (Philips, 1995:13). Siyasal demokrasinin dar anlamda sadece hükümetleri seçen bir sistem olarak yorumlanması, siyasal alanda meşruiyet sorunlarına yol açmakta, siyasi fırsatçılık, yolsuzluk ve seçmenlere hesap vermeme anlayışı demokratik kurumlara olan güveni zedelemektedir (Ryan, 1998: 473). Toplumsal sorunlara bir çözüm arayışı olması gereken siyasal mücadele sadece kazanma ve kaybetme biçiminde algılanmakta, bu yaklaşım taraflar arasındaki çatışmayı tetikleyerek kutuplaşmaya ve yabancılaşmaya yol açmaktadır. Türkiye’de geçmişten günümüze demokrasi anlayışı da bu doğrultuda olmuştur. Bu olumsuz durum demokrasi ile liberalizmi daha uyumlu bir şekilde birbirine eklemleyecek yeni yaklaşımların ortaya çıkmasına yol açmış ve bu eksende ‘radikal demokrasi kuramı’ ve ‘toplulukçu kuram’ geliştirilmiştir. Radikal demokrasi kuramı içinde farklı yaklaşımlar vardır. Bunlardan biri Jürgen Habermas (1999) tarafından geliştirilen kamusal alan kavramı içerisinde tartışma ve sorgulamayı amaçlayan ‘işlemsel müzakereci demokrasi modeli’dir diğeri ise Benhabib’in ‘müzakereci demokrasi modelidir’2.

Liberal demokrasi kuramı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Schumpeter’in geliştirdiği şekliyle, demokrasiyi, bireylerin farklı çıkarlarının tek bir potada eritilmesi şeklinde değil, bu çıkarların siyasi partiler ve siyasetçiler aracılığıyla rekabetçi seçim sistemi sayesinde bir araya getirildiği bir yönetim biçimi olarak tanımlamaktadır. Bkz. J. Schumpeter, Capitalism, Socialism and Democracy, Allen and Unwin., 1942. 2 Radikal müzakereci modellerinin dışında liberal müzakereci model anlayışı da çağdaş siyasal kuram içinde yer almaktadır. Bkz.; J. Rawls, Political Liberalism, Columbia University Press, New York, 1993; J. Bohman, Public Deliberation: Pluralism, Complexity and Democracy, MIT Press, Cambridge, 1996. 1

431

Benhabib’e göre, liberal kuram bireysel hak ve özgürlüklere önem verirken, demokrasi kuramı siyasal katılım, müzakere ve irade oluşumunu ön plana çıkarmaktadır. Bu anlamda demokrasi kuramı ile liberal demokrasi kuramı arasında güçlü bir karşıtlık söz konusudur (1999a:116). Benhabib müzakereci demokrasi modelinin, liberal kuram ve demokrasi kuramı arasındaki var olan bu karşıtlığa karşın, bu iki kavramı bir arada yaşatacak bazı kavramsal ve kurumsal çözümler sunabileceğini düşünür. Bu çözüm “bir yönetim biçimindeki yurttaşlar, gruplar, hareketler ve örgütler arasında görüş oluşturma, tartışma, müzakere ve çekişmeden oluşan bir “kamusal alan”ın arabuluculuğuna dayanmaktadır (1999a. 121). Müzakereci demokrasi, vatandaşı siyasal sistemde ön plana çıkararak, onların siyasal süreçlere katıldığı ve görüşlerini paylaştığı bir sosyo-politik sistemdir3. Bu sistemde yasalar, ondan etkilenen herkes tarafından serbest ve açık müzakere şartları içerisinde mantıklı bir kabulle ortaya çıkacaktır. Bu model, pratikte liberal demokrasinin sorunları olan kandırma, aldatma, güç kullanma gibi tekniklerin ve kitle iletişim araçlarının aracılık ettiği bir sistemin yerine eşitlik prensibi çerçevesinde yüzyüze etkileşime dayanan ve ikna ilkelerini egemen kılmaya çalışan bir sistem önermektedir (Dryzek, 1990: 202; Simons, 2000: 97). Çağımızın siyasetinin özelliği olan aldatma, kandırma, güç kullanma ve stratejik manevranın yerine müzakereci demokrasi, eşitlikçi ve karşılıklı ikna ilkelerini egemen kılmaya çalışmaktadır. Gazete ve televizyonun aracılık ettiği bir siyaset yerine yüz yüze etkileşime dayanan siyaset düşüncesinin bireyleri siyasette çok daha aktif hale getireceği ileri sürülmektedir. Bütün vatandaşlar siyasal diyalog içerisinde yer alabilmekte ve seslerini duyurmak konusunda eşit hakka sahip olabilmektedir. Böylece iktidarın hukuki ve siyasi meşruiyeti de daha geniş bir ölçüde sağlanmış olacaktır (Smith ve Wales, 2000: 57; Warren, 1996: 55). İnsanlar bu yolla kararların alım sürecinde kendi düşünceleri ile birlikte, diğerlerinin bakış açısından bakabilmeyi öğrenecek ve kararlarını bu iki düşünce tarzı ekseninde oluşturacaklardır. Arend bu süreci ‘genişletilmiş zihniyet’ veya ‘temsili düşünme’ (Arendt, 1967:115) şeklinde tanımlarken Benhabib aynı süreci ötekilerin bakış açısından hareketle ‘akıl yürütmeye gönüllü olmak’ şeklinde değerlendirmektedir (1999b; 1999a). Benhabib’e göre diyalog içerisinde olanlar yani belli bir konuyu müzakere edenler, birbirlerini düşman olarak değil, farklılıklarına rağmen anlaşabilecekleri ötekiler olarak görmelidir (1999b: 28). Müzakereci demokrasi kuramında, temel hak ve özgürlükler ve kurallar tartışılabilir niteliktedir. Ancak öncelikle mevcut kuralların çerçevesi kabul edilmeli ve bu kurallara uyulmalıdır. Aksi takdirde demokrasinin ortadan kalkma tehlikesi ortaya çıkacaktır. Ancak bu açıklama biçimi çok net olarak anlaşılmamakta ve oyunun kurallarını müzakere sürecinde kabul etmeyen ve kendi tutumunda ısrar ederek dışlanan düşüncelerin nasıl sisteme entegre edileceği konusunda bir çözüm sunamamaktadır. Müzakereci demokrasinin uygulanabilirliğini savunanlar, kurumsal yapılanma arayışı içerisinde önceliği halkın siyasi kararların alımına katılımına ve müzakereci demokrasinin anayasasına vermektedirler (Benhabib 1999a: 120). Çünkü modelin gerektirdiği haklar, yapılar, ilkeler ve görevlerin tanımlanacağı yer anayasa olmalıdır (Smith ve Wales, 2000: 56). Ancak anayasalarda ifade bulan temel ve siyasal haklar, hiçbir zaman kamusal görüşme ve tartışmanın gündemi dışına da çıkmamalıdır (Benhabib 1999b: 151). Benzer tanımlar için bkz; Seyla Benhabib, “Müzakereci bir Demokratik Meşruiyet Modeline Doğru”, Demokrasi ve Farklılık, Haz. Seyla Benhabib, Çev. Z. Gürata ve C. Gürsel, İstanbul, 1998.; Mümtaz’er Türköne, Siyaset, Lotus Yayınevi, Ankara, 2003, s. 206. 3

432

Müzakereci karar alma mekanizmalarının oluşturulması konusunda ise siyasal kuramcıların farklı yorumları bulunmaktadır. Ancak bu kuramsal yaklaşımların pratik örnekleri üzerinde çalışmalar yapılmadıkça bu yorumlar sınırlı bir değere sahip olacaktır (Bohman, 1998: 419). Birçok yazar müzakereci demokrasinin yol açacağı çoğulcu anlayıştan ortak ve meşru bir siyaset çıkacağına inanmaktadır. Modelde farklılıkların sistem içerisinde meşru olarak var olabilmesi ve dışlanmaması gerekliliği ile birlikte, farklı görüşlerin, demokratik bir ilişki sayesinde uzlaşmayı yakalayabilecekleri savunulmaktadır. Bu anlamda farklı görüşlerin etnosentrik tutumları reddedilmekte ve relativist bir yaklaşım önerilmektedir. Önemli olan farklılıkların, karşılıklı olarak birbirlerini değiştirebilecekleri bir siyasal veya kamusal alanın demokratik bir çizgide oluşturulabilmesidir. Müzakereci demokrasiyi kuramsal düzlemde geliştirmeye çalışan bu çabalara rağmen kuramın özellikle ekonomik eşitsizlikleri göz ardı etmesi ve içtutarlılığa sahip olmaması eksik yönlerini oluşturmaktadır. Modelin temel değerleri olan tarafsızlık, siyasal katılım ve ifade özgürlüğünde eşitlik ve açıklık ile birlikte uzlaşmanın (meşru sonucun) hiçbir baskı veya ikna yoluna başvurmadan gerçekleşme ihtimali de uygulamada karşılaşılabilecek en büyük sorun olarak görülmektedir. Her ülkenin kendi içinde farklı sosyal, ekonomik ve kültürel yapıları bir içermesi, müzakereci demokrasinin meşruiyetini sağlayan siyasal katılımı eşit düzeyde tutamayacak, gelişmemiş olan bölgelerde katılım düşük kalacak ve bu durum kapsamlılık ilkesine zarar verebilecektir. Ancak yerel demokrasi arayışları içerisinde bugün ‘müzakereci demokrasi” modeli giderek daha fazla önem kazanmakta ve uygulanabilirliği tartışılmaktadır. 2. MÜCADELECİ DEMOKRASİ Mücadeleci demokrasi kavramı, II. Dünya Savaşı öncesinde, İtalya ve Almanya’da ortaya çıkan otoriter ve totaliter rejimlere karşı mücadele etme gerekliliği üzerine oluşturulmuş yeni bir demokrasi anlayışını ifade etmektedir4. Bu anlayışa öncülük eden ilk gelişme ise 1949 Anayasası ile kurulan Alman demokrasisi olmuştur. Almanya’daki Nazi rejiminden kaçan ve Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşen kamu hukukçusu Karl Löwenstein, ilk kez, 1937’de yayımlanan bir makalesi için “Militan Demokrasi ve Temel Haklar” başlığını kullanarak bu yeni demokrasi anlayışına ismini vermiştir (Löwenstein, 1937)5. Alman Anayasa Mahkemesi ise 1949 Anayasası’nın getirdiği yeni demokrasi anlayışını “mücadeleci demokrasi” (Streitbare Demokratie) olarak tanımlamıştır.6 (Sağlam, 1999: 10; Müller, 2006:284.).

“Mücadeleci Demokrasi” ya da “militan demokrasi” anlayışının özü, amacı hürriyetçi demokrasiyi ortadan kaldırmak olan akımlara, meşru siyasal faaliyet alanını kapatmaktır. Bkz; Karl Löwenstein, “Militant Democracy and Fundamental Rights”, American Political Science Review, 31, 1937, s.417-432 (Part I); 638-658 (Part II); Yusuf Şevki Hakyemez: Militan Demokrasi Anlayışı ve 1982 Anayasası, Seçkin Yay., Ankara, 2000; Miguel Revenga Sánchez, “The Move Towards And the Struggle for A Miltant Democracy in Spain”, ECPR Conference, Marburg, 18-21, September 2003. Çevrimiçi: http://www. essex.ac.uk / ecpr / events / generalconference / marburg / papers / 10 / 7 /Sanchez.pdf... ; Fazıl Sağlam: Siyasal Partiler Hukukunun Güncel Sorunları, Beta, İstanbul, 1999, s.10; Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara, 2002. 5 Militan Demokrasi kavramı hakkında bkz: Yusuf Şevki Hakyemez: Militan Demokrasi Anlayışı ve 1982 Anayasası, Seçkin Yayınları, Ankara, 2000; Miguel Revenga Sánchez, “The Move Towards And the Struggle for A Miltant Democracy in Spain”, ECPR Conference, Marburg, 18-21, September 2003. Çevrimiçi: http://www.essex.ac.uk / ecpr / events / generalconference / marburg / papers / 10 / 7 /Sanchez.pdf) 6 Ülkemizde de 1961 ve 1982 Anayasalarını Alman Anayasasına benzeten düşünürlerin bu anayasalar için tercih ettikleri sıfatlar “militan” veya “mücadeleci” şeklinde olsa da, “militan” sözcüğünün demokrasiyle bağdaşmayacağı gerekçesiyle bu çalışmada “mücadeleci demokrasi” kavramı kullanılmıştır. Bkz; Osman Can: Demokratikleşme Serüveninde Anayasa ve 4

433

Löwenstein’a göre totalitarizmi amaçlayan siyasal hareketlere karşı ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması, özellikle de bu hareketlerin partileşmesine ve örgütlenmesine engel olunması demokrasinin korunması bağlamında bir gerekliliktir. Bunu gerçekleştirecek demokratik rejim ise zaman zaman otoriter bir yönelime sahip olabilir. (Müller, 2006: 284-285.). Böylece liberal demokrasi anlayışı eski hoşgörüsünü bir yana bırakarak artık mücadeleci bir demokrasi anlayışı çerçevesinde şekillenecektir (Kapani, 1981:192-193; Hakyemez, 2000: 23). Ancak mücadeleci demokrasi çerçevesinde alınan önlemler sivil ve siyasal özgürlük alanını daraltmakta, demokrasinin özüne aykırı sınırlandırmalara da yol açabilmektedir. Bu sınırlandırmalar, sivil toplumun gelişimini engelleyerek, bu yolla siyasal iktidarın sınırlandırılması işlevini zedelemekte, halkın siyasal sürece katılımını engellemekte, bu anlamda 1982 Anayasası’nın da öngördüğü bir biçimde halkı siyasetten uzaklaştırmaktadır. Bu demokrasi anlayışı, siyasal davranış kalıplarını sürekli hale getirerek ilerleyen süreçte siyasal kültürü de olumsuz bir biçimde etkilemektedir. Bu nedenle mücadeleci demokrasi anlayışı, II. Dünya Savaşından sonra, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi (mad. 30) ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (mad. 17) ve bir çok ülke anayasasında, özgürlüğün hiçbir zaman kendisinin yok edilmesi özgürlüğünü de kapsayacak genişlikte yorumlanamayacağı şekliyle ilke olarak kabul edilmiştir (Kapani, 1981: 217-225; Teziç, 1976: 131-134; Hakyemez, 2000:23-39; Tunaya, 1982: 223-226 ). Türkiye’de de 1982 Anayasası ve “Siyasi Partiler Yasası” mücadeleci demokrasinin uygulama biçimleriyle ilgili önemli bilgiler sunmaktadır. Konuyla ilgili ayrıntılı bir mevzuat taramasına girişmeden, bir genelleme yapacak olursak; Türkiye’de siyasal partilere ilişkin mevzuat ve uygulamalar, partilerin demokrasilerdeki işlevine zarar vermekte, özellikle Siyasi Partiler Kanunu, parti politikalarının temel ilkelerini, 1980 sonrası kurulmak istenen siyasal sistem doğrultusunda şekillendirmeye çalışmaktadır. Anayasamız siyasi partilerin serbest bir biçimde faaliyette bulunmalarını istisnasız olarak kabul etmemiş ve parti faaliyetlerine bazı sınırlar, yasaklamalar getirmiştir. Bu yasakların bir kısmı, partilerin izleyebilecekleri siyasal (ideolojik) amaçlara, bir kısmı da onların örgütlenme ve çalışmalarına ilişkindir. Türk toplumunun önünde bulunan sorunların çözümü için alternatif politikalar üretmesi gereken siyasal partilerin, politikalarını bu Anayasa çerçevesinde belirlenmesi öngörülmüş, bu çerçevenin dışına çıkan partiler ise kapatma yaptırımı ile karşı karşıya kalmışlardır. 1982 Anayasası’nın anti-demokratik hükümleri yoluyla da, çoğulcu-özgürlükçü demokrasinin korunması bahanesiyle, sistem otoriter bir zihniyet etrafında şekillenmekte ve bu otoriter zihniyetin devamlılığı için “yeni sağcı” bir toplumsal formasyon yaratılmaktadır. Bu anlayış siyasal çoğulculuğu reddetmekte ve 1982 Anayasası’nın belirlemiş olduğu ideoloji etrafında halkı birleştirmeye çalışmaktadır. Uygulamada bir mücadeleci demokrasi örneği olan parti kapatma yaptırımı demokratik rejimlerin korunması bakımından zorunlu ve gerekli gibi görünse de bu yaptırım şekli, radikal hareketleri sistem dışına atarak ötekileştirmekte ve bu hareketler ilerleyen süreçte mazlum görünümüyle, sisteme adapte olmuş bir şekle bürünerek çevreden gelen tepki oyları çerçevesinde büyük bir destek almakta ve amaçlarına demokrasiyi araçsallaştırarak varmaya çalışarak, popülist politikalarla bu desteğin devamlılığını sağlamaya yöneltmektedir. Kurumsal ve yasal sorunlar bağlamında, 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de devlet ile toplum arasında, toplumsal sorunlara çözüm bulma arayışında, toplumsal taleplerin karar alma süreçlerine eklemlenmesi sürecinde yaşanan bir temsiliyet problemi ortaya çıkmaktadır. Bu sorunlar, uzun dönemli çözümler ekseninde, siyasal yapıda önemli değişiklikleri gerektirmektedir.

