Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez Taşra Çatışması / Contrast between Central and Local in Republican Era Turkish Literature

Share Embed


Descripción

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA MERKEZ - TAŞRA ÇATIŞMASI

Yazar: Doç. Dr. Ömer Solak

Yayınevi Editörü: Prof. Dr. Mustafa Demirci

HİKMETEVİ YAYINLARI Yayın No: 1. Baskı

T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayıncı Sertifika no: 16628

ISBN: 978-605-351-0

Teknik Hazırlık ve Kapak Tasarımı: Fetullah Mercan

Baskı, Cilt:

Eylül - 2014 İstanbul

Hikmetevi Yayınları Alayköşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No: 6 / D: 4 Cağaloğlu - İSTANBUL Tel: 0212 514 93 05

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ........................................................................................................................7 0. GİRİŞ................................................................................................................................................9 0.1. Edebi Eserde Merkez-Çevre Sorunsalı..............................................................11 0.1.1. Merkez-Çevre Karşıtlığı Olgusu ve Kurmaca Eserlerde Temsili.......11 0.1.2. Bir Yerleşim Alanı Olarak Kır (Köy/Kasaba) ve Kent .............................. 17 0.1.3. Edebî Metnin ve Zihniyeti ve İdeolojisi....................................................... 21 0.1.4. Romanda Çatışma ve Diğer Anlatı Bileşenlerine Etkisi.......................25 0.2. Cumhuriyet Öncesi Dönemde Merkez-Çevre Karşıtlığı.......................30 0.2.1. Yenileşme Öncesinde Merkez-Çevre Karşıtlığına Genel Bir Bakış....30 0.2.2. Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Taşra ve Merkez........................................42 0.2.3. II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete: Taşraya Yönelik İlk Dikkatler .......50 1. BÖLÜM CUMHURİYETİN ERKEN DÖNEMİ VE DÖNÜŞTÜRÜLEN TAŞRA (1923-1950) ......61 1.1. Merkezden Taşraya Bakışta Ana Akım.............................................................. 74 1.1.1. İnkılâbın Yanında Yer Alan Yazarlar............................................................ 74 Yeşil Gece’de (1928) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi......................................................................................82 1.1.2. Merkezin “Geleneğe Açılan” Yazarları .....................................................88

1.1.3. Merkezî/Dönüştürücü Popüler Aşk Anlatıları ....................................92 1.2. Merkezî Muhafazakârlık...........................................................................................96 1.2.1. Kültürel Milliyetçi Kalemler ...........................................................................99 Çamlıca’daki Eniştemiz’de (1942) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi....................... 111 1.2.2. Milli Romantik Edebiyatın Taşrası ...........................................................121 1.3. Öncü Toplumcu Gerçekçiler...............................................................................124 Çıkrıklar Durunca (1931) Romanında Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi.......................................................................................................133 2. BÖLÜM TAŞRANIN OLUŞUMU DÖNEMİ (1950-1980)............................................................143 2.1. Toplumcu/Gerçekçi Taşra Yansıtması ...........................................................149 2.1.1. İlk Taşralı Yazarlar Kuşağı Olarak Köy Enstitülüler ...........................150 Irazca’nın Dirliği’nde (1961) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi................................................................................................. 160 2.2. Göçmenlerin Merkezleri ve Taşraları..............................................................171 Kırkyedililer’de (1974) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi........................................................................................177 2.3. Muhafazakâr Söylem.............................................................................................. 186 2.3.1. “Kültürel Milliyetçi” Muhafazakârlığın Merkezleri ve Taşraları.189 İbrahim Efendi Konağı’nda (1964) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi.......................................................... 196 2.3.2. Öncü Romantik İslami Edebiyatın Taşra Söylemi..........................204 2.4. Kentliliğin Taşrası....................................................................................................... 209 2.4.1. Varoluşçuluğun “Taşra Sıkıntısı”................................................................ 209 Tortu’da (1984) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi....................................................................................216

2.4.2. “Mavi Anadolu”cu Anadolu Yaklaşımı..................................................225 2.4.3. Psikolojik Gerçekçi Köy Yaklaşımı............................................................ 227 SONUÇ................................................................................................................... 229 KAYNAKÇA........................................................................................................... 237 DİZİN...................................................................................................................... 259

ÖNSÖZ Bugün doğu-batı çatışmasının edebi eserlerdeki aksini ele alan önemli bir edebiyat incelemesi birikimi bulunmaktadır. Ancak merkez-taşra karşıtlığı ile ilgili taşra ile iktidar arasındaki ilişkiyi sosyoloji, edebiyat sosyolojisi veya siyaset bilimi açılarından ele alan bazı çalışmalar dışında (Bulut, 2007; Zengin 2009; Ergül, 2009; Demir; 2001) söz konusu karşıtlığı ele alan bir edebi metin incelemesi birikimden söz edilemez. Bu çalışma ise, işte bu karşıtlığın cumhuriyet devri Türk edebiyatındaki gelişimini ele almak amacındadır. Başlangıçtan bugüne kent-kır, modern-geleneksel gibi ikiliklerle merkez-taşra ilişkisinin nasıl geliştiği, bunun merkezdeki edebiyata nasıl yansıdığı ve taşranın taşradan nasıl görüldüğü ve anlatıldığı çalışmanın diğer amaçlarını oluşturmaktadır. Ele aldığı olguyu, meselenin cumhuriyet öncesi izlerine de bakarak- seçilen eserler üzerinden 1980’li yıllara kadar takip eden çalışmada roman türü düzleminde merkez ve çevre arasında yaşanan tahakküm ve reaksiyon pratikleri ortaya konulmaya; modern Türk edebiyatının tarihsel seyri, merkez-taşra gerilimi olgusu odağında takip edilmeye çalışılmaktadır. “Taşra” kavramının doğasında hem merkezi kuşatma ve bütünleme; hem de ona karşıt kutuplar oluşturma gibi çelişkiler saklıdır. Çalışmanın Giriş bölümünde merkez-taşra karşıtlığının teorik çerçevesi çizilmeye ve çalışmanın metodolojisi ortaya konulmaya çalışıldıktan sonra Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan

8

Doç. Dr. Ömer Solak

süreçte taşranın merkez ile kurduğu hiyerarşik karşıtlık ilişkisine bakılmıştır. Takip eden iki ana bölümde ise dönemsel bir bakış açısıyla Cumhuriyet devrinde (1923-1980), söz konusu olgunun -tarihsel sosyal değişimlerle de ilişkili olarak- nasıl geliştiği ve değiştiği ele alınmaya çalışılmıştır. Ancak bu çalışma sosyolojik bir olgunun edebî metinlerde nasıl bir malzeme birikimi ile yer aldığını incelemek amacında değildir. Aksine ait olduğu dönemi ve ideolojik ekseni, belli başlı karakteristikleri ile en iyi yansıttığı düşünülen romanlardan hareketle, taşranın bir mekân olarak Türk edebiyatındaki seyri değerlendirilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın eser incelmesi bölümlerinde merkez-taşra çatışmasının olay örgüsü, kişiler, zaman, mekân, bakış açısı ve anlatıcı gibi anlatı bileşenlerine nasıl yansıdığı ve dil ile nasıl söyleme dönüştüğü ele alınmaya çalışılmıştır. Bu bölümlerdeki incelemeler için farklı ideolojik bağlantıları olan yedi roman (Yeşil Gece, Çamlıca’daki Eniştemiz, Çıkrıklar Durunca, Irazca’nın Dirliği, İbrahim Efendi Konağı Kırkyedililer, Tortu,) seçilmiştir. Çalışmada anılan edebi eserlere yönelik bir içerik analizine gidilmezken, -çalışmanın kapsamı dolayısıyla- yalnızca seçilmiş eserler yoluyla, Türk toplumsal hayatının farklı dönemlerinde merkezden taşraya, taşradan merkeze bakışlar, genel çizgileri ile ortaya konmaya çalışılmıştır. Ocak 2012, Konya

0. GİRİŞ

0.1. Edebi Eserde Merkez-Çevre Sorunsalı 0.1.1. Merkez-Çevre Karşıtlığı Olgusu ve Kurmaca Eserlerde Temsili “Şey”lerin giderek metalaşması ve kendi özgün değerinden soyutlanarak pazarda bir değişim aracı ve metaa dönüşmesi ekseninde dönen kapitalist ekonomi, 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkmış ve sonraki yüzyıllarda tüm dünyaya yayılmıştır. Koloni sonrası dünyasının sosyolojik yapısı üzerine uzmanlaşmış Immanuel Wallerstein, Modern Dünya Sistemi kitabında sistemleştirdiği “Dünya Sistemler Teorisi”ne göre dünya sistemi, birbiri ile yapısal bir işbölümü ve etkileşim içerisinde bulunan merkezler ve çevreler olmak üzere ikiye ayrılır. 20. yüzyılda ise dünyanın geri kalanı, bu sisteme eklemlenecektir. Ona göre merkez ve çevre arasındaki kapitalist işleyiş, eşit olmayan karşıtlıklarda gerçekleşir. Merkez, ileri teknoloji üretir ve pahalı satarken; ekonomisi tarımsal ürünlere dayalı çevre, ona ucuz işgücü ve hammadde sağlar. Öte yandan merkezle çevre arasında kalmış ve her ikisinin özelliklerini de bünyesinde barındıran Doğu Avrupa, Çin, Brezilya gibi ara ülkeler de yok değildir (Wallerstein, 2005). Türk siyaset sosyolojisinde Türk modernleşmesine dair hâkim söylem de, merkez-çevre karşıtlığı anlayışına dayanır. Bu söylemin dayanaklarından biri de, Shils’in toplumun bir merkezi olduğu argümanıdır. Ona göre merkez, coğrafi değil, kültüreldir. Merkezde konumlanmış egemen seçkinler, merkezin soyut ve kolektif değerlerini sahiplenerek ve onları kutsallaştırarak kendi iktidarlarını inşa ederler (Shils, 2002). Şerif Mardin, Shils’in bu tezini 1970’lerde yazdığı “Türk Siyasasını Açıklaya-

12

Doç. Dr. Ömer Solak

bilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri” adlı makalesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal yapısına uyarlar (Mardin, 1990: 45). İddiasına göre imparatorluğun toplumsal yapısını da merkez-çevre karşıtlığı belirler. Sarayın/padişahın, elindeki yönetici elitle bütün toplumsal yapıyı kontrol ettiği “dikey iktidar” tarzı, bu merkezcil gücü dengeleyebilecek bir burjuvazinin, piyasa ekonomisinin ve sivil toplum gibi burjuvazi kökenli kurumların ortaya çıkmasına izin vermemiştir. Öte yandan Mardin’in bu açıklaması büsbütün yeni bir yorum da sayılmaz. Max Weber’in doğu toplumlarındaki iktidar ilişkilerini açıklamak için geliştirdiği “sultanizm” teorisi de, “otoritenin şahsi takdir ve keyfiyete dayandığı patrimonial karakter”li bir dikey yapı modeli öngörür. Bu modelin merkezinde mutlak otorite olan sultan ve onun adına bu yetkiyi kullanan asker/sivil seçkinler vardır (İnalcık, 1972: 49-72). Mardin, Osmanlı imparatorluğundaki bu yapının köklerini, onun idari modelinin önemli bir dayanağı olan Selçuklu’ya kadar indirir. Sadece Selçuklunun değil, diğer Türk-İslam devletlerinin de askeri, idari ve hukuki sisteminin temelini oluşturan “ikta” usulü bile bu dikey yapıyı üretmiştir. Ülke arazisinin saraya ait “has”, ordu mensuplarına bölüştürülmüş “ikta” ve “haraci” olmak üzere üçe ayıran bu sistemde, sultanlar, sipahilerin ve vergi memurlarının özel kaleler yaptırarak veya zenginleşerek olarak karşılarına yerel güç odakları olarak çıkmalarının önlemini alırlar(Mardin, 1990: 30). Ahmet Çaylak’a göre de “Türk siyasal kültüründe iktidarın meşruiyetini sağlayan hakikat (hikmet), bir şekilde ‘merkez’in tekelin”dedir ve merkez, “bu hakikatin asla ötekilerce tartışılmasına izin ver”mez (Çaylak, 2007: 142). Ancak sulh dönemlerinde iyi işleyen bu otoriter yapı, ekonomik ve sosyal sıkıntıların baş gösterdiği dönemlerde sorun oluşturur. Yunus Koç, Celali isyanlarını ele alan çalışmasında bu durumu şöyle açıklar: Osmanlı toplumunda aşağıdan yukarıya tabakalar arası geçişken-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

13

lik sorunları yaşandığı XVI. yüzyılın ilk yarısında1 “toplumsal statü değiştirmenin önemli alanlarından birisi olan askeri sınıfın kapıları halka kapan”mış ve genç nüfus “statü değiştirmenin diğer alanına, medrese önüne” yığılmıştır. Ona göre Celali isyanlarının ortaya çıkışının sebeplerinden biri de kapasiteleri sınırlı olan medreselerdeki tıkanmadır (Koç, 2005: 230). Merkezin taşraya bakışını ve taşranın tepkisini ortaya koyan bu açıklama, söz konusu ilişkideki gerginliğin Osmanlı duraklama dönemindeki manzarasını verir. Devlet merkeziyetçi bir yapıda olduğundan merkez-çevre ilişkileri çok daha belirgindir. 19. yüzyılda Almanya ve İtalya gibi ülkelerde merkez-çevre çatışmalarının hissedilmemesi, merkezi hükümetin belirleyici ve güçlü olmaması ile ilgilidir (Turan, 2004: 51-53). Öyle ki Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat’la işbaşına gelen bürokratlar da, devleti batılı bir modernizasyona tabi tutmak adına sulatanların bu dikey gücünden vazgeçememiştir. Öte yandan -birtakım anlayış farkları bulunmakla beraber- Cumhuriyetin yönetici kadrolarına hâkim olan anlayış da aynıdır (Mardin, 1999: 46). Kahraman, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi I adlı kitabında bunu şöyle izah eder: Cumhuriyet döneminde merkezde ordu, aydınlar ve bürokrasiden oluşan bir “tarihsel blok” ve onun karşısında; taşra burjuvazisinden, köylülerden, dini odaklardan ve diğer başka bileşenlerden oluşan bir karşıt gruplaşma vardır (Kahraman, 2008: 123). Kitapta 20. yüzyıl Türkiye tarihine damgasını vuran (ve yansımaları kültürde, sanatta, edebi eserlerde gözlemlenebilen) bu iki kutbun iktidar mücadelesi, birtakım dönemlendirmelere gidilerek açıklanmaya çalışılır: Kahraman neredeyse yüz yıldır merkez ve çevrenin sırasıyla iktidar olduğunu iddia eden bir dönemsellik ortaya koyar: 1908– 1930 “Kurucu dönem” ve merkezin egemenliği, 1930–1950 “konsolidasyon dönemi” ve yine merkez egemenliği, 1950–1960 ilk kırılma ve egemenliğin çevreye geçişi; 1960–61 “restorasyon dönemi” 1

Özellikle XV. yüzyıldaki dinamik yapının yerini yavaş yavaş statikliğe bırakmasının ve nüfus artışı ve fiyatların yükselmesi gibi genel nitelikli faktörlerin de tesiri ile bu durum belirginleşecektir.

14

Doç. Dr. Ömer Solak

ve egemenliğin merkeze iadesi, 1961–65 merkez kontrollü geçiş dönemi, 1965–71 “demokratik tepki dönemi” çevrenin egemenliği geri alışı, 1971–1973 yeni bir restorasyon dönemi ve merkez egemenliği ve modernist tutuculuk, 1973–1980 ikinci “geçiş dönemi”, çevrenin kalkışmaları ve ideolojik kaymalar; 1980–83 yeni bir restorasyon dönemi, retrospektif modernleşmeci yeni bir merkezi egemenlik, 1983–87 demokrasiye ve çevrenin egemenliğine kontrollü geçiş (çevrenin siyasal dönüşümü), 87–91 çevrenin yanında merkez de bir dönüşüm içinde, 91–95 merkezde bir çözülme ve çevrenin radikalleşmesi, 1997–2002 yeni bir restorasyon dönemi ve çevrenin yenilenmesi (Kahraman, 2008: 182). Kahraman ayrıca Türkiye toplumundaki esas kutuplaşmanın merkezdeki bu modernleştirici elitle modernleşmeye şu veya bu şekilde direnen, ona karşı kendi ara çözümlerini üretmeye çalışan kitleler arasında olduğunu söyler. Kısacası Osmanlı’dan modern Türkiye’ye uzanan çizgide Türk toplumsal yapısında doğu-batı çatışması gibi önemli toplumsal çelişkiler ve karşıtlıklar yaşanmıştır. Aşağı yukarı Türk toplumunun batılılaşma ile yaşadığı dönüşümle aynı yaşta olan “yeni Türk edebiyatı”, biraz da bu karşıtlıkların edebiyatıdır. Nurdan Gürbilek, Kör Ayna Kayıp Şark adlı incelemesinde modern Türk edebiyatının bir doğu-batı çatışmasından doğduğunu savunur (Gürbilek, 2004). Çatışmanın bir tarafında batının değişmeye zorlayan etkisi karşısında adeta bir refleks olarak doğulu kimliğine sarılanlar; öte yanında ise modernleşme ile doğulu kimliğini bir yana iterek batının yanında konumlanmaya çalışanlar vardır. Berna Moran’a göre ise “Tanzimat’ta batılılaşma hareketinin bir parçası olarak başlayan Türk romanının (da) ana sorunsalı 1950’lere kadar batılılaşma olmuştur” (Moran, 1999: 7). Özellikle Tanzimat, Edebiyatı-ı Cedide ve II. Meşrutiyet devri romanlarında bu çatışmanın bütün izlerini görmek mümkündür. Merkezle çevre arasındaki bu diyalojik ilişkiyi iyi anlamak için, onların son yüz elli yılda Türk siyasi tarihinin ideolojileri ile kurduğu etkileşimlere de bakmak gerekir. Merkezi veya çev-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

15

reyi temsil eden grupların yaklaştığı veya uzaklaştığı ideolojilerle ilişkisinin tarihi, her devirde edebi metinlere yansımıştır. Yazarlar, ait oldukları sosyopolitik zümrelerle ve içinde bulundukları ideolojik iklimle alakalı olarak merkez çevre karşıtlığında bir tarafta yer almışlardır Ancak bu çözümlemeyi yaparken yazarların bireysel özelliklerini ve ait oldukları edebi mesleklerden gelen karakteristikleri de göz ardı etmemek gerekir. Kurmaca karakterli anlatılarda Türk edebiyatının ana akımını oluşturan merkezi edebiyat ile taşra kökenli edebiyatların taşraya bakışları varoluşsal sorunlar taşır.2 Bu sorunları anlamak için Türkiye’nin içinden geçtiği sosyo-politik dönemleri ve Tanzimat, II. Meşrutiyet, Cumhuriyet gibi birtakım kronolojileri gözden uzak tutmamak gerekir. Çalışmada Türk edebiyatına yansıyan taşra-merkez ilişkisi, Türk yenileşme devri edebiyatının geniş periyodik aralığı içinde okunmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla bu geniş aralıkta merkez ve taşra arasındaki var olduğunu düşünülen karşıtlığın edebi metinlerdeki aksine bakarken birtakım dönemlendirmelere ve tasniflere gidilmiştir. Bu yolla ideolojik veya sosyolojik temelli gruplandırmalar içinde araştırılan olgunun nasıl geliştiği görülmek istenmiştir. Ki bu kronolojik ve ideolojik tasnifin merkez-taşra ilişkisi bağlamında ve roman türü özelinde olduğu unutulmamalıdır.3 Her bir dönemde işlenen olgunun edebi metinlerdeki izlerine geçmeden önce o dönemin sosyopolitik manzarası ve bu manzarada taşra-merkez ilişkisi roman ve öykü odağında değer2

3

Bu çalışmada her yazarın taşrasının farklı olduğu; yazar ve eser arasındaki bağlamda taşralı olmak, taşradan yazmak veya taşrayı yazmanın oldukça farklı olgular olduğu da bu çalışmada dikkate alınmıştır. Edebiyatta taşra, iktidarın bakışına, kentlinin bakışına, taşra kökenlinin bakışına göre değişkenlik gösterir. Bu anlamda yararlanılan tasniflerden biri de Alemdar Yalçın’ın Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı adlı çalışmasındaki örnektir. Yalçın, eserde Cumhuriyet döneminin başlangıcından 1950’li yıllara kadar Türk romanını a. Sosyal ve Siyasi Olayları Esas Alan Romanlar, b. Anadolu Romanları, c. Tarihi Romanlar ve d. Aşk Romanları olarak dört gruba ayırır.

16

Doç. Dr. Ömer Solak

lendirilmeye çalışılmıştır. Her bir ana bölümün başındaki bu genel bakışın ardından dönemlerinin ideolojik atmosferi ile yakından irtibatlı edebi gruplaşmaların taşraya ve merkeze bakışı ele alınmıştır. Bu kısımda belli başlı yazarlar ve eserler üzerinden taşra ve merkez algıları tanıtıldıktan sonra seçilen bir romanın örneğinde söz konusu algıların tezahürlerine bakılmıştır. Örnek olarak incelenen eserlerin ait olduğu dönemi ve dönem içi gruplaşmaları iyi bir şekilde örneklemeleri esas alınmıştır. Geniş bir periyodik aralığı kapsayan çalışmalarda genelleme yapabilmek için fazla sayıda eser üzerinde çalışmak zorunluluğu, eserler üzerinde derinleşmek ve onlardan doyurucu örnekler verebilme imkânını vermez. Dolayısıyla zaman aralığının genişliğinden dolayı araştırılan olgu üzerinde, birkaç eserin örneklemi ile derinleşilmeye çalışılmıştır. Böylece eserlerinin içinde şekillendiği düşünsel ve sosyal ortamın pratiğe dönüşümü de izlenmiş olmaktadır. Eserlerin incelemesinde olay örgüsü, kişiler arası karşılaşmalar ve bu karşılaşmaların beraberinde getirdiği çatışmalar, tema, zaman ve mekan gibi anlatı bileşenlerinin merkez ve taşra karşıtlığı ile ilişkisi ortaya konulmaya çalışılmıştır. Zira merkez-taşra ilişkisi gibi bir olgu, eserin temel iletisi, yazarının bu iletiye karşı tutumunun dile yansıması (söylemi) ve edebi metnin dönemin diğer metinleri ile bağlantısı gibi yönlerle yakından ilişkilidir. Çalışmada bu ilişkiler ele alınırken -metin merkezli yöntem aşılarak eserin ait olduğu dönem veya ideolojik gruplaşma ile ilişkisi; yazarın diğer eserleri içindeki yeri ve yazarın biyografisi ile paralellikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu kapsamda yazarın kısa biyografisi ve anlatının olay örgüsü gelişimi dipnotta kısaca özetlenmiştir. Keza merkez-taşra ilişkileri bağlamında kentli yazarların taşraya veya kendilerine bakışları ve taşralı yazarların taşraya ve merkeze bakışları şeklinde iki ayrı bakış açısı bulunup bulunmadığı sorusuna yanıt aranmıştır. Öte yandan bu çalışmada sosyolojik bir gaye güdülmediği, sadece sosyal çatışmaların edebi metne nasıl yansıdığının açıklanmaya çalışıldığı belirtilmelidir.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

17

Ayrıca çalışmada edebi anlatıların yazarlarının orijinleri, kurmaca karakterleri veya siyasal ve toplumsal olayları işleyişleri ile yaşadıkları dönem arasında bir ilişki olup olmadığı sorusu öne çıkarılmaktadır. 0.1.2. Bir Yerleşim Alanı Olarak Kır (Köy/Kasaba) ve Kent Sosyal unsurlarının belirli bir zamanda gösterdiği duruma sosyal yapı; bu unsurların bir zaman süresi içerisinde gösterdiği farklılaşmaya da sosyal değişme denir (Yurttaş, 2007: 13). Mübeccel Kıray, sosyal yapıyı “müesseselerin insan ilintilerinin ve bunların karşılıklı münasebetlerinden doğan sosyal değerlerin birbirini karşılıklı olarak etkiledikleri bir bütün” olarak tanımlar. Ona göre bu bütün, “her zaman aynı olmayan hız ve tempoyla değişir” (Kıray 1982a: 15; 1964: 6). Öte yandan sosyal değişme ile sosyal yapının değişmesi, kent ve kırda birbirinden farklı gerçekleşir. Kentler, daha çok kırdan gelenlerin yığıldığı çeperleri ile sancılı bir ilişki içinde değişirken; kırsal alanların yerleşim tipleri olan kasaba ve köylerde bu değişim, bambaşka dinamiklerle çok daha yavaş meydana gelir. Bu yerleşim birimlerinden en küçüğü olan köy, Büyük Türkçe Sözlük’te “okul, cami, muhtarlık vb. toplumsal ve dinsel kuruluşları, komşu köyden ayrıldığı sınırları, tarla, otlak ve korusu bulunan, halkının yaşamı aşağı yukarı tümüyle toprağa bağlı olan yerleşim biçimi” olarak tanımlanır (Büyük Türkçe Sözlük “köy”). Farsça kökenli bu kelime olan köy, hemen bütün sözlüklerde kasabadan ayrı ve daha küçük bir yerleşim birimi olarak tarımla ilişkilendirilir.4 Köyden 4 Fakat kelimenin tarım kavramı ile ilişkisi Arapça “ziraat” veya Farsça “rençper” kelimeleri ile beraber kullanılmasında da görülür. Öte yandan bu kavram, Farsça “çift”te “+lik” eki getirilerek bir çift öküzle sürülebilecek ekim yeri anlamında çiftlik kelimesi ile Türkçeleştirilmiştir. Osmanlı toprak rejiminde bir çift öküzü olan reaya ailelerinin oluşturduğu sosyolojik birimleri de karşılayan “çiftçi” kelimesi bu terimden doğmuştur. “Çiftlik” ise çift sürülen yer anlamı ile ilişkili olarak “tarım ve hayvancılıkla uğraşılan, kimi tarım ve hayvan ürünlerinin işlendiği, tek evle köy arası bir kırsal yerleşme türü” olarak tanımlanır (Büyük Türkçe Sözlük “mezra”).

18

Doç. Dr. Ömer Solak

daha küçük bu tarımsal birimlere Arapça “ziraat” kelimesi ile aynı kökten gelen “kırsalda birkaç evden oluşan en küçük yerleşim birimi” anlamda “mezra” denilmesi ise çok daha yenidir (Büyük Türkçe Sözlük “mezra”). Osmanlı Türkçesinde ise tarımla uğraşanlar anlamında “köylü” değil, “reaya” kelimesi tercih edilir. Nitekim Şanda “köylü kelimesinin sosyal bir terim olarak meydana çıkması, Türkiye’de kapitalist ekonominin geliştiği zamanlara rastlamaktadır” sözleri ile bunu onaylar (Şanda, 1970: 13). Türkçede “köy” kelimesine, “Selçuklular devrinin sonlarında itibaren birçok yer adında” rastlanmaktadır (İslam Ans. “köy”). Tahrir defterleri gibi Osmanlı kayıtlarında “köy” yerine daha çok “karye” tercih edilirken,5 bazı toponomik kalıplaşmalarda da olsa bu kelimeye rastlanır. (Barkan, 1980: 582). Örneğin Karadeniz’in kuzeyinden İstanbul’a getirilen Karai Yahudilerin yerleştirildikleri yere “Karai köy” (>Karaköy) denilmesi (İnciciyan, 1950: 82) veya Fatih’in fethe müteakip, İstanbul’u imar etmek için Hıristiyan aileleri iskân ettiği yerleşimlere “kul köyü” denilmesi bu durumu destekler. “Vaniköy” veya “Polonezköy” örnekleri de “köy”ün bugünkü anlamının yanında eskiden kent içindeki bir takım etnik yerleşim alanlarını tanımlamak için de kullanıldığını gösterir. Demirtaş Ceyhun’a göre Osmanlı uç beyleri, Bizans feodal sistemini çökertmek için tekfurların egemenliklerine son vermiş ve kendi askeri tarım sistemi olan “tımar”ı kurmuştur. Osmanlı ekonomisinin belkemiğini oluşturan tarım nüfusu da daha çok kasabalarda meskûn Bizans bakiyesi nüfus ile kırsala yerleştirilen Türkmen göçerlerinden oluşmuştur. (Ceyhun, 1996: 75). Yüzyıllar boyu fazla değişmeden devam eden bu yapı, tarımsal alanlara özel mülkiyeti tanıyan 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile kısmen değişmeye başlayacaktır. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarımsal üretimde yaşanan değişimle birlikte “köy”, “karye”, “çift”, “çiftlik”, “mezra”, “reaya” gibi birçok söz, kendiliğinden anlam değişikliklerine uğramıştır. Nitekim ida5

Çoğulu “kurra” olan karye, tarım yapılan yöre anlamında köye eş anlamlı Arapça kökenli bir kelimdedir.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

19

ri örgütlerle de donatılan en küçük kırsal yerleşim birimlerine, Tanzimat bürokrasinin hazırladığı kanunlarda da “karye”nin yanında “köy” de denilmeye başlanacaktır. 1924 tarihli Köy Kanunu’nda nüfusu 2000’e kadar olan yerleşim birimleri köy, 2000-20.000 arasındakiler kasaba, 20.000’den fazla olanlar ise şehir olarak nitelendirilir (Yurttaş, 2007: 39). 1927’de yapılan bir nüfus sayımına göre Cumhuriyet’in ilk yıllarında 13.6 olan nüfusun yaklaşık yüzde 70’i (9.2) kırsal kesimde yaşamaktadır (1927 Genel Nüfus Sayımı, 1929: IV). Nitekim Atatürk de o dönemdeki pek çok nutkunda “milletimizin ekser-i azimesi çiftçi ve çobandır” diyerek bu duruma dikkat çeker (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II: 101). Bu sebeple, bu geniş nüfusun şartlarını iyileştirmek için pek çok aydın ve devlet adamı, torak reformunu dille getirir. Ne var ki tasarı, Atatürk tarafından 1928’de gündeme getirilse de, uzun yıllar sürüncemede kalır. 1945’te tekrar meclis gündemine geldiğinde ise çoğu tek parti yönetiminde ocak bucak başkanı veya mebus olan büyük toprak sahipleri tarafından içeriği boşaltılarak yasalaşır (Çamurcuoğlu, 2009). Kasaba ise kırsal alan yerleşimlerinin en karakteristik birimidir. Sadece bir yerleşim ve nüfus alanı olmayan kasaba, kırsal alanın sosyokültürel yapısını şekillendiren en önemli birimdir. Amerikalı iktisat tarihçisi Gras, iktisadi aşamaları beş kısma ayırdığı çalışmasında6 dördüncü safha olarak belirlediği “kasaba ekonomisi”nin doğuşunu, pazarı olan bir köyde ürettiklerinin fazlasını satabilecek ve rekabet edebilecek bir tüccar sınıfının meydana gelişi ile açıklar. Köyün dönüşmüş hali olan kasabanın belirleyici özelliği ticarettir. Civar köyler için bir cazibe oluşturmaya başlayan merkezi köy, giderek kasabalaşmıştır (Eröz, 1982: 326). 6

1. Toplayıcılık ekonomisi, 2. Göçebelik ekonomisi, 3. Yerleşik köy ekonomisi, 4. Kasaba ekonomisi, 5. Metropolis ekonomisi olarak belirlenen evrelerin birincisinde insanlar kara ve deniz hayvanları avlar; yemiş ve yosun toplayıp, toprak altındaki yabani soğan ve kökler çıkararak beslendikleri için toplayıcıdırlar. İkinci safhada bitki ve hayvan yetiştirmeğe başlayıp hayvanları evcilleştiren insanlar ileriye doğru bir adım atarlar. Yerleşik köy ekonomisi olan üçüncü safhada tarımla uğraşan gruplar, belli bir noktalarda yavaş yavaş yerleşerek yerleşik köy ekonomisine geçerler.

20

Doç. Dr. Ömer Solak

Kırsal alanın karakteristiğini oluşturan bir başka birim de kasaba ile şehir arası bir birim olan “ilçe”dir. Hem kent, hem kır özellikler taşıyan ilçeler, sosyal yapı araştırmalarında ihmal edilen bir alandır. Burada kentlilik, yerellik, modernlik ve geleneksellik gibi süreçler, geçirgen bir biçimde birlikte işlerken; monolitik bir toplumsal yapı hâkimdir. Sıkı ilişkilere dayanan gelenekçi yapıyla modern talep ve eğilimler bir arada bulunurken; geleneğin durağan “düzen”i içinde “değişme” durumu ilginç bir çelişki ile gerçekleşir (Karakaş vd., 2007: 1). Gras’ın aşamalı teorisine göre son aşama olan “metropolis”; büyük kasabaların genişleyerek, büyük sosyoekonomik yapılar olan kentlere dönüşmesi ile oluşur. Daha farklı ve çetin ticari şartları olduğu için kasabanın küçük tüccarları, metropolisin büyük ticari sistemine tabi olur.7 Büyük şehirler, uzmanlaşmış üretim yapısı, sınıflaşmış toplumsal ilişkileri ile yepyeni ve farklı bir toplumsal birimdir (Eröz, 1982: 327). Türk toplumsal tarihinde ise kentlerin oluşumu batıdaki seyir ile büyük benzerlikler taşımaz. Asya Türk devletlerinde merkez, yazları hükümdar ve maiyeti ile gezici bir özelliktedir. Göktürk hakanlarının biri yaylaklarda, öteki su kıyılarındaki evlerden kurulu iki merkezleri bulunmaktadır (Kafesoğlu, 2003: 309). Şehir kavramını karşılamak üzere etrafı surlarla çevrilmiş askeri başkentler olan “balık” yanında Soğdca’dan geçmiş bir kelime olan “kent” kullanılmaktadır. Öte yandan bazı Türk boylarının yerleşik hayata geçtikleri görülür. Uygurlar, 9. yüzyıla dek Ötüken, Hoço ve Turfan şehirlerinde incelmiş bir yerleşik kültür ve sanat ortaya koyarlar. Takip eden yüzyıllarda ise Kaşgar ve Balasagun İslamlaşmış Türk şehirleri olarak öne çıkar. 13. yüzyıldan sonra Harezm, Semerkant ve Buhara’nın yükselişi başlar. Oğuzlar gibi boylar Arap, İran veya Bizans kültür çevrelerine girdikçe kelimeler de onların içerdikleri manalar da değişecektir. Tebriz, Gence, Konya, Bursa ve nihayet İstanbul, Türk kültürünün en incelmiş örneklerinin sergilendiği şehirler olacaktır. 7

Son zamanlarda “metropolis”, çok daha büyük nüfuslu iktisadi ve siyasi merkezleri ifade eden bir kavram olmuştur.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

21

Bu seyirle birlikte kelimeler de semantik ve fonetik değişikliklere uğrayacak örneğin Mısır Kıpçakçasında ise “kent”, köy veya küçük kasaba anlamına evrilirken “şehir” ve “şar” sözleri, kentin yerini alacaktır (Ögel, 1985: 239). Şehir, uygarlıkların ortaya çıktığı ve tezahürlerini en belirgin bir şekilde sergilediği yerdir. Öyle ki doğu ve batı dillerinin pek çoğunda “medeniyet” kelimesiyle “medine” (şehir) kelimesi aynı anlamda kullanılmıştır. Şehirler, kültürün ve zanaattan ayrılmış sanatın merkezler olmuştur. Yönetimin merkezi oluşu, sermaye birikiminin, ticaretin, boş zamanın ortaya çıkışı ile sanat arasındaki ilişki ise yadsınamaz. 0.1.3. Edebî Metnin ve Zihniyeti ve İdeolojisi Edebi metinlerin disiplinler-arası incelemelerde nasıl kullanılacağı, metodolojik bir sorundur. Bu konudaki farklı görüşlerden birine göre araştırmacı, edebi eserin edebi özelliklerine değil, onun araştırdığı olguya ilişkin verilerine odaklanmalı ve bulgularını sosyal bilimlerin dili ile ifade etmelidir. Ayrıca okuma deneyimine tarih, sosyoloji, psikoloji gibi disiplinlerin yöntem ve bilgilerini de dâhil etmesi gerekebilir. 8 Bir başka görüşe göre de kurgusal doğasından dolayı edebî eser, toplumsal belirlemeler için kullanılamaz. Ancak Eagleton, edebî metinlerin öznel duygularla ve imgelerle dolu olduğu için edebiyatın bir bilim olmadığı ve onun verilerinin rasyonel bilim alanında kullanılama8

Disiplinler arasındaki sınırların katı bir şekilde korunmaya çalışıldığı Türkiye’deki akademik ortamda, Türk edebiyatı bölümlerinde edebiyat sosyolojisi alanındaki çalışmaların yetersiz olusu, bu tezin yazılması için bir gerekçe sayılmalıdır. Toplumun edebiyatı şekillendirme yetisi kadar edebiyatın da toplumu dönüştürücü gücü dikkate alındığında, edebiyat ve toplum ilişkisinin tek taraflı olmadığı, bu ilişkinin çok boyutlu bir yapısı olduğu anlaşılır. Buna göre edebiyat, ne toplumu yansıtan bir belgeden ibarettir, ne de toplumun tamamen dışında özerk bir yapıya sahiptir. Benzer şekilde, sistematik bir edebiyat sosyolojisi araştırmasının tek boyutlu bir çalışmaya dönüşmemesi için, nicel çözümleme kadar nitel çözümlemeye de yer vermesi gerekir. Bu noktadan hareketle, bu çalışmada sayısal verilerin analizinin yanı sıra metinlerin içeriğinin de analiz edilmesi amaçlanmıştır.