434

Fakat devletçi siyasal söylem ve değişen toplumun gerisinde kalan parlamenter sistem bu taleplere yanıt verememektedir. Bu sorunların siyasal arenadaki yeri, Modern-Gerici, Laik-İslami, BatılıDoğulu, Global-Yerel, Türk-Kürt benzeri karşıtlıklar biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu durum, siyasal otoritenin hegemonyasını kaybetmesine, ancak yeni bir anlayışın da ortaya çıkamamasına paralel olarak siyasi belirsizliğe yol açmaktadır (Keyman, 1999: 199). Dünya’da ve Türkiye’de küreselleşme doğrultusunda yaşanan bu belirsizlik ortamına karşı radikal demokrasi, yaşadığımız postmodern durumu özgü bir liberal demokrasinin, yeni siyaset anlayışını geliştirmekte ve “demokrasiyi demokratikleştirmeyi” amaçlamaktadır. Ancak bu prensiplerin hayata geçirilmesinin her ülkenin kendi içinde bulunduğu toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullarına göre değişmekte olduğu unutulmamalıdır. Türkiye koşullarında radikal bir demokrasi anlayışı olarak “müzakereci demokrasi”nin uygulanabilme olasılığını kavrayabilmek açısından, 3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana tek başına iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yönetsel felsefesi ve siyasal anlayışını, “müzakereci demokrasi”nin temel ilkeleri olan siyasal katılım, insan hakları ve çoğulcu demokratik yaklaşım açısından irdelenmesi faydalı bir yaklaşım olacaktır. 3. MUHAZAKAR DEMOKRASİNİN MÜZAKERECİ ve MÜCADELECİ DEMOKRASİ BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ

AKP 3 Kasım 2002 tarihinden itibaren Türk siyasal hayatına damgasını vuran bir siyasal parti özelliğine sahip olmuştur. Bu durumun ortaya çıkmasında gerek neo-liberal dönüşümün yol açtığı 2001 kriziyle birlikte, merkez sağ ve soldan gelen partilerin etkisiz olması ve neo-liberal siyasi tercihlerinden dolayı tabanlarından kopma süreciyle toplumsal meşruiyetlerini yitirmelerinin bir sonucu olarak alternatifsiz iç ortam etkili olurken (Bedirhanoğlu, 2009: 58) gerekse ABD ile Irak arasındaki gerginlik ile Orta Doğu’da yükselen siyasal İslam ve Batı karşıtlığına bağlı dış ortam etkili olmuştur. Türkiye’deki yerleşik siyasi partilerin, alternatifsizlik ortamının devamı ise AKP’nin Temmuz 2007’deki genel seçimlerden gücünü daha da arttırarak çıkmasını sağlamıştır. Dolayısıyla AKP’yi iktidara taşıyan iç koşullar, 1980 sonrasının siyasi istikrar kaygıları içerisinde oluşmuştur. Milli Görüş hareketinin önde gelen üyelerinin tek başlarına hükümeti kurabilmeleri, Türkiye’de laik, modernist kesimlerde kaygı yaratırken, liberal ve İslamcı gelenekten gelenlerin çoğunda bir umut ve yeni beklentiler ortaya çıkarmış, bu iki kesim arasında da çatışmaları beraberinde getirmiştir (Uzgel, 2009: 11). AKP’nin siyasal ideolojisini açıklamak amacıyla ortaya attığı muhafazakar demokrasi formülasyonu konusunda, partinin resmi görüşlerini ifade eden ve Yalçın Akdoğan tarafından kaleme alınan ‘AK Parti ve Muhafazakar Demokrasi’ adlı kitabı incelediğimizde, partinin, ‘Milli Görüş’ geleneğinden ayrıldığı ve merkez sağa yerleşmek istediğine dair vurgular dikkat çekmektedir. Bu isteğin siyasal meşruiyet dışında “sadece devletin refleksleri ve hassasiyetlerinden değil, halkın talep ve beklentilerinden” de kaynaklandığı ifade edilmektedir (Akdoğan, 2004: 147-148). Erdoğan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan’a göre Muhafazakar Demokrasi serbest piyasadan yanadır ancak bu anlayış İngiliz İşçi Partisi’nin üçüncü yol anlayışıyla da iç içedir. Üçüncü yol yaklaşımı devletçi sosyal demokrasi ile serbest piyasacı neo-liberalizme bir alternatif oluşturmaya çalışmaktadır (Akdoğan, 2004: 145-147.). Murat Çizakça’ya göre ise bu anlayışta sivil hizmetlerin vakıflar aracılığıyla gerçekleştirilecek olması, sivil toplumu ve demokrasiyi güçlendirecektir (Çizakça, 2004: 109-111). 435

Parti lideri Erdoğan AKP’nin amacının “toplumda derin yer etmiş yerel değerleri evrensel muhafazakar siyasal gelenekle yeniden üretmek” (Akdoğan, 2004: 12-13) olduğunu ifade etmiştir. Erdoğan, iddia ettiği bu ideolojiyle devletin sınırlı bir role sahip olduğunu ve aile ve geleneksel değerlerin göz önünde tutularak uygulanacak bir tedrici değişimi savunduğunu vurgulamaktadır. Dolayısıyla AKP, dini değerlerin de içerisinde yer aldığı geleneksel değerler ile küreselleşme sürecinin gerektirdiği yapısal ve toplumsal değişimi birleştirmeye çabalamaktadır. İslamcılık ise, AKP’nin muhafazakarlığını tanımlamada önemli olmakla birlikte referans noktası olmaktan uzaklaşmıştır (Hale, 2005: 22). 2004 yılında AKP, Liberal Düşünce Topluluğu’nun katkısıyla, “Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu”nu düzenlemiştir. Sempozyumun amacı AKP’nin resmi ideolojisini belirginleştirmekle beraber, partinin siyasi ideolojisinin sınırlarını da çizmektir. Bu bağlamda bu organizasyonun, Türkiye’de yeni sağ ideolojiyi savunan Hayekçi Liberal Düşünce Topluluğu tarafından yapılması bizlere bir ipucu vermektedir. Çünkü Sosyal devlet ve refah devleti kavramlarına karşı çıkan Hayekçi liberalizm, hayırseverliği ön plana çıkarmakta, modern sosyal liberalizmin dışına çıkmakta ve hayırseverlik ve dinsel çağrışımlı bir içeriğe sahip olmaktadır. (Bakırzer; Demirer, 2009:161). Bazı yazarlara göre muhafazakar demokrasi kavramı, AKP’nin ne olmadığını anlatan bir tanımlama olmuştur. AKP’nin gerçekte ne muhafazakar ne de demokrat olduğunu ileri süren bu görüşe göre AKP, neo-liberal politikaların, pragmatist siyaset anlayışının ve bireyci toplum tasavvurunun temsilcisi gibi davranmaktadır (Altun, 2008: 102). Muhafazakar demokrasi kavramı, pratik ihtiyaçlardan kaynaklanan bir ideoloji oluşturma çabasının ürünüdür. Yine bu görüşe göre AKP’nin pragmatist ideolojisi, neo-liberal Amerikan muhafazakarlığından etkilenmekte ve İslam’ı neo-liberal kalıplar içerisine yerleştirerek ılımlı İslam anlayışını ifade etmektedir. Bu anlamda AKP’nin gerçek anlamda bir demokrasi anlayışına sahip olmadığı gibi, demokrasiyi dinsel özgürlükler bağlamında araçsallaştırmakta olduğu iddia edilmektedir. (Yıldız, 2004: 41-45). Gerçekten de AKP açık bir biçimde yeni sağ siyaset çizgisinde yer almaktadır. Parti’nin “Kalkınma ve Demokratikleşme Programı”nda, iktisadi faaliyetlere önem verilmekte, gelir dağılımı ve sosyal politika ekonomik etkinliğe tabi kılınmakta, dolayısıyla müteşebbisler teşvik edilmektedir7 (Ak Parti, 2002). Program piyasa ekonomisini kurum ve kurallarıyla benimsemekte, düzenleyici ve denetleyici devlet anlayışıyla devletin iktisadi faaliyetlerden çekilmesi gerektiğini ve bu amaçla özelleştirmeyi savunmaktadır. AKP’nin temel belgelerine baktığımızda, kendisini, merkeze oturmuş, siyasal karar alma süreçlerinde yönetilenlerin ve sivil toplum örgütlerinin katılımına önem veren, çatışma yerine uzlaşmayı öne çıkaran, dini ve mili kimliklerin üzerinden siyasete fırsat vermeyen bir parti olarak tanımlamaktadır (AKP Programı). Yine bu metinlere bakıldığında, AKP’nin insan haklarına diğer partilerden daha çok önem verdiği söylenebilmekle birlikte bu metinlerin çekincelerle dolu olması ve evrensel değerlerle birlikte Türkiye’nin kendine özgü koşullarının çelişkili olarak vurgulanması, partinin konuyla ilgili ilişkiyi pragmatist açıdan ele aldığı söylenebilir (Türközü, 2009: 226). Aynı çelişki uygulamada da söz konusudur. AKP iktidarının ilk yıllarında gerçekleştirmiş olduğu yasal düzenlemeler insan hakları bağlamında olumlu bir beklentiye yol açmış, ancak 2007’nin ilk yıllarından itibaren bu beklenti tersine dönmüş ve bu dönem yoğun ihlallerin yaşandığı bir süreç olarak 1990’lı yılları aratmamıştır. AKP’nin ideolojisini sağ siyaset içerisine yerleştiren görüşler için bkz; Hasan Bülent Kahraman, Türk Sağı ve AKP, Agora, Ankara, 2007; Üzeyir Tekin, AK Parti’nin Muhafazakar Demokrat Kimliği, Orient Yayınları, İstanbul, 2004. 7

436

Parti iktidarının ilk yılarında kendilerine yönelik İslamcı kuşkuyu bertaraf etmek için AB ile uyumlu ilişkiler kurmuş ve çok kültürlülük ile laiklik söylemleri çerçevesinde hareket etmeye çalışmış, dini özgürlükleri de demokratik bir talep olarak ifade etmeye başlamıştır. ABD’nin de desteğini alarak IMF politikalarının gerektirdiği yapısal dönüşüm projelerini hayata geçiren AKP, merkeze doğru hareket etmiş ve meşruiyetini ülke dışında arayarak pragmatik adımlar atmıştır8. Liberal aydınlar, AKP’nin, kurulduğu günden itibaren, İslami geçmişini geride bıraktığını iddia ederek, liberal ve sivil toplumcu bir programı benimsediğini iddia etmişlerdir. Dolayısıyla AKP’nin, ‘Milli Görüş’ hareketinin devamı olarak değil, siyasal İslam’ın küreselleşme ve neoliberalizm ile uyumlu bir şekilde dönüşüme uğramış “Post-İslam” akımı içerisinde değerlendirilmesini önermişlerdir. Bu proje AKP’ye siyasal ve ekonomik istikrarı sağlamak ve piyasa ekonomisine dayalı reformları hızlandırma misyonuyla birlikte, ülkede çok kültürlülük temelinde tanımlanmış bir demokratikleşme çabasını sağlamıştır. Bu projenin somutlaşmış biçimi ise, AKP’nin 12 Eylül döneminin siyasal yapısını belirleyen 1982 Anayasası’na alternatif bir anayasa önerisi getirmesi ve AB’ye uyum reformlarını sağlayacak yasaları çıkarması biçiminde gerçekleşmiştir. Bu kesimler için, AKP’nin iktidara gelmesiyle yükselişe geçen İslamcı-Muhafazakar akım, toplumsal düzen için bir tehlike olmaktan çok, alternatif bir modernizasyon sürecini ifade etmektedir9. Bu nedenle Kemalist siyaset anlayışına karşı konjonktürel bir ittifak arayışı içinde stratejik bir anlayışla liberal kesimler AKP’yi desteklemişlerdir. Türkiye’de AKP iktidarı ile birlikte İslamcı harekette yaşanan bu dönüşüm Orta Doğu’da ABD’nin başlatmak istediği demokratikleşme dalgası ile bağlantılı olarak gerçekleşmiştir. Bu bağlamda AKP’nin dönüşümü ve Türkiye’nin dönüşümü paralelinde gerçekleştiği reformlar ABD’li yetkililerden de büyük destek görmüştür10. AKP’nin iktidar pratiğine bakıldığında, sermayenin çıkarlarını korumayı tercih ettiği açık bir biçimde görünmektedir. 2003 yılının Mayıs ayında geçici istihdam ve iş saatleri (Part-time, sabit dönemli) gibi önerileri kapsayan ve otuzdan az işçi çalıştıran işletmeleri iş güvenliğinden mahrum bırakan yeni iş yasasının kabul edilişi, sendikaların muhalefetine karşın yapılan özelleştirmeler, sendikal hareketlere karşı yaptırımlar uygulayan işverenler karşısında sessiz kalınması ve grevlerin hükümet kararıyla ertelenmesi gibi uygulamalar bu yorumu doğrulamaktadır (Yıldırım, 2006: 245254). AKP hükümeti Eylül 2006’da görüşülen “Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı”nı kabul etmekle birlikte, parti programındaki vaatleri ile çelişkili bir biçimde, stratejik maddelere çekince koymuştur. Bu maddelerin arasında memurların toplu pazarlık ve grev hakkını tanıyan 5. ve 6. maddeler, çalışma sürelerinin kısaltılması, çalışanlara yıllık en az dört haftalık ücretli izin öngören 2. madde ve çalışanların kendilerine ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi öngören ve asgari ücretin 3- 4 katına çıkartılmasını gerektiren 4. madde yer almaktadır (Pamuk, Tekzöz, 2009). Hükümetin sosyal Nuray Mert’e göre de iktidarının ilk yıllarında faydalı bir strateji izleyerek demokratik açılımlarda önemli bir yol kateden AKP, 2007 seçim zaferi ve kapatma davasıyla birlikte merkez sağdan hızla uzaklaşarak İslamcı bir çizgiye savrulmuştur, Bkz.; Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, Selis Yayımları, İstanbul, 2007. 9 Bu tezin Türkiye’de önde gelen savunucularından bir Nilüfer Göle’dir. Bkz.; Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, Metis Yayınları, İstanbul, 1991. 10 Örneğin ABD’nin Ankara büyükelçisi bu reformları cesur ve umut verici olarak tanımlamıştır (Sedat Ergin’in Ankara’daki ABD büyük elçisi Eric Edelman ile gerçekleştirdiği söyleşi için bkz.; Milliyet 17 Haziran 2004). ABD basını da bu süreçte AKP’ye destek vererek, yaşanılan dönüşümü “Türkiye’nin Başarı Öyküsü” olarak değerendirmiştir. (New York Times, 28 Ocak 2004). Graham Fuller de Türkiye’de sessiz sedasız bir devrim yaşandığını ve Türkiye’nin siyasal İslamcı bir hareketi ılımlılaştırıp siyasal sistemle uyumlu hale getirilmesi konusunda Müslüman dünyasında ilk başarılı örnek olduğunu ifade etmiştir. (Graham Fuller, “Turkey: A True Model for the Muslim Future”, Newsweek, November 3, 2004. Fuller’i destekleyen diğer bir yazar için bkz; Mohammed Ayoob, “Turkey’s Multiple Paradoxes”, Orbis, Summer, 2004, p. 462. Bu iddia karşıt bir görüş için bkz; Ömer Taşpınar, An Uneven Fit: the Turkish Model and the Arab World, Washington DC, The Brookings 8

437

politikalarından sorumlu olan Nükhet Hotar da devletin sosyal sorumluluklar altında ezildiğini beyan etmiştir. Bu sebeple devlet sosyal sorumlulukları paylaşacak sivil toplum örgütlerine çağrıda bulunmuştur (Bakırzer; Demirer, 2009: 160-165). Neo-liberal kurumsallaşma sürecinin hızlandığı AKP iktidarı döneminde, 3 Haziran 2007 tarihine kadar, 327’si uluslararası sözleşme olmak üzere toplam 909 yasa kabul edilmiştir (Gülen, 2009:195). Her maddenin görüşülmesinin uzun zaman alacağı temel yasa niteliğindeki pek çok yasa, mecliste bütün halinde tartışılarak hızlı bir biçimde çıkarılmış veya değiştirilmiş, yasama organına ait yetkiler yasa ile bakanlıklara aktarılarak yönetmelik düzeyinde kullanılmaya başlanmıştır (Bedirhanoğlu:58). Dolayısıyla bu yasaların ele alınış biçimi uzlaşma ve diyalogdan yoksun bir biçimde gerçekleşmiş, iktidar partisi meclis çoğunluğuna dayanarak bu kadar fazla sayıda yasayı iki yasama dönemi içerisine sıkıştırabilmiştir. Neo-liberal politikaların tartışılmadan ve hızlı bir biçimde hayata geçirilebilmesi için, alelacele hayata geçirilen bu ve benzeri düzenlemelerin yargı denetimine takılması ise Türkiye’de dönüşüm sürecinin gündelik sorunu haline gelmiştir. Bu durum, mahkemeler ile hakimler ve savcılar üzerindeki siyasi baskının artmasını beraberinde getirmiştir. AKP’nin 6 yıllık iktidar süresi boyunca uzlaşma ve diyalog arayışı içinde olmadığı, yönetilenlerin ve STK’ların katılımına önem verilmediği, zaman zaman Türk milliyetçiliğini ve İslam’ı araçsallaştırdığı ve siyasetin odağına milleti değil devleti koyduğunu söyleyebiliriz. Geçim sıkıntısı çeken vatandaşlarına hayırseverlik anlayışı içerisinde yardım ulaştırarak, sosyal devletin gereğini yaptıklarını iddia etmeleri ancak yardımı kendilerine mal ederek oy tabanını genişletmek istemeleri, AKP’nin yoksullarla kurduğu ilişkiyi de göstermektedir (Türközü, 2009: 237). İşçi sınıfının muhalefetine karşı, statükoyu savunarak, herkesin yerini bilmesi gerektiğini vurgulayan Erdoğan, İstanbul’da 1 Mayıs 2008 kutlamalarının Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilmesi ısrarı karşısında, Türkiye’nin tatiller ülkesi olduğunu söyledikten sonra, “ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar… Taksim’de inatlaşma hoş olmaz…” söylemini kullanmıştır.(Vatan Gazetesi, 23 Nisan 2008). 29 Mart 2009 yerel seçimlerine yönelik bir konuşmasında Mimarlar Odasını, ideolojik karar almak ve halktan uzak durmakla suçlarken, AKP’nin gerçekleştirdiği uygulamalara karşı sürekli Danıştay’a dava açmasını, ülkesinin kazanması gibi bir derdinin olmamasına bağlamıştır. (Anado Ajansı 30 Kasım 2008)11. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere AKP, yeni bir siyasi söylem ve tavır sergilememiş, otoriter ve milliyetçi bir eğilim doğrultusunda miras aldığı sağ söylemden kopmamıştır (Türközü, 2009: 239). AKP’nin heterojen bir yapıya sahip olması ve pragmatik tavrı insan hakları konusunda çelişkili bir tavır takınmasına yol açsa da AKP iktidarının, AB ile müzakerelerin bir gereği olarak bir çok yasal düzenlemeye imza atarak bu konuda önemli bir adım attığı yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki Anayasa Mahkemesi’nin 30 Temmuz 2008 tarihinde vermiş olduğu kararın gerekçesinde, partinin insan hakları alanında yapmış olduğu çalışmaların önemi vurgulanmakta ve kapatılmama sebepleri arasında olduğu vurgulanmaktadır (Gürcan, 2008). Ancak ilerleyen süreçte AKP’nin oy oranının artmasıyla birlikte, aynı alanda gerileme sürecine girilmiştir. Sivil toplum kuruluşlarının karar alma

Daha önce “vatandaşlıktan çık git” sözlerini de kullanan Erdoğan, Hakkari’de AKP il kongresinde “biz ne dedik. Tek Millet dedik, tek bayrak dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin” demiştir. (3.11.2008 tarihli Radikal Gazetesi, İbrahim Kaboğlu, a.g.e.); AB Savunma Bakanları toplantısında Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ise “Ulus oluşturulması sürecinde en önemli adım mübadele olmuştur” diyerek, bugünkü mili devletin bu mübadeleler sayesinde kurulduğunu, bu tutumun Cumhuriyet’in başlangıcındaki temel prensip olduğunu ve desteklediğini ifade etmiştir. (http://www.cnnturk.com/2008/turkiye/11/10/vecdi.gonul.nufus.mubadelesine.dikkat. cekti/499977.0/index.html) 11

438

süreçlerinde etkinliğini savunan AKP, İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun hazırladığı “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu”ndan sonra kurulun işleyişini fiilen engellemiştir. Kurul’a üye olanlara danışmadan, bir yönetmelik çıkararak kurulun genel yapısını 23 Kasım 2003 tarihinde değiştirmiştir12. AKP iktidarının ilk yıllarında insan hakları ihlallerinde görece bir azalma olsa da 1 Mayıs 2007 yılındaki uygulamalar, 1990’lı yılları aratmayacak nitelikte olmuştur. 14 Haziran 2007 yılında yürürlüğe giren “Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun bazı maddelerinde değişiklik yapan 5681 Sayılı Yasa” ile güvenlik güçlerine tanınan yetkiler genişletilmiş, gözaltında işkence ve kötü muamele iddiaları büyük oranda artmıştır. Yine güvenlik güçlerinin, gözaltı işlemlerini yerine getirmeden keyfi biçimde alıkoyduğu kişilere uyguladığı işkence ve kötü muamele iddialarında artış yaşanmıştır. 1 Mayıs 2008 tarihinde ise yaşananlar, gerçekleşen şiddeti gözler önüne sermektedir (Türközü, 2009: 249). AKP iktidarı döneminde güvenlik güçleri birçok gösteriye, izin alınmadığı veya yasa dışı slogan atıldığı gerekçesiyle müdahale etmiştir. Sivil toplum kuruluşlarının gerçekleştirmek istedikleri panel, sunum ve konferanslar da çeşitli nedenler gerekçe gösterilerek engellenmiştir. Bu dönemde gösterilere yönelen müdahale sayısı ve şiddet derecesinde de artış gözlemlenmiştir260. AKP tarafından sürekli dile getirilen ve demokratikleşmenin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlayan anayasa önerisi, Ergun Özbudun başkanlığında bir bilim kurulunca hazırlanmıştır. Öneriye baktığımızda, 1982 Anayasası’ndan nitelik olarak çok farklı bir özellik göstermemektedir. Mevcut anayasanın Aynı sistematiğine bağlı kalınarak kısmi bir değişimi öngören önerinin gerek yapılış süreciyle gerekse içeriğiyle sivil anayasa özelliği taşıdığını söylemek güçtür. Anayasa önerisi daha çok, gerçekleştirilecek neo-liberal reformların önündeki hukuki engelleri kaldırmak ve kuvvetler ayrılığı prensibi içerisinde otoriteyi güçlendirme amacıyla yürütmeyi yasama karşısında güçlendirme amacına hizmet ediyor gibi görünmektedir. (Ataay, 2008: 105). Anayasa önerisinin geneline yansıyan ideolojiye bakıldığında “ultra-liberal” olarak nitelendirilebilecek bir yaklaşım söz konusudur (Ataay, 2008: 107). Nitekim, 1982 Anayasası’nda yer alan planlama, piyasaların denetlenmesi ve tüketicilerin korunması, konut hakkı, sanat ve sanatçıların desteklenmesi, aile planlaması, esnaf ve zanaatkarların korunması ve kooperatifçiliğin geliştirilmesi gibi başlıklar yeni öneride yer almamaktadır. Sosyal devlete ilişkin bu hükümlerin anayasa taslağında yer almaması bizlere göstermektedir ki, AKP, bu tasarıyla Anayasayı neo-liberalizmle uyumlulaştırma çabası içerisine girmektedir. Süheyl Batum’a göre taslak, sivil veya çoğulcu bir demokrasiyi sağlamaya yönelik değildir. AKP, “çoğunlukçu demokrasi” anlayışı ekseninde, demokrasinin tek ölçütünü seçime indirgemiş ve seçimi kazanan partinin her şeyi yapabileceği bir siyasi rejim düzeneği öngörmüştür (Ataay, 2008: 113; Batum, 2007). TBB eski başkanı Turgut Kazan da aynı doğrultuda anayasa önerisinin demokratik bir açılımdan uzak olduğunu, özgürlükçü değil, baskıcı bir rejim tasarladığını iddia etmektedir. Kazan’a göre, yasamayı denetleyen Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin TBMM tarafından, hükümeti denetleyen Danıştay üyelerinin de Bakanlar Kurulu tarafından seçilmesinin, öngörülmesi, güçler ayrılığı ilkesini hükümet lehine bozan düzenlemelerdir (Kazan, 2007). Mithat Sancar’a göre de yeni anayasa önerisi, demokratikleşmeye hizmet etmemekte, AKP’nin hükümet olarak güçlenmesi hususunda araçsallaştırılmakta, yargıyı ve kamu yönetimini doğrudan hükümete bağlamaktadır. Bu nedenle, anayasa önerisi bir demokratik açılım görünümünden uzak bir biçimde, ekonomik ve sosyal haklar konusunda önemli gerilemeleri içermektedir. Siyasal

439

katılım bağlamında da anayasa önerisinin bir katkı sağladığı söylenememektedir. (Sancar, 2007; 2008; Ataay, 2008: 114). Neticede, anayasa önerisi temel hak ve özgürlükleri genişleten, çoğulcu ve demokratik bir yapı içerisinde katılımı arttıran ve yargı bağımsızlığı konusunda ilerleme sağlayan bir siyasal sistemi oluşturmak amacıyla ileri sürülmüş olsa da içeriği bu amacı gerçekleştirmekten uzak görünmektedir. Anayasa önerisi daha çok çoğunlukçu bir mekanizma içerisinde parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduran partiyi yasama ve yargı önünde güçlendirmekte ve çoğunluk hükümetinin sınırlandırılmasını zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla önerinin demokratik bir açılım ekseninde yurttaşlık haklarını genişleterek, katılım olanaklarını arttıran bir siyasi sistem modelini öngördüğünü söyleyemeyiz. SONUÇ Türkiye’de 1980 sonrasında uygulanan neo-liberal politikalar aracılığıyla devletin yeniden yapılandırılması, yürütmenin otoriter yapısının güçlenmesini beraberinde getirmiştir. Bu süreçte uygulamaya konan politikalar, iktisadi ve güvenliğe ilişkin kaygılar nedeniyle demokratik tartışma ve katılım süreçlerinin dışında belirlenmiş, dolayısıyla siyaset dışına itilmiştir. Bu otoriterleşme eğilimi, özellikle finansal hareketlerin serbestleşmesi nedeniyle devlet açısından bir zorunluluk haline gelmiştir. Türkiye’de yaşanan bu değişimi süreci, ülkenin içinde olduğu tarihsel koşullara bağlı olarak kendine özgü gibi gözükse de, siyasi tercihin uluslararası niteliği nedeniyle sadece Türkiye’ye de özgü değildir 12 Eylül 1980 müdahalesiyle birlikte, yeni sağ politikalar ekseninde otoriter ve baskıcı bir toplumsal dönüşüm projesi uygulaması, demokratik rejimin korunması amacıyla kullanılan “mücadeleci demokrasi” anlayışını, ülkemizde “mücadeleci devlet” anlayışına dönüştürmüştür. Bu anlamda kısıtlama ve yasaklar, demokrasinin otoritarizm ve totalitarizm ile mücadelesinden çok, devletin özgür düşünceyle, farklı fikirlerle, kültürel ve siyasi çoğulculukla mücadelesine odaklanmıştır. Bu durum 1990’lı yılların sonunda siyasal çözülmeye neden olarak, istikrarsızlığa yol açmıştır. AKP’yi iktidara taşıyan koşullar, 1980 sonrasının siyasi istikrar kaygıları içerisinde oluşmuştur. Ancak AKP, Türkiye’de 12 Eylül darbesinden sonra iktidara gelen Özal (ANAP) döneminde başlayan ve 1990’lı yıllarda kesintiye uğrayan dönüşüm süreci ile, Orta Doğu’da ABD’nin başlatmak istediği İslamcı hareketleri sistem içerisine çekme arayışının kesiştiği bir noktada iktidar olmuştur. AKP’nin bu süreçle olan bağlantısı “muhafazakar demokrasi” adıyla yeni otoriterlik biçimlerini, Türkiye’de sermaye birikimi doğrultusunda uygulamaya koymasından kaynaklanmaktadır. Kendisini “Kemalist devlet bürokrasisine karşı halkın” temsilcisi olarak ifade eden AKP, zaman içerisinde ANAP dönemi otoriter devlet biçimiyle uzlaşan bir çizgiye kaymıştır. Pragmatizm ve maddi çıkarlar ekseninde hareket ederek tipik bir merkez sağ parti gibi hareket eden AKP’nin otoriter eğilimleri de, 1980 sonrası merkez sağ iktidarları andırmaktadır. Neo-liberal kapitalist model ve onun serbest piyasacı hedonist tüketim kültürü, salt seçimlere indirgenmiş bir “demokratikleşme” sürecinde, AKP’ye ve neo-liberal politikalara karşı her türlü tepkinin milliyetçiliğe ve faşizme mahkum edilmesi, daha temsili bir demokrasi doğrultusunda mücadele olanaklarını tıkamaktadır. Oysa sadece ülkemizde olmayan, küreselleşmenin ve çoğulculuğun ürettiği bu sorunların, bugün liberal demokratik sistemler tarafından çözüme kavuşturmakta zorlandıkları gerçeği alternatif sistemleri kaçınılmaz olarak gündeme getirmektedir. Alternatif model arayışı söz konusu olduğunda ise, geleceğin en önemli sorunları olacağını 440

düşündüğümüz ahlaki ihtilaflar, meşruiyet, çoğulculuk, sivil toplum ve insan hakları gibi konulara çözüm üretme iddiası ve yeteneği ile birlikte siyasal iktidarın yetkilerinin gittikçe yerel düzeydeki daha küçük birimlere aktarılmakta olduğu dikkate alındığında, müzakereci demokrasi alternatif bir model olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu modelin de ekonomik sorunları göz ardı ederek, neoliberal ekonomi politikalarının olumsuz sonuçlarını göz ardı ettiğini vurgulamalıyız. Temsil sorunlarına yönelik olarak Türkiye’de, gereksiz ve ölçüsüz yasakların önlenerek, çoğulcu-özgürlükçü demokrasiye ve çağdaş insan hakları anlayışına uygun bir sivil anayasa reformu gerçekleştirilmelidir. Aynı süreçte ekonomik sorunlar da daha adaletli bir biçimde ele alınarak, eşitsizliklerin azaltılması ve insan hayatına yaraşır asgari bir yaşam düzeyini, sosyal adaleti ve sosyal güvenliği temin eden sosyal devlet imkanlarının tesis edilmesi, siyasal katılımı arttıracak yasal düzenlemelerin hayata geçirilerek, demokratik siyasal kültürün yerel ölçekte uygulanması ve daha da önemlisi bu kültürün eğitim sistemi içerisine adapte edilerek içselleştirilmesine önem verilmelidir. KAYNAKÇA Ak Parti (2002). Kalkınma ve Demokratikleşme Programı, AK Parti, Ankara. AKDOĞAN, Y. (2004). AK Parti ve Muhafazakar Demokrasi, Alfa Yayınları, İstanbul. AKP Programı, http://akparti.org.tr/program.asp?dizin=0&hangisi=0. ALTUN, F. (2008). Muhafazakar Demokrasiye ne oldu, Zaman Gazetesi, 26 Ocak. ARENDT, H. (1967). Truth and Politics, Philosophy, Politics and Society,P. Laslett ve W. G. Runciman (eds.), Blackwell, Oxford. ATAAY, F. (2008). Neoliberalizm ve Muhafazakar Demokrasi, De Ki Yayımları, Ankara. BATUM, S. (2007). Yeni Bir Dönem ve Anayasası, Vatan Gazetesi, 27 Eylül. BEDİRHANOĞLU, P. (2009). Türkiye’de Neoliberal Otoriter Devletin AKP’li Yüzü, AKP Kitabı (Bir Dönüşümün Bilançosu), İ. Uzgel, B. Duru (der.), Phoenix, Ankara. BENHABIB, S. (1999a). Demokrasi ve Farklılık, Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, S. Benhabib (der.), Demokrasi Kitaplığı, Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi (WALD), İstanbul. BENHABIB, S. (1999b). Modernizm, Evrensellik ve Birey, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. BOHMAN, J. (1996). Public Deliberation: Pluralism, Complexity and Democracy, MIT Press, Cambridge. BOHMAN, J. (1998). Survey Article: The Coming of Age of Deliberative Democracy, Journal of Political Philosophy, Vol: 6, p. 400-425. 441

CAN, O. (2005). Demokratikleşme Serüveninde Anayasa ve Siyasi Partilerin Kapatılması, Seçkin, Ankara. ÇİZAKÇA, M. (2004). Ekonomide Laik-Muhafazakar Uzlaşması, Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu, 10-11 Ocak 2004, AK Parti Siyasi ve Hukuki İşler Başkanlığı Yayını, Ankara. DRYZEK, J. (1990). Green Reason: Communicative Ethics and the Biosphere, Environmental Ethics., Vol: 12, p. 195-210. ERDOĞAN T. (1976). 100 Soruda Siyasi Partiler, Gerçek Yayınları, İstanbul, 1976. EZER, G. B.(2009). Yücel Demirer, Ak Parti’nin Sosyal Siyaseti, AKP Kitabı (Bir Dönüşümün Bilançosu), İ. Uzgel, B. Duru (der.), Phoenix, Ankara. GÖLE, N. (1991). Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, Metis Yayınları, İstanbul, 1991. GÜLEN F. (2009). AKP’nin İktidar Olduğu Dönemde Yasama Faaliyetleri (2002-2007), AKP Kitabı (Bir Dönüşümün Bilançosu), İ. Uzgel, B. Duru (der.), Phoenix, Ankara. GÜRCAN, E. C. (2008). AKP’yi AB ve İnsan Hakları Süreci Kurtardı, www.bianet.org, 24 Ekim. HABERMAS, J. (1999). Between Facts and Norms: Contributions to a Discourse Theory of Law and Democracy, (çev. William Rehg), MIT Press, Cambridge. HAKYEMEZ, Y. Ş. (2000). Militan Demokrasi Anlayışı ve 1982 Anayasası, Seçkin, Ankara. HALE, W (2005). Christian Democracy and the AKP: Parallels and Contrast”, Turkish Studies (Haziran 2005) KAHRAMAN, H. B. (2007). Türk Sağı ve AKP, Agora, Ankara. KAPANİ, M. (1981). Kamu Hürriyetleri, AÜHF Yayını, Ankara. KAZAN, T. (2007). Anayasa Taslağı Özgürlükleri Daraltıyor, Radikal Gazetesi, 22 Ekim. KEYMAN, F. (1999). Türkiye ve Radikal Demokrasi, Bağlam Yayınları, İstanbul. LACLAU, E. ve MOUFFE, C. (2008). Hegemonya ve Sosyalist Strateji (Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru), Ahmet Kardam (çev.), İletişim, İstanbul. LÖWENSTEİN, K. (1937). Militant Democracy and Fundamental Rights, American Political Science Review, p.417-432 (Part I); 638-658 (Part II) MERT, N. (2007). Merkez Sağın Kısa Tarihi, Selis Yayımları, İstanbul, 2007. 442

MÜLLER, J. (2006) On the Origions of Constitutional Patriotism, Contemporary Political Theory, Vol. 5, No.3. ÖZBUDUN, E. (2002). Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara. PAMUK, H. ve TEKSÖZ, T. (2009). İşgücü Piyasasındaki Yapısal Dönüşüm ve Kayıt içine Geçiş Süreci, TEPAV Değerlendirme Notu, http://www.tepav.org.tr/tur/admin/dosyabul/upload/isgucu_ dn.pdf PHILLIPS, A. (1995). The Politics of Presence, Oxford University Press, Oxford. RAWLS, J. (1993). Political Liberalism, Columbia University Press, New York. RYAN, A. (1998). In a Conversational Idiom, Social Research, Vol: 65, p. 473-489. SAĞLAM, F (1999). Siyasal Partiler Hukukunun Güncel Sorunları, Beta, İstanbul, 1999 SANCAR, M. (2007a). AKP ve Demokratlık, Birgün Gazetesi, 2 Ağustos. SANCAR, M. (2007b). “Dokunulmazlık ve İktidar”, Birgün Gazetesi 7 Ekim. SANCAR, M. (2008). “Anayasa Hukuku ve Gerçekliği”, Birgün Kitap, 1 Ocak. SÁNCHEZ, M. R. (2003). The Move Towards And the Struggle for A Miltant Democracy in Spain, ECPR Conference, Marburg, 18-21, September. SIMONS, J. (2000). Ideology, Imagology, and Critical Thought: the Impoverishment of Politics, Journal of Political Ideologies, Vol:5, p. 81-103. SMITH, G. ve WALES, C. (2000). Citizens Juries and Deliberative Democracy, Political Studies, Vol: 48, p. 51-65. TEKİN, Ü. (2004). AK Parti’nin Muhafazakar Demokrat Kimliği, Orient Yayınları, İstanbul. TUNAYA, T. Z. (1980). Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara. TÜRKÖNE, M. (2003). Siyaset, Lotus Yayınevi, Ankara. TÜRKÖZÜ, S. E. (2009). AKP ve İnsan Hakları, AKP Kitabı (Bir Dönüşümün Bilançosu), İ. Uzgel, B. Duru (der.), Phoenix, Ankara. UZGEL, İ. (2009). AKP: Neoliberal Dönüşümün Yeni Aktörü, AKP Kitabı (Bir Dönüşümün Bilançosu), İ. Uzgel, B. Duru (der.), Phoenix, Ankara.

443

WARREN, M. (1996). Deliberative Democracy and Authority, AmericanPolitical Science Review, Vo: 90, p. 46. YILDIRIM, E. (2006). “Labor Pains or Achilles’ Heel: Justice and Development Party and Labor in Turkey”, M. Hakan Yavuz (ed.) Emergence of a New Turkey: Democracy and the AK Parti, SLC: The University of Utah Pres. YILDIZ, A. (2004). AK Parti’nin Yeni Muhafazakar Demokratlığı: Türkiye Siyasetinde Adlandırma Problemi, Liberal Düşünce Dergisi, Yıl: 9, Sayı: 34.