22

Doç. Dr. Ömer Solak

yacağı savının 18. yüzyıl pozitivizmine dayandığını söyler. Kaldı ki bazı edebi türler, kurmaca bile değildir (Eagleton, 1996: 9-14). Her ne kadar edebî metin sanatsal bir dile ve bir söyleme sahip olduğu için onlar üzerinden toplumsal olgulara bakmak kesin sonuçlar vermeyebilirse de bütün metinler, -kurmaca olanlar da dâhil olmak üzere- içinde üretildiği toplumdan ve onun iktidar ilişkilerinden bağımsız değildir. Öte yandan bir disiplinler arası alana hangi disiplinden bakıldığı da önemlidir. Ahmet Cuma, “edebiyat sosyolojisi” ve “edebiyatın sosyolojisi” kavramları üzerinden bu disiplinler arası sınırı şöyle açıklar: “Edebiyatın sosyolojisi’ daha çok sosyolojiye yakın iken, sosyolojik edebiyat incelemesi de diyebileceğimiz ‘edebiyat sosyolojisi’ ancak edebiyat bilimi donanımına sahip kişilerce yürütülebilir.” (Cuma, 2009: 87). Cuma’nın işaret ettiği konudaki tartışmalara farklı yönlerden izah getiren ve Şan ve Aydın’ın açıklamalarına (Şan, 2004; Aydın, 2009) girmeden elinizdeki çalışmanın edebi metinleri malzeme olarak kullanan bir edebiyat sosyolojisi çalışması olmadığı belirtilmelidir. Aksine roman ve öykü gibi kurgusal türlerdeki sosyal ve kültürel olguların metin bütünlüğü içerisinde söylem, dil, üslûp ve anlatı düzlemi ile ilişkisi çözümlenmeye çalışılmıştır. Taşra ve merkezin karşılıklı algılarındaki dönemsellikler üzerinden, eserlerin taşraya ve merkeze bir mekân olarak nasıl yer verdiği ve bunun edebî unsurlarla ilişkisi söz konusu edilmiştir. Öte yandan ele anılan kurgular, gerçeklikle temas etmeyen metinler değil; Türkiye’nin sosyo-politik tarihinde şekillenen ve bu tarihi şekillendiren metinler olarak alınmıştır.9 Kaldı ki kur9



Bir edebi eserde ifade edilen düşünceleri, bire bir yazarının bakışı saymak, ancak bir çeşit “niyet yanılgısı” (intentional fallacy) olacaktır. Bu ön kabul, eserin kurgusallığını ihmal etmiş olacağından peşin bir yanılgıyı da beraberinde getirecektir. Bu alanda bir başka yanılgı da yazarı adının önüne eklenen “ideolojik” sıfatla değerlendirmektir. Bu, büsbütün bir “yakıştırma” değilse bile, onun tüm edebiyat yaşamına egemen olan bir anlayış da değildir. Bazı eserlerinde bu sıfatın öngördüğü özellikler bulunmaktayken; bazılarında bambaşka bir takınmış olabilir.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

23

maca metinler, yaşamın bire bir temsili değilse de, onun öznel veya sosyal yanlarının “sembolik olarak kodlanması” ile oluşur (Lehtonen, 2000: 13). Roman ve öykü, olayları belli bir zaman içinde ve kişilere bağlı olarak sunuşu; toplumsal ve bireysel kimlik inşası ile yakın ilişkisi sebebiyle sosyal belirlemelere en uygun anlatılardandır. Başı sonu belli ve tutarlı bir anlatı yaratma süreci olan kimlik, insan, eylemlerini ve kimliğini bir anlatı biçiminde yapılandırır (Benhabip, 1996: 127). İncelememize konu olan anlatılar; vakaları ve karakterleri (onların olaylara verdikleri tepkileri ve çatışmaları, kendilerini nasıl tanımladıkları ve konumlandırdıkları) ile kültürel metinlerdir. Yazarın kökeni, içinde yer aldığı topluma ve onun iktidar ilişkilerine karşı pozisyonu da edebi metni belirler. Dolayısıyla edebi eserler, hem bizzat toplumla ilişkileri hem de yazarları dolayımından10 toplumun dinamiklerinden ve zihniyetinden etkilendikleri, yayımlandıktan sonra da toplumu etkilendikleri için önemlidirler. Edebi eserin sosyal ve politik konumunu belirleyen “zihniyet”i Sabri Ülgener, “Dünyaya ve dünya ilişkilerine içten doğru bir tavır alış” olarak tanımlarken (Ülgener, 1983. 19); Alex Murchielli, “bir değerler sisteminden çok bir davranışlar, tutumlar bütünü” olarak kabul eder (Murchielli, 1991: 40). Bir zihniyet; ferdin kendi içinde yaşadığı dar grupların değerleri (ailesi, mesleki veya siyasi grubu), milli kültürel grubunun değerleri (Fransız toplumu) veya daha geniş kültürel grubunun değerleri (mesela batı medeniyeti) gibi çeşitli mensubiyet gruplarıyla ilgili değerler dizisinden oluşur. O halde zihniyetler (rasyonalist, ampirik, bireyci...) batı zihniyeti; (bireyci, anarşist, eleştirel ...) Fransız zihniyeti ya da şu veya bu kültürel ideolojik veya mesleki grubun zihniyeti gibi iç içe bütünleşik bir yapı arz ederler (Muchielli, 1991: 47). Edebiyatın sosyal fonksiyonunu anlamak için o edebiyat içindeki farklı sosyopolitik meyillerin tesirini de göz önünde 10 Gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemlerinde yazarların çoğunun yaşadığı toplumun bir siyasal düşünürü bir reformcusu olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.

24

Doç. Dr. Ömer Solak

bulundurmak gerekir. Kaldı ki edebiyat, insan kişiliğini devamlı göz önünde bulundurarak, onu bağlı bulunduğu sosyal grubun içinde görmeli ve öyle incelemelidir. Her biri bir sosyal kitleyi harekete geçirebilecek ve onları anlatan metinler üreten bu gruplar ve kendini ona yakın hisseden yazarların eserleri, bir dönemi ve grubu anlamak için paha biçilmez anahtarlardır. Kaldı ki bir yazarın bir konuyu işlemesi onunla duygu ortaklığı sağlaması ile mümkün olur. Onun için de sağlam bir edebi estetiğe ve sosyal anlayışa sahip olması gerekir. Yazarlar, toplum davalarını insan açısından görerek çok daha parlak bir halde işler ve onu onların topluma nüfuz etmesini sağlarlar. Onların bunlara karşı konumu ise kuşkusuz önemlidir. Bunu ortaya koyabilmek için “yazarların biyografileri, hakkında tam ve sağlam bilgiye ihtiyaç duyulur. Çünkü yazar, çok defa geldiği sosyal zümrenin görüşlerini ifade eder” (Karpat, 1962: 5). “Türkiye’nin sosyal tarihini yazacak olanların ilk sağlam kaynağı şüphesiz ki edebiyat olacaktır.” (Karpat, 1962: 10). Zira “Bir hareketin duygu ve düşünce cephelerini hazırlayan, aydınları ondan yana çeken edebiyat”tır (Karpat, 1962: 3). Ancak edebiyatla toplumsal değişme arasında bağlantı, düşünce akımlarını göz önünde tutmadan incelenemez. Onları etkileyen düşünce akımları yadsınırsa edebi metinler, bütün cepheleri ile ortaya konulamaz. İlk bakışta birbirine zıtmış gibi görünen iki yazar, aslında aynı toplumsal gerçekliğe iki ayrı düşünsel cepheden bakıyor olabilir (Karpat, 1962. 10). Bu nedenle Türk edebiyat tarihinde merkez-taşra karşıtlığının seyri, toplumsal veya siyasal değişmelerden, edebi ekollerden ve yazarlarının bireysel üsluplarından ayrı düşünülerek değerlendirilemez. Bu karşıtlığı ele alırken tek taraflı bir bakış –yani merkezin bakışı- da doğru manzarayı göstermez. Zira edebiyat tarihimize dair değerlendirmeler, şimdiye dek daha çok merkezde gelişen ve ana akımı temsil eden edebî hareketlere odaklandığı için ülke coğrafyasının genel edebi manzarasını kucaklayamamıştır. Hâlbuki merkezin dışında da, hem nicel hem de nitel anlamda önemli bir edebi faaliyet devam etmektedir. Merkez

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

25

tarafından “taşra” olarak nitelenden bu geniş alandaki edebi faaliyet, çoğu merkezde konumlanmış ediplerce veya edebiyat tarihçilerince genellikle görmezden gelinmiştir. Taşrada çıkan bir edebi derginin editörü olan Ahmet Bozkurt, bu durumu şu şekilde sıralar: Merkezde/İstanbul’da “kendilerini edebiyatın merkezinde gören egemen sınıf ”a göre, taşra hiç bir zaman ülkenin edebi manzarasına hâkim olacak kadar belirleyici olamaz. Ana akıma “taşradan merkezi yönlendirecek bir ses, bir dil oluşamaz. Onlar sadece Anadolu kültürü içerisinde bir renk bir farklılık olarak kaldıkları müddetçe ve bu toprakların geçmiş zenginliğini kendilerine hatırlatacak romantik bir araç olmaları ölçüsünde bir anlam taşıyacaktır.” Taşra, sanatta “tamamen yerlici folk düşünceye yapılan vurgularla” gündeme gelebilir. Bu, taşra kelimesinin içerdiği uzaklık ve merkezin dışında olma anlamına da uyan bir durumdur. Merkez tam da bu sebepten taşraya “hep folk bir söylemle yerelliğini devam ettiren bir mazlumluk edebiyatı ile temas eder; onu nostaljik geçmiş imgesini sürekli canlı tutulduğu romantik bir tavırla yerlilikle beraber düşünür (Bozkurt, 2004: 18) 0.1.4. Romanda Çatışma ve Diğer Anlatı Bileşenlerine Etkisi Çatışma, insan ilişkileri bağlamında anlaşmazlık halinin vardığı bir uç noktadır. Bir edebiyat terimi olarak çatışma, kurmaca metinlerde olay örgüsünün temel belirleyicisidir. Öyle ki vaka; bir çatışmanın varlığıyla gelişir, giderilmesi ile de çözülür ve biter. Yazar, bir kurguda olay(lar)ı örerken anlatısallığa zarar vereceği kaygısıyla bir tekdüzeliğe düşmek istemez. İhtiyacı olan şey, iyi bir olay örgüsü ve çatışma(lar) eksenidir. “Birbirine karşı veya aksi istikametteki güçlerin oyunu” çatışmayı doğurur (Aktaş, 1984: 134). Bir anlatının edebi bakımdan güçlü olması yapısının sağlam temellere oturtulması ile mümkündür (Tekin, 1989: 17). Çatışma, ilkin Antik Grek edebiyatında trajedide merkezi mücadeleyi tanımlayan “agon” kelimesi ile tanımlanır (“agon”, Dictionary of Greek and Roman Biography and Mythology).

26

Doç. Dr. Ömer Solak

Aristo’ya göre ilgiyi ayakta tutmak için kahraman basit ve yalın bir çatışma içinde tutulmalıdır. Öyle ki ana karakteri (protogonist) ve karşıt karakteri (antagonist) kuşatan bu çatışmanın hem sonucu önceden tahmin edilememeli hem de yüce hedeflere ilişkin olmalıdır. Trajik ve dramatik unsurlar barındırmayan çağdaş edebiyatta bile çatışma, entrik unsurun en önemli ögesidir. Ancak ister iç, ister dış çatışma olsun kahramanı kolay bir zafere götüren çatışma değersiz bulunur. Öte yandan kurmacanın içine bir çatışma koymak, göze göz, dişe diş bir kavga yerleştirmek değildir. Çoğu kez iç çatışma formları, okuru çok daha derinden etkileyebilir. O halde kurgusal çatışma, bir zaman kesitinde karakterlerin durumları, maksatları, hareketleri, kişilikleri bakımından birbirlerinin aleyhinde olmaları sonucunda keskinleşen karşıtlıktır. İlke olarak her çatışma gelişmeye yol açmalı ve kendinden sonra daha ileri bir çatışmayı hazırlamalıdır. Çatışmanın gelişip derinleşmesine “bunalım” (crisis) denir. Bunalım ayrı bir öğe değil, çatışmanın ileri bir aşamasıdır. Çatışma, bunalımlarla yani çatışmanın daha da derinleşmesiyle gelişir. Özellikle asli karakterin veya karşı karakterin gücünün geçici üstünlüğü ile gelişen bunalım, dengeyi sağlar, vakayı gerçekçi ve inandırıcı kılar, ilgiyi ayakta tutar. Kimi zaman güçler arasındaki bu denge tahterevallisi doruk sahnesi sonuna kadar devam eder. Tarafların son kozlarını oynayıp son defa çatıştıkları doruk sahne, çatışmanın kesin sonucunu belirlediği için merak unsuru da yüksektir. Öte yandan ana çatışma ile birlikte yürüyen yan çatışmalar da buraya kadar çoktan sonucu belli olmuştur. Çatışma kavramı ile bağlantılı bir başka kavram da “düğüm”dür. Düğüm, en kısa tanımıyla izleyicinin, “şimdi ne olacak?”, diye meraklandığı durumdur. Bir anlatıda birden fazla düğüm olabilir. Bunlardan vakanın en belirleyici ve önemli ve merak unsuru en güçlü noktasına doruk (climax) denir. Anlatılarda çatışmalar genellikle sonlandırılır. Bu, vakayı takip edilir kılan gerilimi bir sonuca bağlama ihtiyacından do-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

27

ğar. Ancak kimi zaman metni çok anlamlılığa veya farklı okumalara açık bırakmak için çatışma bir sonuca bağlanmayabilir. Merkezinde insan olan kurgularda çatışma da, tıpkı bir insan gibi bireysel, toplumsal hatta bambaşka karmaşık nedenlere dayanabilir. Arthur Thomas Quiller-Couch’a göre kurgusal türlerde insan-insan, insan-doğa, insan-Tanrı, insan-toplum, kadın-erkek, insanın kendi kendisiyle ve bir ortama sıkışmış insan gibi sıralanabilecek yedi çeşit çatışma vardır (Milhorn, 2006: 130). Bunlara karakterin kaderi veya teknoloji ile çatışmalarını da ekleyerek sayıyı arttırmak mümkündür. Bir başka tasnife göre ise tüm çatışmalar, iç ve dış olarak ikiye ayrılabilir. Kişi-kişi, kişi-toplum gibi çatışmalar dış çatışmaya; kişinin kendi iç dünyasında iki olgu, düşünce vb. karşısında ikilemde kalması gibi durumlar da iç çatışmaya örnek olabilir. Çatışma kimi zaman da insan sevgisi acıma gibi yüceltilmiş ahlâkî değerler ile hak, adalet, fazilet gibi toplumsal değerler arasında olur. Bir tarafta toplumsal ilişkileri düzenleyen yasalar, bir tarafta ben’e özgü değerler manzumesi kişi toplum çatışmasını oluşturabilir. Öte yandan bireyin hedefleri ve düşleri ile katı gerçeklerin çatışması veya geçmiş ile halin çatışması da bir iç çatışma alanı olabilir. Bunların yanında anlatılarda iki ayrı düşüncenin, anlayışın, zihniyetin çatışması da söz konusu olabilir veya bu türden bir çatışma iç veya dış, görünen veya görünmeyen diğer tüm çatışmaların temelindeki asal çatışmayı oluşturabilir. Kurgusal türlerde çatışma, tema ile de yakından ilişkilidir. Vaka ilerlerken karakterler, karşıt karakterlerle, onların çıkardığı engellerle, kendi kendisine yaşadığı bunalımlarla uğraşmak zorunda kalır. Ana karakterin her bir davranışı bir etki iken, buna gelecek tepkiler, tabiatıyla birtakım çelişkilere, karşıtlıklara, çatışmalara, yan çatışmalara, düğümlere, ilişkiler düzeninin sarsılmasına sebep olacaktır. Öte yandan tüm bunlar, anlatının bütününe yayılmış ve evrensel duygu veya olgu durumu olan temanın bütünlüğü içinde gerçekleşmelidir.

28

Doç. Dr. Ömer Solak

Çatışma kavramı, anlatılarda zaman olgusuyla da yakından ilişkilidir. Romanda birden çok çatışma bulunur ve ana çatışma anlatı zamanının tümüne yayılırken, yan çatışmalar genelde daha dar zamanlarda çözülürler. Bazen de toplumsal nitelikli çatışmaları, anlatıya fon oluşturan zaman döneminin kendisi doğurur. Zira her devrin kendine mahsus bir ruhu vardır. O ruh, devre ait her şeye damgasını vurur. Dönemlere odaklanan anlatılar, inandırıcılık sağlamak için “bir devrin dininden tutun da giyim kuşamına kadar farklı ve gözle görünür özelliklerinden faydalanarak ruhunu canlandırmak amacını güder” (Wellek, Warren, 1983: 163). Çatışmalar da dolayısıyla o döneme özgü sorunlardan çıkabilir. Öte yandan çatışma, şahıs kadrosu ile vücut kazanabilir (Çetişli, 1999: 281). Başlangıçtan itibaren Türk anlatısı, her devir ve ideoloji ile bağlantılı edebi gruplaşmalarda meseleleri kurmaca kişiler dolayımından ele almıştır. Bazıları bir çözüm önerisini şahsında toplamış bu kurmaca kişiler (Fatih-Harbiye örneğinde olduğu gibi), çağının sorunları ile çatışır ve bir uzlaşma zemini yakalarken, yazarının çağına ve çağının sorunlarına bir teklifi olarak okunabilir. Yaşar Şenler, Türk Romanında Reformist Tipler adlı çalışmasında “yeni aydın tipi”nin ortaya çıktığı Tanzimat’tan itibaren Türk batılılaşma tarihinin roman tipleri üzerinden okunabileceğini söyler. Her devirde ortaya konulan her teklif tip, bir reaksiyon doğuracak ve “pozitivist-materyalist harekete karşı bir muhafazakâr maneviyatçı-milliyetçi aydın tipinin kendini göster”mesi gibi kendi karşıt tipinin doğmasına neden olacaktır (Şenler, 2009: 16-17). Tanzimat döneminin ikili karşıtlığından, II. Meşrutiyet’in Batıcı, Türkçü veya İslamcı ideolojilerine kadar, deneyen yanılan, tekrar deneyen hamlelerle dolu olan Türk edebiyatının bu devirlerine “Arayışlar Devri” isminin teklif edilmesinin sebebi biraz da burada yatar (Tural, 1993: 20-21). Çatışma olgusu bir anlatı bileşeni olarak mekânla da ilişkilidir. Zira mekân, insanın sadece üzerinde yaşadığı yer değil,

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

29

aynı zamanda onu şekillendiren bir olgudur. Gaston Bachelard, mekân-insan ilişkisinin iki yönlü geliştiğini söyler, bir taraftan insan, mekânın içinde yaşarken, diğer taraftan da mekânı da içinde yaşatır (Bachelard, 1996: 28). Roman ve öykü gibi modern kurmacalarda kimi zaman mekân, ana karakterin karşısında sembolik bir karşıt güç olarak çıkar. Yazar, mekan üzerinden birtakım soyutlamalara giderek aslında karakterinin karşısına evrensel güçleri dikmektedir. Kimi yazarlar da gerçeklik duygusunu ve inandırıcılığı sağlamak için eserlerinde gerçek mekânlar kullanırlar. Öyle ki kullanılan gerçek olaylar ve mekânlar, her yazar için zamanla bir edebiyat coğrafyası oluşturmuştur. Her ne kadar bu yerler, roman ve öykü kadar kurgusal olsalar da, yaşanılan dünyanın detaylarından çok yararlanırlar. “Bir anlamda, bu tarih ve coğrafyalar, romandaki kişilerin de, kişiliklerinin koordinatlarıdır. Yani romanların tarih ve coğrafyaları, genellikle anlatılan kişilerin tarih ve coğrafyalaradır” (Ceyhun, 1996: 105). Merkez-taşra çatışması roman ve öykülerde hem insan-toplum, hem insan-mekan çatışması olarak yer alabilecektir. Gerek kent, gerekse taşra mekânlarının sunduğu imkânların Türk yazarlarınca nasıl değerlendirildiği önemli bir sorunsal olacaktır. Taşra, edebi anlatının temasını, tezini, atmosferini derinden etkileyen güçlü bir mekândır. Özellikle yeni Türk edebiyatı anlatılarında bu etki açıkça görülür. Zira modern anlatılarda mekân, klasik anlayışın aksine; sadece olayların geçtiği yer değil; kişilerin ruh durumlarını izah eden bir uzam olarak önem kazanır. Romana göre daha ekonomik bir tür olan öyküde, karakterizasyonlara gidilirken; söz tasarrufu mekânın sunacağı imkânlarla yapılabilir. Bu konuda okurla yazar arasında adeta örtük bir uzlaşı vardır. Kasaba, mekân seçildiğinde yoksulluk, kıstırılmışlık, küçük burjuva ve bürokratlarının yeknesak hayatının işlenmesi beklenir. Kent ise karmaşık hayatıyla, iç içe girmiş binaları ile kahramanlarının kötücül iç dünyasını ve bunaltılarını çağrıştırmaya müsait bir mekândır. Kısacası “insan yaşadığı yere benzer” düsturu öyküde daha belirgin bir şekilde öne çıkar.

30

Doç. Dr. Ömer Solak

Yazarın metni meydana getirme amacına göre dili örgütlemesi demek olan “söylem”le (Brown ve Yule, 1983) çatışma, arasında da yakın bir ilişki vardır. Vaka ve söylem arasındaki iki yönlü ilişkide vaka, ne anlatıldığı, söylem ise nasıl anlatıldığı sorusunun cevabıdır. Belli bir zaman ve mekândaki figürlerin başından geçenler, yaşanan çatışmalar, dilin imkânları ve belli bir söylem bütünlüğü içinde anlatılır. Örneğin Yahya Kemal’in şiirinin kendi tarih görüşünü doğrulamak için yazıldığını söyleyenlere göre “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiirindeki her dilsel organizasyon modernizm gerilimini duyumsatmak için harekete geçirilmiştir. Şiirdeki “onulmaz yara” imgesi, muhafazakâr Türk düşüncesinin batı tipi modernizme reaksiyonu olarak okunabilirken; iftar, ramazan, oruç gibi kavramlarla dini araçsallaştırarak bu atmosfere katkı sunduğu çıkarımı yapılabilir. Özetle yazarlar, işledikleri sosyal konuları, ele alış amaçlarına ve iletmek istedikleri mesajlarına göre anlatının ve dilin imkânlarını seferber ederek estetize ederler.

0.2. Cumhuriyet Öncesi Dönemde Merkez-Çevre Karşıtlığı 0.2.1. Yenileşme Öncesinde Merkez-Çevre Karşıtlığına Genel Bir Bakış Merkez-taşra ilişkisi bağlamında Tanzimat sonra gelişen yeni edebiyatı öncesiz kabul etmek ciddi bir yanlış olur (Temo, 2010). Yer yer büyük çatışmalar içeren bu ilişkinin derinliğine bakarken yüzlerce yıl sürmüş Osmanlı toplumsal tarihini donmuş bir yapı sayma ve Divan şiirinin iç dönüşümlerini ihmal etme hatasına düşmeden eskinin yeniye eklemlenmesine kronolojik olarak bakmak gerekir. Osmanlı klasik döneminde daha önce de ifade edildiği üzere tepesinde padişah bulunan piramidal bir yapı vardır. Toplumsal hayattaki bu merkezcil yapı, klasik dönemin divan edebiyatında “saray” metaforu ile karşılığını bulur. Saray, merkezin de merke-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

31

zidir. Yani payitahtta saray dışındaki alan, bir çeşit iç taşradır. Tanpınar’a göre tipik bir ortaçağ şiiri olan divan şiirinin imge dünyası, “hükümdara benzetilen sevgiliyi” ve onun yaşadığı sarayı merkeze alır. Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olan hükümdarı bir güneş gibi merkeze yerleştiren kozmik bir sistemdir bu (Tanpınar, 1997: 6). Merkeze yaklaşıldıkça aydınlıktan, sıcaklıktan nasiplenilir ve daha görünür, daha bilinir olunur. Merkeze yaklaşmak kimi zaman politik ilişkiler ağının içinde olmayı, kimi zaman da şiirin tavassutunu kullanmayı gerektirecektir. Sarayın içindekilere yakın olan şairler, dönemin algısıyla söylemek gerekirse meslektaşlarını dışlamışlardır. Bu konudaki en iyi örnek Hayalî Mehmet Bey’dir. Vardar Yenicesi doğumlu olan şair (XVI. yy), sarayda el üstünde tutulurken hemşehrisi Hayretî için İbrahim Paşa’ya olumsuz bilgiler vererek “hemşerisinin huzur kuşunu uçurmuş, onu perişan etmiştir”. Zati’nin arkadaşları arasında bulunan ve hicivde ustalığıyla tanınan Kandî, “Hayalî Bey padişah tarafından ulûfeye bağlanıp, boynundan Kalenderîlik alâmeti olan halkayı çıkardığında bir hiciv yaz[mış ve] ‘Ey Hayâlî geçmez oldu halka’ mısraıyla tarih söyle”miştir. Hayalî’nin cevabı, şairin Bâyezid’deki dükkânını taşlayarak camlarını yere indirmek olmuştur. Kandî dönemindeki başka şairler için de saraya hep olumsuz görüşler bildirerek caizelerini düşürmüştür. Saraydaki koruyucuları art arda idam edildiğinde kendisinin de itibarını yitirmesi anlamlıdır. Ancak saray, yeni bir şair bulmakta hiç de zorlanmamış; Baki ‘sultanü’ş-şuara’ olarak korunup gözetilmiştir. (Doğan, 2005: 46). Mehmet Can Doğan, 15. yüzyıla gelinceye kadar Türk coğrafyasında edebi bir merkezden söz edilemeyeceğini söyler (Doğan, 2005: 44). Yüzyılın ortalarında yaşanan büyük fetihle Fatih, İstanbul’u sadece devletin değil, İslâm dünyasının merkezi yapmak isteyince merkezleşme veya merkezileşme başlayacaktır. Onun “bu şehirde yaptırdığı büyük medrese ve onu izleyen padişahların kurduğu çeşitli medreseler bilim ve kültür hayatının ağırlık noktasını taşranın uzak ve dağınık şehirlerinden alarak büyük birkaç merkeze taşı[mıştır].” Fatih’in çevresinde fetihten sonra 185 şairin toplandığı bilin-

32

Doç. Dr. Ömer Solak

mektedir. Bu uygulama, hükümdarların sanata ilgileri nispetinde, Osmanlı tarihi boyunca devam etmiştir (İsen, 1997: 6). Kemal Karpat, Osmanlı edebiyatının imparatorluktaki üç katmanlı toplum yapısına uygun olarak “sarayın ve ulemanın divan edebiyatı, dervişlerin mistik, dini tekke edebiyatı, çoğunluğun halk edebiyatı” şeklinde üçlü bir yapıda geliştiğini söyler: Son yüzyıllara yaklaşıldıkça tekke ve divan edebiyatı bozulmaya başlayınca, her ikisi de birbirinin benzeri olup çıkmıştır. İlk mistik şiirlerdeki ahlâkilik, 19. yüzyılda bütün bütün silinmemişse de bu, daha çok “aşağı sınıflara yoksulluğa katlanmanın, acı çekmenin nasıl değerli olduğu”nu anlatan kuru bir didaktizme dönüşmüştür. Ne var ki dil, çoğunluğun dilinden ve imaj dünyasından uzak olduğu için geniş kitlelere ulaşmaktan da uzaktır (Karpat, 1962: 25, 26). Hâlbuki tabiatla gerçeğin arasında yaşayan köylüler, çobanlar ve göçebelerin arı dili, geniş kitleleri kendi mayası ile yoğurur. Dil ve imajlardaki bu farklılık, merkez ve merkezin edebiyatı ile taşra ve onun edebiyatını kendi daireleri içine hapsedecek, sınırlı etkileşimler de bu iki dünyayı birine yaklaştırmaya yetmeyecektir. Osmanlı klasik döneminde merkez için taşra, hareketli göçebe kitlelerine yönelik tedbirlerle, güçlü feodal hanedanlara duyulan kuşkuyla, asi şehzadelerin veya “başeğmez din sapkınlığının fırsat yuvaları” (Zengin, 2009: 117) olarak anlamlıdır. Merkez, modern bir devlet gibi taşrayı sıkı bağlarla kendine bağlamaya veya homojenleştirmeye çalışmaz; aksine gevşek bir ilişki içerisinde feodallerin veya imtiyazlı dinî grupların dolayımından yönetmeyi tercih eder.11 Taşra saraylarında feodallerin patronajında gelişen edebiyat da buralarda bir edebiyat “muhit”i olarak kendiliğinden ortaya çıkmıştır. İpekten, bu taşra edebiyat merkezlerini şöyle açıklar: “Bu şehirler içinde bilhassa XV. asrın başında, Emir Süleyman Çelebi zamanında Edirne; daha sonra Anadolu’da Sultan Cem ile Sultan Beyazıt II.’in Şehzadesi Abdullah ve Sultan Selim 11 Bu, beyliklerle veya zadegân aileleri kanalıyla Selçuklulardan beri devam eden Asya tipi bir yönetim anlayışıdır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

33

II.’in sancak beyliklerinde Konya; Şehzade Beyazıt II, oğlu Ahmet ve Şehzade Mustafa’nın valilikleri devrinde Amasya; sancak merkezi olarak pek çok şehzadenin valilik ettiği Manisa; Yavuz Sultan Selim’in sancak beyi olduğu Trabzon; ve Kanûnî Sultan Süleyman’ın şehzadeleri Beyazıt ile Sultan Selim II.’in bulundukları devirlerde Kütahya birer edebiyat ve kültür merkezi hâline gelmişlerdir.” (İpekten, 1996: 162). Osmanlı, Anadolu taşrasına değil Rumeli taşrasına odaklandığı için Türk-İslam uygarlığının somut bir sonucu olan Osmanlı şehri, kendini Selçuklunun şekillendirdiği Anadolu’da değil; harap bir coğrafya olarak devraldığı Balkanlarda gösterir (Emre, 2009: 2006). Üsküp, İşkodra, Mansatır, Prizren, Saraybosna gibi şehirler; valisi, kadısı, subaşısı; camisi, hamamı, külliyesi, medresesi, çarşısı, arastası, şehir hayatının döndüğü müşterek alanları, ırmak boyunca dizilmiş konakları ile birörnek peyzajlar sunarlar. Döneminin toplumunu anlama yolunda divan şiirinin sosyolojik değerine ve sosyal tanıklığına başvurmak faydalı neticeler verebilir. Sabri Ülgener, Ziya Paşa’nın ve Bağdatlı Ruhî’nin terkibi bent’lerini sosyolojik olarak incelediği çalışmasında Osmanlı toplumundaki “merkez-çevre” karşıtlığının şiirlerdeki aksine değinir. Yazara göre “Osmanlı toplumunun, yayıldığı geniş alan, başından beri ikili bir yapı özelliği taşı”maktadır (Ülgener, 1983: 31). Kaldı ki merkezi kuşatan ve çok geniş bir coğrafyaya karşılık gelen Osmanlı taşrası, sosyolojik dinamikler bakımından da birbirinden çok farklı yapılar arz eder: “Evet, ayrı dünyalar.. Her şeyleri ile farklı ve ayrı! Farkları bir adım ötede rant ve gelir dağılımından pay alma usullerine kadar uzatabiliriz [...] İki kaynak ve iki perde arkası: Birinde boydan boya bürokratlaşmış bir saltanat merkezi; öbüründe ağa, konak ve inanç karışımı taşra feodalitesi!” (Ülgener, 1983: 35, 38). Taşrada feodalizm, bütün kural ve kurumları ile devam ederken; yüksek asker/sivil bürokrasinin oturduğu payitaht, zevkleri ve alışkanlıkları ile bir seçkincilik içindedir. Böyle bir

34

Doç. Dr. Ömer Solak

yapı karşısında taşrada, yükselmek hem zordur hem de, merkezden farklı esaslarla gerçekleşir. Şehzade sarayları çevresinde veya yarı feodal beylerin konaklarında gelişen sanat iklimi, taşrada yerel edebî adacıklar yaratır. Buna rağmen taşradaki şiir, merkeze karşı tepkili olduğu kadar, kanaatkârdır da. Bu fark, Bağdatlı Ruhi (16. yy.) ile Ziya Paşa’nın (19. yy.) şahsında şöyle açığa çıkar: “Biri imparatorluğun uzakça bir yöresinden. Bağdat’ın -gerçi aslı “diyar-ı Rûm”lu olduğu söylenir- rind, kalender ve her nasılsa rüzgârın önüne düşmüş garip (kendi deyişi ile “bî-berk vü nevâ”) insanı! Öbürü saltanat merkezinin tam ortasında: Vezaret rütbesine kadar tırmanmayı başarmış, ama bir yandan da o tırmanışın taşıdığı birikimden hemen hiç bir zaman soyunup arınamamış his ve ihtiras insanı!” (Ülgener, 1983: 32). Nitekim bu zihniyet farkı, taşradaki meslektaşlarını dışlayan saraya yakın şairlerde görüldüğü gibi; taşranın avazı olan âşık şiiri veya heteredoks öğretiye yakın tasavvuf şiirinde de gözlemlenir. Öyle ki taşranın giderek artan tepkisel tavrı, özellikle gerileme döneminde merkezi zorlayacaktır. Diğer bir deyişle merkezin uzağında olmak, divan şairlerinin eleştirel dilini de keskinleştirir. Örneğin, Bağdat’ta doğan ve Şam’da ölen Bağdatlı Rûhî (XVI. yy), “meşhur Terkib-i Bend’inde toplumun değişik kesimlerinden seçtiği tiplere eleştiriler yönelterek devrindeki çözülüşü gerçekçi şekilde gözler önüne serer”(Kurnaz, 1997: 112). Taşrada yetişmiş pek çok şair de Ak Şemseddin’in küçük oğlu Hamdullah Hamdi (XV. yy), Trabzonlu Figanî veya Gelibolulu Mustafa Alî örneklerinde olduğu gibi merkezin hışmı ile gadre uğramışlardır. Merkez ile taşra arasında dilsel bir yarışma ve uzaklaşma da söz konusudur. Dili kullanımda her iki alanın şiiri arasında da önemli farklılıklar görülür. İmaj dünyasını, mazmunlarını, biçimsel özelliklerini ve “kelime kadrosu”nu Arap ve özellikle İran edebiyatlarından alan divan şiiri, doğmaya başladığı 15. yüzyılda Türkçenin taşralaşmasını hazırlamıştır. Bunarla karşın Arap ve İran edebiyatının sadece kelimelerini değil mazmunlar