444

KAMUSAL ALANIN YENİ GÖRÜNÜMÜNDE BİR İMKAN OLARAK DEMOKRASİ: ALTERNATİF BİR DEMOKRASİ AÇILIMINA ‘MEDYA SINIRI’

Özgür O. ERDEN* ÖZET Bu çalışma, medya ve demokrasi arasındaki ilişkiyi irdelemektedir. Bu tür bir irdeleme öncelikle J. Habermas’ın burjuva kamusal anlayışı ve bu anlayışın işaret ettiği dönüşümle birlikte kamusal alan-medya ilişkisi ve bu ilişkinin beraberinde gelen siyasal alandaki siyaset kurum ve pratiğinin dönüşümünde temellenir. Burjuva kamusal alanının ve beraberinde siyasal alanın dönüşümüyle birlikte alternatif olabilecek katılımcı bir demokrasinin böyle bir zeminde nasıl bir işleyiş ve pratik kazanacağını sorgular. Habermasçı burjuva kamusal anlayışının yöneliminde yapılacak olan böyle bir sorgulama hem medyaya ve hem de ona getirilen eleştirel teorik-kuramsal yaklaşımlara temel bir önem ve öncelik verir. Bunun nedeni medya ve yaklaşımlarının bu tür bir demokrasinin olabilirliğini irdelemede halen merkeziliğini korumasıdır. Bununla birlikte temel argümanımızsa medyanın kamusal alana yeni bir görünüm kazandırdığı ve onu inşa ettiğidir. Kamusal alanın depolitize edici bu yeni görünümününse demokrasiye karşı olduğu savı ileri sürülür. Medyanın demokrasiye karşı olmakla birlikte onun gelişimine bir sınır- ve tabiki engel- koymada büyük bir işlevsellik kazanan konumunun, tarihin garip bir cilvesi olarak, alternatif olabilecek katılımcı bir demokrasi açısından talihsizliği dile getirilir. Anahtar Kelimeler: Kamusal Alan, Demokrasi, Medya, İdeoloji DEMOCRACY AS A POSSIBLE IN THE NEW ASPECT OF PUBLIC SPHERE: ‘BORDER OF MEDIA’ TO EXPANSION OF AN ALTERNATIVE DEMOCRACY ABSTRACT This study is to examine relation of between democracy and media. The first of all, when this relation that is indicated between democracy and media, is evaluated, understanding of Habermasgil bourgeois public sphere is one of considerable turning points. Because this understanding attempts to discuss on idea that media is to give an opportunity and chance to progress and development of democracy. However approach critical media as Critical Theory, tradition of Culturel Studies (here, especially ‘media is ideolojical his pronunciation of Stuart Hall) and trend of West Marxism…etc. is one of important moment for this study. According to this media approach and understanding of critical Habermasgil, as media is an fundamental means for democracy, media as a means of power and oppression might be also one of the most dangerous means for democracy. Because of this study claims that media which is a means of entertainment and consuption, is to point out that media its new means insist culture of consuption and accelerate process of depolization. Hence the basic argument of this paper is to show that media is against to a participant and disputant democracy that might be alternative. Consequently, we will attempt to explain why media can be against democracy and what can be ‘border of media’ against to an alternative democracy. Key Words: Public Sphere, Democracy, Media, Ideology * Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji AnaBilim Dalı 445

KAMUSAL ALANIN YENİ GÖRÜNÜMÜNDE BİR İMKAN OLARAK DEMOKRASİ: ALTERNATİF BİR DEMOKRASİ AÇILIMINA ‘MEDYA SINIRI’ I. Giriş Medya, bir yandan gelişen ve sürekli ilerleme kaydeden iletişim-haberleşme çağında teknolojik aygıtların ulaştığı başarı düzeyi ile belirli tartışma ve araştırma konularının temel nesnesi haline gelirken; öte yandan medya, üzerine farklı bakış açıları ve perspektiflerin geliştiği ve metodolojik yaklaşımların getirildiği merkezi bir çalışma alanı olmuştur. Bunun temel nedenlerinden birisi medyanın kazandığı güçle ilgili. Çünkü medya güçlendikçe toplumsal ve siyasal yaşam üzerinde daha fazla bir denetim ve kontrol sahibi konumuna yerleşmiştir Ancak giderek artan oranda siyasal ve toplumbilim çalışmalarının merkezi bir teması haline gelen medya, getirilen farklı bakış açıları ve yaklaşımlar nedeniyle de ortaya konan bu çalışmaların temel ayrışma noktalarından biri durumuna gelmiştir. Gündelik yaşamımızın her anına nüfuz eden bir konumda yer alan medya üzerindeki bu ayrışma noktaları sadece neleri tartışmamız gerektiği noktalarında değil, neleri nasıl tartışmamız, olaylara ve sorunlara hangi açılardan bakmamız gerektiği noktalarında da ortaya çıkmıştır. Bu ayrışma noktaları farklı şekillerde kategorize edilebilir. Lakin genel olarak medya üzerine getirilen bu farklı yaklaşımları kategorize etmek istersek eğer bunu sosyolojik bir bağlamda işlevsel ve eleştirel yaklaşımlar şeklinde yapabiliriz. Bu şekilde kategorize edilebilecek olan bu farklı yaklaşımların nirengi noktasıysa kendini siyasal ve toplumsal meselelerde farklı hatta karşı diyebileceğimiz farklı perspektifler ve bakış açılarının gelişiminde gösterir. Mesela medya üzerine başat yaklaşımlardan birini temsil eden işlevselci yaklaşım geleneksel liberal düşünce doğrultusunda çoğulcu bir toplumun da gereği olarak medyayı, demokrasinin gelişimi ve ilerleyişinde bir imkan ve fırsat olarak değerlendirir. Medya onun açısından devletin bir denetleyicisi olarak bireyi devlete karşı korur; bireyi bir seçmen olarak bilgilendirir ve herkese açık bir alan olarak tüm fikirlerin ve görüşlerin ifade edilmesi ve müzakere olanağı sağlayarak belirli bir uzlaşmanın oluşumunu sağlar. Yine medya gerek fikir ve düşüncelerin serbestçe dolaşımı, tartışılması ve müzakere edilip belli bir uzlaşının sağlanmasında demokrasiye gerekse de serbest piyasa mekanizmasının içerisinde sistemin reklam, pazarlama… vs. gibi araçlar yoluyla üretim-tüketim döngüsünün işleyişinde önemli bir işlev yüklenir. Eleştirel yaklaşım açısındansa medya belirli bir sınıf yada toplumsal koalisyonun kültürel üretim kanallarını kontrol ederek kendi çıkarlarını doğallaştırabildiği ve evrenselleştirebildiği bir güdümleme sürecini maskeleyebilir. Medya, doğru bilgileri aktardığı ve çatışan savlara dayalı bir tartışmaya yardımcı olduğu görüntüsünü de verebilir. Ancak bu yaklaşım için son tahlilde medya bu tartışmayı “meşru” mücadele alanları içinde sınırlandırarak ve toplumsal iktidar yapılarına muhalif olmayan sayıltılar üzerinde temellendirerek yapay bir toplumsal rıza biçimini inşa eder. Bundan dolayı medya bu yaklaşımın bakış açısında egemen ideoloji ve onun yeniden üretimi, egemen çıkarlara uygun bir hegemonya kurma, güçlü çıkarlarla uyumlu siyasal/toplumsal bir oydaşmanın sağlanması, mevcut toplumsal/siyasal iktidar biçimleri ve ilişkilerinin süreklilik ve meşruluk kazanması sürecine işaret eden bu genel eksenler içerisinde temel bir rol ve etkinlik sahibi yönüyle yer bulur. Eleştirel bir yaklaşım doğrultusunda bu çalışma da tarihsel-toplumsal koşullarda varolan belirli iktidar ilişkilerine olan bağımlılığından dolayı onun üretiminde rol oynayan, bireyleri itaat ve uyuma zorlayan, tüketim ve eğlenceye dönük ürünleriyle onları düşünsel/eleştirel kamusal akıl yürütme yetisinden yoksun bırakan, inşa ettiği medya kültürü ile mahremiyetçiliği ve tüketim ve eğlence dünyasını egemen kılan ve özerk ve bağımsız bir bireyin yaratıcılığı ve kamusal muhakeme gücünü ortadan kaldıran bir medyaya işaret eder. Alternatif olabilecek katılımcı bir demokrasinin

446

oluşumuna sınır koyan ve onu bu sınırlar içerisine hapsederek depolitize edilmiş bir demokrasi çıktısı veren bu tür bir medya ile demokrasi arasındaki ilişkiyi irdeler. Böyle bir yönelimle eleştirel bir medya yaklaşımı doğrultusunda bu çalışmanın genel çerçevesi içerisinde ilk olarak J. Habermasgil bir burjuva kamusal anlayışına işaret edilerek bu tür bir kamusal alanın dönüşüm geçirerek yeni bir evre ve görünüm kazanan bir ‘medya inşası” ürünü kamusal alandan söz edilecektir. Sonrasında medya ideolojiktir temel düsturu ile medyaya yaklaşan eleştirel perspektifin bir sunumu yapılacaktır. En son kısımda da medya demokrasiye karşı temel argümanına yer veren sonuç başlığı altında bu çalışma tamamlanacaktır. II. J. Habermas ve Burjuva Kamusallığının Yeni Bir Evresi: Kamusal Alanın Yeni Görünümünde Bir ‘Medya İnşası’ Kamusallık ve kamusal alan kavramları, tarihin derinliklerinden gelen semantik kılıflarının da etkisiyle, günümüzde farklı ve çelişik anlamlar içerebiliyorlar. Yani bir yandan ortak ve herkese açık alanları işaret ederken, öte yandan da devlete ait, kamu ajanı olmayanlara kapalı mekanları ifade edebiliyorlar; ve böylece bu tür zıt anlamları kapsayabiliyorlar. Bunların dışında belirli etkinlik alanlarının izleyicileri de seyirci, okuyucu yada dinleyici toplulukları olarak kamusal alanın kurucu öğeleri olabiliyorlar (Timur, 2008; s. 36–37). Öyleyse kamusal alan tam olarak nedir? Bu makalenin geneli içerisinde kamusal alanın, bütün yurttaşların, hem özel yaşamlarına ilişkin endişelerden hem de saf devlet gücünün şiddetinden bağımsız bir şekilde kendilerini, temel siyasal ve toplumsal meselelerini, acil ihtiyaçlarını ve ilkelerini tartıştığı bir arena olduğuna işaret edilmektedir (PetersCmiel, 1997; s. 259). ‘Kamusal alan’ kavramıyla, her şeyden önce toplumsal yaşamımız içinde, kamuoyuna benzer bir şeyin oluşturabildiği bir alanı kastederiz. Bu alanı tüm yurttaşların erişmesi garanti altına alınmıştır. Özel bireylerin kamusal bir gövde oluşturarak toplandıkları her konuşma durumunda, kamusal alanın bir parçası varlık kazanmış olur. Bu tür bir biraradalık durumun daki bireylerin davranışları, ne iş ve meslek sahiplerinin özel işlerini görürken yaptıkları davranışlara; ne de bir devlet bürokrasisinin yasal sınırlarına tabi anayasal bir düzenin üyelerinin davranışlarına benzer. Yurttaşların ancak, genel yarara ilişkin meseleler hakkında kısıtlanmamış bir tarzda, yani toplanma, örgütlenme, kanaatlerini ifade etme ve yayınlama özgürlükleri garantilenmiş olarak tartışabildikleri bir alandır (Habermas, 2004a; s. 95). Burada da böylesi Habermasçı bir burjuva kamusal alanına göndermede bulunulur. Çünkü Habermas’ın kamusal alan kavrayışı, gerek geleneksel kitle iletişim araçları ve gerekse bunlara eklemlenen yeni iletişim teknolojileri bağlamında, katılım ve temsil sorununa açıklık getirmek üzere merkez alınan belli başlı yaklaşımlardan birini oluşturmaktadır (Timisi, 2003; s.61). Habermasçı kamusal alan fikri ve bu fikri ve yaklaşımı önemli kılan şeyse, kamuoyunun içinde oluştuğu bir alan olarak kamusal alanın eleştirel akıl ve rasyonel rızaya dayalı modern özyönetim ilkesiyle tarihsel bağını yeniden kurması; hukuk devleti ve (müzakereli) demokrasi arasındaki ilişkiyi radikalleştirmesi; ve kamusallık (eleştirel/iletişimsel akıl) ilkesinin bugünün koşulları açısından gerçekleşebilirliliğini irdelerken, analizini kapitalizmin tarihsel ve bütünleyici mantığı içinde, çok yönlü bir şekilde kavramsallaştırmasından kaynaklanır (Özbek, 2004a; s. 24). Habermasçı anlamı ile ‘kamusal alan’ fikri bu tür problemlerin üstesinden gelmeye yardımcı olabilecek kavramsal bir kaynak, modern toplumlarda, politik katılımın konuşma ortamı aracılığıyla icra edildiği bir sahneye işaret eder. Bu, yurttaşların ortak meseleleri hakkında müzakerede bulundukları bir alandır; yani, kurumsallaşmış bir söylemsel etkileşim alanıdır. Yine bu alan kavramsal olarak devletten ayrı olan; ilke olarak da devlete karşı eleştirel söylemlerin üretildiği 447

ve dolaştığı bir alandır. Habermasçı anlamıyla kamusal alan aynı zamanda resmi-ekonomiden de kavramsal olarak ayrı; pazar ilişkilerinin değil, söylemsel ilişkilerin alanı; satın alma ve satmak yerine, tartışma ve müzakerenin bir sahnesidir. Böylece bu tür bir kamusal alan kavramı demokratik kuram için gerekli olan ayrımları, yani devlet aygıtları, ekonomik pazarlar ve demokratik birlikler arasındaki ayrımları da göz önünde tutmamıza izin verir (Frazer, 2004a; s. 104–105). Öte yandan Habermasgil bir kamusal alan, gündelik hayata ait deneyimler, siyasal irade, kültürel pratikler ve ideolojik söylemlerden oluşması yönüyle de buna olanak tanır. Çünkü kamusal alan, Habermasgil terminolojide giderek sivil toplumdaki iletişime ve iletişim tarzlarına denk düşer. Buna göre kamusal alan, sivil toplum örgütlerindeki üyeler arası etkileşim ve tartışmanın ürünüdür (Çelebi, 2004a; s. 246). Böylesi bir yönelime sahip kamusal alansa, meseleler üzerinde kısıtlanmamış, rasyonel bir tartışma idealini içerir. Tartışmayı herkese açık ve erişilebilir kılar; yalnızca özel çıkarlar tartışma konusu olarak kabul edilmez; statü eşitsizlikleri paranteze alınır; ve tartışmalar birbirinin dengi olarak müzakere edilir. Böyle bir tartışmanın sonucu ise, ortak iyi üzerinde güçlü bir konsensüs anlamına gelen “kamuoyu” olacaktır (Frazer, 2004a; s. 106). Bununla birlikte burjuva kamusu, devletle toplum arasındaki gerilim sahasında, fakat özel alanın parçası olarak kalacak şekilde gelişir. Burjuva kamusunun oluşumunu belirleyen bu iki alan arasındaki temel bölünme, öncelikle sadece Ortaçağın ileri dönemindeki türden egemenlik biçimleri yoluyla birliktelikleri sağlanan toplumsal yeniden üretim ile siyasal güç saiklerinin ayrışması anlamına gelir. Böylece iktisadi pazar ilişkilerinin yayılmasıyla, zümresel egemenliğin kısıtlayıcı çerçevelerini parçalayan ve otoriter idare biçimlerini zorunlu kılan “toplumsal”ın alanı ortaya çıkar. Üretim mübadele yoluyla yayılması ölçüsünde, kamusal otoritenin yetki alanından çıkarken; bunun karşısında yönetim-devlet- de üretici çalışma yükünü üzerinden atmış olur (Habermas, 2003b; s. 225). Bir diğer deyişle modern-kapitalist üretim biçimi ve ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte devlet ve toplum ayrışır. Kamusal alan da en genel anlamı içinde toplum ile devlet arasındaki bir “dolayım alanı” olur (Keyman, 2005; s. 105). Burjuva kamusal alanı da, her şeyden önce, aralarında sivil toplumu düzenlemek ve devlet otoritesini uygulamaya çalışan devletle hesaplaşmak üzere bir araya gelen özel bireyleri içeren ve özel alan(aile ve ekonomi) ile devlet arasına konumlanan bu tür bir kamusal foruma tekabül eder (Timisi, 2003; s. 63). Burjuva kamusal alanı, dolayısıyla her şeyden önce devletle pazar ekonomisi(veya toplum) alanındaki bir dolayım alanı da olan ara bir alandır. Dar bir bölge olarak da nitelendirebileceğimiz bu ara alanı siyasetçiler, muhabirler-gazeteciler, iletişim ve reklam/imaj uzmanları, siyaset danışmanları-, kamuoyu yoklamacıları ve ara sıra da akademisyenler işgal edebilmektedir (PetersCmiel, 1997; s. 277). Tüm bu söylenilenler doğrultusunda son tahlilde Habermas açısından kamusal alan kavramının önemi iki boyutludur. Kamusal alan, hem devlet-sivil toplum ilişkilerinin karşılıklığını, karmaşıklığını ve çok boyutluluğunu simgeleyerek, hem de felsefi düzeyde üretilen normatif savların ve önerilerin demokratik yönetim için değerini vurgulayarak, modern siyasal kuram içinde devlet-sivil toplum arasına çizilen karşıtlığın gerisinde bir “düşünme ve (varolan iktidar ilişkilerini) sorgulama mekânı yaratır” [italik orjinal] ([akt.] Keyman, 2005; s. 105). Medya, kendine özgül ve spesifik bir yönü olan ürettiği medya kültürü ile Habermas’ın bu çalışma içerisinde yer verilen burjuva kamusal alanının bir dolayım alanı olan o dar bölgesini inşa ederek dönüştürür ve alana yeni bir görünüm kazandırır. Bu yeni görünümü ile burjuva kamusallığı, medya kültürünün şekillendirdiği ve dönüştürdüğü bir alan olmakla birlikte bireylerin bireyselliğini ve yaratıcılığını tümden ortadan kaldıran, sorgulayan ve tartışan bir eleştirel aklı ve kamusal

448

muhakeme gücünü yok eden, bir mahremiyet, tüketim ve eğlence alanı şeklinde biçimlendirilen, bireylerin kendine dönük özel ve kişisel olan özelliklerinin ağırlık kazandığı ve burjuva kamusallığının Habermas’ın ortaya koyduğu şekliyle kendine özgü unsurların tamamen yok edildiği bir alan olarak medya ve onun kendine özgü kültürünün inşa ettiği bir alandır. Ancak buradaki “medya kültürü” kavramı kesin bir terim olarak yorumlanmamalıdır. Terim daha çok, medya, iletişim ve kültür arasındaki ilişkilere belirli bir bakış açısını nitelemektedir. Medya kültürünü başlı başına bir alan olarak görmek yerine kültürel süreçler içindeki medyanın yönelimine işaret eder. Medya tarafından yaratılan “medya kültürü”nden kastedilen onun “gerçek kültürü” bir hammadde olarak kullandığıdır. Bu çifte “medya kültürü” ve “gerçek kültür” kavramları Hans Mathias Keeplinger tarafından ortaya atılmıştır. “Gerçek kültür” kelimenin her anlamında başlı başına bir kültür olarak tanımlanabilir. Medya gerçek kültürünün çeşitli yönlerini yeniden yaratarak, değiştirerek ve şekillendirerek kullanır. Medya kültürü, gerçek kültürün hem bir yansıması, hem de yeniden şekillendirilmesi olarak görülebilir. Bu bakış açısına göre, medya kültürü bir “meta-kültür”dür ([akt.]Lundby-Ronning, 1997; s. 18–19). Burjuva kamusal alanına yeni bir görünüm kazandıran bir “meta-kültür” dışavurumu olan medya kültürü ile inşa edilmiş bu yeni burjuva kamusal alan formu ise, kendini medya kültürü ve onun bir uzantısı olan belirli parametreler aracılığıyla ortaya koyar. Burjuva kamusal alanına yeni bir görünüm kazandıran bu belirli parametreler Richard Sennett’in işaret ettiği mahremiyet ideolojisi, özellikle sosyolojik bağlamda işlenegelen tüketim toplumu ve onun kendine özgü tüketim ve eğlence kültürü ile Frankfurt Okulu teorisyenlerinden M. Horkheimer ve T.W. Adorno’nun ortaya koyduğu şekliyle kültür endüstrisi ve kitle toplumu durumlarıdır. İmdi bu durumlarla işaret edilen belirli parametreler aracılığıyla inşa edilmiş olan kamusal alanın yeni görünümünü ayrıntılandıralım. Günümüzde etkin olan görüş kişiler arasındaki yakınlığın manevi bakımdan iyi olduğudur. Yine günümüzün en önemli özlemi başkalarıyla yakınlaşma ve samimi deneyimlerle bireysel kişiliğin geliştirilmesidir. Günümüzün miti ise toplumdaki kötülüklerin tümünün kişidışılığa, yabancılaşmaya ve soğukluğa ilişkin kötülükler olarak anlaşılabileceğini varsayar. Bu üçünün toplamı bir mahremiyet ideolojisidir. Bu tür bir mahremiyet ideolojisine işaret eden R. Sennett’e göre böyle bir ideoloji ile birlikte her türden toplumsal ilişki her bir kişinin içsel psikolojik kaygılarına ne denli yaklaşırsa o denli gerçektir, inandırıcıdır ve sahicidir. Bu ideoloji politik kategorileri psikolojik kategorilere dönüştürür. Mahremiyet ideolojisi tanrısız bir toplumun insancıl maneviyatını tanımlar: İçtenliktir, sıcaklıktır bizim tanrımız. Kamusal kültürün yükseliş ve çöküş tarihi bu insancıl maneviyatı sorgulamayı gerektirir (Sennett, 1996; s. 323–324). Tabi bu insancıl maneviyatı, medya kültürünün toplumsal ve siyasal alanda başat kıldığı mahremiyetçi ideolojinin şu tür yansımalarında görebilmek mümkündür. Toplumsal yaşamda mesela medyanın bu tür bir ideolojiyi sergileyiş biçimi, toplum kaynaklı her tür olay veya olguların bir sonucu olarak (örneğin: sosyal yardımlar, bağışlar… vs.) duygusal örüntüler içinde bir acıma, insanı yakınlık ve sıcaklığın hissedilmesi şeklinde insanların daha çok psikolojik yönlerine yaptığı vurgulamalarda veya tamamen insanların özel hayatları ve kişisel durumlarına yönelik büyük ölçüde depolitize edici magazinel, kişisel dünyaları sergilemeye dönük eğlence programlarında görülebilir. Siyasal yaşamdaysa ideolojilerin, politikaların veya parti programlarının aksine bir parti içindeki karizmatik bir kişinin ya da özellikle bir parti liderinin kişisel özellikleri ve yetenekleri, uğraşları (hobileri, fobileri… vs.) ve yaşadıklarının sergilenişiyle yurttaş ve lider arasında içtenlikli, samimi ve sıcak ilişkilerin kurulmasına dönük psikolojik temelli verilen uğraşların o politik formuna bakmak yeterli olabilir. Kitle kültürünün dayattığı bu mahremiyetçilik (privatism), depolitize edilmiş kamusal dünyayı egemenliği altına alır. Böylece kamusalın kişiselleştirilmesi ile askıya 449

alınmış çatışmaları sosyal psikolojinin alanlarına süren görece tümleşik bir toplumun çatlaklarındaki sıva da oluşturulmuş olur. Bu çatışmalar psikoloji alanlarında sapkın davranış kategorileri altında özel çatışmalar ve suç şeklinde özümsenir. Şimdilerdeyse bu kaplar taşmaktadır (Sholle, 1999; s. 296). Modern geç kapitalist piyasa toplumlarının bir ürünü olarak tüketim temelli toplum yapıları ve kültürü de medyanın inşa edeceği bu yeni kamusal alan formunun oluşum eşiğindeki bir sonraki parametredir. Tüketim temelli geç kapitalist piyasa toplumlarının üretim-tüketim döngüsüne bir işlerlik kazandırma noktasında geleneksel liberal ve işlevselci bakış açısından önemli bir işlev yüklenen medya eleştirel görüşe göre reklam, pazarlama ya da çeşitli promosyonlar yoluyla tüketimi ve onun kültürel mantığını bireylere empoze ederek bu durumu başat kılan temel mekanizmalardan biridir. Medyanın bu empoze edici ve başat kılıcı tutumunu günümüzde tüketicinin yeni anlamlar yaratmak ve kimlik oluşturmak için yapmak istediği tüketim sayesinde özgürleştiğini öne süren ve “tüketmek özgürleştirir” sloganının geçerli olduğuna inanılan karakteristik bir tüketim toplumunun egemenliğinde görülebilir (Odabaşı, 2006; s. 32). Sosyolog J. Baudrillard’a göre bu tüketim toplumu, tüketimin öğretilmesi toplumu, tüketime toplumsal bir biçimde alıştırma toplumudur; yani yeni üretim güçlerinin ortaya çıkması ve verimlilik taşıyan ekonomik bir sistemin tekelci yeniden yapılanmasıyla orantılı yeni ve özgül bir toplumsallaştırma tarzıdır (Baudrillard, 1997; s. 90). Özgül bir tarihseltoplumsal bağlamın ve koşullarının ürünü olan bu tür yeni ve spesifik bir toplumsallaşma tarzının yerleşiklik kazandığı tüketim toplumuna ve onun kendine özgü kültürüne, kapitalist-rekabetçi bir piyasa toplumunda yüklendiği işlevle büyük bir ivme ve yoğunluk kazandıran medya, kendini tüketim ve onun kültürel mantığı ve eğlence dünyasını egemen kılan bir mekanizma olarak ifşa edecektir. Buradaki tüketimi sadece ekonomik bir olay olarak ele almamak gerekir. Tüketim aynı zamanda kültürel bir olgudur. Çünkü tüketim kararları verildiği dönemin kültürünün hayati bir kaynağı haline gelir. Belirli bir kültürde yetişen insanlar yeni kelimeler, yeni fikirler ve yeni tarzlar şeklinde bu kültürün kendi hayatları süresince değiştiğini görürler. Kültür evirilir ve insanların değişiminde rol oynar. Tüketim tam da kültürün kavgasının verildiği ve biçimlendiği yerdir (Odabaşı, 2006; s. 30). Tüketim eksenli tercihler, seçenekler ve alternatifler çokluğuyla bireylere kendini yenilemeyi, geliştirmeyi, kişisel dönüşümü vurgulayan, mülkiyetin, ilişkilerin ve ihtirasların nasıl idare edileceğini ve tatmin edici bir hayat tarzının nasıl inşa edileceği hakkında öğütler veren tüketim kültürü (Featherstone, 1996; s. 46) toplumsal ve siyasal yaşamda başat bir kültür haline gelir. Bu başat kültüre medya bir yandan kendine özgü çeşitli araçları (reklâm, pazarlama… vs.) aracılığıyla tüketim yönelimli etkinlik ve pratiklere büyük bir hız ve yoğunluk kazandırırken; öte yandan bireyleri tüketim merkezli o kendi kişisel dünyalarının içine hapsederek onu yalnızlaştırır ve depolitize eder. Depolitizasyon, pratik sorunların kamusal tartışmadan dışlanmasıdır. Medya, özellikle televizyon, bireylerin kendi kültürlerini ve böylece toplumsal dünyanın karşı açıklamalarını üretme kapasitelerini azaltırken, aynı zamanda demokratik bir seçim yanılsaması da yaratır. Söylem siyasal olanı dışlar, soruları teknik ve kişisel dünyayla sınırlandırır ve oydaşma yaratır. Burada kitle iletişim, kullandığı ince toplumsal denetim ile siyasal süreçleri tanınmaz hale getirmek için altı boşatılmış bir özel alan gözlüğü kullanır (Sholle, 1999; s. 296). Bu yanılsamalarsa siyasal vakıaların üzerine öylesine yıkılıyor ki, kamu, tüketici kamusal topluluğun bilincinde bile özelleşiyor. Evet, kamu, özel hayat hikâyelerinin umuma bildirildiği bir alana dönüşüyor- ister “küçük adam” denilenlerin tesadüfen başına gelenlerin veya planlı olarak yaratılan yıldızların aleniyet kazanması şeklinde olsun, ister kamusal açıdan önemli gelişmelerin ve kararların özel kıyafetlere büründürüp kişiselleştirilerek tanınmaz hale getirilmesi şeklinde olsun. Bunun toplumsal psikoloji bakımından zaruri sonucu olarak şahıslara karşı

450

hassasiyet ve kurumlara karşı sinizm ortaya çıkıyor; bunlar da kamusal güç karşısında eleştirel akıl yürütme yeteneğini, nesnel açıdan mümkün olduğu bu noktada bile, öznel olarak kısıtlıyor (Habermas, 2003b; s.296). Burjuva kamusal alanın yeni görünümünde bir diğer parametreyse modern kapitalizmin kitle toplumu niteliğidir. Kitle toplumu, halkın pasif, ilgisiz ve atomize bir şekilde çoğaldığı, geleneksel sadakat, bağ ve ortaklıkların ya gevşediği yada tamamen çözüldüğü, açık ve seçik çıkar ve görüşleri temsil eden tutarlı grupların yokolduğu ve içindeki insanların tıpkı tükettikleri ürün, eğlence ve değerler gibi kitlesel şekilde üretilen birer tüketici haline geldikleri, görece rahat, yarı-refah, yarı-polis toplumu olarak adlandırılır (Swingewood, 1996; s.29). 1930’ların ikinci yarısında Frankfurt Okulu kurucularının ABD’ye taşınması ile birlikte “kültür endüstrisi” anlayışı ile daha çok sosyolojik bir yaklaşım getirilir. Horkheimer ve Adorno tarafından geliştirilen “kültür endüstrisi”nin başarısı şekilsiz, pasif ve irrasyonel işçi sınıfına dayanan, “üstten hükmetme” olarak anlamlandırılır (Erdoğan-Alemdar, 2005; s. 286). Ancak kültür endüstrisi, her şeyden önce bir eğlence kurumu olarak kalmaktadır. Kültür endüstrisinin tüketicileri üzerindeki tasarrufu eğlence vasıtasıyla dolayımlanmaktadır; dolaysız, yalın bir dikta vasıtasıyla değil, kendinden daha fazlası olabilecek şeylere karşı eğlence ilkesinde yer etmiş düşmanlık aracılığıyla sonuçta bu şeyler ortadan kaldırılmaktadır. Onların ideolojisi ticarettir, alışveriştir (Horkheimer-Adorno, 1996; s. 26). Çünkü günümüzün kitle iletişim aygıtlarının fantezi dünyasında kültür ve eğlence eriyip birbirine karışmıştır; kitle sanatı, normal bir duygusal hayatı engelleyen ve kitlelere itaat etmeyi öğreten arzulanan fantezilerle dolu bir sefahat âlemine körlemesine yuvarlanıştır (Swingewood, 1996; s. 36–37). Böylelikle medya Habermas’ın da işaret ettiği gibi geniş çaplı ticaret örgütlerine dönüşerek bu işlevi yüklenirken, burjuva kamusal alanının bir zamanlar imtiyazlı-eleştirici tartışma forumu da kültürel tüketimin bir alanı olur. “Halk alanı/kamusal alan” kültür endüstrisi tarafından modalaştırılan ve denetim edilen sahte-mahremiyetin(=kişiye özgülüğün) yapmacık dünyası haline gelir. Kitle iletişimi araçlarının içerikleri satışları/izleyicileri artırmak için politikasızlaştırılır, kişiselleştirilir ve sansasyonelleştirilir. İzleyiciler ve okuyucular tüketici olarak görülmeye başlanır (Erdoğan-Alemdar, 2005; s.292). Böylece burjuva kamusal alanı Habermas’ın işaret ettiği özerk, bağımsız ve yaratıcı bireylerin kısıtlanmamış, kişiselleştirilmemiş, politikasızlaştırılmamış, özel ilgi ve çıkarlara hapsedilmemiş, eleştirel ve sorgulayıcı bir aklın kamusal muhakeme yürüttüğü rasyonel bir tartışma alanı olmaktan çıkarak medyanın sahip olduğu güçle başat kıldığı ve yoğun bir şekilde işleyerek empoze ettiği kültür ve eğlencenin iç içe geçen tüketim endeksli dünyasında tamamen kişiselleşen, özel ilgi ve kişisel dünyalara boğulan, magazinel ve sansasyonel olaylara hapsedilen ve depolitize edilen bireyler çokluğuyla politika-dışı yeni bir kamusal alan görünümü kazanır. III. Medyaya Eleştirel Bir Yaklaşım: “Medya İdeolojik” mi? Burjuva kamusal alanını yeniden inşa ederek ona yeni bir görüm kazandıran medyanın bir mahremiyet çılgınlığına vardırdığı özel hayat ve ilgileri deşifre eden, magazinel ve sansasyonel haber ve olaylara yönelen, tüketime ve tüketmeye endeksli bir kültürü dayatan, özerk ve bağımsız bir bireyi ve onu yaratıcılığını yok ederek onu pasifize eden, empoze ederek-veya dayatarak- bireyi tamamen kendi kişisel/özel dünyası içerisine hapseden, onu bireysel tatmine ve tüketmeye yönelten, yalnızlaştıran ve elbette depolitize eden bir medya kültürü nasıl bir kültürdür? Bu kültürün belirli bir toplumsal bağlamda sınıfsal bir yönü var mıdır? Medya, içerisinde bulunduğu toplumsal/siyasal iktidar ilişkilerine mi gömülümüdür yoksa bu tür ilişkilerden tamamen bağımsız ve özerk midir? Bununla paralel olarak medya, her görüş ve bakış açısına veya farklı ideolojilere ve düşüncelere

451

açık ve eşitlikçi bir zemin midir yoksa medyanın belirli kısıtlamaları ve dayatmaları da var mıdır? Medya ve onun kendine özgü kültürü saf ve nötr bir olgu mudur? Veya bu tür bir medya aygıtı ve kültürü iktidar ilişkileri ile sarmalanmış ve sınıfsal yönü de tamamen ağır basan ideolojik bir fenomen midir? Bu tür sorular ister istemez medyada neleri nasıl tartışmamız, olaylara ve sorunlara ve medya gibi güçlü bir aygıta hangi açılardan ve ne tür bir yaklaşımla bakmamız gerektiğine işaret eder. 20. yüzyıl ileri kapitalizminde medya nicel ve nitel olarak kültürel -tabi ki ideolojik-alanda tayin edici ve temel bir önderlik tesis etti. Kitle iletişim araçları ekonomik, teknik, toplumsal ve kültürel kaynaklar bazında, ayakta kalabilmiş daha eski, daha geleneksel kültürel kanallardan nitel olarak daha büyük bir dilimi yönetimi altına aldı. Çok daha önemli olanıysa, bütün bir devasa kamusal iletişim ve mübadele karmasından oluşan alanın- bu tip toplumlardaki ‘toplumsal bilginin üretimi ve tüketimi’- modern iletişim araçlarının dolayımına bağımlı olmasıydı. Böylelikle de modern iletişim araçları kültürel ve ideolojik alanı tedricen kolonileştirdi. Toplumsal sınıflar ve gruplar üretici ilişkilerinde olmasa da ‘toplumsal ilişkilerinde giderek parçalanan ve kısımlar halinde farklılaşan hayatlar sürdürürken, kitle iletişim araçları (a) grupların ve sınıfların öbür gruplara ve sınıflara dair bir hayat, anlam, pratik ve değer ‘imgesi’ inşa etmelerinin temelini sağlamaktan; (b) tüm bu ayrı ve bölük pörçük parçalardan toplumsal totalitenin tutunumlu bir şekilde bir ‘bütün’ olarak kavranabileceği imgeleri, temsilleri ve düşünceleri sağlamaktan gitgide daha çok sorumlu hale geldi. Modern medyanın büyük kültürel işlevlerinden birincisi buydu: Başkalarının ‘dünyaları’nı, ‘yaşanan gerçeklikleri’ni algıladığımız ve onların hayatları ile bizimkilerini kavranabilir bir ‘bütünün dünyası’ halinde, bir ‘yaşanan totalite’ halinde hayali olarak yeniden inşa ettiğimiz toplumsal bilginin, toplumsal imgenin sağlanması ve seçmeci inşasıydı (Hall, 1999; s.232–233). Modern sermaye ve üretim koşulları altında toplum daha karmaşık ve çok-yönlü bir biçime büründükçe daha ‘çoğulcu’ olarak yaşantılanır. Bölgelerde, sınıflarda ve alt-sınıflarda, kültürlerde ve alt-kültürlerde, komşuluklarda ve cemaatlerde, çıkar gruplarında ve azınlık birliklerinde çeşitli hayat-örüntüleri şaşırtıcı bir karmaşıklıkta oluşturulur ve yeniden oluşturulur. Böylece aşikar bir çoğulluk, toplumsal dünyayı sınıflandırma ve düzenlemenin sonsuz çeşitlilikte tarzları ile kendilerini, önceki çağların büyük üniter ideolojik evreninin, büyük ‘meşruluk kubbeleri’nin yerine geçen ‘kolektif tasarımlar’ olarak sunar. Modern medyanın ikinci işlevi bu çoğulluğu yansıtmak ve göstermektir; bu çoğullukta nesneleştirilen sözlükçelerin, hayat-tarzlarının ve ideolojilerin sabit bir envanterini sağlamaktır. Burada farklı ‘toplumsal bilgi’ tipleri sınıflandırılır, düzenlenir ve yeğlenen ‘toplumsal gerçekliğe dair sorunlu haritalar’ içerisinde kendi göndergesel bağlamlarına tayin edilir. Burada medyanın işlevi, J. Halloran’ın işaret ettiği gibi, “yeni bir tutumu yada davranış biçimini toplumsal olarak kabullenilebilir bir hareket tarzı kılmak iken, bu yeni tutumu veya davranışı benimsemedeki başarısızlığın toplumsal olarak onaylanmayan bir sapkınlık durumunu temsil edeceği şeklinde daha önceden var olmayan toplumsal gerçeklikler tedarik etmek ya da zaten mevcut olan eğilimlere yeni yönelimler kazandırmaktır. Burada medya, seçmeci bir şekilde dolaşıma soktuğu toplumsal bilgiyi, büyük normatif ve değerlendirici sınıflandırmalar içinde, yeğlenen anlamlar ve yorumlar içinde tasnif eder ve düzenler. Bu bakış açısından, medyanın üçüncü işlevi, seçmeci olarak temsil ettiklerini ve sınıflandırdıklarını örgütlemek, düzenlemek ve bir araya getirmektir. Burada, ne denli bölük pörçük ve çoğul olsa da bir ölçüde tümleşikliğin ve tutunumun, hayali bir tutunumun ve birliklerin inşa edilmeye başlanması gerekir. Bunu yapmakla görünebilir kılınmış ve sınıflandırılmış olan kabullenilmiş bir düzen de oluşum haline gelmeye başlar: Bu, gerçek birliklerin (sınıf iktidarı, sömürü ve çıkar) dolaysız ve çıplak müdahalesinin, kamuoyunun daha nötr ve bütünleştirici tutunumu yoluyla durmadan sıkıştırılmış bir halde tutulduğu karmaşık bir düzendir, elbette. Oysaki bu zor ve hassas 452