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

35

dünyasını bolca kullanan merkez, daha folk bir söyleyişe, daha yalın bir dile ve yerli imajlara sahip taşra şiiri tarafından tenkit edilecektir. Divan şairlerinin içinden bu uzaklaşmaya karşı koyanlar da çıkar. Ancak “Türkçenin taşralaştırılmasından rahatsızlık duyan şairlerin Türkçe ile gerçekleştirdikleri denemeler, hem desteklenmemiş hem de izlenmemiştir. XVI. yüzyılda Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî’nin denemeleri merkezde değil yankı bulmak, ilgi dahi görmemiştir” (Doğan, 2005: 46). Öte yandan taşranın bu eleştirel tavrını daha çok “saray içinde itibar bulan kaside ve gazel”le değil de eleştirel taşra tenkitlerine daha müsait mesnevi ile dile getirdiği söylenebilir. Köprülü bu türü, anlatı odaklı yapısıyla “düşüncenin açılım kazanması, ‘mahallî rengin’ güçlendirilmesi ve Türkçenin Farsça baskısından kurtulması yönlerinden anlamlı bulur (Köprülü, 1928: 13). Mustafa İsen’e göre “tezkirelerin taranmasıyla elde edilen rakamlara göre Türk edebiyatına onun üzerinde şair veren yerleşim merkezleri şöyle”dir: İstanbul 609, Bursa 156, Edirne 69, Konya 50, Diyarbakır 40, Kastamonu 36, Bağdat 35, Gelibolu 30, Kütahya 24, Bosna 26, Antep 26, Buhara 26, Serez 21, Manisa 20, Vardar Yenicesi 20, Bolu 19, Isparta 19, Üsküp 19, Amasya 17, Aydın 17, Manastır 17, Rumeli 17, Erzurum 16, Filibe 16, Selanik 16, Sofya 16, Ankara 15, Trabzon 15, Tokat 14, Belgrat 11, İznik 11, Kayseri 11” (İsen, 1997: 133). Tezkirelerdeki divan edebiyatı taşralarına edebiyat sosyolojisi açısından bakıldığında manzara çok daha vazıh bir şekilde ortaya çıkar. Sanatın ışığı payitahttan uzaklaştıkça sönükleşmekte ancak taşranın önemli medeniyet merkezi şehirlerinde sınırlı muhitlerde de olsa devam etmektedir. Bilinen ilk kadın şairlerin (Zeyneb [ö. 1473], Mihrî [ö. 1506] Hubbâ [ö. 1589] Hâtunlardır. XIX. yüzyılda doğan Sırrî [Diyarbekir, d.1814], Habîbe ([Hersek d. 1845], İffet [Diyarbekir, ö. 1860]) asırlar boyu hep İstanbul doğumlu olması, taşrada doğanların ise aileleri itibarıyla payitahtla bağlantıları gibi durumlar gösterir ki kadın şairler, genellikle hoşgörünün daha yüksek olduğu

36

Doç. Dr. Ömer Solak

kültür merkezlerinde ortaya çıkmaktadır. İlk şiir zevkini özel hocalardan aldıkları derslerden edinebilen kadın şairler, Tanzimat’a kadar hep köklü, zengin, statü sahibi ve kültürlü ailelerden çıkmıştır. (Şen, 2006: 2). Öte yandan Hilmi Yavuz, divan şiirinin bir saray şiiri olup olmadığını ele aldığı bir yazısında meseleye farklı bir yönden bakar: “Önce meseleyi sosyolojik kavramlarla açmaya çalışalım. ‘Saray şiiri’ ne demek? Bu, Divan şiirinin sadece, Osmanlı sultanlarının saraylarında okunan bir şiir olduğu anlamına geliyorsa, düpedüz yanlış;– hem de vahim yanlış! Zira Prof. Dr. Haluk İpekten’in yazdıklarına bakılırsa, Divan şiiri, Merkez’de, (İstanbul’da) Saray’da ve Devlet büyüklerinin mesela Vezirlerin konaklarında okunduğu gibi, taşra’da ya da periferi’de de mesela Şehzade saraylarında (Amasya, Trabzon, Manisa vd.) da okunabilmektedir. Demek ki, Divan şiirinin hem merkez’de hem de taşra’da dolaşıma girmesi söz konusudur. Bu, önemlidir;– çünkü, Divan şiirinin sadece merkez’de, yani payitaht İstanbul’da değil, taşra’da da okunduğunu gösterir...” (Yavuz, 2002). Mehmet Can Doğan’a göre şairler, İstanbul dışında doğsalar da, bu şehre gelir, çoğunlukla eğitimlerini bu şehirde yapar, herhangi bir vazife ile taşraya gitmemişlerse yaşamak için tercihleri de yine bu şehir olur. Bu sadece “suyun başında olmak”la veya caizelerin miktarı ile açıklanabilecek bir şey değildir. İstanbul, “şairce bir hayat”a açılan mekânlarının çokluğu ile bu edebi iklimi teneffüs etmek isteyenler için taşra şehirlerinde çok daha vaatkârdir (Doğan, 2005: 46-48). Mustafa İsen de “Klasik Şiirin Merkezi Olarak İstanbul” adlı makalesinde Divan edebiyatının “tamamen bir şehir edebiyatı özelliği göster”diğini, dolayısıyla sadece şehir vasfı kazanmış yerlerde serpilebileceğini ifade eder (İsen, 2000: 1). Fethin ardından hem devletin, hem de kültürün ve sanatın başkenti olan İstanbul, “Ümmü’d-dünya, Der-Saadet, Der-i Devlet, Asitane-i Saadet” gibi isimleri ile bu özelliğini Türk edebiyatında hemen hiç kaybetmemiştir. Ancak Bursa Edirne Konya, Diyarbakır, Bos-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

37

na, Manastır gibi eski başkentler veya kentli kültürü köklü olan pek çok şehir de zamanla değişik büyüklükteki divan edebiyatı odakları olmuşlardır. İsen, aynı kaynakta taşralı şairlerin medeniyetin merkezi İstanbul’a nasıl aktığını şairlerin doğum ve ölüm yerlerini göstererek de verir. Yazar, matbaanın icadından sonra basılan divanların şehirlere göre sayısını da vererek sanatta arz-talep kanunundan hareket ederek İstanbul’un merkezi konumunu vurgular. Dilek Batislam, “15. Yüzyıl Divan Şiirinde Halk Kültürü” adlı makalesinde “divan şiiri ve divan şairinin tamamıyla toplumdan kopuk, uzak olduğu” görüşüne katılmaz. Divan şairi, toplum hayatına ve kültürüne ilişkin öğeleri ve günlük yaşam gerçeklerine divan mazmunlarının ile kendine özgü bir estetizasyon dünyasında yoğurduğu için ondaki halk kültürü, dili ve motifleri bulanıklaşır (Batislam, 2003: 729). Örneğin her birinin özgün anlam alanları bulunan çiçeklere geniş yer veren divan şiiri bu sembolist alem içinde safranın adını saymaz. Zira “bağın çiçek kadrosunu oluşturan gül, lale, sünbül, nergis, gelincik, zanbak, sûsen, fulya (zerrin kadeh), çiğdem, şebboy, hatmi, reyhan, benefşe, erguvan, leylak, nilüfer3 vb. arasında zâferân/safran –genellikle- yer almaz. Zira şiirlere de yansımış estetik, ekonomik ve farmakolojik özellikler taşıyan safran, yetiştirilme şartları ve kullanım alanlarıyla bahçe çiçeklerinden çok daha öte ve farklı bir bitkidir” (Ceylan, 2005: 2). Öte yandan bu yüzyılda taşranın hakim manzarasını çizen divan edebiyatı değil, halk edebiyatıdır. Destanlar ve hikâyeler sözlü gelenek yoluyla geniş toplum kesimlerine ulaşmaktadır. Temelini ozanlık geleneğinden alan ve on beşinci yüzyıldan sonra âşık ismi ile çağrılan kişiler, destan düzen, saz eşliğinde şiirler terennüm eden, halk hikâyeleri düzenleyen sanatlarını icra edebilmek için kasaba ve şehir kahvehanelerini, ağaların konaklarını kullanan gezici şairlerdir. Keza 16. yüzyıldan itibaren hikâye anlatma geleneği iyice yaygınlaşacaktır (Öztürk, 2006: 50 ). 16. yüzyıl hem gücün zirvesi hem bozulmanın başlangıcıdır. Devasa bir alan yayılmış devlet, eyaletlerden ve bağlı krallıklar-

38

Doç. Dr. Ömer Solak

dan oluşmaktadır. Eyaletler sancak, kaza, nahiye ve karyelerden oluşmuş; askeri memur sınıfı ve vergi veren şehir, kasaba ve köy ahalisiyle göçebe aşiretlerden oluşan reaya şeklinde iki grupta toplanmıştır. Merkezde kullar, taşrada Türk aristokrasisi şeklinde özetlenebilecek bir yapıdır bu (Kunt, 1978). Göçebelerin hayatı hukukî nizama girmeye başlamış, köylerde köy kethüdası ve kadı naibi gibi kurumsallıklarla yavaş yavaş örgütlenme görülmüştür Şehirlerin nüfusu da bu yüzyılda büyük oranda artar. Genellikle esnaflık yapan şehirliler ‘lonca’larda teşkilatlanır. Beylikler döneminden beri gittikçe genişleyen Osmanlı edebiyatı ise artık zevkçe gelişmiş tezkirecilerin ortaya çıkması ile geriye doğru gözden geçirilecektir. Osmanlı taşrasının bu yüzyıla ait durumu yüzyılın klasik şairlerinin şiirlerine silik renklerle de olsa akseder. Sipahi soyundan gelen Ravzî, yazdığı oldukça hacimli divanında Rumeli taşrasının İştip, Üsküp, Dukagin gibi şehirlerinin yüzyılın son çeyreğindeki manzarasını tespit eder. Seyahatname’den hatırlanan bir tavırla gezdiği yerlerin “Egerçi Rûmilidür bu güzeller bî-nihâyetdür” örneğinde olduğu gibi güzelleri, ferah havası, bağları bahçeleri metheden olumlu tasvirlerle sıralar. Ancak orada yaşayan halkın etnik ve dinî yapısı ve sosyal şartları hakkında “Halkı hep yalın ayak başı kabâ çıplakdur/ Arnavud kâfiridür gâyet ile yañşakdur/ O yire kâdî olur şol kişi kim ahmakdur /Bir yire vardı yolum adına dirler Dukagin” örneğinde olduğu gibi ilk elden bazı bilgi kırıntılarına da rastlamak mümkündür. Kendisi de taşra kökenli olan (Balıkesir Edincik) şair, atasözleri ve özellikle deyimlere dolu “sade dil kullanımı”, “mahallî unsurlara yer ver”mesi, halk söyleyişlerini ve motiflerini ustalıkla şiire taşıması ile İstanbullu klasik şairlerden de ayrılır (Aydemir, 2009). Öte yandan Osmanlı sosyolojik yapısının yüzyıllar boyunca “durağan” kaldığı kabulü, modern-öncesi dönemlerin yavaş seyrettiği için fark edilmesi bazen zor olan değişmelerini hesaba katmaması sebebiyle tartışmalıdır (Öz, 1999, 48-53). Ancak 17. yüzyıla gelindiğinde ise önceki yılların merkeziyetçiliğinin gevşemeye başladığı ittifak edilen bir gerçektir. Bu yüzyılda tı-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

39

mar bozulmuş, yerini iltizam almıştır. Kendi ordusunu besleyen valiler, taşrada neredeyse kendi saltanatlarını sürmektedir. Boş eyalet bulamadığı için valiliği gelen vezirlere taşradaki birkaç sancağın geliri “arpalık” olarak verilir olmuştur. Görevlerine gitmeyen vezirlerin yerlerine vekillerini göndermeleri usulü iyice yerleşmiştir. Gelirlerinin (mukataaların) iltizam usulüyle işletilmesinin yaygınlaşması, avarız vergilerinin olağan hale gelmesi, cizye ve ağnam gelirlerinin önemsenmesi taşradaki huzursuzluğun nedenlerindendir (McGowan, 1981). 17. yüzyıl aynı zamanda Osmanlı merkeziyetçiliğinin mutlak bir merkeziyetçilik olmadığının, merkezden uzaklaştıkça belirginleşen fiilî bir adem-i merkeziyetçiliği dışlamayan esnek bir merkeziyetçilik olduğunun daha iyi görüldüğü bir yüzyıldır (Eldem, 1999: 194). Çözülen aslında bütün devlet ve toplum değil, mutlakiyetçiliktir. Devlet, bu yüzyılda savaş sistemlerindeki değişmeden dolayı tımarlı sipahiden çok, maaşlı piyade ihtiyacının doğmasından dolayı tımar gelirlerine değil, nakit gelirlere ihtiyaç duyacak bunun içinmde taşradan vergi toplayıp kendisine nakden ödeyen birtakım aracılarla işi çözme yoluna gidecektir. Ancak Hodgson’a göre 17. yüzyıla kadarki klasik dönemin mutlakıyetçi bir karakter taşıdığı ve sonrasında ise adem-i merkeziyetçiliğin arttığı kısmen doğru ise de bu gerileme ve çözülme paradigması eleştirilmeli ve ihdas edilen yeni sistemin ve kurumların devleti üç yüz yıl daha ileri taşıyabilme başarısı tartışılmalıdır (Hodgson, 1972: 133). Devletin kendi içine, Rumeli’ye veya dış siyasal gailelere odaklanması yüzünden taşradaki huzursuzlukları göremediği ve bunun yüzyılın resmi tarihlerinde de görüldüğü ise başka bir durumdur. Hülya Canbakal, “payitahttaki devletlûların yapıp ettiklerinden değil, taşradaki sıradan insanın gündelik hayatından örneklerle” yazdığı 17. Yüzyılda Ayntap adlı kitabında Osmanlı tarihçilerinin tarih yazımında Osmanlı taşrasını ihmal ettikleri fikrindedir (Canbakal, 2009: 3). 18. yüzyıl sonunda ise “ayanlar” adıyla anılan taşra mütegallibeleri, tımar sahiplerinin yerine geçer ve giderek taşrada kendi ordusunu besleyen kendi vergisini toplayan ezici dere-

40

Doç. Dr. Ömer Solak

beylerine dönüşür. Devletin dünyada değişen ekonomik sistemle gücünü kaybetmeye başlaması onların nüfuzunu daha da kemikleştirmiş ve merkez, onların kontrolündeki bölgeleri yine onların ailesinden seçtiği memurlarla yönetebilir olmuştur. Yüzyılın bitiminde Anadolu’da derebeyleşme eğilimleri artar. Pek çok aile, belli bölgelerde hâkim olmuş, devlet de buraların yönetimini bu ailelerden kimselere vermeyi itiyat edinmiştir (Çadırcı, 1991). Taşra bu halde iken İstanbul’un ayrıcalıklı bir konumu olduğu görülür. İstanbullular, askerlikte ve bazı diğer kamu hizmetlerinde bu ayrıcalıktan yararlanırlar. O kadar ki taşradan bu şehre gelmek isteyen Osmanlı vatandaşları, “ellerinde mürur tezkeresi denilen bir belgeyi bulundurmak” zorundadır. 1831 yılına kadar bu belge, kaza ve kasabalarda kadı ve naiblerce verilmektedir (Sezer, 2003: 114). Musa Çadırcı, 19. yüzyılın başlarında Osmanlı taşrasının manzarasını şöyle betimler: “Köy ve kasabalar, mütesellim, kadı voyvoda ayan gibi yöneticilerce de adeta haraca bağlanmıştı”, “…güvenliğin iyice sarsılmasından ötürü göçer aşiretlerin ekili alanlara zarar vermelerinin önü alınamıyordu.” Taşra kent ve kasabalarında da Osmanlı küçük sanayi iyice işlemez hale gelmiş “lonca”larca idare edilmektedir. Bu manzara karşısında II. Mahmut (1808-1839), Osmanlı devlet yapısında batı tipi bir teşkilatlanmaya hız verir, merkez ve taşra teşkilatının yeniden yapılandırmaya çalışır. Eskidiği düşünülen makamların ve kurumların çoğu kaldırılır. Bir kısmı da yeniden düzenlenerek taşrada teşkilatlanması sağlanır (Ortaylı, 1985: 231-244). Taşra idari kademelerinde mahalli meclisler kurulur, kadılık kurumu, daha sıkı bir denetime tabi tutulur. 1839 Tanzimat Fermanı ile de meşruti monarşiye geçilmekte, devlet, yeni ve demokrasiye bir adım daha yaklaşan bu tecrübe ile taşrada ve merkezde daha özgürlükçü ve bireysel hakları öne çıkaran bir yapıya geçtiğini taahhüt etmektedir (Çadırcı, 1985: 211-212). 19. yüzyılda batı kültürünün nüfuzu, saray edebiyatı ve mutasavvıfların dini muhtevalı edebiyatını kemirmeye başlar. Gazetelerin okuryazar kitle arasına yaymaya başladığı yeni fikirler,

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

41

Önce merkezi, yarım yüzyıl kadar sonra da taşrayı şekillendirmeye başlayacaktır. Bu yüzyılda, ayrıca klasik edebiyat gevşemekle birlikte devam edecek önceki asırların muhayyel yapısından daha gerçekçi hamlelere geçilecek, özellikle mesnevî formunun özgün örneklerinde artan bir “mahallî renk” ve Türkçeye karşı bir hassasiyet de görülecektir. Tayin, sürgün vs gibi sebeplerle taşra ile tanışan memurlar, bu tanışmanın izlerini kötümser taşra manzaraları çizdikleri eserlerinde anlatırlar. Keçecizade İzzet Molla’nın Mihnetkeşan’ında İstanbullu bir yüksek bürokratın sürgün sebebiyle bulunduğu yerlere bakışı, yol boyunca karsılaştığı kişiler, renkli bir dille ve dönemi için şaşırtıcı bir gerçekçilikle ile verilecektir. Eserde taşra; âdetleri bir İstanbullunun alaycı bir diliyle ifade edilirken (Tüzin, 2008: 57) kişiler, kültür ve yasam farklılıkları ironinin dili ile betimlenir. Şaire göre XIX. asırda İstanbul dışında kalan bir iki şanslı vilayet hariç, imparatorluk ‘taşra’sının tamamı köy nitelikleri taşımaktadır. Mihnetkeşan’a hakim olan tavır, Anadolu köylülerine olumsuz bir anlamlandırma ile “Türk” diyen ve onları kaba, kırsal ve yoz bulan Osmanlı seçkinlerinin bakışıdır. Özetle taşra, hem klasik Osmanlı uleması hem de yenileşme devri münevveri için Anadolu olmuş; Hicaz, Balkanlar, Kuzey Afrika’nın fethedilmiş toprakları ondan ayrı tutulmuştur. Anadolu taşrası, onlar için ayrıcalıklı olmak bir yana, onun unutmak istediği kendi taşralı kökleri, “kendisine diş bilediğini düşündüğü akrabalarının, ‘etrak-ı bi idrak’ın ülkesi”dir (Ceyhun, 1996: 112). Bu dönemde seçkinlerin halkın bütününe verdiği isim ise “avam”dır. Osmanlı saray seçkinleri (havas), Acem’den, Urban’dan farklı olan millî kültür unsurlarını küçümsemişler, halk dilini, şiirini, mecazlar dünyasını edebi bulmamışlardır. Tam da bu nedenle taşrada gelişen müzik de, düşünce de, edebiyat da hâkim edebî anlayış içinde yüzyıllarca kendine bir yer açamamıştır. Nihayetinde bu olumsuzlayıcı bakış, onlardan Tanzimat ediplerine de geçecektir.

42

Doç. Dr. Ömer Solak

0.2.2. Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Taşra ve Merkez Kapitalizm, merkantilist ekonomileri parçalayınca Osmanlı devleti de dünya ekonomik ağı içerisindeki önemli konumunu yitirmeye başlayacak ve giderek çevreleşecektir. Bu vasat, bir nevi çevrenin çevresi olmuş olan Osmanlı taşralarını merkezi takip etmeye zorlayacaktır. Batıda modern devlet, iktidar ile çevresel güçlerin mücadelesinin belirli bir uzlaşmaya varmasından doğmuşken; Osmanlı imparatorluğunda modernizm, devlet eliyle ve seküler aydınlar kanalıyla -dikey bir yoldan- gerçekleşmiştir. Osmanlı yüksek bürokrasisinin, devletin dağılmasını engellemek için gönülsüzce başlattığı batı tipi modernizasyon, ilk önce payitahtın ve birkaç liman şehrinin kısa zamanda oluşuvermiş, (eski tarz asker/ sivil seçkinlerine hiç benzemeyen) batılı değerleri benimsemeye hevesli, kibar sınıfında tutunacaktır. Modernist dönüştürümcü bürokrasinin sonraki hedefi, başkentten her bakımdan çok uzak olan taşra olacaktır. Böylelikle taşra, bu defa karşısında kendisine valileri, kadıları, mültezimleri ile gelen klasik Osmanlı merkezini değil, modern değerleri benimsemiş yeni merkezi bulacaktır. Osmanlıdan cumhuriyete uzanan süreçte, merkez-taşra ilişkileri böylesi bir karşıtlığın tarihidir. Öte yandan Asya’dan Avrupa’ya yayılmış İmparatorluk taşrası da birörnek değildir: Gayrimüslim nüfusuyla, eğitim ve ekonomi göstergeleriyle ileride olan “Batı taşrası”, (Rumeli vilayetleri, Suriye ve Lübnan eyaletleri, Batı Anadolu, Akdeniz adaları) devletin modernleştirici reformlarını desteklerken;12 “doğu taşrası” (Orta ve Doğu Anadolu ve Irak) buna kuşkulu ve tepkilidir (Laçiner, 2005). Taşra, bu dönemde her biri yekdiğerine fazla hak verildiği iddiasındaki müslim, gayrimüslim dini gruplarıyla, reformlarla merkeze daha sıkı bağlanacaklarını anlayan feodalleriyle memnuniyetsizdir. 12 İmparatorluğun modernleştirmede zaman zaman merkezi zorlayan Rumeli taşrasının çocukları, daha sonra modern Türkiye’nin öncü kadroları olarak bu birikimlerini Anadolu’ya taşıyacaklardır. Doğu ise, dinin ve geleneklerin belirlediği bir hayatla ve nispeten düşük bir eğitim seviyesi ile maluldür.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

43

Onların Tanzimat ilkelerini “frenkleşmek” olarak tanıttığı halk kitleleri de bu memnuniyetsizliği paylaşmaya başlamıştır. Tanzimat’ın Metternich’çi “bürokratik-merkeziyetçi-seçkinci” devlet anlayışı taşrada idari reformlara girişir. Taşra kentlerinde yerel kurullar oluşturulmuş, eşrafın ve esnafın katıldığı taşra meclisleri teşekkül ettirilmiştir. Bu yerel meclisler, taşrada bir demokratik birikimin oluşmasının öncülleri olmaları bakımından da önemli olmuşlardır (Ortaylı, 2008). Türk toplumunda “Batılılaşma” şeklinde ortaya çıkan modernleşme, batılı siyasal, kültürel veya sosyal kurumların model alınması olarak anlaşılmıştır. Batılı modernleşmenin ideal tipi, batı medeniyetinin ideal insan tipinden çok şey almıştır. Kavcar, bu tipi “insana, insan haysiyetine ve şahsiyetine” değer veren, yapıcı, yaratıcı, akılcı, bilime, mantığa gözlem ve deneye önem veren, soyuta değil somuta, kaderciliğe değil kendi yeteneklerine güvenecek kadar özgüveni gelişmiş, aktif, araştırıcı, sorumluluk alabilen, tarafsız, önyargıdan ve peşin kabullerden ziyade kendi tahlillerine dayanan eşitlikçi, hoşgörülü, disiplinli, hakkaniyete riayet eden bir kişilik olarak tanımlar (Kavcar, 1995: 12-13, 81-83). Mehmet Kaplan da Şinasi’nin bir methiyesinde “medeniyet dininin resulü” olarak yüceltilen Musatafa Reşid Paşa’dan hareketle Tanzimatla yükselmeye başlayan yeni aydın tipinin özelliklerini şöyle sıralar: Kanuna ve adalete önem veren, laik karakterli, Tanrının varlığına aklın sunduğu delillerle inanmak isteyen, taassuba, skolastizme karşı, rasyonel düşünen, halkçı, kendi hukukunun bilincindeyken başkalarının hukukuna da saygılı, Avrupa sistemini model alan çağdaş bir eğitim isteyen bir kişi (Kaplan, 1994: 118-120). Birol Emil’e göre başta Namık Kemal olmak üzere hemen bütün Tanzimat aydınları şu veya bu şekilde aynı vasıfları taşırlar (Emil, 1997: 5). İnci Enginün ise eski Osmanlı münevverinin dünya üzerindeki varoluşunu rindane bir hiççilikle açıklarken; yeni Osmanlı münevveri idealist, vatansever, milliyetçi, her türlü esarete karşı, kadının özgürleşmesini, rasyonel, batılı yolda bir edebiyatı savunan yön-

44

Doç. Dr. Ömer Solak

leri ile selefinden keskin sıfatlarla ayrılan bir tip olarak tarif eder (Enginün, 2000: 14-21). Kurmaca eserlerde gerçekçiliğin ve toplumsallığın yeri arttıkça bu değerleri şu veya bu şekilde taşıyan karakterler veya tipler de fazlalaşmıştır. Bu yeni insan anlayışı, Osmanlı siyasi ve sosyal hayatından uzak değildir. Batılı düşünce ile ilk temas yerlerinden biri olan tercüme odaları, İstanbullu aydınların kafalarının batılı değerlerle ilk tanıştıkları yer olur. Merkez dediğimiz odağın başat aydın tipinin artık bu yeni insan tipi ile teşekkül edeceği görülür. Buradan başka usta-çırak ilişkisi ile çalışan ve her biri birer okul hüviyetinde olan kalemler de yeni aydının yetiştiği birer halk okulu (public school)’dur. Tanzimat bürokrasisini oluşturacak bu yeni tip, devlet mekanizmasını yavaş yavaş geleneksel münevverden teslim alacak ve imparatorluk sathına yeni bir bakış ve anlayışla bakacaktır. Artık merkez ve onu belirleyen anlayış içeriden yavaşça değişmiştir. Tanzimat reformlarını gerçekleştiren bu yeni asker/sivil seçkin zümresi, Abdülaziz devrinin Genç Osmanlılarından, Abdülhamit devrinin İttihatçı jönlerine kadar, hep aynı reel tipin devamıdırlar. “Montsquieu’nün hukukî, Rousseau’nun siyasî Smith’in ve Ricardo’nun iktisadi görüşleri”ne dayanan bu tip, meselelere verilerin tahlil edilmesinden elde ettikleri kanaatler üzerinden bakmaktadır (Lewis, 1998: 171). Öte yandan 19. yüzyılın ortalarına gelinmeye başlandığında devlet mekanizmasını çevirmeye başlayan aydınların artık geleneksel bir eğitim kurumu olan medreseden değil, yeni usul tedrisatın hâkim olduğu mekteplerden yetişmeye başladığı görülür. Başlangıçta tamamen askerî amaçlı olan bu okullardan yetişenler, pek çok bakımdan medreselilerden ayrılır. Ancak halka gücünü devletten alan bir tahakküm duygusu ile bakmaları ile onlarla benzeşirler. Öyle ki bu bakış, Tanzimat’tan cumhuriyete uzanan uzun çizgide merkezi oluşturan Türk aydının taşraya bakışının belirleyen temel tavır olacaktır (Ceyhun, 1996: 112113). Merkezin bu mütehakkim tavrı, sosyal ve siyasi değişmelerle yakından ilgili olagelmiş ve doğrudan doğruya batılı bir tür

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

45

olan roman, öykü ve tiyatroda çok daha iyi gözlemlenir. Çoğu fikir ve siyaset adamı olan Tanzimat yazarları için bu türler, -sanat değeri olsun olmasın- yeni düşüncelerinin faydalı bir taşıyıcısıdır. Bu sebepledir ki “çağdaş Türk edebiyatı, ülkenin daha uygar, daha batılı olmak çabasına sıkı sıkıya bağlı” olacak, Tanzimat döneminin önemli isimleri, toplumsal ve siyasal tezlerini edebiyat kisvesi altında açıklamayı tercih ederler (Karpat, 1962: 21). Bu dönemde imparatorluğun ekonomik ve kültürel açıdan ileride olan gayrimüslim nüfusu Türkçenin ilk romanını da yazar. İç Anadolu taşrasından (Konya’nın Kulu köyünden), “Karamanlı” Ortodoks Evagelos Misailidis, 1872 yılında İstanbul’da Grek harfleri ile Temaşa-i Dünya ve Cefakâr u Cefakeş’i yayımlar (Anhegger, 1985). Romanın aslî kişisi, art arda dizilmiş olaylar içinde oradan oraya savrulan ve bin bir türlü zorlukla mücadele eden Favini’dir. Tımarhanede, genelevde, hapiste karşılaşılan ve hikâyeleri dinlenen deliler, fahişeler, mahkûmlar sayesinde devrin sosyal panoraması okurun gözünde canlanır. Eserin olay örgüsü ise biraz meddah hikâyelerine, biraz pikaresk anlatıların sahtekâr, kurnaz, ama sorumsuz, neşeli, havai kahramanlarının maceralarına; biraz tembel, işsiz ve uçarı Türk halk kahramanı Keloğlan’ın evinden ayrılıp geçen türlü güçlükleri aklıyla yenip sonra anasının yanına dönüş serüvenlerine benzer (Gökalp, 1999: 197-198). Bu dönemde taşranın birkaç cılız örnek dışında edebiyata girebildiği söylenemez. Bunun sebebini batılılaşma olgusunun kendisinde aramak gerekir. Zira batı tarzı bir hayat, sadece kentlerde gözlemlenmektir. O halde konak köleliğine veya batılılaşmanın yanlış anlaşılması sahnelerine fazlasıyla odaklanmış aydın/yazarlar için mekân, kaçınılmaz olarak İstanbul olacaktır. Yaşadıkları, tanıyıp bildikleri bir yer olması ve çok kültürlü, çok etnikli yapısı ile İstanbul’un tam da romanın ihtiyaç duyduğu figürlere ve sahnelere uygun olması da bir başka sebep olabilir. Aslında dönemin taşraya temas eden az sayıdaki eserine bakıldığında, taşraya yönelik Tanzimat öncesinden devam eden

46

Doç. Dr. Ömer Solak

menfa yeri bakışının silinmeye başladığı görülür. Zorunlu ikamet mecburiyetinin getirdiği meşakkatle taşrayı kötümser bir dille betimleyen bu bakış, yerini romantik ve pastoral bir bakışa bırakmaya başlar. Zira Fransız romantizminin tabiata yönelen tavrı; dönemin bazı yazarlarının köy hayatı güzellemeleri yazmasına sebep olmuştur. “Bu doğrultuda Anadolu’ya ve Anadolu insanına yöneliş de 19. yy.dan itibaren roman ve hikâyelerimizde önceleri basit ve acemice de olsa yoğun bir egzotik ilgi ile destekli bir surette köye ve köy tabiatına gidiş şeklinde ortaya çıkar” (Özlük, 2009: 58). Kentlinin çoktandır unuttuğu tabiat, şehre ait sahteliklerden, içi boş törenselliklerden ve maskelerden arınma yeri olarak imgeleştirilir. Karpat’a göre yeni yetişen Osmanlı aydınları, Fransız romantizminin gerçeklerden ayrılıveren uçucu duygululuğunun büyüsüne kapılıvermişlerdir, çünkü bu ekol, onların içinde yetiştikleri divan şiirinin muhayyel dünyasına da pek uymaktadır (Karpat, 1962: 28). Letâif-i Rivayat serisinde yayımlanan Bir Gerçek Hikâye (1293/1876) ve Bahtiyarlık (1302/1885), edebiyat tarihimizde köyden söz eden ilk hikâyelerdir. Bunlardan ilki 66 sayfalık bir klasik vaka hikâyesidir. Yazar burada, Akdeniz adalarındaki bir köyde geçen basit bir aşk macerasını anlatır. Ali adlı bir delikanlı adalı bir Rum kıza âşık olur ancak din ayrılığının önüne geçilemez.13 Roman, gerek ilk defa mekan olarak köye yer verişi, gerekse daha sonra Osmanlı dönemi romanlarının şahıs kadrosunda sıkça boy gösterecek taşra insanı prototiplerine yer vermesi bakımından ilginçtir: Geri kalmış bir çevre olarak köyün ulaşımdan yoksun oluşu; köylülerin yazar tarafından “çelebilik” olarak nitelendirdiği çekingenliği ve ürkekliği köye yönelik ilk dikkatlerdir. İkinci eserde ise yazarı temsil eden idealize kahraman, kır insanlarını aydınlatmak için misyonerce bir çaba içerisindedir. Mekteb-i Sultani’yi bitirmiş Şinasi, Bursa’nın Söğüt kasabasına bağlı Bozok köyünde aradığı “bahtiyarlığa” kavuşur. Şinasi, altı 13 Vakası itibariyle yazarın o yıllarda kaleme aldığı bir diğer eser olan Gönüllü’ye çok benzer. Türk Yunan savaşını anlatan romanda vaka Teselya Yenice’sinde geçer.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

47

yılda kurduğu çiftliği geliştirir, genişletir. Civarın miskin köylülerine örnek olur. Yazarının İslamcı ve Osmanlıcı tezlerin uygun olarak kaleme alınmış olan eser, mademki Osmanlı’nın eski ihtişamı kazanması ve İslam birliğinin sağlanmasının yolu halkı eğitmekten geçer, o halde halka gitmelidir, görüşünü savunur (Mehmet Murat, 1308/1890). Tanzimat yazarlarının hepsinin de romantik büyüye kapıldığı söylenemez. Zola gibi yazmaya çalışan ama eserleri ile fazla bir etki yaratamayan Nabizade Nazım gibileri bir çeşit taşra aydınlanmacılığını denerler. “Tanzimat sonrasının Dersaadet’indeki umumi hava yazarları da etkiler; taşrayı tanıma gayreti, üstün bilgisi ve zengin hayalleriyle onu değiştirme emeli, gayreti, bir cins taşra aydınlanmacılığı hevesi eserlerine yansır” (Özgül 1998: 282). Bu yüzden Osmanlı taşrasını işleyen romanlarda ıslahçı bir bakış hâkimdir. Nabizade Nazım’ın “hakikiyyun” etkisiyle yazdığı Karabibik’in (1308/1890) de mekânı köydür. Yazar, Antalya’nın Kaş ilçesine bağlı Beymelik köyündeki insanların yaşamından seçilmiş basit bir vakayı yer yer inandırıcı ve özgün olabilen tasvirlerle sunar. Köylerin okulsuzluğu, köylünün yoklukla, ağalarla, hastalıkla ve toprakla mücadelesi, Demre köyünün Hıristiyan Rum ve Beymelik’in Müslüman Türk ahalisi arasındaki yaşam kalitesi farkı daha önce hiçbir yazar tarafından işlenilmemiş konular olarak dikkati çeker. Öyle ki eser bu hali ile Cumhuriyet edebiyatının toplumcu-gerçekçi köy yaklaşımının Osmanlı dönemindeki bir öncüsü gibidir. Kitabının önsözünde “-Emile Zola gibi, Alfons Daudet gibi relistlerin yani hakikiyyun romanlarını- mütealaa etmemişseniz, işte size bir tane ben takdim edeyim” sözleri ile dile getirilen gerçekçilik iddiası (Nabizade Nazım, 1308/1890), Demirtaş Ceyhun’a göre “ayrıntılı bir askeri haritaya bakılarak coğrafya adları kullanmak”tan öteye gidemez (Ceyhun, 1996: 11). 1962’de İstanbul’da doğmuş bir subay olan Nazım, Anadolu’ya gitmeden Anadolu romanı yazan yazar neslinin öncüsüdür. Ceyhun’a göre yazar, eserdeki Beymelek köyünü ve romanın vakasını subaylığında bir emir erinden dinlemiştir (Ceyhun, 1996: 15).