müzakereli işten oydaşma ve rızanın sorunlu alanları ortaya çıkmaya başlar (Hall, 1999; s.233–235). Medyanın bu üç işlevi de göstermektedir ki ‘medya ideolojiktir’ diskuru ile toplumsal iktidar ilişkileriyle sarmalanmış ve belirgin bir sınıfsal yönelimi ile ideolojik bir tercihi de içerisinde barındıran medyanın başta seçmeci tutumu olmak üzere sınıflandıran, düzenleyen ve inşa ederek bir araya getiren bu işleyişi özerk ve nötr bir etkinlik değildir. Medya bu seçmeci olmakla birlikte sınıflandırıcı, düzenleyici ve inşa edici işleyişini onun kendine özgü medya kültürünün biçimlendirmesinde somutlaşan mahremiyetçi ideolojisi, tüketim ve eğlenceye dönük empozesi, reklam ve pazarlamacılığı ve kamusalı depolitize eden yönelimiyle de kanıtlar. Bu durum M. Parenti’nin 1986’da yayınlandığı Gerçeği Keşfetme: Kitle İletişim Araçlarının Siyaseti isimli kitabında da, aynen buradakine paralel şekilde, kitle iletişim araçlarının özellikle kapitalist ekonomik sistemlerdeki işleyişine ilişkin verdiği pek çok örnekte de görülür. Parenti, öncelikle özel televizyonların bir “tüketici ideolojisi” geliştirmeyi amaçlayan şirketlerden çıkan reklâm gelirleriyle beslendiklerini vurgulamaktadır. Ona göre bu ideoloji, halkı tüketim maddeleri satın almada bir anlam bulması yönünde özendirmekte ve sevgi, dostluk ve bıkkınlıktan-veya siyasal/toplumsal sorunlardan- kurtulma gibi gerçek insani gereksinimlerinin belirli ürün ve hizmetlerin satın alınması yolu ile doyurulabileceğini telkin etmektedir. Bu ‘tüketici ideolojisi’nden dolayı medyada tekel karlarını, iş güvenliğini, işsizliği ve çevre korumayı günlük tartışmaların merkezi konusu yapmak isteyenlerin dinleyici yığınlarına ulaşma olanakları da yoktur. Çünkü çevre korumacılar, işçiler, tüketiciler ve kamu yararına başka gruplar tarafından kullanılabilecek kamu radyo ve televizyonlarının süreleri, tek taraflı ideolojik reklâmları tartışmasız, siyasetten uzak ve kamu yararı imiş gibi yayınlayan iş çevreleri ağırlıklı reklâm kurulu tarafından ele geçirilmiştir (Milburn, 1998; s. 238–239). Medyanın bu durumu mesela ondaki haberlerin işlenişi ve çeşitliliğinde de gözlemlenir. Bu haber kaynakları sayısı ister şimdiki gibi oldukça sınırlı kalsın, isterse zamanla artsın temel sorun işlenen siyasal olaylardaki çeşitlilik eksikliğiydi. Aldığımız haberlerin oldukça benzeşik olma durumu bunu kanıtlar. Bennett’e göre haberlerde gözlenen görünürdeki büyük çeşitlilik gerçekte büyük ölçüde aynı bilgilerden oluşturulmuş bir büyük sınıflandırmadan başka bir şey değildir. Önemli olan bize verilen haberlerin bir demokrasi için uygun olmadıklarıdır. Yüzeysel, dar, klişeleşmiş, propaganda yüklü, çok az açıklayıcıdırlar ve eleştirel tartışma ya da halkı harekete geçirmek için düzenlenmemişlerdir ([akt.]Milburn, 1998; s. 231, Bennett, 2000; s. 9). Bu durum, haberde duygusal bir yoğunluğun, izleyiciyi bilgisel ve dolayısıyla eleştirel açıdan köreltici bir etkilemeyle, siyaset-dışılaştırması anlamı taşımasıyla da ilgilidir. P. Bourdieu’ya göre en etkili medya aracı olan televizyonların, dikkati gel-geç haberlerin hiçbir siyasal sonuçları olmayan, ama ‘dersler çıkarmak’ ya da ‘toplum problemlerine’ dönüştürmek için dramatikleştirilen olayları üzerine sabitleştirmek ve orada tutmak suretiyle siyasal boşluk yaratmak, siyaset-dışılaştırmak ve dünyadaki yaşamı öykümsüye ve dedikoduya indirgemek gibi etkileri bununla ilintilidir.([akt.]Köse, 2004; s. 92– 93) Bu eğilimdeki bir medya ideolojik bir çıktı da olan bu tür haberlerinin duygusal, eleştirel olmaktan uzak ve mahremiyet öğeleriyle içli dışlı depolitize edici yöneliminden dolayı kamusal muhakeme ve tartışma sürecini de sekteye uğratır. Böylelikle kamusal tartışma ve karar verme sürecinden uzaklaşmış kitle ile birlikte burjuva kamusal alanı da tıpkı feodal kralların kamusal görevlileri gibi, siyasal alanı bir tiyatro sahnesine, siyasal alandan uzaklaşmış kitlelerin rızasını düzenli olarak sağlamaya yönelik düzenlenmiş showlara dönüşür (Timisi, 2003; s.67). IV. Sonuç Yerine Modern burjuva kamusal alanı, Habermasgil bir terminolojiyle günümüz medyasının sahip olduğu işleyiş ve ideolojik bir yönelimi de olan medya kültürü ile dönüşüme uğramıştır. Medya,

453

herkese açık olmayan eşitsizlikçi zemini ve ideolojik bir forma sahip medya kültürü ile oluşan kamusal alanı radikal bir biçimde dönüştürmüş ve ona yeni bir görünüm kazandırmıştır ve yine bu yeni görünüm, alana içsel olan eleştirel potansiyeli ortadan kaldırmış ve bugün kamusal alanı politik kurumsallaşmanın ve pratiğin bir gerçekliği olmaktan tamamen çıkararak depolitize edilmiş şekliyle tüketimin, eğlencenin ve mahremiyetin kişisel sahte dünyasının egemen olduğu bir alan haline getirmiştir. Özellikle kitle iletişim araçlarının ticari bir faaliyet haline gelmesi, kamusal iletişimin halkla ilişkiler, eğlence ve reklâmcılıkla eşdeğerli hale gelmesine neden olmuş ve kamunun eleştirel işlevini ortadan kaldırmıştır. Habermas’a göre kamu kültür üreten bir kamudan, kültür tüketen bir kamuya dönüşmekle birlikte kamusal alan da kültür endüstrisi tarafından kontrol edilen ve ön plana çıkarılan sözde mahremiyetin taklitler dünyası içine gömülmesine neden olmuştur. Medya, eğlence ve tüketim içerikli meta ürünlerine yönelimi ve çeşitli araçlar (reklam, pazarlama..vs.) yoluyla kazandığı işlevi ile depolitize eden, bireyleri bu meta ürünlerinin satın alınması ve tüketimine yönelten ve onların kişisel/özel dünyalarına ve duygularına hitap eden bir konum kazanarak, satış kaygısıyla hareket eden yönelimi, medya içerikleri ve reklâmlar aracılığı ile okur/izleyici, bir tüketici konumuna yerleştirmiştir. Gelinen noktada eleştirel akıl yürütme ve rasyonel tartışma olanağını ortadan kaldıran, yurttaşı bir tüketiciye indirgeyen, tüketim ve eğlenceye ve mahremiyetin o kendine özgü gizli, kişisel/özel dünyasına yönelimli inşa etmiş olduğu medya kültürü ile içerisinde bulunduğu iktidar ilişkileriyle sarmalanmış ve işleyişinde belirli bir ideolojik yönelimi de yansıtan bu tür bir medya, alternatif ve katılımcı bir demokrasi olanağını da ister istemez imkansız kılmıştır. Toplumsal iktidar ilişkileriyle örüntülü, belirli bir sınıfsal yönelimi ve ideolojik tercihi de içinde barındıran medya, tercih ettiği ideolojinin ürünü olan medya kültürü ile bir yandan demokrasiye olan karşıtlığını sergilerken; öte yandan eşitsizlikçi zeminiyle de alternatif, katılımcı bir demokrasiye engeldir. Medya bu konumu itibariyle tüm değişik düşünce ve görüş açılarına veya farklı ideolojilere açık ve erişilebilir olmak bir yana, ortak karar alınması, katılımcı ve tartışmacı, müzakereye açık bir sürecin oluşumu noktasında da demokrasinin içeriğini tamamen boşaltmış, onu bütünüyle işlevsizleştirmiştir. Bu haliyle medya demokrasiye karşıdır ve alternatif olabilecek katılımcı ve tartışmacı bir demokrasi umudunu da yok etmiştir. KAYNAKÇA Sennett, R. (1996), Kamusal İnsanın Çöküşü, (çev: S. Durak-A. Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı Yay. Keyman, E. F. (2005), “Kamusal Alan, Sivil Toplum ve Demokrasi”, Sivil Toplum ve Demokrasi, (Der: L. Sunar), İstanbul: Kaknüs Yay., s. 99–122 Timur, T. (2008), Habermas’ı Okumak, İstanbul: Yordam Yayınları Habermas, J. (2003b), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, (çev: T. Bora-M. Sancar), İstanbul: İletişim Yay. Habermas, J.(2004a), “Kamusal Alan”, Kamusal Alan, (Der. ve çev. M. Özbek), İstanbul: Hil Yay., s. 95-102 Horkheimer, M. ve Adorno, T. W. (1996), Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar II, (çev: O. Özügül), İstanbul: Kabalcı Yayınevi Featherstone, M. (1996), Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, (çev: M. Küçük), İstanbul: Ayrıntı Yay. Baudrillard, J. (1997), Tüketim Toplumu, (çev: H. Deliceçaylı-F. Keskin), İstanbul: Ayrıntı Yay.

454

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005), Popüler Kültür ve İletişim, Ankara: ERK Yay. Timisi, N.(2003), Yeni İletişim Teknolojileri ve Demokrasi, Ankara: Dost Kitabevi Swingewood, A. (1996), Kitle Kültürü Efsanesi, (çev: A. Kansu), Ankara: Bilim ve Sanat Yay. Hall, S. (1999), “Kültür, Medya ve ‘İdeolojik Etki’”, Medya, İktidar, İdeoloji, (der. ve çev. M. Küçük), Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 199-243 Sholle, D. J.(1999), “Eleştirel Çalışmalar: İdeoloji Teorisinden İktidar/Bilgiye”, Medya, İktidar, İdeoloji, (der. ve çev. M. Küçük), Ankara:Bilim ve Sanat Yay., s. 267-307 Lundby, K. ve Ronning, H.(1997), “Medya-Kültür-İletişim: Medya Kültürü Aracılığıyla Modernliğin Yorumlanışı”, Medya, Kültür, Siyaset, (der: S. İrvan ve çev: N. Gürkan), Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 13–28 Peters, J. D. ve Cmiel, K.(1997), “Medya Etiği ve Kamusal Alan”, Medya, Kültür, Siyaset, (der: S. İrvan ve çev: N.Gürkan), Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 255–282 Odabaşı, Y.(2006), Tüketim Kültürü: Yetinen Toplumdan Tüketen Topluma, İstanbul: Sistem Yay. Frazer, N.(2004a), “Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Gerçekte Varolan Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı”, Kamusal Alan, (Der: M. Özbek ve çev: M. Özbek-C. Balcı ), İstanbul: Hil Yay., s. 103-132 Çelebi, A.(2004a), “Kamusal Alan ve Sivil Toplum: Siyasal Bir Değerlendirme”, Kamusal Alan, (Der: M. Özbek), İstanbul: Hil Yay., s. 237-284 Özbek, M.(2004a), “Giriş: Kamusal Alanın Sınırları”, Kamusal Alan, (Der: M. Özbek), İstanbul: Hil Yay., s.19-89 Milburn, M. A.(1998) Sosyal Psikolojik Açıdan: Kamuoyu ve Siyaset, (çev: A. Dönmez- V. Duyan), Ankara: İmge Yay. Bennett, W. L. (2000), Politik İllüzyon ve Medya, (çev: S. Say), İstanbul: Nehir Yay. Köse, H.(2004), Bourdieu Medyaya Karşı: İşbirlikçi, Zorba ve Çığırtkan Medya, İstanbul: Papirüs Yay.

455

KAPANIŞ VE DEĞERLENDİRME OTURUMU: İDEAL DEMOKRASİ MÜZAKERECİ DEMOKRASİ Mİ?

Oturum Başkanı: Sami S. SELÇUK* Sayın Rektör, Değerli Öğretim Üyeleri, Değerli, Sevgili Öğrenciler, Bu bilimsel şölen gerçekten zengin bir katılımı ve sanıyorum dün de hepiniz dinlediniz, zengin görüşleri içeriyor. Bu bakımdan çok önemli. Ancak ben kendi işlerim olduğu için dün katılamadım. Dünkü katılımı da bana övgüyle anlattılar. Sanıyorum bu katılım son oturum olduğu için daha da canlı olacaktır. Bunu umuyorum. Bu arada hemen panelistlere söz vermek istiyorum. Önce yirmi dakikalık bir söz vereceğim her iki paneliste. Ardından sizlerin sorularını yazılı olarak rica edeceğim. Panelistler için on dakika sizin sorularınıza zaman ayırmalarını rica ediyorum cevap için. Tabii bu arada zaman kalırsa ben de konuşacağım. Bir yönetici olarak olabildiğince panelin zengin geçmesini diliyorum ve ilk konuşmayı yapması için Sayın Özer’e söz veriyorum. Buyurun Sayın Özer. Prof. Dr. Atilla Özer’in konuşmasıAtilla ÖZER** Teşekkür ederim Sayın Başkan. Sayın Rektör, Sayın Mütevelli Heyet Başkanı ve Sayın Dekanlar, Sayın Meslekdaşlarım ve Sayın Öğrenci Arkadaşlar, Şimdi bugünkü panelle ilgili olarak ben size ilk önce bir küçük plan sunmak istiyorum, yirmi dakikayı ancak bu plan içerisinde değerlendirebiliriz düşüncesindeyim. Sabahki oturumları dinledim, birtakım problemlerin tam anlaşılmadığına, kavram kargaşalığının var olduğunu görmekteyim. Bir defa demokrasi nedir? Ordan başlamak lazım ve kaç çeşidi vardır demokrasinin? Çağımızdaki demokratik rejim anlayışı acaba bütün ülkeler için aynı mıdır, yoksa demokratik rejim anlayışı farklılık arz ediyor mu? Sayın Arkadaşlar, demokratik rejim çok eski bir rejimdir, milattan önceye dayanır. Ortaçağ’da ve Ortaçağ’dan sonraki durum, zaman diliminde demokratik rejim bir kesintiye uğramıştır. Yerine mutlakiyetçi rejimler gelmiştir. Daha sonra, 18. yüzyıldan sonra özellikle demokratik rejime tekrar dönüş olmuştur. Benim incelemelerden edindiğim kanaate göre insanların en mutlu olduğu rejim, demokratik rejimdir ve demokratik rejimi bir Amerikalı Başkan şu şekilde tarif ediyor: “Halkın halk tarafından idare edilmesi”. Yani idarenin sahibi halk olacak. Halkın halk tarafından idare edilmesi. Eğer yanılmıyorsam Abraham Lincoln’ün tarifidir bu. Şimdi problem şu: Halk nedir, millet nedir? Bunlar çeşitli şekillerde tarif edilen hususlardır. Millet geçmişte acı ve tatlı hatıraları olan, halde bir arada yaşama iradesi bulunan ve gelecekte belirli hedefleri olan topluluktur. Halk, milletin halde yaşayan grubuna verilen isimdir. Milletin halde yaşayan grubuna halk deriz. Biz Türk halkı deyince şu anda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve nefes alıp veren herkez Türk halkının içindedir. Türk milleti, üçlü aşamadır: Geçmiş, hal, gelecek. Egemenlik Türk milletinindir dediğimiz zaman bunların üçünü birden kapsayan bir aşamaya gidiyoruz demektir. Demokratik rejimlerde biliyorsunuz, eğemenliğin sahibi halk veya millettir. Özellikle siyasi rejimlerde, egemenliğin kime ait olduğuna bakarak o siyasi rejime isim veririz. Örnek vereyim: Eğer egemenlik devlete aitse, o rejimin ismi faşizmdir. Egemenlik belli bir ırka aitse, o rejimin ismi Nazizm’dir. Bizde ekseriyetle faşizmle Nazizm karıştırılır ama temelde farklılık vardır. Egemenliği bir dine, Tanrı’ya veriyorsanız, teokratik rejimdir. Demokratik rejimlerde ise egemenlik * Prof. Dr., Onursal Yargıtay Başkanı ** Prof. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi (Konuşma Metnidir) 456