48

Doç. Dr. Ömer Solak

Turfanda mı Yoksa Turfa mı? (1308/1890) da dönemin mekânını hep İstanbul’dan seçen eserlerinden ayrılır. Yazar Mizancı Murat da başkişisi Mansur’u tıpkı Ahmet Mithat gibi bir köye gönderir. Manisa’nın Veliler köyünden bir çiftlik alan Doktor Mansur, zamanını ora halkının sağlığı, eğitimi, refahı için harcayan bir idealiste dönüşür. Tıpkı çiftliğinde vakit geçirmeyi çok seven Ahmet Mithat’ın tecrübelerini Şinasi’de raporlaştırması gibi; Murat Bey de yapmak isteyip de yapamadıklarını Mansur’un şahsında kurgulamıştır (Özgül, 1998: 283). Keza her iki romanda da, “aydın, eğer halka güven verirse, halk onun ardından gelir” mesajı işlenmektedir. Öte yandan bu dönemin taşrayı bir mekân olarak seçen eserlerinde –ana akımın dışından- taşra kökenli yazarların elinden çıkmış olanlar da vardır. Kayahan Özgül’e göre ilk köy romanımız olan Türkmen Kızı, Toroslardaki özgür hayatı anlatır. “Ciddi bir folklor malzemesi saklamakta” olan bu eser, “Çukurova’da düze inen Türkmenlerin asırlar boyu geçirdikleri serencamdan haberdar” bir (Özgül, 1998: 284) yerel memur olan Ömer Ali Bey tarafından yazılmıştır (Ömer Ali Bey, 1307/1889). Yazar, asırlardır o bölgenin feodal beylerinden olan Ramazanoğulları’nın sülalesinden gelmektedir. Ara Nesil yazarlarından Mehmed Celâl’in Elvâh-ı Sevdâ (1892), Küçük Gelin (1892) ve İsyan (1910) gibi romanlarında, İstanbul’a yakın köyler mekân olarak geçerken, gerçekçi bir sosyal tavırdan çok, pastoral bir bakış hâkimdir. Servet-i Fünûn şairlerinin taşraya bakışı da Tanzimat ve Ara Nesil’in tecrübesine doğru bir geri gidiştir. Fikret’in ve Cenab’ın şiirlerine çok az giren köy hayatı, bir gerçeklikten ziyade, mutlu insanların neşe ile yaşadığı bir kartpostal manzarasıdır. Tevfik Fiktet’in “Çoban kaval çalar / Anın hayatı şairanedir/ Güler perisi tarlanın / Bu bir güzel teranedir” dizeleri ile biten “BahârTerâne-dâr” şiiri, durumu örnekler (Tevfik Fikret, 2000: 222). Toplumdan uzak Edebiyat-ı Cedide’nin taşraya açılmasındaki güçlüğün sebebi, ediplerin ilgilerini her türlü sosyal meseleye

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

49

kapatan Abdülhamit’in mutlakıyetinden çok; içinden geldikleri sosyolojik katmanda aranmalıdır. II. Meşrutiyet öncesinde “kır hasreti veya köy özentisi” biçiminde de olsa, bazı yazarlar ve şairler, imgelemlerinde bir çevre değişikliği yaşarlar (Okay, 1980: 175). Bu eğilim, aydınların içinde yaşadıkları dönemin ekonomik, toplumsal ve siyasal hayatına karşı artan hoşnutsuzluklarından bir çeşit kaçma ve tabiata sığınma olarak da değerlendirilebilir. Romantik ve sembolik akımların kent-kır karşıtlığının zengin çağrışımlarından yaralanma isteği de bunda yadsınamaz. Kent para hırsı, gösteriş merakı, riya ve ahlaksızlık; kır ise masumiyet, mutluluk ve içtenlik demektir. Bu karşıtlığın semboller ve alegoriler dünyasında vakalr kurgulamak yazarlara çekici gelmiştir. Nitekim Fransız aydınlanmacılığının tesirindeki Osmanlı aydınları üzerinde Rousseau’nun doğaya bakışının tesiri de aranabilir. Romantikler üzerinde de etkili olmuş bu görüşlere göre doğa, yüce saf ve bozulmamış insanın yurdudur. Romantik edebiyatın gözde tipi, bu yüzden “toplumda yerleşmiş kurallar ve inançlara uyum sağlayamayan, asi tabiatlı, anti-sosyal adam olmuştur” (Moran, 1999: 26). Dönemin yazarları birkaç cılız teşebbüsün dışında roman vakalarını İstanbul’un dışına taşımakta isteksizdirler. Bunun sebebini yukarıda sıralananlar dışında Türk romanının ve hikâyesinin henüz sosyal meselelere açamamasında aramak gerekir. Bunun için II. Meşrutiyet dönemini beklemek gerekecektir. Bu eserlerin bir diğer tarafı da kent-kır mukayesesi yapmaları ve kentli okura kır hayatını ve kır insanını gerçekçi olmaya çalışan bir çaba ile hatırlatmalarıdır. Özellikle olayları romantizmin “renkli gözlükler”iyle göstermek istemeyen Nabizade Nazım bunda ısrarlıdır (Nabizade Nazım, 1308/1890). Kısacası Tanzimat devlet işlerini düzenlerken başkent İstanbul’da da fiziksel ve sosyal çevre hızla değişmişti. Lefebvre’nin belirttiği gibi mekân medeniyet tarafından şekillendirilir ve daha sonra mekân medeniyeti şekillendirir. Doğu-batı ikilemi kente

50

Doç. Dr. Ömer Solak

ikili bir yapı şeklinde yansımıştır. “Toplumun farklı kesimlerinin farklı mekânlar içerisinde, ekonomik ve siyasal gelişmenin bir eleştirisi olarak anlatıldığı Batı romanını taklit eden Osmanlı-Türk romanı, mekânsal farklılaşmayı başka bir eleştirinin, Doğu-Batı karşıtlığının ve kimlik sorunun bir sembolü olarak kullandı.” (Türkeş, 2006: 24). Bir başka deyişle toplumsal durumların yansımalarını içerisinde bulunduran romanda kent, bir doğu-batı ikilemini anlatmak üzere, mekân bağlamında kullanılmıştır. Özetle “İlk yazıldığı 1870’lerden başlayarak hep ahlaki, felsefi ve siyasi meselelerle ilgilenen Osmanlı romanı İstanbul merkezlidir. Devletin bu en kötü günlerine Batılılaşma etrafında çözümler arayan Osmanlı aydınlarının Anadolu’yla ve Anadolu insanıyla ilgilenmeye hiç vakti ve perspektifi olmamış, uzun süre köye dönük bir roman yazılmamıştır” (Türkeş, 2001:201). Bu dönemde romanın daha çok Boğaz’ın yalı ve köşklerinde oturanların gönül serüvenlerini anlattığı görülür. Taşrayı mekân olarak kullanan Osmanlı yazarları ise Anadolu taşrasını daha çok “köy”le özdeşleştirir. Hâlbuki Anadolu, köy kadar kasabadır. 0.2.3. II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete: Taşraya Yönelik İlk Dikkatler II. Abdülhamit iktidarını 1908’de önce sarsan bir yıl sonra da düşüren II. Meşrutiyet ihtilali, pek çok edebiyat tarihçisi tarafından bir kırılma noktası olarak kabul edilir. Ancak önceki dönemlerin birikiminin bir uzantısı olarak bu dönemde de doğu-batı karşıtlığı, İslamcılık, Türkçülük ve Garpçılık gibi belirgin ideolojilerde tartışılmaya devam edecektir. Batılı modernleşmeye değişik oranlarda kapı aralayan bu ideolojiler, her biri devrin önemli edebiyat adamları da olan ideologları ile çeşitli sentezler etrafında çözümler önerecektir. Bunlardan ilki merkezden uzak Anadolu taşrasına göre Selanik gibi daha yenilikçi Osmanlı Balkan şehirlerinde oluşmaya başlayan Türkçü temayüldür. Niyazi Berkes’e göre Genç Kalemler dergisini şekillendiren aydınlar topluluğunun ilk ilhamı Rus-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

51

ya’daki “narodnik” (halkçı[lık]) akımından İstanbul’a ve Selanik’e gelen esintilerdir (Berkes, 1975: 232-233). Daha çok Tatar aydınları vasıtası ile taşınan bu fikirler, kısa zamanda devrin Türkçü isimleri arasında halkçı bir tesire sebep olmuştur. Bir başka deyişle millî edebiyat, başlangıçta halkçılığı izleyen bir akım olarak doğmuştur. Halka inmenin ilk şartı olarak edebî dilin onun diline yaklaşması olarak gören bu hareketin halk dilinden anladığı ise Anadolu değil, İstanbul’un kenar mahallelerinin dilidir. Ne var ki “mevcut koşullar, halkçılık yönünün gelişmesine elverişli değil”dir ve kısa zamanda akımın “halkçı niteliği Türkçülüğe dönüş”müştür (Moran, 1999: 13). İttihat ve Terakki, iktidarı tam olarak ele alınca daha ılımlı ve sorumlu hareket etmeye başlar. Gerçekte milliyet esasına dayalı halkçı bir anlayışa sahipse de başlarda Osmanlıcılık düşüncesini benimsemiş görünür (Yalçın, 1992: 33). Prens Sabahattin ve benzeri eski Jöntürklerin adem-i merkeziyetçi teorilerine mesafeli duran fırka, taşrada hızla örgütlenecek, uzak Anadolu eyaletlerinde devletin varlığını yeniden duyumsatmaya çalışacaktır. Partinin iktidara gelmesiyle doğan sosyopolitik iklimin edebiyatı ise “millî” edebiyattır. Osmanlıcılıktan İslamcılığa, oradan beynelmilelciliğe savrulan Osmanlı entelektüel dünyası için Türkçülük, “en azından İmparatorluk sınırları içindeki öteki etnik grupların ulusçuluk akımları kadar yeni ve çağdaştır. (…) Anadolu’daki Türklüğünü unutmuş yığınlar bir doping etkisi yaratarak, İmparatorluğu toparlayacak yeni bir toplumsal dinamiğin doğmasına neden olacağı”nı düşünürler (Ceyhun, 1996: 116). Feroz Ahmad ise, II. Meşrutiyet sonrasının siyasi manzarasını çok olumsuz çizer. Ona göre Osmanlı devleti o dönemde çok zayıftır. “Osmanlı sınırları içindeki, Anadolu’daki eşkıyalık olaylarının miktarına baktığınızda, Osmanlı’nın İstanbul dışında pek fazla bir toprağı kontrol edemediği anlaşılıyor. Örneğin, Bandırma’da eşkıyalar trene saldırıyor. Karadeniz’de, İzmir’de eşkıyalık olayları yaşanıyor. İzmir’deki eşkıyalardan en önemlisi Çakırcalı Efe, ama pek çok başka eşkıya grubu da var. Dolayısıyla,

52

Doç. Dr. Ömer Solak

Osmanlı’nın Anadolu’yu kontrol edebildiği pek söylenemez. Anadolu daha ziyade yerel eşrafın kontrolünde... Doğu’da ise kontrol Kürt aşiretlerde” diyen Ahmad, bu dönemdeki Osmanlı devlet mekanizmasının zaaflarını gözler önüne serer (Ahmad, 1010). Türk edebiyatının yenileşme tarihi ile halka yönelmesi birbirine paralel yürür. Gazetelere çok şey borçlu olan Tanzimat edebiyatı, öncelikle okur sayısını arttırmak için halka yönelim gereğinin fakına varır. II. Meşrutiyet’le birlikte patlayan basın yayın ve edebi üretimle birlikte toplumun hemen her sosyolojik ve ideolojik katmandan gelen yazarların eserlerinde nicel ve nitel bir artış yaşanır. Ele alınan temalar, bu temalara yönelik ideolojik yaklaşımlar, daha önce benzeri görülmemiş bir zenginlik içindedir. II. Meşrutiyet öncesinde daha çok Osmanlı tebaasını yanına çekmek isteyen Abdülhamit’e Jöntürklerin Paris, Cenevre veya Mısır gibi muhalif merkezlerde çıkardıkları yayınlarda “Anadolu” vurgusunun giderek arttığı görülür. Adanalı Süleyman Vahid’in Mısır’da on beş günde bir çıkardığı Anadolu gazetesinde “Esselamü aleyke ey mübarek Anadolu! Ey koca Türk ili…” hitabıyla Osmanlılığa değil, Türklüğe vurgu yapılması (Süleyman Vahid, 1320) ve Anadolu’nun bir anavatan olarak öne çıkarılışı önemlidir. Anavatan’ın eli kolu olan Mısır, Yemen, Trablus gibi yerleri savunmak için evlatlarını göndermesi Namık Kemal’in bir gazelinde söylediği “Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini” şiirinde çizdiği imaja paraleldir. Ahmet Rıza’nın 1895’te Paris’te kurduğu Meşveret gazetesinde ise Anadolu’nun geri kalmışlığı, Anadolu köylüsünün yoksulluğu romantik bir duygusallıkla işlenmektedir. II. Meşrutiyet’ten sonra çıkan gazetelerde de bu vurgu güçlenerek devam edecektir. 1908’de Konya’da Mehmed Burhaneddin tarafından çıkarılan Anadolu gazetesi, bundan bir yıl sonra çıkmaya başlayan Anadolu Çantası da Osmanlılığı öne çıkaran gazetelerdir. İzmir’de Haydar Rüştü’nün çıkardığı Anadolu gazetesini de bunlara dâhil edebiliriz. Meşrutiyet basındaki Anadolu imajına kronolojik olarak bakıldığında “Anadolu, peşpeşe

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

53

gelen savaşlar, mağlubiyetler ve felaketlerle birlikte zamanla kaçılıp sığınılacak en son ana kucağı olarak düşünülmüştür” (Yalçın 1992: 115). Bu dönemde Selanik’teki bu halkçı/milliyetçi söylemle İstanbul’daki eski Servet-i Fünûn estetiğinin yolundan yürümek isteyen Fecr-i Ati gruplaşması arasında bir çatışma yaşanır. Genç Kalemler’in halkın diline yaklaşmak, millî konulara, yerli yaşama yönelmek ve sözlü gelenekten gelen folk birikimi değerlendirmek gibi ilkeleri sert bir edebilik tartışmasına sebep olur. Ancak bu çatışmanın kazananı, siyasal ve sosyal zeminin de yardımı ile birinciler olacak, çoğu İstanbullu olan ve Servet-i Fünûn estetiğini devam ettirme taraflısı pek çok yazar, sosyal ve siyasal şartların da zorlaması ile halka yönelecektir. Merkezin taşraya bakışının tipik özelliklerini bünyesinde barındıran bu yönelimin belli başlı özellikleri, o dönemde yazılmış pek çok eserde de gözlenir. Öte yandan baştan beri bu estetiğe mesafeli kalmış yazarlar da bu halka yönelişlerini cumhuriyet döneminde hızlandıracaklardır. Kaldı ki bu dönemde romanlarını, zaten “halkı düzendeki haksızlık konusunda aydınlatmak, boş inançlardan kurtarmak ve ona ileri fikirler aşılamak” amacıyla yazdığını söyleyen Hüseyin Rahmi, Moran’a göre millî edebiyat akımının örnek bir temsilcisidir (Moran, 1999: 13). İslamcılığın ve milliyetçiliğin içinde yer bulan muhafazakârlık ise, bu dönemde “özün korunması şartıyla, muasır medeniyetin ilmini ve tekniğini almak” gibi kendi ara çözümünü üretmiştir (Çağan, 2009. 88). Muasır medeniyeti takip etme gereğine kapısını bütünüyle kapatmayan muhafazakârlık, bunu “geçmişle irtibatlı olma ve ‘özgün doğu’lu faziletleri muhafaza etme” şartına bağlar (Kadıoğlu, 2002. 284). Türk muhafazakâr kimliği, vazgeçilmez iki bileşeni olarak gördüğü milliyetçilik ve İslamcılık içinde yer alarak onları birbirine yaklaştırdığı gibi, ülkenin entelektüel vasatında bir uzlaşma zemini de olmuştur. İslamlık öncesi tarihi görmezden gelişi ile Türkçülüğe tesir ederken; İttihat ve Terakki’nin batı tipi kurumları ve politikaları ile uzlaşmasını sağlamaya çalışarak İslamcılığa etki eder. Öte yandan

54

Doç. Dr. Ömer Solak

İslamcılığın “yorumun sahihliğine ilişkin refleksif ve eleştirel tavrı ve bu tavırdan neşet eden sahih olmayanı geleneği, töreyi kısacası din dışı olan her şeyi ayıklama ve dışlama talebi, muhafazakârlık için rahatsız edicidir.” (Çağan 2009: 89). Ancak her iki vasatta da bu dönemin muhafazakârlığının merkez değerlerini savunan bir aydın tavrı olduğu ifade edilmelidir. Bu dönemde edebi eserlerle de yansıyan fikir mücadelesinin bir cephesi de tartışmanın daha çok teklif tipler üzerinden yürütülmesidir. Teklif tipler ve karşı teklif tipler, aslında batılı tecrübenin Türk modernleşmesine ne oranda örneklik edebileceğine dair tartışmanın numuneleridir. Muhafazakâr karşı teklife göre uygarlık kökleri itibariyle farklı olunan Batı’dan örnek alınması gereken sanat ve kültür değil; bilim ve tekniktir. Bu görüşe göre biçimlendirilen roman ve öykü kişileri, bir yere kadar yerli bir yere kadar batılı deneyimi takdir eden kişiler olurlar. Onlara göre, ruhta tamamen “şarklı” kalmak ve garbın yalnız tekniğinden faydalanmak işi halledecektir (Ülken, 1966: 28). Öte yandan Toynbee göre bu mümkün değildir zira medeniyetler, “dini kıymetler etrafında doğmuş”tur (Aktaran Güngör, 1993. 81). Cahit Kavcar, Eski Yunan, Latin ve Hıristiyan uygarlık birikimine istinat eden batı medeniyetini bilim, sanat ve tekniğin ayakta tuttuğunu söyler. Kemal Karpat, her ikisi de İttihat ve Terakki döneminde birbiri ile çarpışan iki düşünce akımının temsilcisi olan ve yine her ikisi de eserlerinde sosyal temalara yer veren iki şair olarak Mehmet Akif ve Tevfik Fikret’in taşraya ve merkeze bakışlarını mukayese ederken şu gerçeğe işaret eder: Akif gaza ruhu ve kuvvetin haktan geldiği düşüncesine dayalı bir Türk-İslam devleti idealini savunurken; Fikret, laik esaslara dayanan bir devlet istemekte, tarihe bakınca yaşayan acı gören ve arzuları ile düşünceleri ile gerçek insanı görmektedir. Biri geçmişin değerlerini ihya etmek ve bugüne taşımak isterken; diğeri geçmişte bugünkünün zafiyetle dolu insanından başka bir şey görmez ve geleceğe bakmak ister (Karpat, 1962: 10-11).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

55

Öte yandan ideolojik bakıştan çok etkilenen dönem edebiyatının Anadolu algısında da bir farklılaşma görülür. “II. Meşrutiyet sonrası Türkçülük akımının da etkisiyle halkçı ve toplumcu hassasiyetlerin yoğunlaşması, köy ve taşra hayatına olan ilgiyi arttırmış”tır (Zengin, 2010: 89). İttihat ve Terakki Türkçülüğünden etkilenmeyen Osmanlıcı aydın ve yazarların bakışında da bu gözlemlenir. Taşra sadece bir sürgün yeri değildir artık. Aynı zamanda zamanlarının birer aydını olarak yazarlar, oraların Osmanlı yönetimi altında yüzyıllarca ihmal edilmişliğine ve gelişmemişliğine karşı bazı çözüm önerileri getirirler. Anadolu köy ve kasabaları, eserlere daha natüralist çizgilerle yansır. Roman ve öyküler, sahibinin kendi ‘köy ıslah programları’nı kurmaca kişilerin ağzından dile getirilmesi gibidir. Meşrutiyetin getirdiği bu halka dönük ilgi, halkın (İstanbul’un orta sınıf halkının) dilinin edebi dil olarak benimsenmesine sebep olursa da köye veya kasabaya bakışta hala bir kentlinin ilgisi ve bakışı hâkimdir. Zira ediplerin çok önemli bir kısmı İstanbulludur ve edebiyat coğrafyasının merkezinde hala İstanbul başat yerini korumaktadır. Kendisi de aslında taşra kökenli bir bürokrat olan (Niğde) Ebubekir Hazım, sırf köklerinden dolayı Anadolulu bir yazar olarak nitelendirilemez. Zira erken yaşlarından itibaren İstanbul’a yerleşmiş olan yazar, yüksek makamlarda bulunmuş bir bürokrat olarak daha çok bu şehirle ilişki halindedir. Öyle ki romanı da İstanbullu bir aydının taşraya bakışını yansıtır. Küçük Paşa (1326/1910) da tıpkı Karabibik gibi Anadolu’yu kumandası altındaki askerin anlattıklarından tanıyan bir idare adamının perspektifinden yazılmıştır. Vakası İstanbul’da başlayıp Niğde’nin bir köyünde biten romanda, devletin taşra politikasına dair üstü kapalı eleştiriler (savaşların halkı kırması, köylerin eğitim, sağlık ve ulaşım sorunları, köylülerin sefaleti) vakaya yedirilmeye çalışılır. 20 yıl önce yazılmış olan ve yoksul bir Anadolu köylüsünün psikolojisinden dünyaya bakmaya çalışan Nabizade

56

Doç. Dr. Ömer Solak

Nazım gibi Tepeyran da yoksul bir köylü kadın olan Selime’nin gözlerinden İstanbul’a ve konak hayatına bakar. Selime’yi önce İstanbul’da bir paşa konağına oradan da tekrar köyüne taşıyarak kent ve taşra arasındaki aşılması güç uçurumları; kent ve kır insanının psikolojilerindeki farkları göstermeye çalışır. Romana damgasını vuran mekânsal karşıtlık, konak özelinde İstanbul; köy evi özelinde de Anadolu köyüdür. Dönemin bir başka eseri de ve Tanzimat döneminin köye geç kalmış bakışını yansıtan Mehmet Hamdi’nin Köy Hekimi’dir (1328/1912). Romanda Anadolu’ya ait geleneklerin, evlenme törenleri vesairenin anlatılması önemli bir hacim tutar. Yerel yöneticilerin basiretsizliği yüzünden Anadolu halkının yaşadığı yoksulluk ve sefaletin anlatıldığı bu uzun hikâye ile roman arası eserde Çakır Ahmet ile karısı Nadire’nin birbirine olan sadakatleri, geleneksel aile ilişkisinin yüceltilmesi çerçevesinde ele alınır. Fakat bu mutlu aile hayatı, bir tertip sonucu karısı altı aylık hamile iken Çakır Ahmet’in evinin basılması suretiyle ile sona erer. Ömer Seyfettin’in “Yalnız Efe”si (1910) de Anadolu’nun bozulan asayişi ile ilgili tenkitler içerir. Öte yandan taşra, büyük şehirleri sarmış olan yozlaşmayı iyileştirecek bozulmamış bir öze sahiptir. Yazar, 1919 tarihli bir yazısında, “Şimdi İstanbul taşranın nuruna muhtaç” diyerek mütareke kötümserliğinin taşranın enerjisi ile kırılabileceği sözleri ile eserdeki aynı tezi tekrarlayacaktır (Ömer Seyfettin, 2004: 346). Bu tez, aynı yıllarda kurmaca olmayan bir eserde, Anadolu’ya düşen bir gazetecinin gezi notları olan Ahmet Serif’in Tanin gazetesi için yazdığı Anadolu’da Tanin’de de (1915) işlenir. Savaş yıllarında taşra insanının ruh halini, kentlerin, kasabaların sefil manzaralarını gösterirken yazar, taşrada görevli jandarma, komiser, kaymakam, kadı gibi idare adamlarının güçlerini taşranın kendi halinde tevekkülünden aldığını düşünmektedir. Mehmet Emin Yurdakul’un Türk Sazı (1914) adlı eserindeki şiirlerinde de İstanbullu aydının taşraya bakışının ilk sarsılışı görülür. Hanımının memleketi Şebinkarahisar’a yaptığı yolcu-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

57

luklardan birinin ürünü olan “Anadolu” adlı şiirde, daha sonra verimli bir düşünsel kanal olacak olan taşra tepkiselliğinin14 belki de ilk örneği, bir Anadolu kadının ağzından şöyle dile getirir: “Ah Efendi, bize karşı İstanbul / Neden böyle bir sert, yalçın taş gibi? / Taşraların hayvanlık mı nasibi?” (Yurdakul, 1989: 56). Garpçıların taşraya bakışı ise bu dönemin taşra algısının bir başka alanıdır. Daha çok İttihat ve Terakki’nin karşısında konumlanan Hürriyet ve İtilaf fırkasının etrafında yer alan isimlerden oluşan Garpçı aydınlar ve yazarlar, bu dönemde seçkinci bir tavır içerisinde eserlerinde taşrayı hemen hiç görmezler. Eserlerinde daha çok Servet-i Fünûn estetiğini sürdürmeye çalışan ve bu isimlerden çok azı, roman ve öykü gibi modern anlatı örnekleri verirler. Dönemin önemli bir İttihat ve Terakki muarızı olarak Refik Halit, görüş ve düşünceleri ile dönemin düşünce akımlarından Garpçılığa yakın bir isim olarak addedilebilir. Bu yazarların önemli bir kısmı, sadece sürgün veya memuriyet gibi sebeplerle karşılaştıkların uzak Osmanlı şehirlerine karşı, onların meselelerini yakından gören ve anlamaya çalışan bir ilgi ve dikkat içerisinde değillerdir. Edebiyatla ilgilenmek tahsil görmüş hemen her bürokrat için alışıldık bir durumdur. Taşrayı anlatan Osmanlı yazarlarının önemli bir kısmı da bu subaylar, sivil bürokratlar veya gazetecilerdir. Bunlar, ya İstanbulludurlar ya da eğitim, iş vb sebeplerden geldikleri bu şehre ait olmuşlardır. Vazife, sürgün vs. gibi zoraki nedenlerle bulundukları (veya bazen hiç bulunmadıkları halde) Anadolu’yu eselerlerinde anlatırlar. Demirtaş Ceyhun’a göre bunların Anadolu ile tanışmaları “emir-komuta ilişkisi” içersinde olduğu için eserlerinde bir kentlinin mesafeli turistik ilgisi hâkimdir (Ceyhun, 1996: 24). Bulunma sebepleri Anadolu’da ne kadar kalmalarını veya Anadolu insanına ne kadar yakınlaşmalarını gerektiriyorsa anlatım da o kadar içten, gerçekçi ve inandırıcı olmaktadır. 14 Türkiye taşrasının merkezin kendine bakışında gördüğü uzak yabancı ve mütehakkim tutuma karşı tepkiselliği modern Türkiye’nin gelişimde yoğun olarak ele alınan bir tema olacaktır.

58

Doç. Dr. Ömer Solak

Dönemin bu düşünceye yakın bir ismi de İttihat ve Terakki karşıtı görüşleri ile tanınan gazeteci yazar ve siyaset adamı olan Ali Kemal’dir. Onun 1889 yılında öğrencilik yıllarında gönderildiği Halep’teki sürgünlük yıllarının gözlem ve izlenimlerini romanlaştırdığı iki eserinde bu bakışın ana hatlarını örnekler. Roman turu acısından birçok eksiklikleri ve acemilikleri olan bu eserler, 1890’lı yılların Halep’ini yansıtmaları acısından dikkat çekicidir. “İki Hemşire’de şehrin iki farklı dünyası Müslüman ve gayrimüslim kesim arasındaki yaşayış, refah ve kültürel farklılıklar dört genç kızın hayatından bir kesitle dile getirilir. Çölde Bir Sergüzeşt’te ise Ali Kemâl, Halep dışına çıkar, bir memlahadaki yaşantıya, ahlaki ve idari bozukluklara dikkat çeker ve kahramanı vasıtasıyla bir sürgünün İstanbul özlemini, yaşadığı mekâna yavaş yavaş alışınca veya alışmak zorunda kalınca da bu özlemin yerini farklı bir dünyaya olan hayranlığa dönüştüğünü anlatır.” (Yüksel, 2009: 1483). Kısacası II. Meşrutiyet dönemi ürünlerinde taşraya karşı yavaş da olsa bir bakış açısı değişikliği görülür. Art arda gelen yenilgilerle önce II. Meşrutiyet basınında sonra edebi eserlerde Anadolu, İstanbul’un yoz alafrangalığından, dejenerasyonundan kaçmak isteyen aydınların muhayyel ülkesi olarak yükselmeye başlamıştır. Ne var ki taşra insanına, hala kentli aydının gözünden bakılmakta, bu yoldaki denemeler gerçekçi olamamaktadır. Taşra bu dönemde egzotik bir mekân olarak yeni yeni keşfedilmeye başlanmıştır. İdeolojik nedenlerden dolayı merkezin kendine kimlik ve köken arayışının da bunda payı vardır. Mütareke ile birlikte Anadolu artık coğrafi bir yer olma anlamının çok ötesinde bir son sığınak, son ümit olarak algılanır olacaktır. Ancak İstanbul’daki hükümetten ümidini kesen aydınların milli mücadele heyecanı ve idealleri ile birleşmesini anlatan eserler için Cumhuriyet dönemini beklemek gerekecektir. Cumhuriyet öncesinde eserlerinde taşraya yer vermiş veya taşrayı anlatmış yazarların memleketlerini bir tabloda görmek, merkez-taşra karşıtlığının dönemin anlatısına yansımasının daha iyi anlaşılmasına sebep olacaktır.

59

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

Yazar

Doğum-ölüm tarihi ve yeri

Eser

Kurgusal coğrafya

1

Ömer Ali

1843 Adana–1920 İst.

Türkmen Kızı

Adana

2

Nabizade Nazım

1862 İst. –1893 İst.

Karabibik

Antalya

3

Ebubekir Hazım

1864 Niğde–1947 İst.

Küçük Paşa

Niğde

4

Ömer Seyfeddin

1884 Gönen–1920 İst.

Yalnız Efe

Aydın

5

Refik Halit

1888 İst.–1965 İst.

Memleket Hikâyeleri

Sinop, Çorum, Bilecik...

6

Ali Kemal

1869 İst.–1922 Gebze

İki Hemşire, Çölde Bir Sergüzeşt

Halep

Tablo 1. Bazı II. Meşrutiyet dönemi yazarlarının kökenleri ve kurgusal coğrafyaları

1. BÖLÜM: CUMHURİYETİN ERKEN DÖNEMİ VE DÖNÜŞTÜRÜLEN TAŞRA (1923-1950)

Sosyopolitik Manzara: Anthony Giddens’e göre “modernlik, on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçim”idir. Özellikle 19. yüzyıl sonlarında bu değişime anakronik bir şekilde yakalanan hazırlıksız toplumlar, büyük çelişkilere sürüklenirken; modernlik, onlar için kaçınılmaz bir uygarlaştırma projesi haline gelir. Bu süreç, modernliği daha önce yaşamış olan batıyı bir merkez konumuna getirirken, henüz ona intibak edememiş olan dünyanın geri kalanının payına modern ile geleneksel arasında bocalayan bir çevre olmak düşecektir (Giddens, 1998: 11). Aynı süreç, çevresel ülkelerin bizzat kendi içlerinde yaşanır. Modern olanın ilk nüfuz ettiği yerler hızla merkezleşirken; onu kuşatan alanlar gittikçe daha çok taşralaşır. Öte yandan Cumhuriyet ile birlikte aynı süreç Türkiye’de yaşanacak, İstanbul’un asırlardır süren iktidarı sarsılırken, güç yavaş yavaş yeni başkente kaymaya başlayacaktır. Aslında daha Tanzimat döneminde başlamış olan Konya, Trabzon, Bursa, İzmir, Beyrut gibi yeni merkezciklerin önüne geçen Ankara, Cumhuriyet tarihi boyunca da çoğu İstanbul veya Rumeli kökenli yönetici elit eliyle bu gücünü berkitir. Kurtuluş Savaşı sırasında “kumandanlar, din adamları, eski ittihatçılar, bürokratlar, eşraf ve solcuları” ince bir taktikle çok yönlü bir ittifak etrafında bir araya getirmeyi başarabilmiş olan Atatürk ve çevresindeki asker/sivil kadro, iktidarı tam olarak kontrol altına aldıktan sonra -batıya karşı bağımsızlığı koruyabilmenin yolunu bunda gördüklerinden- batı tipi bir modernizm

64

Doç. Dr. Ömer Solak

modelini uygulamaya koyar (Moran,1999: 8). Temelinde “aydınlanma çağı ile gelen zihinsel dönüşümün ortaya çıkardığı ideoloji ve yaşam biçimi”yatan bu model, “hümanizm, sekülarizm ve demokrasi sacayağı üzerine kurulu; insanı özgürleştiren, kurtuluşu dinde değil bilimde arayan, insan merkezci bir dünya görüşü”dür (Demir ve Acar, 1992, 251). Buna karşın taşra, modernizme karşı kendi içine kapanmak dışında sistematik ve düşünsel bir tavır geliştiremez. Modernizme karşı bir aydın desteği alamamaları da bunda etkin olmuştur. Cumhuriyetin tevarüs ettiği gelenekçi münevverler ise değişen oranlarda modernliğe karşı oluşları dışında; aralarında bir fikir ve güç birliği sağlayamadıklarından bir reaksiyon odağı olamazlar. Osmanlının dağılmasından sorumlu tuttukları batı modelinin yeni Türkiye’nin de temel ideolojik yaklaşımı olmasını örtük bir reddiye ile karşılamaktan başka bir şey yapmamışlardır. Kıta Avrupası tipi bir ulus-devlet rejimi kurmak isteyen modernleştirici kadrolar ise bunun bir gereği olarak taşrada homojen ve tek renkli bir yapı arzulamaktadırlar. Onları Tanzimat ve II. Meşrutiyetin modernistlerinden ayıran da, taşraya çok etnikli ve çok dinli bakmamalarıdır. Kaldı ki Balkanlardaki ve Ortadoğu’daki topraklar kaybedildiği için elde kalan Anadolu taşrası da eskiye nazaran çok daha homojendir. Böylece geleneksel yapıyı değiştirecek reformlar, biri diğeri üzerine kapanan ardışık aşamalar halinde uygulanmaya başlar. Öncelikle rejiminin ideallerini ülkeye yaymak için lâikliğin yerleştirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle ona ters düşen “dinsel bağnazlığın” şekillendirdiği yapılarla mücadele, kadının topluma katılması ve eğitimi gibi meseleler, merkezin taşraya bakışının ardında yatan tezlerdir. Osmanlı bürokrasinden gelen ve çoğu İmparatorluğun nispeten daha mamur bir yeri olan Rumeli kökenli kurucu kadro, Tanzimat’tan beridir, deneme-yanılma yoluyla edindiği tecrübeleri ve ideoloji birikimlerini uygulama imkânı bulmuştur. Hâkimiyeti, 1950 seçimlerine kadar devam edecek olan bu kadronun

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

65

bu tarihten sonra taşra tüccarları ve serbest meslek sahipleri gibi daha az merkeziyetçi kadrolar alacaktır (Acun, 2007: 39-64). Merkezin taşraya bakışını şekillendiren modernleştirici tezler, taşra incelemelerinde çokça başvurulan merkez-çevre karşıtlığının artık tam olarak oluştuğunu gösterir. Geri kalmış ve uzak bir taşra tanımı, bu dönemin hâkim bakış açısıdır. Merkez, modernin ve ideal olanın; taşra geriliğin mekânıdır. O halde yapılacak olan, taşrayı merkez gibi yapmaktır. Batılı fikirlerle donanmış, akla ve bilime inancı tam, bir öncü kuşak marifetiyle önce kentler; sonra da geleneksel dönüştürücü etkiye direnen taşra değiştirilecektir (Bulut, 2007: 1-2). Taşra, artık ataletten, miskinlikten, batıl itikatlardan kurtarılması gereken bir yerdir. Bu aşamada halkçılık ilkesi, modernleştirici merkezin dayandığı doktrinlerden biri olur. Zaten köycülüğün aslında bir başka biçimi olan halkçılık, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, başta ABD ve Rusya olmak üzere, bütün dünyada merkezi güçlere karşı yükselmiştir. Erken cumhuriyetin halkçılığı bu anlamda o yıllarda tüm dünyada görülen back to land hareketlerinden bağımsız düşünülemez. Kurucu kadronun köycülüğü de, köy meselesinin halline ve köylünün yeni sisteme nasıl eklemleneceğine dair bir çözüm arayışıdır. Bir yanı milliyetçilikle örtüşen bu çaba, neredeyse %80’lere varan büyük bir milli kütleyi halk üzerinden yaratmayı esas alır (Karaömeroğlu, 2006: 7). Öte yandan Cumhuriyetin erken döneminde taşranın umumi manzarası, merkezin bu değiştirimci tavrına hiç de yardımcı olacak mahiyette değildir. Bundandır ki giriştiği homojenleştirme sürecinde merkez, taşrayı öteden beri dilediği gibi şekillendirmiş esnaf örgütleri, tarikatlar ve feodaller gibi eski yapıları karşısında bulur. Nüfus, daha çok kırsal kesimde yoğunlaşmışken; kentler devasa bir kırsal alanın içindeki adacıklar halindedir. Kırsal ekonomiye dayalı iktisadi yapı, geleneksel ataerkil geniş ailenin egemen olduğu sosyal yapı, bu ekonomik ve sosyal manzarayı bütünler. Sanayileşme yavaş olduğu için çekirdek ailenin evrimi de yavaştır (Tezcan, 2005: 68). Anadolu’nun kültü-

66

Doç. Dr. Ömer Solak

rel ve etnik varlığının önemli unsurlarından olan gayrimüslim nüfusunun milli mücadele yıllarında diasporalarla dışarı akması ve onlardan geriye kalan kültürel, iktisadî ve sosyal boşluk da bu dönem taşrasının bir başka gerçeğidir (Bora, 2005: 55). Ne var ki merkezin modernleştiriciliğinin -kökleri Tanzimat’a giden- toplumsal katılımı dışlayan, otoriter bir öz taşıdığı da bir gerçektir. Taşranın buna tepkisi, önce etnik15, dini veya feodal sebepli isyanlarla illegal; sonra da merkezin gücünü pekiştirdiği anlaşılınca 1930’ların merkezden güdümlü partileri etrafında toplaşmak gibi legal sınırlar içinde olur. Ege’de İç ve Doğu Anadolu’da önemli bir taban bulan Serbest Fırka, taşranın muhafazakâr tepkiselliğinin ilk adresidir. Merkezin acemice ve geleneksel kurumların toplumdaki derinliğini tam hesaba katmadan yaptığı reformlar, taşrada gereken derinlikli etkiyi gerçekleştirmekten uzaktır. Tekkeler ve zaviyeler gibi geleneksel dini kurumların kapatılması, bu kurumların görünürlüğünü ortadan kaldırdıysa da esnaf örgütlenmesi veya cami derneği benzeri sosyal örgütlenmeler hüviyetinde varlıklarını devam ettirmelerine engel olamamıştır. Bunun üzerine merkezi kadrolar, taşrada belli bir destek sağlayabilmek için köylüler için eşit yurttaşlığı ve toprak reformunu gündemde tutan bir çeşit köycü yönelim geliştirirler. Bu tavır, biraz da otuzlarda iyiden iyiye görünür hale gelmeye başlayan Marksist hareketin köye ve köylüye yönelik sınıfsal söyleminin önünü kesmeyi de amaçlamaktadır (Karaömeroğlu, 2003: 3). Bunu yaparken de “gerçek” Türk değerlerini bozulmamış köylerde arayan romantik ve özcü bir idealizasyona varılır.16 Öte yandan Serbest Fırka tecrübesinden dersler çıkaran Atatürk, 15 Bunlara örnek olarak Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Marmara denizi ile Sakarya arasına bir tampon gibi yerleştirilmiş ve Osmanlı hanedanına sadık Kafkas kökenlilerin Ankara otoritesine yönelik isyanları sayılabilir. 16 Başını Amerika’da tarım sosyolojisi masterı yapmış Nusret Köymen’in çektiği ve otuzların ünlü halkevi dergisi Ülkü’deki yazılarla belirginleşen bu hareket, bu yılların romantik köycülüğünün bütün kodlarını taşımaktadır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

67

1930’larda CHP’yi toplumsal tabana yaymak için, sadece bürokrat kadronun yetmediğini anlayacak ve kasabalardaki belli etnik, dinî ve ekonomik çıkar grupları ile temasa geçecektir. Kasabalarda böylece cumhuriyetin iktisadî sisteminin içine bir kısım eşrafı da dahil ederek belli bir taban yakalanmaya çalışılır.17 Tüm bu çabalara rağmen, “Cumhuriyetin ilk devirlerinde meydana gelen değişiklikler, ancak birkaç şehri etkileyerek kalıplaşmış”, otuzların sonunda Atatürk’ün ölümü ve patlak veren II. Dünya savaşı ile büsbütün hızını kaybetmiştir. (Karpat, 1962: 4). Erken Dönemin Öykü ve Romanlarında Şehir, Kasaba ve Köy: Cumhuriyetle yaşanan merkez değişmesinin edebiyata aksi de hızlı olur. Kurtuluş savaşı ile yolu Anadolu’ya düşen İstanbullu aydın, gerçek Anadolu halkı ile kafasındaki Serveti Fünûn estetiğinin izlerini taşıyan algının arasındaki derin tezadı görür. Dönemin roman başta olmak üzere hemen bütün edebi türlerinde bu şaşkınlığın izlerini görmek mümkündür. İlk şaşkınlığın ardından verilen tepki ise, Anadolu’da yükselen cumhuriyet idaresinin politikalarını halka anlatmaya çalışan, halka daha yakın duran bir “memleket edebiyatı”dır. Döneminde ana akımı oluşturan bu tavrın yanında bir takım yan damarlar da vardır ki bu bölümün takip eden başlıklarında ele alınacaktır. Köylünün siyasî planda ele alınması edebiyatı da etkiler (Kaplan, 1997: 74). İlhamını biraz da Gökalp’ın “halka doğru” gidilmesi tezinden alan bu yönelime göre (Gökalp, 1970: 47) halka medeniyet götürürken ondan da milli kültür terbiyesi almak, köyleri de ülkenin kalkınması ve modernizasyonu sürecine kat17 Çoğunluğu bilim değil kültür ve sanat adamlarından oluşan kurucu entelektüel kadro, edebiyata da toplumu inkılâplar doğrultusunda dönüştürme sorumluluğu verir. Ancak, şehirli bir edebiyat içinde nüfusun yüzde doksanını oluşturan taşralılar bulunmadığı için taşraya yani halka yönelim, merkezcil kentli referansları ile yürür. Kurucu döneminin kanonuna ait üç önemli roman, Yaban, Çalıkuşu, Vurun Kahpeye’nin tezi “köye gidilmedikçe Türkiye değişmez” olsa da gidenlerde empati eksikliği önemli bir sorun olarak görülecektir.

68

Doç. Dr. Ömer Solak

mak ve yüzyılların medrese merkezli, doğu tipi eğitim anlayışını ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bunun için önce taşra şehirlerine ve kasabalarına halkevleri, köylerine ve kasabalarına da halkodaları açma projesi uygulanır (1932). İttihat ve Terakki’nin kültür merkezleri gibi çalışan Türk Ocaklarının (1911) yerini alan Halkevleri, Halk Fırkası’nın kültür ocakları gibi çalışarak yeni Cumhuriyetin yaşam kalıplarını Anadolu’ya taşıyacaktır. Yirmi yıl sonra DP döneminde hazineye devredilerek kapatılana dek, 478 halkevi ve 4322 halkodası açılmıştır (Aydoğan, 2005:63). Kaldı ki benzerleri o dönemde Macaristan’da, Çin’de, Sovyetlerde de görülen böylesi topyekûn kalkınma hareketleri Türkiye’de bekleneni veremez. Köylünün ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan ilerlemesini ve modern yaşama uyum sağlamasını amaçlayan halkevleri, köy hayatını istenilen ölçüde dönüştürmeyi başaramaz. Köycü edebiyat farklı bir bakış da Cemal Süreya’nın bir araştırmasında sunulur. 1967’de Papirüs’te yayımlanan “Türk Yazarının Halklaşması” adlı yazısında Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı kitabından hareketle dönemin yazarlarını tasnif eden şair, Türk edebiyatının 1860’tan 1923’e uzanan süreçte hızla halklaştığı sonucuna ulaşır. Bu değişim İstanbullu yazarlardan Anadolulu yazarlara, kibar muhitlerin çocuklarından taşra esnaf veya köylü çocuklarına, özel öğrenimden halk okullarına doğrudur. Güven Turan da -yine Necatigil’in eserinden hareketle- Cumhuriyetin ilanından sonra taşra kökenli ediplerin sayısındaki artışı doğrular (Turan, 2004, 53). Bu halklaşmanın verimleri halkevi dergilerinde bir dalganın doğmasına sebep olur. Devletin kontrolünde ve kaynağını Marksizmden değil, halkçılık ilkesinden alan bu dalganın, ellilerdeki köy enstitülü kuşak gibi bir köy edebiyatı yarattığı söylenemez. Yine de köy yaşamına ve köylülere dair idealize edici yazılarla yavaş yavaş hem edebi hem de düşünsel bir eğilim oluşmaya başlamış, gayrimüslimlerin ağırlıklı olarak yaşadığı şehirlerin kozmopolitizmine ve şehirleşmeye karşı milliyetçilikle kol kola bir

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

69

köy yüceltmesine girişilmiştir. Köylü muhafazakârlığının, işçi kalkışmaları gibi bütün yıkıcı hareketlere karşı panzehir olacağı düşünülmektedir (Karaömeroğlu, 2006: 15-19). Mart 1934 tarihli Ülkü dergisinin halkevlerinde oynanacak oyunlar için aradığı şu vasıflar, bu dalganın mahiyetini çok iyi açıklar: “Hususiyle millet ve vatan sevgisini, inkılâpçılık heyecanını kuvvetlendirecek eserler, Türk tarihinin büyük anlarını yaşatan, milli mücadelenin kahramanlıklarını anlatan, memleketin büyük şehirlerini, kasabalarını, tabii güzelliklerini tasvir ederek ayrı ayrı her köşesini tanıtan ve sevdiren taassubun, batıl itikatların, fena göreneklerin çirkinliklerini ve gülünçlünü ortaya koyan…” (Ülkü, Mart 1934: 76). Ancak yine de taşra kökenli kalemlerin halkevi dergilerini edebi bir platform olarak kullanmaları ve folk unsurların öne çıkması yararlı olur. Halk âşıklarına yönelik çalışmalar da bu dönemde yoğunlaşır. Dönemin genç bir yazarı olarak Yaşar Kemal, ileride romanlarındaki destansı söylemde çok etkisi olacak bir çalışma yapmış, Çukurova ağıtlarını derlemiş ve 1943 yılında Adana Halkevi marifeti ile Ağıtlar I adıyla kitaplaştırmıştır. Öte yandan Cumhuriyet, geri bırakılmış ve batıl inançlara saplanmış insanlardan müreffeh, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” yurttaşları çıkarmak azmindedir. Bunun için şair ve yazarların yardımı önemsenir. Ne var ki şehirli aydınlar elinde küçük bir azınlığın malı olan edebiyat, bu görevi büyük bir başarı ile yerine getirebilecek durumda değildir. Nüfusun yüzde seksenini oluşturan kalabalıkların sesini, taşradan çıkmış, gerçekçi ve içeriden bir bakış ile dile getirecek kalemler de yoktur. Köyden gelmiş bir iki aydın ise utanarak, sıkılarak kökenlerini gizlemeye çalışmaktadır. Şair ve yazarların çoğunluğunu tek parti iktidarına yakın şehirliler oluşturmaktadır. Onların iktidarın yönlendirmesi ile folk bir söylem tutturarak halka yaklaşmayı deneyen eserleri ise beklenen etkiyi yapamaz. Kentli yazarlar, sosyal tonu arttırılmış

70

Doç. Dr. Ömer Solak

bir gerçekçilikle taşrayı kucaklamak, folklordan ve çoğunluğun konuştuğu arı dilden yararlanarak halka yaklaşmak isterler (Karpat, 1962: 30). Öyle ki iktidarın ünlü şairi Behçet Kemal Çağlar, bile “Ankaralı Âşık Ömer” mahlası ile âşık geleneğine öykünen şiirler yazmaya başlamıştır. Ancak birkaç başarılı örneğin dışında, Anadolu’yu ve Türklüğü alabildiğine ülküselleştiren ve daha çok şiire dayanan “Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu” veya “Orda bir köy var uzakta” düzeyinde örnekler, dönemin hâkim taşra betimlemesi olurlar (Ceyhun, 1996: 38). Ne var ki bu halkı, âşıklık geleneğini çok iyi tanımayan bürokrat “ozan”ların şiirleri okul müsamereleri dışında akis bulmaz. Solok’a göre ise, kanonik söylemin yazarları “devletçe korunup rahat yaşama olanakları elde ettikleri için, iktidarın istek ve tutumuna uymak zorunda”dırlar. Bu sebeple onların köyden ve köylüden söz açan eserlerinde “suya sabuna dokunmayan bir gerçeklik” hâkimdir. “Cumhuriyet kuşağının ilk sanatçıları ise henüz yüksek görevlere getirilecek yaşta olmadıkları için, kendilerini biraz daha özgür hissediyor, gözlemlerini ve eleştirilerini gençliklerinden de gelen ataklıkla daha özgürce dile getiriyorlardı” (Solok, 1999: 13). 1930’lu yıllarda hemen hepsi kentli olmalarına rağmen Marksist ideolojinin tesirinde, toplumcu bir edebiyat da taşraya eğilir. Ancak onlar da roman ve öykülerinde köyü ve kasabayı mekân seçmiş olmalarına rağmen, ideolojik tezler taşıyan, Anadolu köy gerçekliğinin uzağında yapay bir edebiyat oluşturmuşlardır. Ama yine de tek parti yöneticileri, Marksist yazarların köy ve köylü sorunları ile ilgili eserlerinin birbiri ardına yayımlanmaya başlamasından tedirgin olurlar. Bu alanda bir “istismar”ı önlemek için, “kendilerine yakın genç yazarların köy ve köylülerle daha yakından ilgilenmeleri için” yüreklendir, halkevlerini edebi cephesi çok güçlü birer kültür yuvası haline getirmeye çalışırlar (Ceyhun, 1996: 37). Karpat’a göre 1930’lardaki köye yönelim tartışmaları, köy hayatının sözünü bile etmeyen Osmanlı edebiyatına ve duygulu

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

71

şehirlilerin teselli aradığı bir yer diye bakan otuzlardan önceki edebiyata bir tepki olarak da anlamlıdır (Karpat, 1962: 32). Şehirlerin bazı bölgeleri yakalanmak istenen uygarlık seviyesine hızla yükselirken, uzak ve durağan köylere eğilmek, bir yazarlık ödevi olarak düşünülmüştür. Edebiyatın bireysel terennümlerden toplumsal olana yönelmesi gerektiği söylenmekte ve böylelikle bütün sanatçıların toplumsal olması gerektiği dile getirilmektedir. Ne var ki yazarların önemli bir kısmı bu tavırda, bir solculuk görüp çağrıya katılmaz (Karpat, 1962: 33). Öte yandan köye yönelimin en önemli tesiri şiir ve romanda görülür. Mekânını köyden seçen romanlar ardı ardına gelmeye başlayınca önceleri, “Anadolu romanı”, “millî roman” denilen eserlere “köy romanı” denilmeye başlanır. Oysaki Özgül’e göre “bu köy romanlarının hiçbiri gerçek ve ideal manada “köy romanı” değildir; kimisi köyden de bahseden, kimisi köylüden de bahseden, kimisi ‘köylük yer’in problemlerinden bahseden ‘politik, egzotik ve etnografik bir merak”ın ürünleridir. Gerçekte köy romanı, içinde “köy, kelimesiyle karşılaşılsın karşılaşılmasın, tarım kültürünün yaşandığı bir yerleşim merkezindeki yerli ahalinin veya (…) tarım toplumu özelliklerini muhafaza etmeyi başarmış insanların başından geçen bir olayı anlatan, yazarı da o çevrenin ve alt kültürün bir ferdi olma özelliklerini taşıyan yahut sonradan kazanan roman”dır (Özgül,1998: 283). Alemdar Yalçın ise, erken dönemin “Anadolu romanı” damarının 1940’lı yıllara kadar devam ettiğini düşünür. Bu tarihten sonra Kemal Tahir’in Göl İnsanları’nın önsözünde belirttiği gibi “toplumcu köy edebiyatı” çizgisi başlamıştır. İkinci Dünya savaşının başlangıcına kadar Türk edebiyatında yukarıda tarif edilen millî tavır hâkim olacaktır. Kendini cumhuriyet devrimlerine adamış, ilhamlarını İslamlık öncesi Türk tarihinden veya Anadolu folklorundan arayan, Beş Hececiler veya başka isimlerce yürütülen bu edebiyat, gerçekçilik bakımından pek yoksul olduğu için Anadolu taşrasına eğilmek adına pratik bir fayda temin edemez.

72

Doç. Dr. Ömer Solak

1940 sonrasına ise savaş tüm hayata damgasını vurur. Hükümet savaşın seyrine göre değişen bir politik tavır izlemektedir. Dönemin Memduh Şevket, Sabahattin Ali ve Sait Faik gibi en önemli öykücüleri ilk eselerini bu yıllarda verirler. Roman ara sıra çıkan birkaç nitelikli örnek dışında genellikle millî romantik tarihi romanların veya popüler aşk romanlarının egemenliğindedir. 1950’li yıllara kadar götürdüğümüz bu erken “cumhuriyet döneminde solcuların dışındaki aydınlar ve bu arada yazarlar şairler ve romancılar, kendileri gibi küçük burjuva kökenli olan seçkinci bürokrasinin iktidarını destekle”r (Moran, 199: 12). Dönemin egemen ideolojisinin halkçılık, milliyetçilik bağımsızlık ve laiklik ilkeleri onların da destekledikleri şeylerdir. Zaten geniş halk yığınlardan çok aydın tabakaya dayanan yaslanan bu rejimde de aydınlar mebus veya bürokrat olarak bunun karşılığını alırlar. Böylelikle egemen ideoloji, onların eserlerinde tekrar tekrar üretilecektir. Cumhuriyetin başlangıcından 1950’li yılara kadar merkezin taşraya bakışı, taşranın edebi düzlemde yer alışı, bu esaslar üzerinde gerçekleşir. Ancak bu manzara içinde kent, kasaba ve köyün yeri nedir? Kentler, Osmanlı döneminden beri Türk hikâye ve romanında kültürel ve ekonomik oranlarına göre edebiyatta yer bulmuştur. İstanbul’un taşraya oranla tartışılmaz büyüklüğü, kurgusal dünyanın da merkezi olmasına neden olur. Cumhuriyetin ilanı ve başkentin Ankara olması da bu konuma zarar vermez. Refik Halit gibi gözlerini Osmanlı vatandaşı olarak açmış pek çok cumhuriyet yazarı, İstanbul’u ve çocukluklarının ilk gençliklerinin hatıralarını işlemekten vazgeçemez. Örneğin Refik Halit, Anadolu hatta Ortadoğu coğrafyasını Türk öyküsü ve romanına sokan ilk isimlerden biri olmasına rağmen İstanbul’a özel bir önem vermeye devam edecektir. Tanzimat’tan meşrutiyet’e oradan da cumhuriyete uzanan çok uzun dönemlerden geçen bir edebi hayatı olan Hüseyin Rahmi de yeni cumhuriyetin başkentini ve diğer şehirlerini

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

73

eserlerine taşımakta isteksizdir. Mithat Cemal’in Üç İstanbul’u, Halide Edip’in Sinekli Bakkal’ı Osmanlı döneminden geçip gelmiş olmanın verdiği incelmiş dille toplumcuların tezli Anadolu romanlarından daha yüksek bir estetik seviyeye de işaret ederler. Ancak Cumhuriyet döneminde Osmanlılık, artık geride bırakılmış bir mazinin olumsuzluklarla hatırlanan imgesidir. Fakat hayat hala Osmanlı’dan kalan kentler üzerinde aktığı için, yeni düzen sürekli o medeniyetin görkemi ile yarışan bir tavır içerisindedir. Kent merkezi, sürekli bu iki gücün mücadele alanı iken; eskiliğin hala bugüne taşınması gereken değerleri olduğunu söyleyenlerle yeniliği savunanlar arasında sessiz bir mücadele de devam etmektedir. Ankara ise kurgunun dünyasında İstanbul kadar olmasa da yavaş yavaş yer etmeye başlamıştır. Veysel Çavuş adlı kitabındaki öyküler bir yana Esendal, bir Ankara öykücüsüdür. Uzun yıllar bir bürokrat ve siyaset adamı olarak görev yaptığı bu şehirde toplumun bütün katmanlarından tanıdığı insanları anlatan yazar, bu cumhuriyet başkentinin bir kasabadan başkente dönüşünü gözleme dayalı bir ustalıkla anlatır. Geleneksel ahşap veya kerpiç konaklardan apartmanlara geçen bürokratları, kendine özgü mahallelerde oturan eşrafı ile insanı bir sosyal değişmenin içinde yakalar. Necati Mert, yazarın “Gödeli Mehmet” adlı öyküsünü taşrayı anlatan ve onun ruhunu iyi yakalamış başarılı bir bir öykü olarak görür (Mert, 2005: 96-103). Ankara yönetici mekanizmanın merkezi olduğu için memur şehridir. Köylülerin gözünde ise devleti temsil eden memurlar oturduğu için güçlülerin ve otoritenin yeridir. Bir insan oraya yakın olduğu oranda güçlüdür. Bir köylü için “Ankara’dan mektup almak” saygınlık göstergesidir. Kimi zaman köylüler, taşrada barınamadıkları zaman güce daha yakın olmak için oraya göç ederler. Ankara’yı bizzat orada oturan bürokrat kökenli yazarlar daha içerden gören eserlerle anlatır. Memduh Şevket, Ayaşlı ve Kiracıları’nda cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını anlatır. Ankara dışından kiracıları ile Ayaşlı’nın mekânı, farklı kültür-

74

Doç. Dr. Ömer Solak

den ve yörelerden gelen insanların sosyal bir kaynaşma alanıdır. Eserde taşra şehirlerinden kopup Ankara’ya gelmiş insanlar olumlu bir bakışla betimlenmez. Çoğu kurnaz, çıkarcı, bencil, sefih ve sevgisiz insanlardır. Öte yandan İstanbul’u işleyen bu yazarların İstanbulları da faklı farklıdır. Sait Faik de bir başka kent öykücüsüdür. Olay öyküsü örnekleri olan ilk öykülerinde yoksul işçilerin, sıradan insanların arasında sıcak hikâyeler yakalayan yazar, giderek olaydan kopar ve İstanbul’un ve adaların belli sahnelerinde dolaşan bir kent flaneürünün gözlerinden insan ve kent manzaralarından kesitler aktarır. Bu flaneurün değişken duygu haline göre İstanbul, bazen “esnafı gaddar, zengini lakayt”, “pis” ve “çirkin” bir şehir (Abasıyanık, 1996: 30) bazen de pırıl pırıl parlayan denizi, sokak çocuklarının gözlerindeki tebessümü ile yazara gülümseyen bir yerdir. Dönemin bir başka ismi olan Sabahattin Ali ise toplumcu görüşleri işlediği öykü ve romanlarında bir başka ideolojik tutumu ve tematik yönelimi temsil eder. Kısacası Cumhuriyet dönemi öykücülüğünün bu üç yazarın açtığı öykü damarlarından geliştiği söylenebilir. Öyle ki merkeze ve taşraya bakışta ve bu iki olgu arasındaki karşıtlığı ele alışta da bu her biri birer okul olmuş bu isimlerin tesirleri yadsınamaz. II. Dünya Savaşı sonrasında savaşın ve modernizmin bunalttığı kentlilerin taşrayı bir kaçış mekânı olarak anlatmalarına ise daha çok zaman vardır.

1.1. Merkezden Taşraya Bakışta Ana Akım 1.1.1. İnkılâbın Yanında Yer Alan Yazarlar Hecenin beş şairinin uzak Anadolu köylerine uzanan şiirleri, Tanzimat döneminin romantik pastoral taşrasından izler taşısa da, dönemin ilk bilinçli estetik tavrıdır. Faruk Nafiz, bu şairler topluluğunun adeta bir manifestosu niteliğini taşıyan “Sanat” şiirinde “Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken/ Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz” dizeleri ile dönemin

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

75

sadece şairlerine değil yazarlarına da bir istikamet gösterir. Bu ve buna benzer pek çok şiir ve anlatıda Anadolu taşrasına dair şu teşhisler öne çıkar: Halk, yüzyılların ihmali ile geri kalmıştır. Devlet onu sadece vergi ve asker toplayacağı zaman hatırlamıştır. Devletin doldurması gereken boşluğu da zalim mültezimler, despot feodaller ve riyakâr ve çıkarcı şeyhler doldurmuştur. O halde yapılacak olan ‘halka doğru’ gitmektir. Köylü ne kadar gelişmeye kapalı da olsa aydının düşünen kafasına ihtiyacı vardır. Aydının ise köylüye/halka ve onun emeğine ihtiyacı vardır. Zira ülke onun elleri ile imar edilecektir. ‘Köylü milletin efendisidir’ söylemi, bu dönemin köye yaklaşan aydının onu kazanmak için sıkça kullandığı bir slogan olur. Kurulmak istenen toplum için önce taşranın kazanılması gerektiği fikri, edebiyat vasıtasıyla dönemin sınırlı sayıdaki okuryazar kitlesine başarı ile benimsetilir. Romanlarda birbiri ardına yazarının ağzıyla konuşan, taşraya yaklaşımında onun görüşlerini dillendiren, kahramanlar belirir. “Roman, Anadolu köylüsünü rejime kazanmak adına yürütülen seferberlikte en önemli araçlardan biridir.” (Karaömeroğlu, 2003: 5). Halide Edip’in Vurun Kahpeye’si (1926) ve Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu (1924) ve Yeşil Gece (1928) adlı eserleri misyoner ruhlu kahramanları ile benzeşirler.18 Cumhuriyet yeniliklerinin halka ulaştırılmasında kendine bir rol düştüğüne inanan edebi çizgi, anlatısının merkezine “Anadolu’da halkla doğrudan teması olan iki aydın kesimi”ni öğretmeni ve subayı koyar (Yalçın, 1992: 119). Zira Anadolu’da onlardan başka devrimleri halka ulaştırabilecek okumuş aydın kitlesi yok gibidir. Nitekim yirmili yılların romanları Çalıkuşu, Yeşil Gece ve Vurun Kahpeye’nin kahramanları aşağı yukarı aynı siyasal ve toplumsal odaklara mücadele eden idealize öğretmenler; Ateşten Gömlek’in (1923) “vatan aşkı ile ferdi aşkı arasında kalmış” Peyami’si ve Zeyno’nun Oğlu’nun (1928) Hasan’ı Yaban’ın Ahmed Celal’i de böylesi subaylardandır. Ayrıca 18 Bu romanı erken cumhuriyet romanlarından ayıran pek çok farktan biri de roman kahramanı Feride’yi Anadolu’da dolaştıran sebebin misyonerce tavrı değil; bir aşk kırgınlığı unutma çabasıdır.

76

Doç. Dr. Ömer Solak

Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı (1927), Burhan Cahit Morkaya’nın Yüzbaşı Celal (1933), Gazi’nin Dört Süvarisi (1932), Harp Dönüşü (1938), Cephe Gerisi (1934), İzmir’in Romanı (1931) ve İhtiyat Zabiti (1933) adlı eserlerinde milli mücadelede Türk subaylarının kahramanlıkları ülküselleştirilir. Kentli aydınların yıllarca emir-komuta ilişkisi dışında pek karşı karşıya gelmedikleri Türk halkının tepkilerini doğru tahmin edemedikleri 1930’ların hemen başında yayımlanacak olan Yaban’da anlaşılacaktır. Bu büyük düş kırıklığının tesiri iledir ki romanın asli kişisi Ahmet Celal, “Türk aydını Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir” diye düşünmekten kendini alamayacaktır (Karaosmanoğlu, 1977: 53). Milliyetçi dürtülerle alabildiğine idealize ettikleri Anadolu’ya, gidecek fazla bir yer kalmadığında gittiklerinde yaşadıkları, bu romanda çarpıcı bir şekilde dile gelecektir. Otuzlara kadar, bu gerçeği bu kadar açık ve yalın ortaya koyan başka bir eser yazılamayacaktır. Eseri benzerlerinden farklı kılan, onun merkezin bakışından çok taşranın bakışını vermekteki başarısıdır. Edebiyat-ı Cedide ve II. Meşrutiyet dönemi romanlarında çokça kullanılmış iptidai teknik özelliklerine rağmen (bulunmuş anı defteri) eser, kurtuluş savaşının bilinmeyen bir yönünü, savaşın aydınlar için değil, Anadolu köylüleri için ne ifade ettiğine değinmesi ile önemlidir. Zaman olarak 1919–21 arasını, mekân olarak da Polatlı ile Porsuk çayı civarındaki bir köyü seçen roman, sanılanın aksine Anadolu köylüsünün bu savaşı, kendisini yüzyıllardır birinden ötekine sürükleyen diğer bütün savaş ve seferberlik yüklerinden farklı görmediğini gösterir. Onlar ne Anadolu’nun ölüm kalım mücadelesi ile ne de uzaktan uzağa duyulan top sesleri ile ilgilenirler. Bu yönü ile roman, kurtuluş savaşını epik bir tutumla anlatan diğer savaş romanlarından ayrılır. Ayrıca çoğu kez dile getirildiğinin aksine Anadolu’da inzivaya çekilmiş bir Türk aydının bireysel trajedisini değil, belli bir kesime hâkim olan sosyal ve psikolojik havayı anlatmak ister.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

77

Romanda aydın ile halk arasındaki kaçınılmaz ilişkinin anatomisi başarılı ile ortaya konulur. Eserin başkişinin kendinden önceki köy romanlarının köye giden “medeniyet misyoneri” kahramanlarından farkı ise, onun “misyonu” belirsiz bir “yaban” oluşudur (Özgül, 1998: 283). Uğrunda mücadele edilen halkın bu mücadele ile fazla ilgilenmemesinden duyduğu şaşkınlık ise, aslında erken dönem cumhuriyet aydının efkâr-ı umumisinin resmidir. Romanın tezi aslında adında saklıdır: “Yaban lafı beni önce çok kızdırdı. Fakat anladım ki Anadolu köylüleri tıpkı eski Yunanlıların kendilerinden başkalarına ‘barbar’ lakabını vermesi gibi, kendilerinden başkalarına ‘yaban’ diyorlar” (Karaosmanoğlu, 1977: 52). Ankara’da ise Yakup Kadri, milli mücadelenin gözü pek kadrolarının cumhuriyet başkentinin kurumlarında yüksek vazifeler aldıkça iktidarın yozlaştırıcı büyüsüne kapılmalarını anlatır. Millî mücadele senelerinde sokaklarında “kalpaklı ve silahlı Kuvva-i Milliyeciler”in dolaştığı Ankara, “İstanbul’dan trenle gelen, savaş yıllarında nerede oldukları, ne yaptıkları bir türlü anlaşılamayan insanlar”la dolmuştur (Yalçın, 1992: 149). Mütareke ve millî mücadele devri romanlarında idealize edilen savaşçı Anadolu’nun sembol şehri Ankara, giderek İstanbul gibi kozmopolitizmin yozluğuna yuvarlanmaya başlamıştır. Eski konaklar ve bağ evleri yavaş yavaş yerlerini yeni binalara terk etmiş, yeni usul binaları ve insanları ile Yenişehir, Ankara’nın bu istenilmeyen özelliklerinin sembolü olarak yükselmiştir. Kafası yüksek ideallerle dolu aydınlar, kısa zamanda bir şirketin işlerini takip eden veya bir yönetim kurulundan sandalye kapmaya çalışan memurlara dönüşmüş; “halk”, “Anadolu”, “köy”, “köylü” gibi kelimeler, politik nutuklarda yavanlaşmaya başlamıştır. Yazarlara göre bunun sebebi de “İstanbul kendi hastalığını Ankara’ya taşı”ması, asrilik, terakki gibi isteklerin ardına sığınarak cumhuriyet neslinin heyecanını zehirlemesidir. Halbuki kurucu neslin modernizmden anladığı İstanbul’un lümpen alafrangalığı değildir. Kiralık Konak’ta (1922) ise yazar, İstanbul’da bir konak odağında değişen hayata bakar. Titiz, nazik, içli bir İstanbul kibarı

78

Doç. Dr. Ömer Solak

olan Naim Efendi, et ve kemik gibi kaynaştığı konakla beraber, cumhuriyet devrinde hayattan artık yavaş yavaş çekilmeye başlayan bir insan tipini temsil eder. Cumhuriyetin erken dönemlerinde yazılmış hemen pek çok romanda örnekleri görülen Naim Efendi’den yazar, “Türk romanında eşine sık rastlanılmayan bir başarı ile trajik bir kahraman yaratabil”meyi başarabilmiştir (Moran, 1999: 136-152). Romandaki diğer kişiler de II. Meşrutiyet devri toplumunun birer stereotipidir. Galatasaray lisesinde Fransız terbiyesi ile yetişmiş damadı Duyun-ı Umumiye müfettişi Servet Bey, Naim Efendi’nin intibak edemediği yeni değerleri temsil eder. Yeğen Hakkı Celis ise başlangıçta Fecr-i Ati çizgisinde şiirler yazan duygulu bir gençtir. I. Dünya Savaşı’nın ateşîn günlerinde yolu cepheye ve Anadolu’ya düşen, ülke gerçekleri ile yüz yüze gelen Hakkı Celis, tıpkı Yakup Kadri gibi, dünya görüşünü de sanat anlayışını da değiştirecektir (Yalçın, 1992: 69). Kırklı yılların başında halkevi dergilerinin canlandırdığı bir edebi hayattan söz edilebilir. Tamamı sürekli olarak çıkmayan, bazıları ise II. Dünya savaşının getirdiği sıkıntılar yüzünden bir ara kapanan halkevi dergileri arasında uzun süre çıkanları şöylece sıralamak mümkündür: Fikirler (370 sayıdan 247’si İzmir Halkevi tarafından) İzmir, Ün (Isparta, 172 sayı), Kaynak (Balıkesir, 168 sayı), Taşpınar (Afyon, 161 sayı), Konya (Konya, 140 sayı), Karacadağ (Diyarbakır, 137 sayı), Yeni Türk (İstanbul, Eminönü, 125 sayı), Halk Bilgisi Haberleri (İstanbul, Eminönü, 124 sayı), 19 Mayıs (Samsun, 114 sayı), İnanç (Denizli, 106 sayı), Gediz (Manisa, 104 sayı), Başpınar (Gaziantep, 102 sayı), Halkevi (Eskişehir, 98 sayı), Çorumlu (Çorum, 61 sayı) (Şakiroğlu, 1996). Ümran Nazif, o yıllarda yeni açılmış olan halkevlerinin neşriyat kolları olan birtakım dergilerde eser yayımlamaya başlayan gençlerdendir. Toplumcuları örnek almaya başlayan yazarın Kara Kasketli Amele (1933) adlı öykü kitabı, küçük kasabalardaki memurların, işçilerin, yaşayışlarını anlatır. Yazar, bu kitapta görevi nedeniyle bulunduğu Orta Anadolu ve Karadeniz Bölgesi’ndeki (Zonguldak) gözlemlerini, küçük kasabalarındaki

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

79

yaşayışı, yerli halkla, taşra bürokratları arasındaki ilişkilerini işler. Eserde her türlü sıkıntıya rağmen görevine sadık, namuslu, feda-i nefs duygusu gelişmiş memurlar yüceltilirken, dönemin bürokrasisin katılığı ironik bir dille yerilir (Önertoy, 1998: 143). “Şimdi Cumhuriyet alanına varacağız, ortada bir büst bulunacak, sağda hükümet binası, solda alana bakan bir kahve ve ilerde dağ eteklerine tırmanan parke döşeli bir yol, çarşı, demirci dükkânları ve bir otel olacak diye kendi kendime düşünüyordum” (Yiğiter, 1954). Refik Halit’in İstanbul’un Bir Yüzü (1920) romanı da dönemin romanlarında çok kullanılan hatıra defteri tekniği ile yazılmıştır. Fikri Paşa konağına evlatlık verilen İsmet’in hatıra defterinde imparatorluğun çöküşü Fikri paşanın çöküşüne koşut olarak anlatılır. Kibar ama kurnaz bir eski zaman adamı, tipik bir Osmanlı yüksek bürokratı olan Fikri Paşa, saat koleksiyonu yapar, Evliya Çelebi Seyahatnamesi okur. O ve onun gibilerin yeni zamanlarda yapabileceği fazla bir şey yoktur. O da bunun farkında gibi köşesine çekilir, ömür tamamlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan romanlardaki yaşlı insan tiplerinin birbirine çok benzediğini söyleyen Alemdar Yalçın’a göre bunlar, yıkılan imparatorluğun marazlarını tedavi edecek mizaçta adamlar değillerdir. Bir eylem adamından çok emirlerinin yapılmasını bekleyen masa başı adamı olan, sahada çalışmaktan çok özel zevkleri ile meşgul olmaktan hoşlanan bu adamlar, çevresindekilerin varlığında çekindiği ama olaylar üzerinde tesir edici bir amil olarak dikkate almadıkları kişilerdir (Yalçın 1992. 61-62). Kanonik cumhuriyet romanında Fikri Paşa gibi eski devir adamları, bir roman tipleri içinde ancak bir renk olarak yer alırlarken; muhafazakâr temayülün romanlarında daha merkezî bir konumdadırlar. Olaylara onların nazarından bakılır. Eski ve yeni onların trajedileri etrafında çatışır. Kanonik romanların bir başka özelliği de geçmişte özellikle II. Meşrutiyetle ve imparatorluğun göz açıp kapayıncaya dek kaybedilmesi ile hesaplaşmalarıdır. II. Meşrutiyetle hesaplaşırken Anadolu-İstanbul karşılaştırması yapan roman-

80

Doç. Dr. Ömer Solak

lardan biri de Selahattin Enis’in Zaniyeler (1924) romanıdır. Yakup Kadri veya Refik Halit gibi bir dönem gazetecilik de yapmış olan yazar, ele aldığı konular ve onlara yaklaşımı itibariyle erken cumhuriyet toplumculuğunun öncülerinden biri kabul edilebilir. Edebiyat tarihlerinde ilk natüralist romanlardan biri olarak da kabul edilen eser, Enis’in Meşrutiyet yıllarına ait gözlemlerinden oluşmuştur. Dönemin romanlarında çokça kullanılan bir teknikle roman, düşmüş bir kadın olan Fitnat’ın günlükleri şeklinde ilerler. Fitnat, Harp yıllarında devrin anlı şanlı devlet adamlarının, meşhur ediplerinin sefil hayatlarının tanığıdır. “Hayatında hiç kimseyi sevememiş”, “ömrü gürültülü olduğu kadar ruhu bir çöl kadar boş” olan bu kadın, her gün basına vatan ve milletle ilgili tantanalı demeçler veren bu adamların akşamları lüks konak ve apartmanlarda dizlerinin dibinde vuslatına erebilmek için düştükleri halleri başarı ile anlatır. Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’sine (1928) nazire yaparcasına bir başka Kitab-ı Mukaddes şehri Babil’e benzetilen meşrutiyet İstanbul’undan çıkmak, Anadolu’ya gitmek, orada filizlenmiş olan milli mücadele ateşine katılıp “ıslah-ı nefs” etmek ister. Yalçın’a göre roman, çevre malzemenin gerçekliğine rağmen dil ve anlatım itibariyle romantizmden kurtulamaz. Anadolu ve İstanbul karşıtlığında Anadolu’ya Tanzimat ve II. Meşrutiyet yazarları gibi romantik bir idealizasyonla bakılması bunu kanıtlar. Romandaki ruh tahlilleri de karakterin zihnindekini göstermekten çok, romantik gelenekte olduğu gibi “okuyucuyu kendi istediği istikamete doğru yönlendirmeye çalış”ır (Yalçın, 1992: 65). V. Murat’ın sertabibi Dr. Emin Bey’in torunu ve Miralay Ahmet Bey’in kızı Şukufe Nihal, Yalnız Dönüyorum (1938) romanında babasının tesiri ile milliyetçi olan Yıldız’ın hikâyesi anlatılır. Yıldız, bir ara İstanbul’da lükse ve eğlence meclislerine dalarsa da mütareke yıllarında tanıştığı vatansever genç Anadolu çocuğu Hasan’la evlenerek bu hayattan çabuk kurtu-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

81

lur. Millî mücadeleden sonra eşinin memleketine giden İstanbul kızı Yıldız, burada Anadolu halkının cehaletini görür ve hayal kırıklığına uğrar. Üstelik Anadolulular da yozlaşmaya meyilli çıkmıştır. Zira savaştan sonra İstanbul’a dönünce kocası Hasan, ticarete atılıp biraz para kazanmaya başlayınca değişmiş, gece hayatına kapılmıştır. Bunun üzerine Yıldız da mütareke yıllarında İstanbul’da tanıştığı Fahir’e döner. Anadolu ile İstanbul’un evliliği kısa sürmüş, İstanbullu genç kız, gönlüne muvafık erkek olarak gene bir İstanbul çocuğunu bulmuştur. Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı’nın yolunu Anadolu’ya düşüren ise memleketi İzmirl’in işgalidir. Yolda havacı teğmen Murat’la tanışan ve nişanlanan asli kişi Yıldız, kısa zamanda Ankara’nın yeni yüksek memur muhitlerinin aranan siması olur. Ne var ki nişanlısının nedensizce ortadan kaybolması ile şuurunu yitiren Yıldız, ilerleyen bölümlerde aslında gizli bir görevle düşman üzerine gönderildiğini öğrendiği nişanlısına Mustafa Kemal’in delaleti ile kavuşur. Anılan dönemin en velut yazarlarından biri olan Mahmut Yesari’nin Çulluk’unda ise (1927) Türk romanında ilk kez köyden şehre gelenlerin hikâyesi anlatılır. Çalışmak için geldiği İstanbul’da bir fabrikada işe başlayan köy delikanlısı, giderek şehrin eğlence mekânlarına açılacak, çapkınlıkta şehirli gençlerle yarışacaktır. Zira şehir, Anadoluluyu bozmuş, onun saf ve temiz ahlâkını ifsat etmiştir. Bu dönemde kanonik söylemin roman ve öykülerinde merkez-taşra ilişkileri şu esaslar üzerinde şekillenir. 1) Kendisine çevresini ışığa kavuşturacak bir önder aydın rolü biçer. Yurttaşlara düşen de aydın önderlerin gösterdiği yollara göre hareket etmeleridir. Toplumsal tesanütü de kuvvetlendirecek bu tavrı zayıflatmaya çalışanlar, kötülenecektir.” (Yalçın, 1992: 11). 2) Erken cumhuriyetin ana akımını teşkil eden kanonik anlatılar, taşra ile merkez arasındaki karşıtlıkları tablolaştırırken kendini yönetici kadroların yanında konumlandırır.