halka veya millete verilir. Millete vermek daha geniştir, halka vermek daha dardır. Halk mevcut günü ifade ediyor. Sayın Arkadaşlar, demokratik rejimin ilk uygulanış şekli küçük devletlerdedir biliyorsunuz, eski Yunanlarda site devletler vardı. Herkes rey vermiyordu. Belirli kesim rey veriyordu, vatandaşlar rey veriyordu. Mesela on bin nüfuslu bir site devletinde vatandaşın sayısı 700-800’dü. Diğerleri vatandaş olmayan çeşitli gruplardı. Oralarda bu 800-900 kişi bir meydana, bir foruma toplayarak doğrudan demokratik rejime gerçekleştirmek mümkündü. Nüfus arttıkça, ülkeler büyüdükçe, demokratik rejim yayılıp geliştikçe, uygulanma imkanı arttıkça demokratik rejimle ilgili ihtiyacı kafi görülmeyen, doğrudan demokrasinin ihtiyacı kafi göremeyeceğine, zaten tatbik de bulunamayacağını gösterdi. Mesela Türkiye’yi ele alalım. 45 veya 46 milyon seçmeni var. Eğer Türkiye’de siz doğrudan demokrasiyi tatbik etmek isterseniz, 46 milyonu bir araya toplamanız mümkün değil. O zaman ne yapıyorsunuz, temsili demokrasiye geçiyorsunuz. Bu sebepten temsili demokrasinin aksayan yönleri var olduğu için, çünkü temsili demokraside hakkınızı, seçme hakkınızı bir kere kullandığınız vakit seçtiğiniz temsilciyi belli bir süre içerisinde bulunduğu yerde tutuyorsunuz. Bu süre devletlere göre değişiyor. Mesela Amerika’da, Birleşik Devletler’de Temsilciler Meclisi iki yıl, Senato altı yıl, bizde beş yıldı dört yıla indi, İngiltere’de dört yıl, çeşitli devletlerde süreler değişmektedir. Bu arada halkın fikirlerinde, halkın davranışlarında değişiklik meydana gelirse bu altı yıl veya dört yıl en aşağı iki yıl biz bunlara tahammül edebilecek miyiz? Bunu önlemek için demokrasinin üçüncü bir çeşidi, ortaya çıkmıştır, o da yarı doğrudan demokrasidir. Demek ki demokrasinin üç çeşidi var. Doğrudan, yarı doğrudan ve temsili demokrasi. Yarı doğrudan demokrasi şudur: Belirli yetkilerini halk temsilcilere devretmez, elinde tutar. Nedir bunlar? Kanun yapma, buna halk teşebbüsü diyoruz, halk isterse kanun yapar. Buna halk teşebbüsü denir. İsviçre’de bir takım kantonlarda da uygulanmaktadır. Anlamı şudur: Farz edelim, temsilciler olarak seçtiğiniz kişiler diyor ki, askerliği kaldıracağız, mesela, vergiyi kaldıracağız. Ama parlamentoya gittikten sonra buna uymuyorlar. O zaman ne yapıyorsunuz, belirli sayıda vatandaş bir araya gelerek bu vergiyi kaldıran kanunu kendi teklif ediyor, nereye, parlamentoya teklif ediyor. Parlamentolar genelde bu tür kanun tekliflerini kabul ederler. İkinci yarı doğrudan demokrasinin ikinci unsuru halk vetosudur. Nedir halk vetosu? Biliyorsunuz tatbikatta cumhurbaşkanları, devlet başkanları yasama organının yapmış oldukları kanunları kısmi veto veya mutlak vetoya tabi tutarlar. Halk vetosu da yasama organının yaptığı, fakat halkın isteğini aksettirmeyen bir vetoyu, halk belli bir süre, içerisinde bu kanunu tasdik etmez, veto eder. O zaman o kanun hiç çıkmamış kabul edilir. Diğer bir husus arkadaşlar, üçüncü bir husus yarı doğrudan demokraside referandum, onu biliyorsunuz. Referandum, çeşitleri var, o teferruata girmek istemiyorum ama referandumun temeli şudur: Belirli konularda halkın fikrine müracaat etmek, ne düşünüyorsunuz demek; çünkü egemenliğin gerçek sahibi kimdir, demokratik rejimlerde halktır arkadaşlar halka. soruyorsunuz, ben böyle düşünüyorum ama sen ne düşünüyorsun, siz ne düşünüyorsunuz? Ben size bir hatıramı anlatayım arkadaşlar dikkatinizi toplamak amacıyla bir ara genciz 35-40 yaşlarında. Seçim var, bir köye gittik, bizim memleketin köyüne ve köylülere dedik ki, bu adamlar geliyorlar, dört yılda bir bağırıp çağırıyorlar, siz ne yapmıyorsunuz, bu parlamenterlere veya adaylara yüz veriyorsunuz? Köylünün dediğine dikkat edin: Efendi, efendi dedi. Dört yılda bir olsa da geliyor. Demokratik rejim olmasa hiç gelmez bunlar, bırakın gelsinler dört yılda bir dedi. Gerçek bu arkadaşlar. Demokratik rejimde beş yılda, dört yılda, belediye reisi seçimleri oldu sokaklarda belediye reis adaylarıyla öpüşmekten bıktınız, sokakta sizi hiç öpen oluyor muydu siyasilerden? Ama belediye reisi seçimi var diye bakkal bakkal, dükkan dükkan dolaşıyor, ben filanım, sarılıyor, öpüyor, oh ne güzel. Demokratik rejimin iyi taraflarından biri de budur. Az da olsa 457

zaman zaman siyasetçi fikirlerinize ihtiyaç duyuyor. İşte referandum bu benzer müesseselerden biridir. Evet, demokratik rejimin aksayan yönleri var mı, elbette sürüyle, birçok aksayan yönü var. Hiçbir sosyal kuruluş aksamadan veya birtakım eksikliklerden ari değildir, mutlaka eksiklikleri vardır, birtakım aksayan yönleri vardır. Ancak aksayan yönleri, yani eksileri artılarından fazla değildir. Demokratik rejimin artıları da vardır. Şimdi sayın arkadaşlarımız diyor ki tebliğciler, efendim müzakereci demokrasi. Demokrasinin bizatihi içinde vardır müzakere. Bakın size üç tane yol söyledim, yarı doğrudan. İsterse Türkiye bu müesseselerden ikisini şu an rahatlıkla tatbik edebilir. Bunlardan birisi neydi arkadaşlar? Halk teşebbüsü, yani halkın kanun teklif etmesi. Biz yapabilir miyiz bunu? Var mı bugünkü anayasada bu imkan? Hangi müessese var? Dilekçe hakkınız var. Bir milyon vatandaş Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne dilekçe verse, şu konuda şunu istiyorum diye. Hadi bakalım çıkarmasın parlamenterler. İki milyon olsa. E biz bu hakkı kullanmıyorsak bu yok demek değildir ki. Var bu hakkımız bizim, ama kullanmıyoruz. Ben şimdi sayın salondaki öğrenci arkadaşlardan özellikle öğrencilikle ilgili şikayetlerinizden hiç dilekçe hakkını şöyle tarif eder, dilek ve düşüncelerinizi, mutlaka şikayetinizi değil, ben şöyle düşünüyorum üniversite eğitimi diye hiç dilekçe komisyonuna bin tane, on bin tane, bir milyon tane mektup yolladınız mı? Yok. Buna rağmen şükrediyorsunuz. Olmaz. İstenmediği vakit kimse size bir şey vermez. İsteyeceksiniz ki alacaksınız. Almanın birinci metodu istemek. Bunu yapın bakayım ondan sonra bir görüşelim. Şimdi efendim sivil toplum örgütleri, şudur budur, bunların hepsi var demokratik rejim içinde ve demokratik rejimin müesseseleridir bunlar ve bir de şunu sayın arkadaşlarımız unutmasınlar. Demokratik rejimin mihengi insandır. Diğer rejimlerden farkı budur. İnsan esastır. İnsan odaklıdır. Her şey insana göre ayarlanır. Esas olan insandır. Şimdi daha birçok özellikleri var demokratik rejimin, ona yakın, onları söylemedim pek zaman almasın diye çünkü yirmi dakikanın on dakikasını kullandık. Zaman almasın diye onları söylemek istemiyorum ama önemli müesseselerden biri de demokratik rejimde sayın arkadaşlar, hukuk devletidir. Hukuk devleti olmadığı vakit demokratik rejimden bahsetmek mümkün değildir. Temel ilkelerden biri de hukuk devletidir. Üçüncü temel ilke idare edenler seçimle gelecek, seçimle gidecek. Eğer siz idare edenleri seçimle getirip başka metotla götürürseniz o rejimin ismi demokratik rejim olmaktan çıkar. Mutlaka idare edenler seçimle gelecek, seçimle gidecek, yani başka bir metotla gitmesi mümkün olmayacak. Peki ben idare edeni, Türkiye için söylüyorum, ilk önce beşti şu anda dörde düştü biliyorsunuz. Pardon dört yıla düştü, beş yıl için seçiyorduk parlamenterleri. Şu anda değişiklikle eğer yanılmıyorsam dört yıla düştü. Dört yıl için, dört yılda benim iradem değişirse, mevcut iktidar üzerine nasıl etki yapacağım? Problemin biri de bu. Katılımcı, müzakereci demokrasi vesaire. Bunun metotları da var sayın arkadaşlar. Bakın Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, şu anda yürürlükte bulunan Anayasanın, referanduma açık olduğu kanaatindeyim ben. Birtakım arkadaşlar, hayır Türkiye referanduma kapalıdır, yalnız Anayasa değişikliğinde referanduma ihtiyaç duyulur. Bir de şunu unutmayın arkadaşlar, temel hak ve hürriyetlerde esas olan hürriyetin kurulmasıdır, genel kaide budur, istisna onun sınırlanmasıdır. Bizler nedense hürriyetlerle, siyasi problemlerle ilgili hususlarda hep istisnayı kullandık. Ben birçok tartışmaları biliyorum, Türkiye’de referandum olmaz, yalnız bir konuda olur; hayır, Türkiye’de her konuda siyasi iktidarlar referanduma gidebilir. Mesela senelerdir Türkiye’de tartışılıyor. Burada da var. Avrupa Birliği’ne girelim mi, girmeyelim mi? Hiç soran oldu mu size? Hayır. Girelim, bir kısmı da girmeyelim. Girmeyelim diyenleri içeri atıyoruz. Vay sen nasıl girmeyelim dedin diye içeri attık bir tanesini. Sen Avrupa Birliği’ne karşısın diye, çok şükür iyi bir hukuk devletinin neticesi olarak. Şimdi sayın arkadaşlar bize soracaklar, Batı soruyor bunu, işte katılımcı demokrasi bu. Bana sor arkadaş, benim fikrim değişmiştir, bana bugüne kadar hiçbir şey demedin, Türkiye’de bunu sormayı önleyen bir mekanizma yok. Üstelik de sormayı sağlayacak mekanizmalar var. Bana sor ne diyorsun veya bana sor, arkadaş, 458

farz edelim, diyorsun ki şimdi, olan hadiselerden biri şu, efendim Türkiye’nin siyasi ve idari yapısında şöyle şöyle değişiklik yapılmasını istiyoruz. İstiyor musun, istemiyor musun diye bana bir sor. Türkiye’de maalesef demokratik rejimde bu imkanlar var olduğu halde, her nedense, sormak kimsenin aklına gelmiyor. Bunları sorduğumuz vakit, bunlar hususunda bize bilgi edinmek ve bizden rey istemek durumu meydana geldiği an işte katılımcı demokrasi, müzakereci demokrasi dediğimiz hadise meydana çıkmış olur. Ancak böyledir müzakere etmek budur, ne yapıyorsunuz, eğer siz referandumu uyguladığınız vakit, referandumla ilgili çalışmalar olacak. Siz dilekçe hakkınızı kullanarak kanun teklifi verirseniz, siz dilekçe hakkını kullanarak filan kanunun çıkmasını istemiyorum diye binlerce, onbinlerce dilekçeyi TBMM’ye yolladığınız vakit, sayın arkadaşlar işte müzakereci demokrasi dediğimiz hadisenin temellerini, ilk odunlarını sobaya atmış olursunuz. Bunları yapmıyoruz. Bizim Türk milletinin bir özelliği daha var sayın arkadaşlar, her şey üstten gelsin; biz oturalım, bizim adımıza başkası düşünsün. Sizin adınıza kimse düşünmez arkadaşlar, bundan emin olun. Sizin probleminizi siz çözeceksiniz. Benim problemimi A çözsün. Öyle şey olmaz. Kendi problemini kendin çözeceksin. Eğer sen çağdaş bir insansan, demokrat olmak zorundasın. Sen çağdaş bir insansan, problemlerini sistem içerisinde çözmek zorundasın. Sen çağdaş insansan, diğer insanları sevmek zorundasın. Diğer insanları sevmeden, problemlerini çözmek için çalışma yapmadan, ben çağdaşım dersen, senin çağdaşlığın isim halinde kalan bir çağdaşlıktır. Şimdi Türkiye, bu yapıya uygun mu, değil mi Türk sistemi, Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut anayasal sistemi? Bir defa şunu kabul edin sayın arkadaşlar, her ülkenin kendine mahsus bir demokratik rejim anlayışı vardır. Amerika’daki demokratik rejim anlayışı farklıdır, Türkiye’deki demokratik, ama genel ilkeleri aynıdır, Türkiye’deki farklıdır, Japonya’daki farklıdır, Hindistan’daki daha farklıdır. Hindistan’da da demokratik rejim var, farklı bir demokratik rejim anlayışı var. Bizim demokratik rejim anlayışımız acaba Türklerin kendi devlet anlayışına uygun mu, değil mi? Problemin diğer bir kısmı da bu sayın arkadaşlar, biliyorsunuz dünyada çok eski devlet kabul edilen üç-dört millet var. Bunlardan bir tanesi Türkler, Çinliler, Fars-İranlılar; bunlar dünyanın eski milletlerindendir ve ben her zaman iftiharla söylerim, biz, bazı kitaplar altı bin yıl diyor, bazı kitaplar üç bin yıl diyor, benim kanaatime göre Türkiye üç bin yıllık bir devlet tecrübesine sahip. Çok büyük bir tecrübe, üç bin yıl, az bir zaman dilimi değil. Peki benim bu devlet anlayışım, bugünkü çağdaş demokratik rejim anlayışına uygun mu, değil mi? Bazı kısımları benim devlet anlayışımın İslam’dan önceki kısmı bugünkü demokratik rejim anlayışına uygundu. Ama İslam hukukuyla birlikte, İslam’ı kabul etmemizle birlikte Türklerin devlet anlayışı Arap kültürünün etkisinde kaldı. Maalesef sayın arkadaşlar, Türkiye’de İslam’ı, Arap kültürünü İslam diye takdim ederler. Bak İslam budur. Hiç alakası yok. Arap kültürünün İslam olarak Türkiye’ye dönüşüdür bu. Sayın Arkadaşlar, Türkiye’nin önemli problemlerinden biri de Arap kültürünün İslam adı altında Türk milletine sunulmasıdır. Bu fevkalade tehlikeli. İşte bu Arap kültürünün İslam altında bize sunulan kısmında, İslam devlet anlayışı, demokratik rejimin devlet anlayışıyla fazla bağdaşmaz, bir takım çelişkili noktalar var. Türkiye’nin çıkmazı şu anda bu. Bundan nasıl kurtulacağız? Bunu şöyle kabul edeceğiz arkadaşlar, ben o kısımlara girmek istiyorum, laiktir oralara girmek istemiyorum. Sistemi olduğu gibi kabul etmek. Nedir sistemin adı, demokratik rejimdir. O zaman demokratik rejimin ilkelerini kabul edeceksiniz ve ona uygun olarak sisteme yön vereceksiniz. Eğer siz demokraitk rejimi, demokratik rejimin kaynağına bakarak olduğu gibi kabul edeceksiniz. Demokratik rejimin kaynağını bir tarafa iterek, kendinize göre bir demokratik rejim yaratmak isterseniz, o zaman işin çıkmazına girersiniz. Mesela ben size bir şey söyledim, sabah Sayın Fatih Bey idi tahmin ederim sunum, tebliğlerinden biri, Dumlupınar Üniversitesi’nden, fevkalade önemli bir noktaya temas etti,

459

Türkiye’deki elitler. Maalesef demokrat değildir. Vatandaşı fazla kabul etmezler. Ben çok iyi bilirim, sayın başkan da Ankara’da senelerdir oturur; ya Allah’ın köylüsü geldi, Adalet Bakanı oldu; Allah’ın bilmem nesi geldi başbakan oldu. Evet, demokratik rejim bu, köylü adalet bakanı olabilecek, köylü başbakan olabilecek, köylü reis-i cumhur olabilecek. Eğer sen demokratik rejimi kabul etmiyorsan mesele yok, o zaman başka bir sistem koyalım. Türkiye’deki elitler hiçbir zaman, ne Tanzimat’ta, ne de bugün demokratik rejime fazla sıcak bakmamışlardır. Çünkü onların düşüncesi, yapıları, kafa yapıları ülkeyi biz idare ederiz, en iyi biz düşünürüz. Hayır arkadaşlar, en iyisini demokratik rejimde halk düşünür. Ben size belki tam, yüzde yüz oturmaz ama bir şey vereyim, bizim Ziya Paşa’nın meşhur bir mısrası var: Farikayı hakikat müsademeyi efkardan çıkar. Bunun bugünkü lisanla anlamı şudur: Hakikat güneşi, fikirlerin çarpışmasından çıkar. Eğer biz hakikat güneşini elde etmek istiyorsak, çeşitli fikirlere ülkede müsaade edeceğiz ve bunların çatışmasına da, yani çatışma dediğim bilgisel çatışma, yoksa yumrukla, sopayla kavga etme değil. Bilgisel mücadelelerine müsaade edeceğiz. Etmediğimiz takdirde, demokratik rejimin mahiyetini anlamamış oluruz ve demokratik rejimle ilgili çalışmaları da gereği gibi değerlendirmemiş olabiliriz. Sayın Arkadaşlar, Türkiye’nin diğer bir problemi de şu ülkemizde: Son zamanlarda görmüş olduğumuz sistem kargaşalıkları. Benim kanaatime göre bu gördüğümüz kargaşalıkların temelinde demokratik rejim dışı anlayış yatmaktadır. Demokratik rejim, hiç unutmayın arkadaşlar, hukuk devleti temeldir. Eğer siz hukuk devletini ikinci plana atarsanız, demokratik rejimden uzaklaşır, onu da ikinci plana atmış olursunuz. Ben mesleğim dolayısıyla biliyorum, çoğu zaman Türkiye’de mahkeme kararlarını icra edemeyiz. Bürokratlar kendilerini mahkemenin üstünde görürler. Dikkat edin, sayın başkan bilir, bakanların vesairelerin hapislerinin büyük birçoğu görevi kötüye kullanma, yani mahkeme kararlarını ifa etmeme; eski kanunda mahkeme kararlarını ifa etmeme diye bir madde vardı. Yeni Ceza Kanunu’nda onu kaldırdılar, görevi kötüye kullanma diye bir madde haline getirdiler. Maalesef bürokratlar, Türkiye’nin önemli problemlerinde rol alan, mahkeme kararlarına uymamakta, mahkeme kararlarına uymadığınız vakit demokratik rejimde üç güçten biri olan yargıyı saf dışı yapıyorsunuz demektir. Halbuki demokratik rejimde, özellikle kuvvetler ayrılığının cari olduğu ülkelerde yasama, yürütme ve yargı denk kuvvetlerdir ve bunlar arasında üstünlük iddiasında bulunamayız. Anayasamızın başlangıç kısmı da böyledir. Çok teşekkürler sayın başkan.