82

Doç. Dr. Ömer Solak

3) Kanonu belirleyen eserlerin başat özelliklerinden biri de, eski ile yeninin arasında kalmışlık durumunu işlemeleridir. Bu yönleri ile muhafazakâr yazarlara da yakınlaşan bu isimler, meseleyi zahirde cumhuriyet değerlerinin yanında iseler de eserlerinde derin bir ikiliği bir trajik açmaz halinde yaşayan karakterleri ile işleyeceklerdir. Özellikle İttihat ve Terakki kalıntılarının temizlendiği İzmir suikastı olayından sonra geçmişe dair olumsuzlamalar artarsa da Reşat Nuri’nin Gizli El (1920), Halide Edip’in Sinekli Bakkal (1936), Yakup Kadri’nin Bir Sürgün (1937) ve Hüküm Gecesi (1927), Mithat Cemal’in Üç İstanbul (1938) gibi eserleri mazinin hatıralarını olumsuzlamayan tavırları ile farklı bir parantez açarlar (Yalçın 1992: 13, 14). Yeşil Gece’de (1928) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi Aydınlanma çağının bireyi öne çıkaran ve onun özgürlüğünün kısıtları olduğu düşünülen dine ve geleneğe tavır alan değerleri, cumhuriyetle beraber daha çok işlenir. Avrupa’da yeniçağ başında eğitimli nüfusun, eğitimsiz nüfusun düşünce ve değerlerini “düzeltmek” için sistematik “halk kültürü reform”larına girişmesi gibi (Burke, 1996: 127-128) cumhuriyet de yeni bir toplum inşa etmeye girişir. Ancak bunun için önce onu oluşturacak yeni insanı inşa etmek gerekmektedir. Batı tipi bir modernizmi hedefleyen cumhuriyet kadroları, Tanzimat’tan beri sürdürülen eski kurumların kendi içinde evrilerek kendi kendine modernize olması projesinin tutmadığını görmüştür. O halde daha kökten çözümleri devreye sokmak lazımdır. Medreselerin, tekke ve zaviyeler kaldırılması, Medeni Kanun’un kabulü böylesi köklü değişikliklerdendir. Bunun arkasında cumhuriyetin “otoriter modernizm”i toplumsal ve kültürel olgulara ilerilik-gerilik ekseninde kurulan bir dikotomi ile bakan tavrı yatmaktadır (Toprak, 2004: 98). Cumhuriyetle birlikte toplumsal tezleri belirgin eserler ya-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

83

zan Reşat Nuri,19 kısa zamanda cumhuriyetin istediği edebi kanona uygun bir yazar olur. Bu dönemde, ülkeyi yönetenlerle, entelijansiyanın bütünleşik oluşu, doğal olarak, ortaya konan ürünlerin de mevcut ideoloji ile örtüşen eserler olmasını doğurur. Çoğu bürokrat olan yazarların romanları da “millî” duygu ve düşüncelere hizmet edecek şekilde siyasi angajmanlarla yüklenmeye başlamıştır. Ancak onun eserleri, propagandist ve yalınkat ürünler de değildir. İmparatorluktan cumhuriyete geçişle toplumsal değişme manzaraları da, yeni dönemin yeni insanı da eserlerine yansır. Meşrutiyetle birlikte ancak küçük ve cılız denemelerle İstanbul dışındaki hayatı ele alabilen Türk edebiyatı, ilk kez onun Çalıkuşu (1922) romanı ile Anadolu’yu ve onun çetin manzarasını anlatabilmiştir (Solok, 1998: 266). Çalıkuşu’ndaki güçlü tavrın bir tesadüf olmadığı, vaka itibariyle ona benzeyen Yeşil Gece (1928) ile de anlaşılacaktır. 19 Cevdet Kudret’in verdiği biyografiye göre 1889’da Üsküdar doğan Reşat Nuri, askeri tabip Nuri Bey ile Erzincan valisi Yaver Paşa’nın kızı Lütfiye Hanım’ın oğludur. Babasının görevi sebebiyle Çanakkale’de bir ilköğrenim kurumunda başlayan eğitimi İzmir’deki Frerler okulunda ve İstanbul’daki Saint Joseph Lisesi’nde devam eder. İlk edebi zevkini çocukluğunda babasının kütüphanesindeki kitaplar arasında edinmeye başlayan yazar, yükseköğrenimini Darülfünun Edebiyat Şubesi’nde 1912’de tamamlar. I. Dünya Savaşı sonlarında ilk eserleri basında görünmeye başlayan yazar, “Eski Ahbap” (1917) adlı uzun hikâyesi, “Hançer”(1920) ve “Eski Rüya” (1922) gibi sahne eserleri, “Gizli El” (1924) gibi bir romanı ve tiyatro eleştirileri ile edebiyat dünyasında kendine bir yer edinir. Ancak asıl şöhreti Çalıkuşu’nun 1922’de Vakit’te tefrika edilmesiyle başlar. 1927’ye kadar Bursa ve İstanbul’da çeşitli okullarda görev yapan Reşat Nuri, 1927’de Erenköy Lisesi’nden öğrencisi Hadiye Hanım’la evlenir. 1931’de maarif müfettişi olur. Anadolu’yu baştan başa dolaşmasına neden olan bu görev, ona ülkenin gerçeklerini yakından tanıma imkânı sağlayacaktır. Bu yıllarda Dil Encümeni’yle birlikte bazı dil çalışmalarında da bulunmaktadır. 1939-1946 arasında Çanakkale mebusu olarak TBMM’de bulunur. 1941’te kızı Ela dünyaya gelir. 1947’den itibaren, tek partinin yayın organı Ulus’un İstanbul kolu olan Memleket gazetesini çıkarmaya başlar. Daha sonra müfettişlik görevine dönen yazar, 1950’de UNESCO Türkiye temsilciliği ve öğrenci müfettişliği görevleriyle Paris’e gider. 1954’te emekli olana kadar Paris’te kültür ataşesidir. Bu tarihten sonra bir süre İstanbul Şehir Tiyatrosu edebi heyeti üyeliği de yapan Güntekin, akciğer teşhisi ile gittiği Londra’da 13 Aralık 1956 günü vefat eder (Solok, 1998: 162).

84

Doç. Dr. Ömer Solak

Eski ve yeni rejimi mektep ve medrese sembollerinde somutlaştıran romanda, birbirine karşıt bu iki kurumun üzerinden iki büyük ideolojik alan karşı karşıya getirilir.20 Romanın engellere göğüs germe azmindeki idealist kahramanı, Ali Şahin’in vasıtasıyla yazar, topluma, eğitime ve cumhuriyet ideolojisine bakışını dile getirme imkânı bulur. Reşat Nuri’nin kahramanı, iki karşıt gücün ezeli mücadelesini daha İstanbul’da genç bir talebe iken tarih kitaplarını okudukça anlayacaktır: “…anlıyordu ki geçmiş zamanların da şimdikinden farkı yoktur. En eski tarihlerden beri din, zulme ve fesada alet olmuştur” (Güntekin, 1995: 38). Köy kökenli olmasına ve ilk tahsilini medrese de yapmış olmasına rağmen sonradan ilerici fikirlerle donanan öğretmen, tutucu güçlerle amansız bir mücadeleye girer. Keza “Sarıklılar ile sarıksızlar arasındaki bu yabancılık gitgide artarak, onları bir daha anlaşmalarına ve birbirlerini sevmelerine imkân olmayan iki düşman fırkaya ayır”mıştır (Genç, 2000: 169). Romanda bu ayrım, Ali Şahin’in maarif müdürü ile konuşmasına da yansır: “Zatıâliniz şüphesiz zemin ve zamanı müsait bulmadığınız için şimdilik din ve devlete sadık meşruiyetperver Osmanlılar yetiştirmek gayesiyle iktifa buyuruyorsunuz. Bendeniz bir derece daha ileri gitmek, milletine sadık cumhuriyetperver Türkler yetiştirmek emelindeyim” (Güntekin, 1955: 42). Kelami Baba türbesinin yanması Ali Şahin Efendi’nin Sarıova kasabasına gelmesi ile başlayan sarıklılar ve yeni nesil aydınlar arasındaki sessiz gerilimin fitilini ateşler. Softalar, o güne kadar sosyal ve kültürel hayatı kontrol altında tuttukları kasabada karşılarına dikilen bu yeni gücün varlıklarını tehdit ettiğinin farkındadır. Merkezdeki değiştirimci gücün temsilcileri olan sekülerlere göre ise softalar, halkı asırlarca koyu bir taassup ile yeni ve çağdaş her şeyden mahrum bırakmışlardır. 20 1914-1915 senelerinde yazılmış, önce tefrika edilmiş, 1922’de kitap olarak basılmış ve zamanının en çok satan romanı olan Nur Baba da geleneğe ve köhnemiş dini yapılara saldırır, yeni eğitimi över.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

85

İdealist bir mücadele üzerine kurulu romanda vaka21 halkı çok iyi tanımak gibi bir avantaja sahip taşralı medreseliler ile tecrübesiz kentli aydınlar etrafında döner. Halkın kutsallarını aydınlara bir silah gibi doğrultan softalar, bu silahı kullanmakta büyük maharet kazanmışlardır. Öyle ki Sarıova’daki Kelâmi Baba türbesinde çıkan yangını uzunca bir süre varlıklarından rahatsız oldukları aydınlar aleyhine başarı ile kullanan sarıklılar, halkı galeyana getirirler. İş, matematik öğretmeni Nihat 21 İlkin 1928 (1344) yılında Akşam Matbaası yayımlanan romanın özeti kısaca şöyledir: Ali Şahin, medrese tahsili almak için İstanbul’a gelen bir köylü çocuğudur. İstanbul’da bir süre Somuncuoğlu medresesinde okur, “yeşil sancak” altında toplanacak “hilafet ordusu” ve “ittihad-ı İslam” hayalleri kurar. Fakat medrese arkadaşlarını ve müderrisleri yakından tanıdıkça bunların kendi çıkarından başka şey düşünmeyen korkak, müfsit, cahil kimseler olduğunu düşünür ve fikrini değiştirir. Artık yeni usullerle tahsil yapılan Darülmuallimin’de okuyacaktır. Buradan kafası bambaşka fikirlerle donamış, eğitimde yapılacak köklü dönüşümlerle toplumun içeriden değişeceğine gönülden inanmış bir meşrutiyet aydını olarak mezun olur ve Anadolu’ya döner. Cehalet ve sefaletin kol gezdiği İzmir yakınlarındaki “softa yatağı” Sarıova kasabasına gelişi ile de kendini kentli aydınlar ile sarıklılar arasında mücadelenin içinde bulur. Günün birinde kasabanın manevi kurucusu sayılan Kelami Dede’nin türbesi yanar. Bazı kimselerin tanıklığı ile bu işten öğretmen Nihat Bey sorumlu tutulur. Bunu fırsat bilen sarıklılar, dinsizlerin, farmasonların kasabadaki tüm mukaddes yapıları yıkıp, dini kurumları ortadan kaldıracakları şayiasını yayarak halkı galeyana getirirler. Oysaki türbeyi içindeki tüm değerli asarı atikayı sattıktan sonra ateşe veren ihtiyar türbedarın oğludur. Şahin’in çalışmaları ile olayın gerçek yüzü ortaya çıkar, Nihat Bey kurtulur. Bu arada İzmir işgal edilmiş, Yunanlar kasabaya girmiştir. Savaş haberlerinin heyecanı içinde Rum eczacının dükkânını yakmaya çalışan halkı sakinleştiren ve bu yüzden Yunanlılarca güvenilir kişi sayılan Şahin Bey, bu güvenden yararlanarak yararlı işler yapar: Kimsesiz kadınlara ve çocuklara yardım eder, kasabadaki Türk subaylarını gizlice Anadolu’ya kaçırır. Ancak düşman durumun farkına varır ve onu bir Yunan adasına sürgüne gönderir. Aradan uzunca bir süre geçer. Cumhuriyet ilan edilmiş ve şapka inkılâbı yeni gerçekleşmiştir. Esaretten kurtulup Sarıova’ya dönen Şahin, işgal yıllarında Yunan esareti altında tevekkülle yaşayan sarıklıları, bu defa melon şapkalarla ve tıraşlı suratlarla karşısında bulur. Onlar her devirde düzene uyan insanlardır. Nitekim Ali Şahin, sarıklıların onu halka düşmanla işbirliği yapmış biri olarak gösterip tekrar üzerine saldırmaları üzerine Ankara’da kendisini anlayacak birilerini bulma umuduyla Sarıova’dan ayrılır.

86

Doç. Dr. Ömer Solak

Efendi’nin tutuklatmasına kadar varmıştır. Bu olay, Ali Şahin’in halka inancının sarsılmasında bir dönüm noktası teşkil eder. Meydana toplanmış halkın gözlerindeki yeşil öfkeyi gören Ali Şahin, ilk kez ideallerinden kuşku duyar: “Zulüm ve haksızlıktan bunca haz duyan insanları yola getirmek acaba düş müdür? (…) Şahin Efendi, bu vahşet sahnesi karşısında yeni itikadının da sarsılmaya başladığını, tükenmez bir karanlık içinde son dayanağını kaybedeceğini anlıyor, çıldırıyordu” (Güntekin, 1995: 155). Gecenin karanlığı altında hüzün verici bir hal olan manzara onun ümitsizliğini ziyadeleştirir. Zaten “bütün gecelerini büyük bir mezarlık hüzün ve karanlığı içinde geçiren bu eski müslüman kasabası bir kat daha korkunç ve zifiri karanlık” içinde görünmektedir gözüne (Güntekin, 1995: 195). Romanın şahıs kadrosunu eski-yeni veya ilericilik-gericilik şeklinde özetlenebilecek temel çatışması içerisinde taksim etmek mümkündür. Öyle ki Ali Şahin ve birkaç öğretmenin dışındaki herkes “geri” değerlerin temsilcisidir. Laik fikirli Fransızca hocası Nihat Bey, softalara göre içkiye düşkün, ailesi de olmadığı için “gâvurca” bir hayat yaşayan bir adamdır. Eyüp Hoca ve Emir Dede, başöğretmen aleyhine bir hareket başlatırken iddiaları halkın dini duygularının incindiği savıdır. Bu saldırıya karşı Şahin Efendi, kendisini İslamiyet’in ruhuna sadık kalmış, genç bir müslüman olarak tanıtır. Zira halkı kaybetmemek gerekmektedir. Ne var ki romanın entrik geriliminin düğümünü çözen ve bu yönü ile simgesel bir değer kazanan meşum “yeşil gece”de halkın temayülü belli olacaktır. Skolastik düşüncelerle atalet içinde kalmış taşra uleması, toplumun aydınlatılmasına en büyük engeldir. Onları asıl tehlikeli yapan ise kalabalıkları etkileyebilme güçleridir. Romanda siyah ve yeşil renklerle simgelenen bu güç, Cumhuriyet, devrimlerine karşı en büyük tehdit olarak görülür. “Taassuba karşı açıkça cephe alınmalıdır. Halk kara kuvvetin pençesinden kurtarılmalıdır. Halkı biz yetiştirmeliyiz. Onu kara kuvvet yobazların eğitimine

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

87

bırakmamalıyız” (Atay, 1980: 369) diyen aydınların imgeleminde karanlık-aydınlık karşıtlığı sıkça kullanılır: Romanda da çağdaş bilgi, ışıkla ve aydınlıkla sembolize edilirken; taassup karanlıkla ve kopkoyu loş ve yeşil bir ışıkla temsil edilir. Kararmış ve sadece yeşil bir ışıkla aydınlanmış zihinler, yenilikçi bir öğretmen tarafından bilimin aydınlığına kavuşturulmak istenir ancak zafer, karanlığın olur. Karanlık imgesi romanda öylesine güçlü vurgulanır ki, olayların akışını etkileyen önemli gelişmeler hep karanlıkta ortaya çıkar. Bilgisizliği, belirsizliği, kararsızlığı ifade eden karanlık, ister açık, ister kapalı olsun tüm mekânları kasvete bürür. Özetle Yeşil Gece’de merkez-taşra karşıtlığını belirleyen özellikleri şu şekilde sıralamak mümkündür: 1) Temel iletileri bakımından Yeşil Gece’yi Zola’nın Gerçek (1903) romanı ile kıyaslayan Hanife Nalân Genç,22 her iki eserin de modernleştirici merkez ile dinin tahakkümündeki taşranın çatışmasını işlediğini belirtir (Genç, 2000: 169). 2) Modern merkez ile gelenekseli yaşayan taşranın çatışmasını işleyen eser, vakasını II. Meşrutiyete taşısa da tezi itibariyle cumhuriyet değerlerinin savunuculuğunu yapar. Modernleştirici merkeze direnen muhafazakâr taşra, istense de istenmese de sıkıştığında her türlü entrikayı çevirebilecek dinî odakların kontrolündedir. Devlet onlarla mücadelede bir avuç aydını yalnız bırakmamalıdır. 3) Taşra kasabalarını mekân tutmuş olan ve buraların düşünce iklimini belirleyen softalar, etraflarındaki dünyanın değişmesine rağmen inandığı değerlere mutlak gerçekler gibi bağlanan insanlardır. 4) Başlangıçta onlarla mücadelede halka güvenen idealist kahramanlar büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar. Zira halk her şeye ve herkese karşı büyük bir kayıtsızlık içerisindedir. Ancak dinsel çevreler, bütün bu kayıtsızlıklarına rağmen onları galeya22 Zola’nın bu eseri de 1929 yılında Hakikat adıyla Türkçeye Reşat Nuri Güntekin tarafından çevrilir.

88

Doç. Dr. Ömer Solak

na getirmesini bilirler. Zira onun dinsel hassasiyetlerini kullanmada iyice ustalaşmışlardır. Taşra

Modern Merkez

Taassup

İlericilik

Mutaassıp bir din

Sekülarizm/batı tipi bir modernizm

Hoca

Öğretmen

Batıl itikatlar

Rasyonalizm ve akıl

Gelenek ve görenekler

Kent yaşamının asri gerekleri

Köy evi

Apartman Tablo 2. Taşra merkez karşıtlığının şekillendiren değerler

Kısa zamanda erken cumhuriyetin kanonik eserleri arasına adı yazılan Yeşil Gece, devrinin diğer kanonik romanları gibi yeni cumhuriyetin geleceğine kurmak isteyen aydınların halka gidişinin temel esaslarını belirleyen bir program olarak da okunabilir. 1.1.2. Merkezin “Geleneğe Açılan” Yazarları Cumhuriyet döneminin muhafazakâr yazarları ile eserlerinde İstanbul dışına çıkmamak ve temel çatışma olarak doğu-batı karşıtlığını görmek bakımlarından benzeşen başka bir romancı grubu daha vardır. Alemdar Yalçın “Romanda Geleneğe Açılan Kapılar” başlığında tasnif ettiği bu grubu Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ercüment Ekrem Talu, Sermet Muhtar Alus gibi isimlerden ibaret sayar (Yalçın, 1992: 84-111). Osman Gündüz de “Ahmed Midhat ve Hüseyin Rahmi üslûbu” adını verdiği bu gruba Osman Cemal Kaygılı ve Nahid Sırrı Örik’i de ilave eder. Geleneksel Türk anlatı sanatının ortaoyunundan, Tıflî hikâyelerinden, Letaif-i Ravayat’tan, Müsameretname’den geçerek

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

89

gelen çizgisinin cumhuriyet dönemindeki temsilcileri olan bu yazarlar, romanlarda Osmanlı romanın zengin şahıs kadrosunu ve temalarını devam ettirirler. Zenci kalfalar, Anadolu’dan gelmiş cahil kişiler, bakkal, kasap, bekçiden oluşan mahalle ve hizmetçi, yaşlı ve dedikoducu kadınlar, çapkın beyler, şehvet düşkünü bunamış yaşlılar, gayrimüslimler gibi konak kadrosu kendilerine özgü aksanlarıyla konuşturularak sokağın, konağın renkli dünyası romana taşınır (Gündüz, 2009: 785 ). Bu yazarların roman ve öykülerinde anakronik olarak Tanzimat romanının temalarını, mekânlarını ve şahıslarını kullanmalarının sebebi Ahmet Mithat Efendi okulunun mezunu olmalarıdır. Eserlerinde tam bir kültür, insan ve renk cümbüşü olarak İstanbul, imparatorluğun her köşesinin temsil edildiği bir sahnedir. Hüseyin Rahmi ve Osman Cemal Kaygılı daha çok bu kentin kenar mahalleleri anlatırken, Abdülhak Şinasi’de kibar sınıfların oturduğu semtleri dile getirir. Bu grubun en önemli ismi olan Hüseyin Rahmi’nin cumhuriyet dönemindeki roman ve öykülerinde temalar değişse de anlatı estetiğinin yukarıda ifade edilen mahiyeti değişmez. Eserlerinde her fikri, her insanı alaya almak için önüne geçilmez bir istek duyan yazarın mizahı, neşeli bir şehir mizahı ile sert ve yaralayıcı alayın sınırlarında gezinir. Onun temsil ettiği anlatı çizgisi, cumhuriyet yeniliklerine fazla kulak asmayan ama ona muhalif bir duruş da sergilemeyen bir tavır olarak tanımlanabilir. Eserlerinde konu sıkıntısı çekmeyen yazar, gazetede okuduğu astronomiye dair bir haberi veya bir cinayet şayiasını konu edinirken, mekanlarını hep şehirden seçer (Yalçın, 1992: 88). Tam bir İstanbul adamı olan yazar, meselelere canlı ve şehir hayatının deyimlerde, manilerde yaşayan ince mizahı ile yaklaşırken, çarpık olandan komiği çıkarmasını bilir. Yazarın II. Meşrutiyet döneminde yazılmış romanı Şıpsevdi’de (1911) mizah, İstanbullunun Anadoluluya bakışından hareketle yakalanmak istenir. Romanda Alafranga bir aile mahallelerinde kendilerinden kültürce daha aşağı buldukları “Kaşık-

90

Doç. Dr. Ömer Solak

çılar Kahyası Kasım Efendi”nin kızını sırf parası için istemeye gider. Avluda ağaç dallarına asılmış çamaşırları görünce “−A! İnsan Anadolu’dan gelse gene böyle boyalı don gömlek giymez!” sözleriyle ayıplar (Gürpınar, 1911: 147). Zira İstanbul kibarlarının gözünde Anadolulu olmak zevksizlik, kabalık ve kent hayatının lâzımelerinden uzak olmak demektir. Batılılaşmaya mutaassıp zümrelerin verdiği reaksiyonu işleyen Tebessüm-i Elem’de (1925) ise doğu-batı çatışması, eski-yeni ve felsefe-din karşıtlığının ardına gizlenmiştir. Romanda kendi gayri ahlâki eğilimlerine natüralist felsefeyi kılıf yapmış asli kişisi Mehmet Kenan’ın karşısına tam bir halk adamı olan Yağlıkçı Hasan Efendi çıkarılır. Ülkenin hızla geçirdiği dönüşümler karşısında şaşkına dönmüş Hasan Efendi, olaylar karşısında kendine bir sorumluluk düştüğüne inanır, halkı kendince yöntemlerle ikaz eder, galeyana getirdiği kişilerle randevuevleri basmaya başlar. Doğu-batı karşıtlığının alafranga-alaturka karşıtlığı olarak somutlaştığı Efsuncu Baba’da (1924) ise Ebu Fazıl Enveri, ilm-i simyaya merak sarmış bir başka halk adamıdır. Onun gözlerinden çağa ve çağın hızlı dönüşümlerine bakarak komiği yakalayacağını bilen yazar, hayatını batıl inançlara göre ayarlayan kahramanını gözü açıkların eline düşürerek cehalet ve kültür karşıtlığından komiğe ulaşır. Bunu yaparken ne kanonik akımın yazarları gibi idealize edilmiş kültürlünün, ne de cahilin yanındadır. Keza onun batılıları ideal olanı değil, lümpen alafrangayı temsil ederler. Yazarın herhangi bir sentez tip yaratma peşinde de olmaması, ona hem çok istediği tenkit imkânını hem de mizahının kaynağını verir. Cemiyetin koyduğu kurallar karşısında yaşının gerektirdiği olgunluğu gösteremeyen Makbule Hanım’ın anlatıldığı Kaynanam Nasıl Kudurdu’daki (1927) Makbule Hanım da, Şeytan İşi’ndeki (1933) Hayriye Hanım da aşağı yıkarı aynı trajikomik vasatın aktörleridirler. Ercüment Ekrem’in Asriler’i (1922) de mizahı çarpık batılılaşma ile geleneğe saplanıp kalma tezadından çıkarır. Abdülcab-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

91

bar Paşa; yalılı, konaklı tipik bir İstanbul kibarıdır. Emekliliğinde kendini dine veren mevlevi-meşrep Paşa’nın evine giren Rum mürebbiye ve paşanın alafranga züppe yeğeni Fazıl, geleneksel haneye sokulan modern kötülerdir. Çok geçmeden Paşa’nın Anadolulu hanımından olma iki kızından biri olan Süveyda iğfal edilir. Ancak kurnaz mürebbiye tarafından bunun basit bir flört kazası olduğuna ikna edilir. Paşa’nın ölümünden sonra, konağa iyice dadanan Fazıl, kızlardan küçük olan Süheyla’ya da göz koyacak, hem bu emeline ulaşmak hem de paralarını sömürmek için de onları bir apartmana taşınmaya ikna edecektir. Romanın sonunda Ercüment Ekrem, Hüseyin Rahmi’den farklı olarak kahramanlarına doğru yolu buldurur. Sabir Efendi’nin Gelini’nde (1921) ise bu kez geleneksel bir ailenin karşısına batılılaşmayı doğru anlamış bir genç kız çıkar. Medeniyet çatışması, Belkıs’ın geleneksel ortam içinde yadırganan ama kendi kültürü ile de mesafeyi açmamış tavrında sergilenir. Onun mutaassıp çevrelerde anormal, daha gevşek çevrelerde tutucu bulunan tavrı ile iki uç arasında doğru yeri bulmak isteyenler için yazarın teklifi konulmuş olur. Geleneksel terbiye ile yetişmiş kadınlar, Belkıs’ın erkelerle rahat söyleşen tavrında, fistanlı gömlekli rahat kıyafetlerinde bir ahlaksızlık ararlarken; yozlaşmış alafrangalar onu tutucu bulurlar. Ercümet Ekrem de -tıpkı Hüseyin Rahmi gibi- şahıs kadrosunu İstanbul’dan seçerken eski-yeni, asri-geri çatışmasını alaycı bir mizahla sunar. Ancak bu çatışmada idealize tipler üzerinden mesaj vermekten kendini alamaz. Sermet Muhtar Alus’un Harp Zengini ve Gelini (1934) romanında da zengin İstanbullu müslüman aileler arasında yaşanan sonradan görmelik, modern yaşama imrenip tuhaf hallere düşmek, yaşının gerektirdiği olgunluğu sergileyememek teşhir edilir. Harp zengini Cevdet Bey’in silik şahsiyetli oğlu ile sırf parası için evlenen Suat, konağa gelip giden Madam Violet vasıtasıyla Ecmel Vamık adlı bir gençle sevişir ve ahlâken düşer. Böylelikle alafranga hayatı ahlaken düşüklük olarak anlamış olmak zemmedilir.

92

Doç. Dr. Ömer Solak

Alus’un Tombul Mirasyedi (1934) romanında İstanbul geniş mekânı içinde konaklı dadılı, kalfalı, alafranga mirasyedili, cümbüşlü bir hayat anlatılır. Romanda babası Zinnun Efendi’nin vefatıyla yalılara, konaklara, akarlara konan mirasyedi Vehbi Bey “bazı kübera-yı zamanın Çerkez veya Gürcü odalıklarından, Bosna’da veya Arnavutluk’ta alınan cariyelerden doğma, gürbüz, yalabık tekne kazıntısı” sözleri ile tanıtılır (Seven, 2006: 56). Özetle söz konusu yazarların merkez-taşra karşıtlığına bakışını şöyle sıralayabiliriz: 1. Cumhuriyetle birlikte yaşanan merkez kaymasına rağmen Anadolu, bu romanlarda ya hiç yer alamaz. 2. Ortaoyunu sahnesine benzeyen roman içinde Anadolulular, bir hamal, bir kayıkçı veya bir aşçı olarak şahıs kadrosunu renklendirirler. 3. Bu romanlarda Anadolu köyü ve köylüsüne romantik bir dikkatle bakılırken, İstanbul’daki Anadolulu mizahın nesnesidir. 4. Anadolulular geleneksel Türk tiyatrosundan gelen “tekellümî öykü tekniği”nin gereği olarak, kendi şivelerine uygun olarak konuşturulurlar. 5. Romanlarda temel-çatışma doğu ile batı arasında geçerken, taşra değerleri, doğululuğun bir alt rengi olarak kendine yer bulabilir. 1.1.3. Merkezî/Dönüştürücü Popüler Aşk Anlatıları Merkezin taşraya bakışını ortaya koymak açısından temas edilmesi gereken bir başka grup da erken Cumhuriyetin popüler aşk anlatılarıdır. Aile faciaları, yıkılan aşklar, ayışığı gezintileri ile dolu bu edebiyat, Esat Mahmut Karakurt, Muazzez Tahsin Berkant, Ethem İzzet Benice gibi yazarların kaleminden geniş bir okura ulaşır. Tanzimatla başlayan çeviri literatürünün en sevilen ve okunan Kamelyalı Kadın, Pol ve Virjini gibi örneklerinin izinde başlayan bu janr, çokça okunduğu için, bir dönemin gençlerinin kadın-erkek ilişkisi, flört, evlenme gibi konulara bakışın-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

93

da etkili olur. 1950’lerden sonra hızla gelişmeye başlayan Türk film endüstrisini de besleyerek etki alanını daha da geliştiren bu edebiyat, kanonik cumhuriyet edebiyatı içinde nicel açıdan önemli bir grubu oluşturur. “Ulusal inşa döneminin edebiyattaki yansımaları tartışılırken göz ardı edilen Cumhuriyet dönemi popüler aşk romanları, Kemalist modernleşme hareketinin medeniyetçi yorumunun dile getirildiği metinlerdir” (Güneş, 2005: III). Bu edebi ürünlerde modernizm, balolarla, danslarla temsil edilir. Bu damar, biraz da resmi ideolojinin ideal Türk erkeği ve kadınında görmek istediği yeri göstermek ister. En önemli anlatı özelliği ise şahıslarının tip düzeyinde kalmış derinliksiz kişiler olmasıdır. İletilerini toplumsal kodlar üzerinden gönderen eserlerde duygusal yoğunluğu melodram düzeyinde ele alınırken de şahıslar belli bir derinliğe ulaşamazlar. Roman kişilerini yalınkat ve yuvarlak kişiler olarak ikiye ayıran Forster’a göre tip, “tek bir nitelik ya da düşünceden oluştuğu için”, okura bir kez tanıtıldıktan sonra bir daha tanıtılması gerekmediği için yalınkat bir kişidir. Yapısında birden çok nitelik bulunan ve psikolojisi derinlemesine anlatılan kişiler ise yuvarlak kişiler orak tanımlanır (Forster, 1985: 108-109). Lukacs’a göre ise tipler, tarihsel gelişim içinde ortaya çıkan, toplumsal eğilimleri ve değişimleri özcü ve toptancı bir anlayışla şahsında toplayan anlatı kişileridir (Lucaks, 1986: 65). Öte yandan “muayyen bir tipin yaşayabilmesi, onu idealize eden bir toplumun bulunmasına bağlıdır.” Toplum değişince edebi eser de onun karşılığı olan gerçek veya ideal tipler de değişecek veya ortadan kalkacaktır (Kaplan, 1985: 66). Ferit Edgü ise tipin 19. yüzyıl determinizminin bir sonucu olduğunu düşünür. Zira bu yüzyılda insanların belli toplumsal olgulara belli koşullarda benzer tepkiler verdiğine inanılmaktadır (Edgü, 1982: 98). Muazzez Tahsin Berkand’ın kent-köy çelişkisini işleyen romanı Kezban’da (1945), daha sonra çokça işlenecek olan kentli ile köylünün evliliği ile yaşanan kültür çatışması, yine tip düzeyin-

94

Doç. Dr. Ömer Solak

de ele alınır. Kentli inşaat mühendisi Ali, bir köy ağasının kızı ile evlenir. Aralarındaki derin kültürel farklılık, kahramanların aşk, gurur, fedakârlık, namus gibi değerler etrafındaki bocalamaları, romanın kurgusunu şekillendirir. Bu romanda hem batılı bir aydınlanmayı yaşamış Ali Bey, hem de tam anlamı ile bir kır insanı olan Kezban, Forster’cı bir tabirle birer yalınkat kişidir. Bu romanlar, Cumhuriyete reformlarını büyük oranda olumlu ve inkılâpları haklı bulur. Ethem İzzet Benice’nin Cumhuriyetin onuncu yılı şerefine yazılmış On Yılın Romanı’nda (1933) “19121933 yılları arasında ülkemizde meydana gelen gelişmeler” bir roman çerçevesinde anlatılır. Savaşların Anadolu’da yarattığı tahribat büyüktür. Vakası Bingöl’de geçen roman, Cumhuriyet döneminde başlatılan kalkınma çalışmalarının heyecanı ile yazılmıştır (Yalçın, 1992: 134). Erhan ve Torun adlı iki köy çocuğu okumak için yeni cumhuriyetin başkenti Ankara’ya gelir, öğretmenlik ve hukuk okuduktan sonra hizmet aşkı ile Anadolu’ya dönerler. Romanda milliyetçilik ve halkçılık ilkeleri çerçevesinde geçmişin bütün değerleri mahkum edilirken, cumhuriyet değerleri ile dolmuş yeni nesiller sayesinde Anadolu’nun yükseleceği, asli kişi Erhan tarafından Türkiye’ye gelmiş Amerikalı bir profesöre anlatılır. Köy gerçeği, dönemin popüler aşk romanlarında mutlak bir iyimserlikle idealize edilerek anlatılır. Mükerrem Kamil’in Sevgim ve Izdırabım’ı (1934) genç bir tayyareci ile bir köylü “biçare”sinin aşkını anlatır. Romanın kentli pilotu, bir görevi esnasında tanıyıp yanından ayıramadığı köylü kızın “kalp parçalayan bağlılığı”na acıma ile karışık bir sevgi ile cevap verir. Aynı yazarın Sızı romanı ise bu janrın köy algısının ipuçlarını verir: “Köy denince mutlak gözümüzün önüne kıyıları söğütlerle gölgeli, güneş ışıkları altında pırıl pırıl yanan derecikler gelir (...) Ocaklarından çıkan tezek kokularına ve hayvancıklarına pek yakın toprak odalarda yaşayan o cana yakın, zengin gönüllü insanları az çok tanırım” (Su, 1943: 27). Burhan Cahit’in Dünkülerin Romanı (1934), hem bir popüler aşk anlatısı hem de 1908-1919 arasının siyasi ve sosyal olayları

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

95

ile hesaplaşan bir eserdir. Biri Paris’te öğrenim gören, diğeri İstanbul’da kalan sonuncusu da kaymakam olarak Anadolu’ya giden üç arkadaşın gözlerinden üç ayrı dünya kıyaslanır. Kaymakam Cemil Hakkı “Anadolu’nun geri kalmışlığı ve idarenin haksız icraatları karşısında” kısa zamanda hayal kırıklığına uğrar: “Düşün ki inkılâp Türkiye’sinde giyinmek oturup kalkmak gibi en iptidai hürriyet hala Patrona Halil’in habis ruhundan ilham alıyor. Velhasıl köylüler kadar şehirliler de hürriyetten, meşrutiyetten nasibini almış değildir. Türk köylüsü mütegallibelerin şeyhlerin ağaların esiridir. Türk şehirlisi de merkez-i umumi ile fetva eminin kölesi…” (Akt. Yalçın, 1992: 55). İttihat ve Terakki Partisini tenkit ederken, cumhuriyet Türkiye’sini yücelten bir başka roman da Zeki Mesut Alsan’ın Hürriyet Pervanesi’dir (1943). Romanının idealist ve ateşli İttihatçısı Cevdet’in şahsında taşranın idealleri gevşeten etkisi sergilenir. Kaymakam olarak gittiği Bergama’nın sakin sosyal hayatına intibak edemeyen Cevdet, İstanbul’daki yozlaşmış yaşantısını burada da sürdürmek ister, ancak bu onun ahlaki çözülmesini daha da hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Sonuç olarak erken cumhuriyet döneminde Türk edebiyatının ana akımının modernleştirici merkezin değerlerini savunduğu görülür. İmparatorluk tebaasından yeni bir ulus yaratmak için resmi ideoloji ile yakın temas içinde olan yazarların taşradan söz eden eserleri, -zorunlu olarak- modernleşmecidir. Bu nedenle taşra edebiyatta, merkezi yakalaması gereken ikincil bir dış kuşaktır. Ona ait değerler, merkezin değerleri karşısında ancak bir folk kıymet taşır. Ayrıca aydınlanmacı tavrın bir gereği olarak dinî kimlikleri taşra ile ilişkilendiren kanonik romanlar, yozlaşmış dini kurumları da taşranın en büyük handikabı olarak görürler. Düşmanla işbirliği yapan, cahil, kaba softalar; halkı kaynağını dinden almayan dogmalarla kandırırken; kendilerini sözüm ona bir kutsiyete büründürürler. Uzak taşrada hemen hiç değişmeden varlığını sürdüren bu odaklar, genç cumhuriyet için önemli bir tehlike olarak görülür.

96

Doç. Dr. Ömer Solak

“Taşra, taşrada yaşadığını bilenlerde maddileşen bir gerçekliktir” diyen Türkeş’ göre kanonik romanların ideal tipleri, yazarlarının biyografisinden önemli izler taşıdıkları için belli bir karakter derinliğine ulaşırken, antitezin temsilcileri olan şahısların tip düzeyini aşamadıkları görülür (Türkeş, 2005: 161-165). Bu bağlamda merkezdeki entelektüelin gözünden anlatılan romanlarda taşra; birörnek mekânları, basmakalıp kişileri ile tahayyül düzlemini aşamamış ve inandırılıcılıktan uzak bir yerdir. Türkeş’e göre, erken dönemde köyden bahseden roman ve öykülerin yaygın teması, Anadolu’nun tozlu yollarına düşmüş İstanbullu aydının cehalete karşı verdiği savaşımdır. İlerlemenin temsilcisi idealist aydınlar, taşrada “feodal artıklar” ve onların işbirlikçisi “Anadolu mütegallibesi” ile giriştikleri kavgada kazanacaklarından emindirler. “Türk aydınının Osmanlı’dan devraldığı vatan kurtarma görevi, bundan böyle Cumhuriyet dönemi romanlarında köyü kurtarmak biçiminde sergilenecektir” (Türkeş, 2001: 202-445). Ne var ki cahil bırakılmış, softalarca istismar edilmiş ve köy ağası tarafından sömürülüp devlet görevlilerince horlanmış köylü ile karşılaşmaları umdukları gibi gerçekleşmez. Köylü onların buyurgan ve fazlası ile merkezcil dilinden hoşlanmamıştır. Bu yüzden dönemin romantik köycü romanlarında aydının bu durum karşısındaki şaşkınlığı da güçlü bir şekilde hissedilir (Bayrak, 2000:48). 1.2. Merkezî Muhafazakârlık Genel kullanımı ile gelenekten yana olmak, düzeni savunmak gibi anlamlara gelen muhafazakârlık, politik bir sistemden çok, sivil düzene bir bakışı ifade eder. Zamanla karşıt akımlarca olumsuzlanan kavram (Vural, 2002), her ülkede farklı biçimlerle; muhafaza edilmek istenen farklı kurumlar ve geleneklerle ortaya çıkar. Batı dillerindeki kullanımlarının hemen hepsinin etimolojik kaynağı Latince conservatus kelimesi olan muhafazakârlığın (conservatism) kökleri, Edmund Burke’nin (1729-1797) Fransız

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

97

İhtilali’ne karşı muhalefetine kadar gider. Onun tilmizlerinden Chateaubriand’ın dini ve siyasi restorasyonu savunan dergisinin adı ise Le Conservateur’dur. Bir İngiliz politik hizbinin adı olarak ise bu kavram, 1830’da Quarterly Review dergisinde yayımlanan imzasız bir makalede geçecektir. Kısa zamanda kendilerine atfedilen gerici politik argümanından rahatsız olan İngiliz muhafazakarlar tarafından aşağılayıcı “Tory” kelimesinin yerine ikame edilecek; 1945’ten itibaren de benzeri siyasal özler taşıyan diğer partilerce de kullanılmaya başlanacaktır (Online Etimology Dictionary, “conservative”). Aydınlanma, “dünyayı gizemli bir kozmos kılan, büyülü ve manevi kudretlerle dolu olarak gören bakış açısının çökmesi”dir (Outram,1995:319). Muhafazakârlık kaynağını büyük oranda Aydınlanma döneminin çalkantılı ve istikrarsız süreçlerinde bulur. Bu çöküş algınısın restorasyonunu içeren bir reaksiyoner tavır olan muhafazakârlık, Rossiter’e göre “ilk olarak, bütün bir sistemi saf aklı kullanarak yıkmak ve yeniden kurmak isteyenlerle savaşmak için” temayüz eder (Rossiter, 1982: 50). Bu yönü ile Aydınlanma rasyonalizminin ve onu izleyen devrimci kopuşun karşısına dikilen katı bir siyaset felsefesidir. Toplumun tecrübeleriyle biriktirmiş olduğu ve onun sağlıklı ilerlemesini sağlayan ilkeler ve değerlerin ihmaline karşı reaksiyoner bir tavır içindedir. Muhafazakâr düşünce ayrı gelenekten gelişir. Birincisi aklı aydınlanmanın merkezine koyan aydınlanmacılığa karşı olan katı muhalif gelenektir. Devrimci düşüncenin ve kurumlarının kökleşmesi ile kendiliğinden tarih dışı kalan Fransa’da ortaya çıkmış bu gelenekçi muhafazakâr tavır, karşı devrimci bir karakter taşır. İkincisi ise Fransız muhafazakârlığına göre daha mutedil bir geçiş öngören İngiliz-İskoç muhafazakâr geleneğidir. Toplumsal ilerlemeyi toplumun tarih, gelenek ve tecrübesinden ayrı düşünmediği için evrimci ve pragmatik bir karakter taşır (Akkaş, 2000: 4-5). Türk muhafazakârlığının gelişimi de Türk modernleşme tarihiyle koşuttur. Türkiye’de modernleşmenin bir zorunluluk

98

Doç. Dr. Ömer Solak

olarak başlamasından dolayı geleneksel kurumlar, batı tipi kurumlarla uzun süre birlikte var olur. Ancak II. Meşrutiyetle birlikte geleneksel olanın aşılmasını ileri süren ideolojiler yaygınlaşır. Yine aynı dönemde toplumsal bir direnç hattı olarak muhafazakâr tavır, buna bir reaksiyon olarak dönemin Türkçülük, İslamcılık gibi ideolojilerinin içinde belirir. Cumhuriyetle birlikte modernleşme hızlanınca muhafazakâr gelenek de güç kaybedecektir. Tanzimat’ın geleneksel yapıların zamanla modern kurumlara evirilmesini öngören projesi gerçekleşmemiştir. Kısa süren Meşrutiyet eski kurumları ıslah edecek zaman bulamayınca bu ikili yapıya bir son vermek görevi cumhuriyete miras kalır. Türk muhafazakârlığının Anglo-Sakson muhafazakarlık geleneğine değil, Fransız aydınlanmacılığına reaksiyon olarak gelişen kıta Avrupası geleneğine benzemesinin nedeni geleneksel kurumlara karşı alınan abu tavizsiz tutumda aranmalıdır (Kuran, 1997: 190-202). Türk muhafazakârlığı da tıpkı batıda olduğu gibi modernizmle doğmuş ve kendini “modernleşme süreci içinde eğitmiştir.” Osmanlı’nın çöküşü ile birlikte başlayan batıyı tanıma girişimini değersizleştirmeye çalışır. Muhafazakâr düşünceye göre Osmanlı’nın son döneminde başlayan ve cumhuriyete taşınan reform düşüncesi “batı medeniyetine, kültürüne, toplumuna ilişkin genellikle eksik, yanlış ve tahrif edilmiş bir kanaatler toplamına varabilmiştir” (Çiğdem, 2001: 55). Öte yandan Türk muhafazakârlığının şu veya bu şekilde görüldüğü İslamcılık, Türkçülük gibi ideolojilere bakarak diyebiliriz ki; muhafazakâr tavır, bir çeşit geçmişe saplanma ve gericileşme içinde de değildir. Aksine Batılılaşmayla bir çeşit seçici yakınlaşmayı savunur. Başta bir elit söylem olarak başlayan batılılaşmanın giderek yükselen bir ideal haline gelmesi onu mecburen bu yakınlaşmaya iter. Kaldı ki 18. yüzyıldan beri yaşanan batılılaşma tecrübesi, muhafazakârlığa “muhafaza etmek” istediği kurumların dayanıksızlığını göstermiş; bu sebeple de koruma içgüdüsünü İmparatorluğun köhnemiş kurumlarından dinin tarihsel kurumlarına çevirmiştir (Çiğdem, 2001: 57).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

99

Cumhuriyet Türkiyesinin erken dönemlerinde Türk muhafazakârlığını iki grupta toplamak mümkündür. Bunlardan ilki Anadolu taşrası kökenli din adamlarından gelen keskin muhafazakâr söylemdir. Niyazi Berkes’e göre, Türk muhafazakârlığının bu dönemdeki en büyük şanssızlığı da zaten daha ilk TBMM’de bu taşra kökenli ve Pan-islamist eğilimli din adamları tarafından temsil edilmesidir (İrem, 1997: 54-55). Nitekim cumhuriyet devrimlerinin potansiyel direnç noktaları olarak görülen bu kişiler, çok geçmeden de tasfiye edileceklerdir. Tanzimatla birlikte batılı fikirlerle beli bir uzlaşma zemini yakalamış İstanbul ulemasının kentli muhafazakârlığı ise çok daha mutedildir. Onları, birincilerden ayıran ise batının topyekûn kendisine değil; onun pozitivizminin dayatmacılığına karşı oluşlarıdır. Toplumsal ilerleme projelerine karşı değildirler; ancak ona, tarihin hikmetlerini (practical wisdoms) ve geleneğin birikimini de katmak gerektiğini düşünürler (İrem, 1997: 90-91). Cumhuriyetle birlikte yaşanan yeni düzene sosyal yapıda görülmeye başlanan değişikliklere karşı, Osmanlı tipi ailelerin tavırları, daha çok kentli muhafazakâr geleneğe bağlanabilecek yazarlarca edebiyata aksettirilir. Onların kaleminden bu zümrenin değişime uy(ama)ma çabası bütün çetin ve acı tarafları ile başarılı bir şekilde ortaya konur. 1.2.1. Kültürel Milliyetçi Kalemler Bu ikinci tip Türk muhafazakârlığı Kemalizm ile kesin bir şekilde çatışmaya girmekten kaçınırken; daha çok onun içinde farklı bir yorum olarak yer almayı yeğler. Öyle ki kendilerini muhafazakâr olarak adlandırmaktan da çekinerek daha çok, Baltacıoglu gibi, “ananeci” demeyi tercih ederler. Nazım İrem’in de tanımladığı gibi, bu çekingenliğin nedenlerin başında, “Kemalist yönetici seçkinlerin her türlü muhafaza talebini, geleneksel Osmanlı sisteminin siyasal ve sosyal kurumlarını koruma ve/veya canlandırmaya yönelik irticai talepler olarak görme eğilimleri gelmektedir” (İrem, 1997: 63). Dolayısıyla İslam’a ve Osmanlıya

100

Doç. Dr. Ömer Solak

ait savunular, dönemin iktidarıyla çatışma içine sokmayacak bir biçimde geliştirilir. S. Seyfi Öğün’e göre “muhafazakar zihniyettekiler, geçmişi ve geleneklerin ihtişamını vurgulayan reaksiyoner nostaljiden hoşlansalar, hatta kendilerini tutamayıp bu nostaljik tezleri zaman zaman sahiplenseler bile, geçmişe ve geleneklere dönük duyarlılıklarının kendilerini reaksiyonerlerle aynı düzlemde göstermesinden endişe ederler.” (Öğün, 1997: 109). Onların arzusu, Tanıl Bora’nın da dediği gibi en fazla “inkılâbı tadında bırakıp makule döndürmek” (Bora, 1997: 19) olmuştur. “Türk İnkılâbı’nın” en aşırı unsuru olarak gördükleri “militan laisizm” ve geleneği yok sayan katı reformlar dışında yeni düzenle aralarında fazla bir çatışma noktası görmezler. Ancak bu çatışma alanları bile Türk muhafazakârlığını mutedil tavrının da etkisiyle uzun süre ertelenecektir. Esasında bu dönemde Türk muhafazakârlığı, şekil değiştirmiş ve bir cumhuriyet ideolojisi olarak ortaya çıkar; Cumhuriyet politikalarına karşı tonunu giderek yükselten itirazı ile de varlığını ortaya koyar. Ancak cumhuriyetin erken dönemlerinde II. Meşrutiyet’ten tevarüs eden muhafazakâr entelijansiyanın gönüllü gönülsüz destek verdiği kurtuluş mücadelesinin ardından cumhuriyetle açıktan bir hesaplaşmaya girişmekten -kendi meşruiyetini gidereceği endişesi ile- kaçındığı görülür (Çiğdem, 2001: 58). Cumhuriyetin erken döneminin kentli, kültürel milliyetçi muhafazakâr aydınları cumhuriyet ideolojileri ile Türkçülük paydasında birleşirler. Ancak Türkçülükleri aslında birbirinden farklıdır. Seküler cumhuriyet kadroları, ulus-devlet inşası için, onlar ise gelenekle bağ kurabildikleri için Türkçüdürler. Ancak bu ortak payda bile onların kurucu ideoloji ile karşı karşıya gelmemelerine hatta devrimlerin halka benimsetilmesinde yardımcı olmalarına yetmiştir. Denilebilir ki dönemin muhafazakâr entelijansiyası, Atatürk ilke ve inkılâplarına, tarih ve gelenek içinde kültürel bağlantılar bularak ona toplumsal taban sağlamaya çalışır. Bu yönü ile daha çok Anglo-Sakson muhafazakârlığına yaklaşan tavırlarındaki uzlaşmacılığın bir başka sebebi de Ziya Gökalp’in organik toplum (organic society) mo-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

101

delinden etkilenmeleridir.23 Zira bireyi, ancak devlet ve toplum içinde önemseyen bu görüşle muhafazakâr düşüncenin paternalist tavrı örtüşmüştür (Akkaş, 2001: 6). Cumhuriyetin muhafazakâr kitlesinin dayandığı önemli fikri desteklerden biri de Anadoluculuk düşüncesidir: Anadoluculuk hareketinin Türk siyasi hayatındaki ve basınındaki duraklarını şöyle tespit etmek mümkündür: Hilmi Ziya Ülken’in ve arkadaşlarının 1919 yılında çıkardığı memleketçi çizgideki Anadolu mecmuası akımın ilk başlatıcısıdır. Aynı grup, daha sonra “Türkiye Türklerindir” anlayışını savunan bir başka Anadolu Mecmuası’nı (1923’te on sayı) çıkarır. Ardından Anadolu kavramına vurgu, 15 yıl sonra Remzi Oğuz Arık ve Hıfzı Oğuz Bekata tarafından çıkarılan Çığır ve Millet Mecmuası; Nurettin Topçu tarafından çıkarılan Hareket dergileri tarafından işlenecektir. Başlangıçta sosyalist temayülleri olan Nurettin Topçu ise, giderek Türkçülüğü büsbütün ötelemeyen bir çeşit İslam sosyalizmini savunacak, milli sınırlar içinde bir “Anadolu sentezi”ne ve İslam’ına kayacaktır. 1940’larda Orhan Seyfi’nin Çınaraltı mecmuası ise Türkçülüğün paganist yorumundan Anadolucu Türkçüye, İslamcıya kadar pek çok aydına sayfalarını açmış önemli bir sağcı dergidir. “Kemalizm’in doğasında iyi olduğu ama onu geliştiren aydınların ‘kozmopolit yozlaşma içinde oldukları savı, Çınaraltı’nda serpilen milliyetçi-muhafazakâr düşüncenin amentüsü gibidir” (Arslan, 2002: 582). Ancak Cumhuriyetin hatta cumhuriyet öncesi dönemin bir hareketi olarak Anadoluculuğu, bir taşra reaksiyonu olarak almak mümkün değildir. Gökalp Turancılığına bir çeşit tepki olarak doğan ve başlangıcından itibaren Türkçülükle siyasal İslamcılık arasında gidip gelen bu akım, sınırları daha belli ve konjonktüre daha uygun bir Anadolu gerçekliğini öne çıkarmaya çalışır. Seçil Deren, bu akım çerçevesinde üretilen Anadolu imgesini birbirini takip eden dalgalar halinde “1919-1925 arası Anadolu mecmuası ve 23 Gökalp’ın organik toplum modeli, hem erken Cumhuriyet dönemi muhafazakâr aydınların düşünce yapılarını, hem de kurucu kadronun modernizmini beslemiştir.

102

Doç. Dr. Ömer Solak

çevresi, 1930 ve kırkların milliyetçi muhafazakâr Anadoluculuğu” olarak işaretler (Deren, 2002). Yalnızca Anadolu’da yaşayanları Türk kabul etmek, Balkanlardan veya Kafkaslardan gelen göçmenleri, bu bütüne dâhil etmemek gibi dışlayıcı eğilimleri olan Anadoluculuk, akademik çevreden aydınlar arasında da bir ara tutulur. Ancak bu durum, onun bir taşra hareketi olduğu anlamına gelmez. Anadolu mecmuasındaki şehirli kadına karşı Anadolu kadınını yücelten yazılar da bir taşra tavrı değil, olsa olsa Anadolu’ya yönelik bir aydın romantizmi olarak anlamlıdır. Bu dönemde Türk muhafazakârlığının orijinal bir temsilcisi olan Peyami Safa, cumhuriyet yeniliklerine karşı geliştirdiği tavır ile tipiktir. Bir yandan yeniliklere yandaş bir tavır takınırken, bir yandan da kendine özgü “iklimi” içerisinde ilginç çıkışlar yapar (Yıldırmaz, 2003: 9-18). “Muhafazakâr bir gözle yazılmış son derece önemli bir Türk Politik Akımlar tarihi” olan Türk İnkılâbına Bakışlar’ında (Öğün, 1997. 117) yazar, uzlaşmacı ve çatışmayan çizgisini sürdürür. Fakat çok geçmeden kardeşi İlhami Safa ile (1936’da 21 sayı) çıkardıkları ve dönemin en nitelikli edebiyatçılarının toplandığı Kültür Haftası dergisinde daha muhalif bir “muhafazakâr” eksen arayışındadır. “Muhafazakâr entelijansiyasın önde gelen isimlerinden Peyami Safa’nın muhafazakârlığı, İsmail Hakkı Baltacıoglu’nun gelenekçiliği ve Ahmet Agaoğlu’nun şahsiyetçi [bireyci] fikirlerinin açıklanması sağ düşüncenin dayanaklarını; organik toplum modeline bağlı kalmakla birlikte farklı eğilimleri de içinde taşımaya çalıştıklarını gösterir” (Akkaş, 2001: 7). İsmail Hakkı Baltacıoglu ise muhafazakârlıktan da yüz çevirir ve kendini bir gelenekçi (traditionalist) olarak tanımlar. Kültürün özü gelenektir ve yaşamın pratikleri ancak onun içinde canlı kalır. Bu görüşleri ile erken cumhuriyetin memleketçi tavrına yaklaşan Baltacıoğlu, Türk örfünü muhafaza ederek modern olabilmeyi savunur. Kaldı ki Kemalizm, zaten modern ve evrensel kurumlara Türk özünü vererek modernleşmek demekten başka nedir (Bora, 1998: 74; İrem, 1997: 63-64).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

103

Ahmet Ağaoğlu’na göre ise millet, kolektif bir şuur taşır. Bu şuur da daha çok aydınlarla yeni kuşaklara taşınır. Aydınlar hem geleneğin değerlerini hem de batılı değerleri tanıtmalıdır. Batılı kurumların özünde sadakat, doğruluk, vatandaşa hürmet, fedakârlık, vazifeye riayet, bilime saygı gibi umdeleri, artık evrensel değerler olduğu için aydın onlara sırtını dönemez. Her iki değer alanı da önemlidir ve onlarla toplum donatılmazsa inkılaplar akim kalır (Coşar, 1997: 159-166). Özetle Ağaoğlu, muhafazakârlığı aydınlanmanın karşısında görmez. Keza Muller’e göre de muhafazakârlık Aydınlanmanın düşmanı değildir. Aksine Aydınlanma içinde bir ayarlama süreci olarak doğmuştur. Aslında, muhafazakârlık, Aydınlanmanın bir ürünü olan pek çok düşünce akımından biridir (Rossiter, 1982: 24). Bu görüşleri ile Ağaoğlu’nun görüşleri aydınlanma ve muhafazakârlık arasında ortak bir zemini işaret eden Anglo-Sakson geleneğe yakındır (Özipek, 2000: 15). Bu dönemde şiirde ve nesirde muhafazakâr kalemlerin dönemin batıcı ve reformcu heyecanından ve toplumsal konularından uzak durdukları ve daha öz, bireysel ve içe dönük bir sanat anlayışı benimsedikleri söylenebilir. Ancak dönemin toplumsal ve kültürel ikliminden kendilerini bütünüyle de soyutlamazlar: Peyami Safa, cumhuriyete karşı katı bir tavır alan taşra tutuculuğu ile kentli muhafazakârlığın farklarını vurgulamaya çalışır. Muhafazakâr, ne bir “mürteci”dir, ne de dünü bugünde yaşamak isteyen biridir. O sadece geçmişin bilincinden ve birikiminden yararlanmak ister. Zaten Atatürk, devrimci değil inkılâpçı (kalbolmak: dönüşmek) bir liderdir (Safa, 1990: 262-263). Ona göre inkılâpları bir çeşit doğu-batı sentezi olarak okumak da pek ala mümkündür. Skolastiği aşmış bir dindarlığı ile, ırkçılıktan arınmış milliyetçiliği ile Kemalizm, topyekun bir program olarak yüceltilir (Safa, 1990: 213-215). Bu yönü ile Peyami Safa muhafazakârlığının bir çeşit liberalizme de yaklaştığı görülür. Kaldı ki liberalizm ve muhafazakârlık, temelde Batı medeniyetinin kendi krizine verdiği radikal iki cevaptan başka bir şey değildir (Parry, 1964: 107). Bir farkla ki

104

Doç. Dr. Ömer Solak

muhafazakârlık bu iki tepkiden, muhalif ve olumsuzlayıcı olanı temsil eder (Shklar, 1969: 221). Safa’nın romanları, Anadolu taşrasını değil İstanbul’un aydınlarının değişime karşı yaşadıkları buhranları işler. Örneğin Fatih-Harbiye’de hazırlıksız, kulaktan dolma bilgilerle ve başkalarının yönlendirmesiyle ortaya çıkan Batılılaşma arzusu yerilir. Romanda Safa, tezini söylem düzlemine getirirken anlatı ögelerini ve üslubu başarılı bir şekilde kullanır. Doğu-batı karşıtlığının tarafları olan şahıslar ve onların vasıtası ile dile getirilen görüşler, kültürel milliyetçi ve muhafazakâr şehirli aydınların tezlerini haklı çıkarmaya çalışır. Bir taraftan geleneğe ve geçmişe bağlı bir baba, diğer taraftan, çevresinin etkisiyle batılı olmak arzusuyla yanıp tutuşan Neriman dolayımından iki dünya karşı karşıya getirilir. Öyle ki yeniliklerle gözü kamaşmış genç kız tipinin bir örneği olan Neriman, dönemin başka pek romanında defalarca yeniden üretilecektir (Aytaş, 2003: 135-136). Peyami Safa’nın romanlarında geniş mekân, genellikle İstanbul’dur. Bu romanlarda muhafazakâr bir gözle Tanzimat’tan beri romanımızın başat meselesi olan doğu-batı çatışmasına bakılır. Safa’nın savaş senelerinin yolsuzluk ve rüşvete bulanmış ortamını anlatan Mahşer (1924) romanı, kurgusunu döneminde çokça işlenmiş sefahat ve fedakârlık karşıtlığı üzerine inşa eder. Bir yanda muvakkat bir felakete rağmen rüşvete batmış bir İstanbul; bir yanda da vatanseverlerin kıblesi Anadolu vardır. Romanda Çanakkale’de üç yıl savaştıktan sonra omzundan yaralı olarak geldiği İstanbul’da büyük bir hayal kırıklığı yaşayan Nihat’ın hikâyesi, II. Meşrutiyet dönemi fonunda anlatılır. Kısa sürede geçim telaşına düşen Nihat, vagon ticareti yaparak zengin olmuş, Mahir Bey’in çocuklarına Fransızca öğretmeni olur. Ne var ki bu zengin konağının ve “mahşer”e benzeyen sefahat manzaralarından kısa zamanda tiksinecektir. Anadolu, yazarın yirmili yıllardaki romanlarında uzak ama temiz kalmış bir yerdir. Kaldı ki diğer muhafazakâr yazarlarda da Anadolu, batılılaşma bozukluklarının tedavi edileceği ideal

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

105

bir mekândır (Yalçın, 1992: 74). Sözde Kızlar’da (1923) batılılaşmayı doğru kavramış Mebrure, yozlaşmış konak çapkını Behiç’in cezbedici kurlarına kapılmamak için çabalar. Romanda batı medeniyetinin temsilcisi Behiç’in tuzağına düşmüş Belma, frengili çocuklar doğurur. Mebrure, ilk bakışta cazip, neşeli ve sevimli gelen ama gerçekte hastalık saçan Behiç yerine; çirkin, fakir ama vatanperver Fahri’yi tercih edecek ve onunla Anadolu’ya geçecektir. Çünkü dürüst ve namuslu insanların memleketin geleceğine dair yegâne ümit kapısı, oradan yükselmeye başlayan güneştir. Özetle Peyami Safa (1899-1961), gerek romanlarında gerek gazete yazıları ve düşünce kitaplarında modernlik ile gelenek arasındaki gerilimli ilişkiyi tartışma konusu yapmış; eserleri ile Türk muhafazakâr düşüncesinin temel argümanlarına önemli katkıları olmuş bir yazardır. Peyami Safa’nın romancılığında modernleşme ve doğu-batı meselesi ile mekân boyutu arasında işlevsel bir ilişki vardır. Yazarın Sözde Kızlar (1923), Şimşek (1923), Bir Akşamdı (1924), Cânân (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Bir Tereddüdün Romanı (1933) gibi romanlarında maddecilik, kapitalist kazanç hırsı ve tensel zevklerin tatminini merkeze alan yeni eğlence anlayışını modernliğin sonuçları olarak görülür ve tenkit edilir. Romanlarda kent mekânları modernlik ile geleneğin çatışma alanı olarak kurgulanırken; modernliğin yozlaştırıcı etkilerine karşılık, geleneği koruyan mekânları romantik bir idealleştirmeye tabi tutulur. Bu karşıtlık şemasında yazar, Batı’yı bütünüyle olumsuzlamaz; aksine Avrupa ülkelerinde üretilmiş modernlik karşıtı söylemlere yaslanmaya özen göstererek, asıl karşıtlığın modernlik ile gelenek, madde ile ruh arasında olduğunu savunur. 1930’lardan 1950’lere doğru, Türk devrimlerini savunan modernleşmeci bir çizgiden, gelenek ve din vurgusu ağır basan bir konuma doğru geçirdiği düşünsel değişim yazarın romanlarından izlenebilmektedir (Aksoy, 2009). Cumhuriyetin ilk muhafazakârlarının çoğunlukla kentli aydınlar olması, batılılaşmaya karşı sert bir reaksiyon gösterilmeme-

106

Doç. Dr. Ömer Solak

sinin bir diğer sebebidir. Ancak tepkisizlik, onların hallerinden memnun oldukları anlamına gelmez. Bu geçiş dönemi aydınları, Cumhuriyetin bürokrat Ankara’sında yaşadıkları açmazla Yahya Kemal’in şiirleri veya Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanlarında aradıkları nostaljik teselliyi bulurlar.24 Bu eserlerde İstanbul, mazinin romantik bir sembol mekânı olarak yüceltilmektedir. Ahmet Çiğdem, Türk muhafazakârlığını “cumhuriyetin ürettiği bir zemin” olarak tanımlar: Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi isimler, Cumhuriyetin milliyetçi ve batıcı yorumuna, dinin bile sekülarizasyondan ve millileştirmeden nasibine alışına tepkisel yaklaşır ve Çiğdem’in “huzur üslubu” dediği bir sentez önerirler. Bu üslup “politik olarak çekingen kalmak ve batılılaşma idealinden vazgeçmemekle birlikte, tarihsel sürekliliğin ve geleneksele” olumlu yaklaşımın müdafaasını gerektirir. Yahya Kemal’in erken dönem Türkiye’sinde milliyetçi/muhafazakâr düşüncenin yaşadığı fikri buhranları çok iyi ifade etmiş bir “estet” olduğunu düşünen Kenan Çağan; muhafazakârlığın Türk düşüncesinde “bağımsız, modern bir ideolojik söylem olarak kendini duyurmasında” onun katkısını teslim eder (Çağan, 2009: 86). Yahya Kemal muhafazakârlığını bir ideolojiden çok, bir duruş olarak gören Tanıl Bora da onu bu duruşun temel nosyonlarına sahip tipik bir muhafazakâr olarak görür (Bora, 1999: 84). Yahya Kemal’in tarihe, kültüre ve vatana bakışında daha çok tebarüz eden bu tutum, dinsel muhafazakârlıktan çok farklıdır. Şair, Siyasi ve Edebi Portreler’inin Darülfünun hocası Ahmet Naim Bey’i tanıttığı bölümünde kendi kültürel muhafazakârlığı ile kaynaklarını dinden alan muhafazakârlığın farklarını şöyle ortaya koyar: “Darülfünun’un Türkçü müderrislerinden biri olduğum için bu çok sünni ve hanefi müderrisimizin fazla teveccühüne mun24 Öte yandan II. Meşrutiyet yıllarında Paris’e giden orada önce Leon Cahun’un tesri ile Turancılığa sonra Camile Julian’ın tesiri ile Anadolucu ve bir milliyetçiliğe evrilen Yahya Kemal de eski tarz şiirleri ile Cumhuriyet devrimlerinin dışladığı muhafazakâr aydınlar için bir avuntu ve sığınak olur. Rumeli taşrası kökenli Yahya Kemal tarafından sessiz bir şekilde dile getirilen bu estetize edilmiş tepki, bir devrin ruhuna tercüman olur.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

107

tazır olamazdım. (…) İslam taassubu bertaraf edilirse Naim bey’i ruhuma çok uzak görmemiştim. (…) 1921-22 arasında Tevhid’i Efkâr’a milli harekete dair, milliyeti benim anladığım yolda, bir nevi yazılar yazıyordum. Hemen hepsi eski İstanbul’un ruhani semtlerini teşrih etmeye çalışan bu nesirlerde, fetih hatıraları ve İstanbul toprağına gömülmüş olan ilk cedlerin mezarları etrafında teşekkül etmiş mahallelerin manaları, hulasa bu toprağın ‘vatan toprağı’ diye tevekkün edişinin hikâyesi vardı. Şüphesiz ki bu yazıları ben her şeyden evvel bir Türk gibi duyarak yazarken, İslamiyet’in çok katı, çok maddi adeta riyazi olan uknumlarının üstünden atlayarak nehyettiği noktalara butlanların zevkine kadar gidiyordum.” (Beyatlı, 1986: 51-52). Ahmet Oktay’a göre ise 1930’larda Yahya Kemal’in tarihe ve kültüre bakışı resmi ideolojinin bakışından çok farklılaşmıştır. “…gerek Dergâh’taki yazılarında, gerek Darülfünun’daki derslerinde Y. Kemal başka türden bir ulusalcılıktan söz ediyordu. 1936 yılında kültür haftası dergisinde yayınladığı ‘Mektepten Memlekete’ başlığını taşıyan yazısı bile Halk Partisi’nin o yıllardaki kuramsal önermelerini andıran ögeler taşımasına karşın, aslında Osmanlı-Türk bireşimini öngören bir varsayımdan yola çıkıyordu.” (Oktay, 2008: 279). Oktay’a göre o yılların milli romantik edebiyatının oldukça farklı bir yönünü temsil eden şair, halkın bağımsızlığını ve özgürleşmesini değil, aksine kanaatkârlık ve bağımlılıkta temellenen bir mutluluğu yüceltmektedir. İstanbul’un rüyalı peyzajlarında kayıp maziyi yâd eden şiirler terennüm ederken; aslında yeni düzenle uyuşamayan çok sayıdaki geçiş dönemi aydının duygularına da tercüman olmaktadır. Eserlerinde taşraya veya onun meselelerine hemen hiç yer vermeyen bu anlayış, şiirde tarihin şanlı zaferlerini veya antik yunan mitolojilerini işlemeyi; roman ve öyküde, Boğaziçi’ndeki yalılarına çekilmiş kibarların hayatlarını anlatmayı daha sanatkârane buluyordu. Köylerin sefaleti ve yoksulluk manzaralarına yer vermek, onların bu seçkinci sanat anlayışlarına uygun değildi (Oktay, 2008: 280).