460

Sami S. SELÇUK* Sayın Özer, çok teşekkür ederim. Benim açımdan birçok soru işareti olan bir konuşma yaptınız. Bunu umarım arkadaşlar değerlendirecekler, size çok soru soracaklardır. Ben bir-iki noktaya değinmek gereğini duyuyorum. Birincisi şu: Hukuk devleti sözcüğü bana, devletin hukuk içerisinde olmadığını çağrıştırıyor. Yani hukuk devletinin türemiş olduğu Kara Avrupası’nda, Fransa gibi, Almanya gibi, İtalya gibi ülkelerde devlet hukukun dışındadır da onu hukukun içerisine sokma çabası gösteriliyor izlenimi bırakıyor. Bu izlenimde gerçek payı vardır. Onun için ben hukukun üstünlüğü ilkesini öne çıkarıyorum. Çünkü Kara Avrupa’sı ülkelerinde hukuku üretme tekeli devletindir. Devlet hukuku ürettiği için kendisine bazı ayrıcalıklar tanımak durumunda kalıyor ve bu hep böyledir. Sizin örneğini verdiğiniz yargı kararlarının uygulanmaması da bu anlayışın yansımasından başka bir şey değildir. Bu, hukuk bilincimizdeki büyük açıklardan, gediklerden maalesef bir tanesidir. Dilekçe hakkı dediniz, güzel bir anımsatma yaptınız, ona katılıyorum. Ama dilekçe hakkını kullananların bu hakkını önemseyen bir devlet de bekliyorum ben. Dilekçe hakkını bir-iki defa kullanmanızı tavsiye ediyorum, cevap gelip gelmeyeceğini de öğrenmiş olursunuz diye düşünüyorum. Kimse cevap vermez. Bir başka nokta, temsili demokrasi Türkiye’de var ama ben size bir şey sormak istiyorum: Milletin vekili olarak seçilen insanlar acaba bu temsili özgürce yapabiliyorlar mı? Ben hiç sanmıyorum. Onlar genel başkanlarının temsilciğini yapıyor. Milletin değil, onun vekilleridir. Çünkü bir ülkede eğer seçim sistemi bu kadar çarpık ise o ülkede temsili demokrasi ölümcül değil ama uydurma bir varsayımdan ibarettir. Bunu özellikle anayasa hukukçularının dikkatlerine sunmayı da bir görev biliyorum. Bakınız, eğer bir milletvekilinin milletvekili olabilmesi genel başkanının dudakları arasındaysa, o milletvekilinin özgür olmasını beklemeyin. O laftan ibarettir. Bunun düzeltilmesi şarttır. Bir başka konuya gelmek istiyorum; demokrasinin olmazsa olmaz ilkelerinin Türkiye’de yerleşmediği kanısındayım. 82 Anayasası ayakta kaldığı sürece, bu ülkede demokrasiyi gerçekleştiremezsiniz. 82 Anayasası mutlaka kaldırılmalıdır. Değiştirilmeli demiyorum. Yeni bir Anayasayla Türkiye, Avrupa Birliği’nin ölçütlerini gözetmek suretiyle mutlaka 21. yüzyıla girmeliydi. Bunu başaramamıştır, ama başarmalıdır. Halk bunu zorlamalıdır. Yeni bir Anayasayı istemelidir. Kuşkusuz bunun nasıl yapılacağı ayrı bir tartışma konusudur. Devlet deneyimi dediniz; ben bu terimi çok sık görüyorum, ama ülkeme baktığım zaman, özellikle hukuk bilincinin her kademede ve her katmanda tam anlamıyla yerleşmediği kanısındayım. Onun için özellikle hukukçulara ve öncelikle de anayasacılara çok iş düşüyor. Sayın Gould izin verirseniz bir şey söylemek istiyorum. Demokrasinin ne olduğu belli dedi Sayın Özer. Doğrudur. Fakat bu demokrasi gibi sözcüklerin tanımını yapmak çok kolay değil. Siz de herhalde bunu kabul edersiniz. Mesela ben bu demokrasi, laiklik vesaire gibi, laiklik daha da somut olabilir ama demokrasi gibi kavramları söylendiği zaman her yerde sık sık anlattığım bir öykü vardır, gerçek bir öykü. Ataç’ın bir makalesi aklıma gelir. Rahmetli Ataç düşünen bir adamdı ve sık sık sorgulardı kendisini. Şiir nedir, bunun üzerine güzel bir denemesi vardı Ataç’ın. Diyor ki, lise son sınıf sınavlarını yaparken üç öğretmenin önüne bir kız öğrenci geldi. Kendisine Ahmet Haşim nasıl bir şair diye de sorduk. Ahmet Haşim’in hocalarımıza göre, öğretmenlerimize göre sembolist bir şairdir dedi ve nedenlerini bir bir açıkladı. Arkasından bana göre değildir dedi. Biz de hayretle ve hayranlıkla dinledik, çünkü son derece güzel gerekçelerle açıklamasını yaptı. İkinci bir örnek daha da verir. Üçüncü sınıf bir şairin birisi komşu kızına tutulmuş, ona bir dörtlük yazmış. Dörtlüğü de okumak istiyor; ama okumak * Prof. Dr., Onursal Yargıtay Başkanı (Konuşma Metnidir) 461

isteyeceği sırada iki evin arasındaki duvarın üstüne tüneyen bir horoz ötmeye başlıyor ve şair dörtlüğünü okuyamıyor. Diyor ki Ataç: Ben ömrümde şiirden anlayan iki yaratık gördüm. Biri o kız, biri de o horoz. Şimdi, demokrasi konusunda ben de yıllardır uğraşıyorum. Demokrasinin ne olduğunu tam anlamıyla anlayamadım. Niye diyeceksiniz, tanımı da yapamıyorum. İşte müzakereci demokrasi kavramı 80’li yıllardan sonra çıktı. Yani bu gelişme durmaz. Ama halkın halk tarafından yönetimi diye Lincoln’ün tanımını verirseniz ben ona bir şey ekleyeceğim. Doğru bilgilendirilmiş halkın, özgür halkın, özgürce idaresidir. Acaba böyle mi Türkiye? Bu sorunun cevabını vermek zorundayız. Evet, Sayın Gould, söz sizin. Birkaç dakikanızı aldığım için özür dilerim. Buyurun. - Prof. Dr. Carol C. Gould’un konuşmasıCarol GOULD* Okay, thank you. Well, I will not be so exciting about Turkish politics one way or the other. So, I would first like to begin by thanking our host and in particular Dr. Mustafa Aydın, the Chairman our Prof. Dr. The Rector Salih Çelikkale and also Prof. Dr. Sabahattin Balcı. I would also like to appreciate, note of appreciation to the other speakers whom I think we’ve all learnt great deal. I would like to make a special note also to the excellent simultaneous translation which has been really so helpful to all of us and especially to thank the students for their patience and interest. So, I have just some informal remarks to make because I didn’t actually prepare speech. I have some thoughts about having listened to the other speakers and sort of just pull things together in a way for people. And my idea is to look at deliberative democracy as a kind of project for us to keep working on. I think that is what the main thing we take from this. Beginning also with history, just put this in a context a little bit different from the history of my colleague, but I do agree with him that deliberative democracy does have a truth in this part of the world. In many senses, Eastern Turkey was supposedly the origin of Abraham as well as of certain act went down then settled into the land of Israel. It was also of course center for Islamic thought and for Greece of course with the origins of classical civilization are all settled in about the importance of deliberation and although the Greeks were not very positive about democracy, they did discuss at the formation. They thought it had limitation but it has taken many centuries to move to a more inclusive conception of democracy which then hadn’t development in deliberative democracy and combined with a notion of deliberation on the common good, on the common interest. But the more recent development, sort of the second stage of deliberative democracy was in the late of late sixteens I think originally coming out of the critic of the limitations of representative democracy, liberal democracy in terms of the idea of participation, there was a call for greater participation by people in the decisions of their government. Because in many context, government seem to take decisions without input in the US in particular in Vietnam War was being waged without really an endorsement by the people. There was the observation of a great deal of influence of money on politics. A consumer society that developed without any real input. So, in that context, there was an emphasis on making democracy more real, more effective through the participation of people. Perhaps direct participation in politics. So, just returning to some of the sentences of democracy, there are many we can’t really settle here. But there are many senses whether be rule by the people, whether be the idea that we want effective by a policy or law, should be able to participate in making it or directly or through representatives or the idea that everyone are subject to a law they should not just affected by the subject to law should be able to participate. * Professor of Philosophy and Political Science at Temple University, and Director of Center for Global Ethics & Politics (Speech) 462

But what happened after the idea of participationi people began to reflect on how are we gonna participate, how if we are gonna play a bigger role what will that mean. And in that context, theorists like Jean Mansbridge, but also especially Jurgen Habermas purpose that we really need to put emphasis on coming to an agreement among ourselves, among each other on the common good, on common interest. Democracy should not only be a matter of counting of individual preferences of agrregating them. But we should also retain some conception of a good that we are all speaking of a shared interest and so the idea was to try to model a process of coming to agreement by supposing that by describing this process as one of deliberation on generalizable interest or common good. If everyone is free and equal to enter in and if they attempt to use rationality and the furtherly beter argument then this would be a way to improve our democracy. I myself do not think of deliberative democracy as replacement for representative democracy per se. Principals of civil and political rights are crucial importance, freedom of speech, press association and equal rights to vote and idea of representation is probably inevitable in complex societies but we still really need to find ways to give more power over their life, over the decisions that affect them and to come to agreement that will be certainly better than conflict and violence. So out of this context developed what I will look at as third stage of deliberative democracy. So in that stage though Jurgen Habermas and his colleagues really built up the idea of deliberation and discourse as the whole meaning of democracy and I think in this third stage we want to step back from that just regarded as a really essential supplemented way of making democracy for real people. So, in that context there were number of directions that I think were represented in the presentations just to note them briefly considered as a way to strengthen liberal democracy make it more real, make it responsive to people. We heard one set of emphasis on which also came out of Habermasian tradition on deliberation in civil society, in NGOs as the creation of public sphere which would then in turn influence politics. So the idea is that we would have a public, we would create also comes out of John Doe, we would create a public and we would have a public sphere through the media, we would have input into politics and make it more responsive to people’s needs and interests. Another direction in this newer stage of thinking about deliberative democracy is the emergence of deliberative forums and citizen representatives who would come together be representative of the larger populace, it would be an improvement over polling, because it would be more representatives and these small groups of citizens would deliberate about important political questions and would have helpfully governmental politics and committments to pay attention to these deliberative forums to what the citizens really think these small groups or even might be bound by the politicians, a few cases happened in Canada and elsewhere and then also in this stage there were new transnational context that I talked about this morning leaves us to thinking new ways about what deliberation would mean across borders and transnational fora. So that in stead of people just being determined by global capitalism or by the institutions of global governance, they would be able to have some kind of input, power in this context. So it is then all of these ways that the notion of deliberative democracy currently have come to the fora in terms of methods. There is a new importance I am not just rational agreement but I am factors of emphasis the responsiveness, listening to others and then of course we also heard today and about some of the specific experiments in deliberation, in local context and I think those are all very important. I don’t think we have to choose between all of these new directions but really it is very important experimentation to try to develop ways to hold politicians to account and to not even more than that to really enable democracy to achieve its full meaning as controlled by people over their own lives and not just in political context, but perhaps in economic ones and social ones as well. So let me just mention a few more things by way of a summary my effort to pull conference, discussion together. 463

We also heard some consideration of the limitations deliberative democracy, right. Some of them I remember not just pointing about reasoning is it unrealistic to expect everyone to just reason together doesn’t that rebound feelings and conflicts. But we also heard about the importance of rhetoric, there is a role for rhetoric and politics and not just reasoning. We heard about the fact that people like to affiliate with like-minded others. So the issue of partisanship and its role in politics and how we expecting people to talk when they have different points of view, is that realistic, how can we structure discussions, so that we will be happy enough to talk about with people who are different from us. We heard about the problem which I … another way of dealing with inequalities, how we are going to structure these representative citizen groups in ways that allow a real world of people who are empowerished in otherwise occupied, how we gonna ensure women’s equality in that context, how we going to manage the conflicts and how do we make it representatives and especially how are we gonna deal with other cultures who are different from us. So those are the some of the issues that came up in the discussion. So by the way of concluding I would like to just take note the idea that this is not a replacement for the important aspect in my view by the way in liberal democracy with its various preconditions, also it is not just enough to talk, you have come to decisions some time, so therefore voting has the place, because voting gives everyone, in principle any way equal say and it does not seem to better resolution than majority vote if you believe that everyone should be free in this context each one should have one vote. But there are pre-conditions as well but I want to mention by way of conslusion you can’t take deliberative democracy alone. Without also considering its conditions and mentioned already civil and political rights, but also human rights and not just the civil and political ones but economic way. I think that it is not enough just to talk about democracy without also looking at development such that people have enough means of subsistence to able to spend time in discussion in discussing and to be able to committ to political processes but the political processes are important as well as you pointed out in assuring that people would be able to get the means of subsistence they need. So democracy and justice, economic and global justice together if they seem and human rights framework including the rule of law plays an important role to be sure that the right of minorities will be respected in the deliberation as well as politics more generally. So we need to respect to human rights of everyone. They need to be free and equal and finally, two more finallies, one finally is that a democratic ethos is important, ethos let us to stay in our ordinary practices, in our daily lives, in personal relations as well. The idea of treating everyone equal is an important part as John Doe pointed out the democratic ethos. So that it is not OK to have inequalities in personal lives, if you are arguing for democracy in the public sphere. It is necessarily supported with equal relations among man and woman, even recognizing the emergency of children and so forth and respect for all kinds of people in society. If you are gonna have democratic way of life and not just try to have democracy in politics and finally I suppose the importance of mutual respect giving this context of proper thing to end with. I just doesn’t mean mainly among nations… is important in contemporary world. But with globalization there are all these new formations, new communities, new cross-border, transnational relationships and I think that we need to try to improve mutual respect in all those cases, but also to try to look for opportunities for democratic decision making in all of the new transnational communities to come about not just big ones like the European Union, but small ones like global cooperations and firms. So I think the problems of culture are important, I don’t think we resolved the problems but I do think I hope you agree that we are all committed to the idea that we need to be as inclusive as possible in our democratic decision making, we need to be open to immigrants, to all groups to try to that is not to say everybody decide to everything but nonetheless we need to be as open as possible and inclusive in our discussions 464

including the world as a whole that people are not excluded and so that we take be sensitive to issues of inequality and of those who encourage everyone to be able to speak and to come to the table and contribute to the discussion. So again thank you very much and I learnt a lot I think I speak for myself from panelists. Sami S. SELÇUK* Sayın Carol Gould’a teşekkürler. Gerçekten güzel bir bildiri sundular. Kendilerini kutluyorum. Burada önemli bir noktaya da değinmek istiyorum izin verirlerse. Şimdi ortak iyiyi, ortak doğruyu bulmak için elbette bir müzakere, bir görüşme olmalı ama – ki ben bu kavramın içeriğinden yola çıkarak Sayın Özer’e bir soru sormak istiyorum. Bu demokrasi deliberatif dediğimiz olay, Fransızca sözcüğü kullanıyorum ikiniz de o Fransızcadan esinleniyoruz- acaba doğru bir çeviri mi? Sözcük olarak, sözcük sözcük çevirirseniz doğru, ama benim kanımca içeriğine bakarak çevirdiğiniz zaman doğru çevirinin tartışmacı demokrasi olması lazım diye düşünüyorum. Çünkü Sayın Gould’un tebliğinden de anlaşılacağı üzere herkes burada kendi bireysel hakkını kullanmak ve görüşünü söylemek durumunda ve o tartışmaya katılacak. Sonra kurallarını hukuk normlarının meşruluk debisini de yükseltecek. Çünkü siz bunu niçin yapıyorsunuz, bazı kuralların egemenliğini sağlamak için yapıyorsunuz. Bu kurallar tabi ne kadar çok tartışılır, ne kadar bu kurallar üzerine uzlaşılırsa bu kurallara aykırı hareket edenlerden o kadar daha çok soru sormak, bunları denetlemek hakkına sahip olursunuz. O zaman demokrasinin düzeyi de yükselir, meşruluk da özellikle yönetim açısından meşruluk da daha güçlü hale gelir diye düşünüyorum. Onun için ben bunun tartışmacı demokrasi diye çevrilmesinden yanayım. Panel için panelistlere teşekkür ederim; böyle bir sempozyum düzenlediği için de İstanbul Aydın Üniversitesi’ne de teşekkür ederim.

* Prof. Dr., Onursal Yargıtay Başkanı (Konuşma Metnidir) 465

466

Lihat lebih banyak...

Comentarios

Copyright © 2017 DATOSPDF Inc.