108

Doç. Dr. Ömer Solak

Yahya Kemal’in bir çeşit “historicite/tarihilik” olarak açıklanabilecek yaklaşımı, tarihin bir ağacın kökleri gibi asırların ötesinden bizi beslediği düşüncesini savunur. Yahya Kemal’in cumhuriyete karşı sessiz direnişi ve tarihilik kavramı, Mehmet Akif İslamcılığının açık retçiliğine veya milliyetçiliğin ve batıcılığın düştüğü tuzaklara düşmemiştir. Zira onun peşinde olduğu terkip, ilhamını tarihten alan bir Anadolu coğrafyası yaratmak ister. Ne var ki bu terkibin o dönemde taşrada takipçileri olmamıştır (Çiğdem, 2001: 60-62). Muhafazakâr/milliyetçi yazar kadrosunun eserlerinde her fırsatta Türk tarihine yönelmesi, Rumeli’nin kaybının hafızalarda henüz çok taze olmasında da aranmalıdır. Ailesi itibariyle Balkan göçmeni olan Safiye Erol’un “hem geleneksel değerleri, hem Türklerde var olan halis insanlık değerlerini” savunan Ciğerdelen (1946) romanı, bunu örnekler. İki farklı zaman diliminde kurgulanmış olan romanda asri zamanlarda, içkili kokteyller, gece eğlenceleri devam ederken; geçmişte serhat boylarının civanmert akıncıları anlatılır. Bu mukayeseyi yaparken bir yandan da “cumhuriyetin sağladığı modern yaşantı”yla ters düşmek istemez. Türkeş’e göre eser, bu çekingenliği ile de tipik bir muhafazakâr edebiyat ürünüdür (Türkeş, 2002: 816). Öte yandan gelecek içinde bir geçmiş tasarlayarak bir anakronizme düştüğünün farkında olmadan moderniteyi ve onun verimlerini aşmayı deneyen muhafazakâr tavır, bizatihi kendisinin modernizmin içinde varolmuştur ve modernlikten sonra artık nesnelerin ve oluşların bir daha asla eskisi gibi olamayacağını ihmal eder. Çiğdem’e göre muhafazakârlığın düşünce dünyasına katkısı retoriğin estetize edilmiş söyleminden öteye gitmez (Çiğdem, 2001: 80-81). Kadıköy’ün Romanı’nda (1939), Safiye Erol, 1930-1940 yılları arasında Kadıköy’de yaşayan altı gencin yaşantısını devrin inkılaplar veya onun yarattığı sosyal değişmelere temas etmeden anlatır. Bütün dalgalanmaları ile yoğun bir aşkın modern bir hayatın fonunda tahlil edildiği kitap, doğu-batı çatışmasını kültür

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

109

ve gelenek odağında ele alır. Nitekim yazar, tahsilini Avrupa’da yapmış ancak “Şark ve İslam” kültürünü de hiçbir zaman yok saymayan kahramanı üzerinden okuruna bir tavır ve değer yargısı kazandırmak ister. Romanda Nesrin’in aristokrat teyzesinin köşkü betimlenirken bile bu tavrın izlerine rastlamak mümkündür: “Ortadaki havuzun etrafında iki lâle vardı, pembe ve sarı. Daha etrâfı mavi minelerle bilezik gibi kuşatılmış. Burası asrî bir bahçe değil, bilâkis alaturka bir bahçe.” Buradaki Cumhuriyet dönemi inkılâplarının anahtar kelimesi olan “asrî”ye yapılan vurgu, söz konusu modernleşmeye karşı alınan tavrı da imler (Erol, 2001, s.13). Samiha Ayverdi’nin Batmayan Gün (1939) romanı ise susadığı manevi hazzı, aile çevresinde bulamayan genç bir kızın hikâyesini anlatır. Romanda “batmayan gün” sembolü ile karşılanan gerçeğe rastlantılarla ulaşılır. Klasik Türk musikisini yüceltişi, kadını aile ve çocuk terbiyesi düzleminde kıymetlendirmesi, mahyalı, ilahili eski İstanbul bayram gecelerini, kaybolmuş değerleri hüzünlü bir dille yâd etmesi ile Batmayan Gün, bu janrın tipik bir örneğidir. Yönetimin üst üste giriştiği tekkelerin kapatılması, klasik musikiye tavır alınması gibi uygulamaları, kültürel/milliyetçileri rahatsız eder. Eski kültürün bütün yaşam alanlarının bertaraf edilmesi, onların sessiz bir reaksiyon geliştirmesine sebep olur. Ancak kutsal bir önem atfettiği devletle ve onun kurumları ile çatışmamayı devletin bekası için elzem gören muhafazakârlık, “çatışmadan kaçınma refleksiyle”, “uyumlu ve uzlaşmacı bir ideoloji” olmayı sürdürür (Çağan, 2009: 87,88). Öte yandan karşı duruşlarını “Çok insan anlıyamaz eski musikimizden/ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” diyerek eserlerinde dile getirmekten de çekinmezler (Beyatlı, 1989: 34). Ömer Türkeş’e göre 1940’tan sonra “Kemalist devrimi sürükleyen coşku ve ateş sönmeye yüz tut”up da “sadece Türklere özgü bir dünya görüşü üretmeye yönelik araştırmalar doyurucu niteliklerini yitir”ince; o güne kadar sessiz muhalefetini sürdü-

110

Doç. Dr. Ömer Solak

ren muhafazakâr/milliyetçi kesim, “Kemalist milliyetçilikle yollarını ayırma”ya başlar (Türkeş, 2002: 816). “Kılık-kıyafet, harf, öğrenimin birleştirilmesi vd. reformların uygulamaya konularak, ekonomik değil kültür devrimi hedefinin güdülmesi, merkeze karşı yükselen çevresel potansiyel muhalefeti zinde tut”arsa (Sunay, 2008: 53, ) da muhafazakârlar, çok partili döneme dek açık bir karşı duruş sergilemekten kaçınırlar. Öte yandan milliyetçi/muhafazakâr görüşün diğer kutbunda şair olarak başını Nazım Hikmet’in, romancı ve öykücü olarak da Sadri Ertem’in veya Sabahattin Ali’nin çektiği toplumcular vardır.25 Nazım ve diğer toplumcular, ideolojik hedeflerinin bir gereği de olarak taşrayı kendi yanlarına çekmeye çalışmaktadırlar. Cumhuriyetin erken döneminde kentli muhafazakârlığın kültürel iklimi böyle iken, taşranın durumu çok daha farklıdır. Bu dönemde merkezcil muhafazakârların seçkinci tepkiselliği ile taşranın reformlara direniş temeline dayanan tepkiselliği henüz birbiri ile temas etmemiştir. Kendisine edebi düzlemde tercüman olacak yazarlara sahip olmayan taşra muhafazakârlığı, bu yolda ihtiyaç duyduğu entelektüel derinliği merkezcil muhafazakârların düşünceleri ile doldurabilmekten uzaktır. Birinciler ise taşraya temas etmekte çok isteksizdir. Taşra muhafazakârlığına göre modernleşme iyi bir şey değildir. Kaldı ki batılı kurumları örnekleyen bu modernleşme, nihayetinde bir taklittir. Bu yargı, merkezcil muhafazakârlık için de geçerlidir. Ancak taşra muhafazakârları, bu tezi değerlerin taşıyıcısının yalnızca taşra olduğuna varan bir özcülükle ile de bütünleyerek savunurlar. Bu kesimin okuryazarları, romanın yerine halk hikâyelerini, gazavatnameleri veya Hz. Ali Cenklerini okumayı sürdürür. Kentli muhafazakârlar ile aynı literatürden beslenmekten ise henüz çok uzaktırlar. Kaldı ki kentliler de yukarıda sıralanmaya çalışılan sebeplerden taşrayı edebi eserlerine yansıyacak bir birikim olarak görmezler. Ancak gerek taşra, 25 Öyle ki bu durum, II. Meşrutiyet yıllarının Fikret-Akif karşıtlığının bir devamı gibidir.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

111

gerek merkez olsun, her iki muhafazakâr eksen de kırklı yıllarda savaşın getirdiği hoşnutsuzlukla da birleşen itirazlarının tonunu arttırır ve birbirine yaklaştırırlar. Moran’a göre 1923-1950 arasında asker-sivil merkezi bürokrat sınıfı ve onların güçlendirdiği eşraf yükselirken, halkın durumu iyileşmemiş bu da sınıflar arası mesafeyi açmıştır. 1950’de ise burjuvazi, “halkın bıktığı CHP’nin elinden kolayca almıştır iktidarı” (Moran, 1999: 10-11). Özellikle Cumhuriyet ideolojisinin Türk tarihinin köklerini İslamlık öncesinde gören tarih ve dilin arılaştırılmasına, alfabe değişikliğine, Türk dilinin Asyalı köklerine vurgu yapan dil tezlerine karşı yüksek sesle dile getirilen itirazlar, başta tarihi roman olmak üzere, diğer edebi türlerde aksini bulur. Özetle Cumhuriyet’e kadar olan Türk romanında kent, doğu-batı ikileminde ifade edilmesi tavrını, Cumhuriyetten sonra devam ettirenler kültürel milliyetçi muhafazakâr grup olmuştur. Çamlıca’daki Eniştemiz’de (1942) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi 1930’lu yıllarda sesini duyurmaya başlayan Abdülhak Şinasi Hisar, hem biçim hem de içerik açısından geçmişe ve geleneğe bağlı kalarak dönemin egemen edebiyat anlayışından ayrılan bir yazardır. Hisar, yeni tema ve biçim arayışlarının çoğaldığı bir dönemde, eski edebiyat anlayışını ve gelenekçi bir estetiği yapıtlarında yaşatmayı sürdüren az sayıdaki isimden biridir. Muhafazakâr düşünceye göre otorite, toplumun tüm katmanlarınca paylaşılırsa meşruiyet kazanır; aksi halde sessiz bir reaksiyon oluşur veya farklı arayışlara gidilir (Akkaş, 2003: 246248). Hisar’ın da çağının otoriter tavrına, bakışı da böylesi bir arayışın izlerini taşır. Geçmişi, toplumu ve dini, döneminin genel tavrından farklı gören Hisar, muhafazakâr düşüncenin genel karakteristiğine uygun bir yazardır.

112

Doç. Dr. Ömer Solak

Tarihi belgeye, determinist ilkelere dayalı bir bilim olarak değil, bugünü yapan mazi olarak gören yazara göre yaşanılan an, geleceğin başlangıcı değil; geçmişin uzantısıdır. Hisar’ın toplum algısı da muhafazakâr düşüncenin uzağında değildir. Ona göre toplum, sistemik bir mekanizma değil; geçmişine ve değerlerine sıkı sıkıya bağlı, kurumsal ve işlevsel bir yapıdır (Nisbet, 1986: 26-27). Bir mekanizmada pragmatik amaçlar uğruna işlemeyen bir parça, yenisi ile değiştirilebilir. Ama muhafazakâr tavra göre toplumsal kurumlara müdahale etmek onlara zarar verir; bütünüyle yok etmek ise bir toplum için hayati önemde olan mazi bağını tahrip eder. Yazarın dine bakışı da muhafazakârcadır. Fakat bu, dinsel bir hayatı değil, dinle mayalanmış günlük hayat pratiklerini özleme olarak anlaşılmalıdır. Ona göre din, sadece inanç alanını düzenleyen bir olgu değil, toplumsal hayatın bütün alanlarına bir sinir sistemi gibi girmiş bütüncül ve komplike bir yapıdır. Bayramlar, düğünler, ölümler hep dinle yakın ilişkili olan adetlerle düzenlenir. Dine veya diğer toplumsal kurumlara yönelik bir tasarruf, toplumsal alanın tüm alanlarına tesir edecektir. Gerçekten de muhafazakârlık, kendi sürekliliğini sağlayabilmek için günün geçerli modernlik şartları içinde, toplumun her aşamasında ve her alanında şekil değiştirip düşüncesini “ileriye” götürmek ister. Kemal Karpat’ın da belirttiği gibi muhafazakârlık, “eski bağlılıkları ve kavramları yeni bir biçime uydurma çabası”dır (Karpat, 1997: 565). Bu anlamda muhafazakârlığın temel sorunu, eski düşünce biçimlerinin değişen toplumsal, politik ve ekonomik alanlarda meşruiyetini yitirmeden “muhafaza” edilmesi meselesidir. Muhafazakâr söylem, toplum düzeninin sağlanmasında geleneğe yaşamsal bir önem atfeder. Gelenek, adetlerin ve alışkanlıkların bilgisini nesilden nesile ileterek bireye güçlü bir mazi duygusu verirken kendisini aşkın bir tarihî bir kökle ilişkilendirmesine de yardım eder. Geleneğe tabi olmak, bireysellikleri törpüler, bireyi toplumdaki sosyal ilişkiler ağına eklemler.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

113

Gelenek sadece geçmişle ilgili bir olgu da değildir. Hâlihazırın pratiklerine geçmişin bilgilerini taşımak gibi işlevleri de vardır. Toplumdaki heterojen bireysel adacıkları toplumsal homojenliğin içinde eritir Böylece geleneğin tecrübevî bilgisine sahip olan akıl, bencil hareket edemez. İşten tüm bunlardan dolayı muhafazakârlığa göre insanoğlunun daima geçmişin bilgeliğine ihtiyacı vardır. Hisar’ın eserleri, cumhuriyetin batı tipi modernizmine karşı maziye iltica eder. Onun sanat ve edebiyat anlayışı, geleneğe dönüktür (Ramiç, 2002: 37). Öyle ki eserlerinin iletisi, temel çatışma olan mazi-hal karşıtlığı ile yakından ilişkilidir. Şahıs kadrosu, mekân, zaman, olay örgüsü gibi anlatı bileşenleri de bu çatışmayı duyurmak için kurgulanır. Mazi bazen çocukluğun geri gelmez taşkın neşeleri, bazen bir yeni yetmenin ilk heyecanları olarak anlatının içinde belirir. Bazen de bütün anlatı bileşenleri, bu işlevi yerine getirmek için birer vasıta haline gelir. Şerif Aktaş’a göre Hisar, Marcel Proust veya Maurice Barres’vari bir “kayıp zamanın peşinde”n gider (Aktaş, 1998: 2889). Hisar’ın maziye bakışın Boğaziçi Mehtapları adlı kitabının “Mazi Cenneti” başlıklı bölümünden alınan şu pasaj hülasa eder: “…mazimiz çocukluğumuz ve gençliğimizle birlikte sevgili ölülerimizle buluştuğumuz mukaddes bir diyardır. Mazi hepimiz için Âdem’in kovulduğunu hatırladığı cennettir. Annelerimizin yüzleri ve muhabbetleriyle yoğrulmuş çocukluğumuzun sevinçleri ve emelleriyle örülmüş bu mazi, ömrümüze ikide bir çiçeklerini veren bu bahçe ikide bir ahenklerini salan bu musiki, ruhumuzua eski kuvvetlerin yeni hamlesiyle esince duyduğumuz bahtiyarlık içinde anlarız ki mazinin sükûtu ve sesleri de, hüznü ve zevkleri de gönlümüzde halin gürültülerine ve hislerine her zaman galip gelecektir.” (Hisar, 1942. 293). Nesrin T. Karaca, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Eserlerinde Geçmiş Zaman ve İstanbul adlı çalışmasında Hisar’ın eski İstanbul’a ve eski zamanlara düşkünlüğünün ardında yazarın gelenekle kurduğu ilişkiyi görür (Karaca, 1998: 347). Geleneğin çocuklu-

114

Doç. Dr. Ömer Solak

ğun o eski İstanbul’u gibi yaşamdan çekilmesine yazarın verdiği tepki hatıralara sığınmaktır. Çamlıca’daki Eniştemiz romanında geçmiş-hal çatışmasının tüm gerilimin kimliğinde somutlaştırmış olan Vamık Bey; gerçek bir amacı, gerçek bir problemi olmayan, dünyanın niçin değişmesi gerektiğini anlayamamış bir kişiliktir.26 Onun değişen dünyaya ayak uydurma girişimleri de yetişme, yaşam tarzı ve aristokrat seçkinciliği gibi bağlar yüzünden akim kalır (Karpat, 1962. 58). Roman, yazarın diğer yapıtlarında olduğu gibi artık yetkesini yitirmiş ve bunun verdiği edilgenlikle geçmişe bakan bir anlatıcı ile anlatılır. Artık hülyalı bir mazi perdesi ardında seyredilen bu geçmiş zamanlar, daha çok hikâye ve rivayet kiplerini tercih eden gözlemci/kahraman anlatıcı marifetiyle nakledilir. Bu anlatımda bir eskilik duygusu uyandırabilmek için Hisar, yaşadığı döneme göre oldukça arkaik bir dil kullanmıştır. Çocukluğunun İstanbul’una özgü deyimlere, yemek, kıyafet ve yer adlarına bolca başvuran yazar, okuyucuyu anlattığı hülyalı maziye çekmeyi başarır (Ramiç, 2002: 57). Cumhuriyet dönemi yazarı olmasına rağmen dil ve üslup açısından Meşrutiyet kuşağına bağlı kalan Hisar’ın bütün yapıt26 İlkin Hilmi Kitabevi’nce 1944’te İstanbul’da yayımlanan eserin belli bir zaman içinde cereyan eden bir vaka çizgisi bulunmaz. Dolayısıyla vakaya bağlı bir düğüm veya çatışma ekseni de yoktur. Roman, adı verilmeyen anlatıcının eniştesi Vamık Bey’e dair hatıralarından oluşmaktadır. 27 bölümden oluşan romanda eniştenin özelliklerinden her biri “Çamlıca’daki Eniştemizin Köşkü”, “Eniştemizin Korkuları”, “Deli Eniştemiz ve Yemekler”, “Eniştemizin Garip Huyları”, “Eniştemiz ve Arabistan” gibi ayrı bir bölümde verilir: Romanda önce enişteyi kuşatan geniş mekânın yani Çamlıca’nın ve oradaki köşkün tasviri yapılır. Bu arada kendisine de temas eden anlatıcı, sözü eniştesine getirir. Onu korkuları, yemek düşkünlüğü, Arabistan’da yaptığı vazifeler, hanımıyla ilişkisi, garip huyları gibi açılardan anlatır. Bu anlatımda anakronik olmayan bir akışla nakledilen çeşitli olaylar ve nükteler etrafında bütün bir hayatın portresi çizilmek istenir. Bu portreye enişteden dinlenen fıkralar ve nüktelerle yaratılan atmosfer de yardımcı olur. Vamık Bey’in 12 Şubat 1322/1886 tarihli bir fotoğrafı romanın çıkış noktası olarak gösterilir başlangıçta küçük bir çocuk iken giderek büyüyen bir adamın bakış açısından bir insanı, bir aileyi, bir köşk odağında değişen zamana ve atmosfere bakılır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

115

ları ‘hatıra’ya dayalıdır. Gözlerini bir imparatorlukta açmış, yetişkinliğini Cumhuriyet Türkiyesinde yaşamış, pek çok çağdaşı gibi, bir geçiş dönemi aydınının özelliklerini gösterir.27 Romanda Vamık Bey’in etrafında cereyan eden belli başlı bir vaka da bulunmaz. Kaldı ki eser, bir vakayı anlatmak için yazılmış da değildir. Hisar’ın amacı, tuhaf ve içe dönük karakteri Vamık Bey’in etrafında eski zamanların varlıklı insan­larının payitahtın seçkin semtlerindeki kaygısız hayatlarını anlatmaktır. Konur Ertop’a göre romanın anlatıcısı, geçip gitmiş bir mazinin ardından bakakalmış bir payitaht aydınıdır. Kimi zaman yazarın kendi kimliği ile örtüşen bu anlatıcı tercihiyledir ki anlatım güçlü bir sahicilik kazanır. Ertop’a göre Hisar, “yıkılıştan önceki Osmanlı aristokrasisinin ilginç bazı tip­lerini çok kuvvetli çizgilerle tanıtır; eski İstanbul’u ve üst kat insanlarını, yaşayışlarını, köşkleri, yalıları, eğlenmeleri; avuntularıyla bireyci, izlenimci yöntemde bir özlem örtüsü arasından gös­terir.” (Ertop, 1964: 597). 27 1888 yılında doğan Abdülhak Şinasi Hisar’ın çocukluğu İstanbul’da yazlarını Büyükada’da, kışlarını Rumelihisarı ve Çamlıca’da geçiren, nispeten kültürlü ve edebiyata ilgili bir aile içinde geçer. Müdavimleri arasında dönemin önemli ediplerinin bulunduğu davetler, yazar üzerinde büyük etki yaratmış, bu ortam, ilk çocukluk yıllarından itibaren ilgisini edebiyata yöneltmiştir. Babası Mahmut Celâlettin Bey; Abdülhak Hâmid, Ziya Paşa ve Recaizâde Ekrem gibi dönemin en önemli isimlerinin göründüğü Hazine-i Evrak adlı edebî dergiyi yayımlamaktadır. Onun bütün eserlerinde de çocukluğunun bu serazat yıllarının tesiri görülür. İstanbul’un eski semtlerinde ve adalarda geçen günleri, bir çocuk saflığı ve neşesiyle nakleder. O kadar ki kurmaca birer eser de olsalar, çocukluğuyla ilgili pek çok tespite izin verecek kadar otobiyografik iz taşırlar. Galatasaray Lisesi yılları, Paris’e kaçış ve Ecole Libre des Sciences Politiques’te okuduğu seneler, orada içlerinde Yahya Kemal gibi önemli isimlerinde bulunduğu dostları ile zengin müşahedeler yazarlığını şekillendiren ve zenginleştiren etkenler olur. Türkiye’ye dönüşünü takiben Fransız ve Alman iştirakleri olan Osmanlı Bankası, Reji İdaresi gibi özel şirketlerde çalışır. 1921’den itibaren muhafazakar ve kültürel milliyetçi aydınların toplandığı Ağaç, Dergâh, Milliyet, Türk Yurdu, Ulus ve Varlık gibi dergilerde yazmayı sürdürür (Ramiç, 2002, 1-4). 1931’den sonra ise Ankara’ya yerleşerek Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan Hisar, 1948’de İstanbul’a döner ve Ayaspaşa’da boğazı gören bir apartmana yerleşir. Bir süre Türk Yurdu dergisinin genel yayın müdürlüğünü üstlenirse de (1954) 1957 yılınd Cihangir’deki evinde beyin kanamasından ölür (Solok, 1999).

116

Doç. Dr. Ömer Solak

Öte yandan eserdeki muhafazakâr tavır, kendini daha çok mazi düşkünlüğünde duyurur: Bu geleneğin, dinin toplumsal hayatın tüm sınırlarını belirlediği bir taşra muhafazakârlığı değil; İstanbul aristokrasisinin incelmiş muhafazakârlığıdır. Olayları sırf karakterlerini betimleyebilmek için bir vesile olarak görüşü ile vakaların bağlantısı kopuk epizotlar halinde ilerleyişi ile geleceğe değil daha çok geçmişe dönük ve kendisi ve çağıyla sorunlu karakterleri ile Hisar, Boğaziçi’nin sularında kendi “kaybolmuş cenneti”ni arar. Geçmişin dini, gelenek pratiklerinde eritmiş muhafazakârlığı, eserlerinin yegâne politik tavrıdır. Bu tavrın dile getirilmesinde romanın asli kişisi Vamık Bey, vasıta edilir. Çocukluğunda bile konaklarının dışını kuşatan sefil ve fakir İstanbul’dan tiksinen bu eski zaman aristokratının Cumhuriyetle Anadolu köylerine açılmış edebi iklime uyum sağlaması da beklenemez. Romanda Vâmık Bey’in köşkü­ne giden yolda, o zamanlar çocuk yaştaki anlatıcının gö­rdüğü “insan sefaleti sergisi”, bu tiksintiyi örnekler: Kalabalık, sıkışıklık, karasinekler ve başıboş kö­peklerle dolu kenar mahalleler, öylesine kirli ve çirkindir ki, annesinin “eldivenli” elini sıkı sıkıya tutan çocuk, buralardan geçip gidinceye kadar etrafı görmemeye çalışır. Cevdet Kudret’e göre Hisar, “Boğaziçi’nde yerleşmiş varlıklı, aylak insanların yaşayışını anlatmış, ‘o işsiz ve tembel’ günlerin, o sorumsuz hayatın özlemini dile getirmiş”tir (Solok, 1998: 397). Hisar’ın diğer eserlerinde olduğu gibi Çamlıca’daki Eniştemiz’de de Osmanlı toplumunun son dönemindeki İstanbul kibar sınıfının hayatı anlatılır. Gençliği Boğaziçi, Çamlıca, Büyükada üçgeninde geçen yazar, bu çerçeve dışındaki hayata ve insanlara kapalı kalmıştır. Bu anlamda romanın taşrası uzak Anadolu değil, İstanbul’un anılan seçkin muhitlerini çevreleyen diğer alt ve orta sınıf insanların yaşadığı muhitlerdir. Eserin anlatıcı karakterinin ağzından kibarların söz konusu muhitlere bakışı örneklenir. Çocukluğunda annesinin ellerini tutarak bu mahallelerden geçen çocuk bu mahallelerde yaşarsa hatta oralarda yaşayanlarla ilişki kurarsa kendisinin de kirleneceğini düşünerek fakir mahallelerinden geçerken gözlerini sıkı sıkıya kapar:

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

117

“Hemen bütün mahalleler, her ne sebeple olursa olsun, (bu sebepleri bilir ve sayabiliriz) adileşmiştir; bizi de adileştirir. Lakin Boğaziçi’nde insan sokak ve mahalle ile münasebetini keserek… yaşar” (Hisar, 1954: 24). “Vapurun yardığı sular, iki yanından, güya neşelerinden köpüre köpüre “Üsküdar’a gidişler, daima eğlenceliydi. Fakat o zamanlarda Üsküdar iskelesinin etrafı, insan sefaletlerinin bir sergisi gibi, öyle izdihamlı, sıkışık, karanlık, köpekli, sinekli, kirli ve kasvetliydi ki bana âdeta korkuya benzer bir eza verirdi. Gönlümde taşıdığım hulyaları ümitleri korumak kaygısıyla buradan geçinceye kadar, etrafımı görmemeğe itina ederek, annemin eldivenli elini sımsıkı tutardım.” (Hisar, 1944: 34-35). Hisar’ın Eserlerinde Boğaziçi ve Gündelik Hayat adlı çalışmasında Şafak, yazarın romanlarda seçtiği mekânlar ile modernleşmeye karşı aldığı tavır arasında bir ilgi kurar (Şafak, 2005). Şafak’a göre Hisar’ın eserlerindeki Boğaziçi, başlı başına bir medeniyettir. Asıl kimliğini Osmanlı Türkleri döneminde bulmuş olan semt, zaman içinde bir “Boğaziçi Medeniyeti” haline gelmiştir. Yazar, İstanbul konaklarında, yalılarında yaşayan kibar sınıfının süzülmüş tutuculuğunu “Çamlıca tek tük bulunan yabancılar dışında tamamen Türk ve Müslüman bir muhitti” sözleriyle romanlarında hasretle anar: “…o zamanın âdeti veçhile, çok kere düz renk bir kumaştan veya beyaz ketenden sade, bol ve uzun bir eteklik, üstüne lâcivert kaşmir veya şayak bir hırka giyerdi.” (Hisar, 1967: 136). “Gelecek misafirlerin mevkiine, sayısına ve sevdikleri şeylere göre liste hazırlanırdı.” (Hisar, 1967: 86). “Köşkü artık kendisi için lüzumundan fazla büyük, nafile yere yorucu, gidip gelmesi zahmetli, bakılıp idaresi masraflı ve istediğini tedarik edecek çarsı bakımından yoksul buluyor, onda eski kolaylıkları, rahatlıkları bulamadığı gibi, hatta bunlar evvelce nasıl temin edilirdi, iyice hatırlayıp bilemiyor, artık eski cüzi maaşlı hizmetçilerin yerine yenilerini tedarik edemiyor, eskiden alıştığı yenecek şeylerin simdi el altından kaça satıldığına sasıyor,

118

Doç. Dr. Ömer Solak

istediğini bulamıyor, bulsa da alamıyor ve; ‘Bu koca berhanede bir basıma ne yapacağım?’ diye bunalarak köşkünden adamakıllı soğuyor, bıkıyor onu artık satmak istiyordu.” (Hisar, 1967: 233). Her biri artık çoktan geride kalmış ama hâlâ özlemi çekilen bir dünyayı anlatan ve hatıra ile otobiyografi arasında gidip gelen romanlarında, bu özlemin acılı dili “Bu sayede hayatın alışkın olduğumuz birçok gündelik halleri beklenmedik nice zevklere bürünürdü” gibi cümlelerde hissedilir (Hisar, 1967: 198). Romanın duygusal atmosferini duyumsatmak için araçsallaşan dil, heceden kelimeye, kelimeden söz gruplarına veya cümleye, bütün birimlerinde bu amaca uygun olarak örgütlenir. Örneğin mazinin tadını duyurmak için, erken cumhuriyetin özleşmiş Türkçesinin leksikolojisi hiç uygun değildir. Kısa zamanda Osmanlıcanın tumturaklı ezgisi ile bağını koparmış aydınların aksine tercih ettiği dil, bilinçli bir seçimdir. Ne öztürkçeye ne zamanının köye yönelen toplumcu yazarlarının şiveli kullanımına kapı aralar. Edebiyat anlayışının ne olduğu hakkındaki bir soruya verdiği cevap bu durumun altını çizer. Döneminin yazarlarının köylüleri yaşadıkları yörenin şivesi ile konuşturmaya çalışan üslûplarını edebiyatta bayağılaşma olarak görmektedir. Ona göre “edebiyat, mahalle kahvehanesi değildir ve mahalle kahvehanesi şivesi ile nara atmak edasıyla edebiyat yapılmaz” (Edebiyatçılarımız Konuşuyor, 1976: 32). Başka bir deyişle Hisar, Çamlıca’daki Eniştemiz’de Hacı Vamık Beyi yaşadığı zamana, mekâna, eşyaya bağlı kalarak renkli ve cümbüşlü bir dille anlatır. Romanda Çamlıca’daki eniştenin, ölümüne kadar hayatı çeşitli epizotlar içerisinde aktarılırken amaç onun durumlar ve olaylar karşısında tepkisini ve bu şekilde de kişiliğini ortaya koymaktır. “Çıldırma” motifine çokça yer veren romanda “deli enişte” Vamık Bey, “sanki dünyanın tüm garip huylarını kendinde toplamış” gibidir: “Büyüye, sihire, fala, perilere, iyi saatte olsunlara, uğura, uğursuzluğa, nazara, bedduaya, namahremliğe inanan; (…) çocuklarla çocuk büyüklerle büyük olan; kendisini dinleyen olmazsa kendi kendiyle konuşan; makam verildiği za-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

119

man Arabistan’a koşa koşa giden sonra görevden defalarca azledilen” Hacı Vamık Bey, aslında modern zamanların ölçütlerinde “tuhaf” bulunan bir eski zaman adamıdır (Kanter, 210: 207). Öte yandan amaçlar, zevkler ve değerler itibariyle yaşadığı çağa ve topluma yabancılaşmış Vamık Bey, Cumhuriyet Türkiye’sinin yeni hayatına intibak edememiş insanlarını temsil eden bir tiptir. O, ne cumhuriyetin reformları ile; ne köye, köylüye yönelmiş idealizmle ilgilidir. Bir zamanlar içinde yaşadığı dünya altından çekilip fon değişince, her hali ile eskiliği belli olan, çevresine uymayan, uymak için çaba da göstermeyen bir insandır. Dünyanın bitmez tükenmez telası içerisinde kendine yer edinmeye çalışan Vamık Bey, toplumun değişmiş düzenine uyamamış ve “garip”leşmiştir. Öte yandan tip teriminin çağrıştırdığı üzere Vamık Bey, düz ve basmakalıp bir kurmaca kişi olarak da görülemez. O, bir toplumsal gruba karşılık gelişi ile bir tip iken; açmazları, eski ile yeni arasında kalmanın verdiği bocalayışları ve uyumsuzlukları ile psikolojik derinliği olan bir asli karakterdir. Öyle ki Hisar’ın karakterlerinin “hiç de yabana atılmayacak ölçüde derinlikli, bütünlüklü, kendi içinde tutarlılık barındıran bir ‘içselliği’” (Oğuzertem, 2005: 108) edebiyatımızda bir yol da açar. Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin buhranını yaşayan arada kalmış ve uyumsuz Vamık Bey tipi, Tanpınar’ın Hayri İrdal’ından, Oğuz Atay’ın Turgut Özben’ine giden aylak ve uyumsuz karakterleri etkileyecektir. Ancak Hisar’ın karakterlerini 1950’li yılların varoluşçu öykü ve romanlarındaki kent yaşamına uyamamış karakterlerinin öncüsü olarak görmek de doğru olmaz. Sergilediği estetik tavır ile o, elli sonrasının modern yazarlar kuşağına değil, erken cumhuriyetin değerleri ile ve sanat anlayışına uyamamış çok daha eski bir kuşağına aittir. Onun meselesi, kent yaşamının bunalımlarını anlatmak değil, “biz”e ait yitik değerleri hatırlatmaktır (Yürek, 2008: 198). Ayrıca onun Çamlıca’daki Eniştemiz’inin temel meselesi, modernitenin ezdiği aydının iletişimsizliği ve çıkışsızlığı değil, erken

120

Doç. Dr. Ömer Solak

dönem muhafazakârlarının doğu-batı sorunsalıdır. Kaldı ki onun Osmanlı ile Türkiye, Ankara ile İstanbul, eski ile yeni, fes ile şapka arasında sıkışmış; rind-meşrep, sözlerinde hafif bir tasavvuf çeşnisi bulunan kahramanı Vamık Bey’e benzeyen tipleri, sadece muhafazakâr yazarlarda değil; dönemin başka yazarlarında da görmek mümkündür. Halide Edip’in Sinekli Bakkal’ındaki Mevlevi-meşrep kişiler (Enginün, 1984) veya Yakup Kadri’nin Nur Babası’nın Bektaşi edalı şahısları gibi... Bir farkla ki onlar, kurgunun içinde bir grup ve toplumsal hayatın bir rengi olarak bulunurlarken; Vamık Bey, romanın trajedisi ile tek başına hesaplaşan asli kişisidir. Eski (Merkez)

Yeni (Taşra)

Taraflar

Vamık Bey ve çevresindeki konak kibarları

Vasıflar

Asıl medeniyetimizi ve kültürümüzü kuran Kirli, pis, incelikten ve bir nesil, biraz “çılgın” zevkten yoksun ve aristokratik

Çatışmalar

Romanda merkez ile çevre arasında bir karşıtlık ilişkisi, İstanbul ve Anadolu taşrası arasında değil; İstanbul’un kibar muhitleri ile kenar mahalleleri arasında kurulur.

Mekân

Boğaziçi, Çamlıca, Büyükada

Kenar mahalleler

Zaman

Eski zamanlar

Yeni zamanlar

Sonuç

Medeniyetimizi kuran bütün merkezcil değerleri tahrip yenileşme, onun yerine daha derinlikli bir kimlik ikame edememiştir

İstanbul’un fakir mahalleleri

Tablo 3. Taşra merkez karşıtlığını şekillendiren değerler

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

121

Sonuç olarak 1. Berna Moran’ın deyişi ile muhafazakâr yazarların kaleminden çıkmış romanlarda şahıslar bir toplumsal tabakanın değil, doğu-batı çatışmasının taraflarıdır: “Romanı batıdan alan yazarlarımızın çoğu, burjuva toplumunun kendine özgü sorunlarını ve bireyin dramını değil, Türkiye’nin toplumsal gerçekliğini oluşturan, Batılılaşmanın sancılarından kaynaklanan konuları işlemişlerdir. Bir kültür bağlamındaki toplumuzun değerler kargaşasına eğilen yazarlarımızın kullandıkları tipler, sınıfları değil, Doğu ve Batı’yı temsil ederler” (Moran, 1999: 134). 2. Yenilikle bir uzlaşma zemini bulamamış halleri ile onlar, dönem edebiyatının milli, memleketçi, folk idealizmi ile hiçbir alakası olmayan, kendi geçmişini odağa alarak mazi olmuş bir medeniyetin yasını tutan şahıslardır. 3. Merkezci muhafazakârların eserleri, cumhuriyetle birlikte yaşanmaya başlayan modern merkez-geleneksel taşra çatışmasını değil, cumhuriyet öncesinin doğu-batı çatışmasını sürdürürler. Çocuklukları, bir imparatorluğun çok renkli, geniş boyutlu ve vasi kültürel atmosferi içinde geçtiği için bu çatışmaya doğal olarak bir de mazi-hal çatışması eklenecektir. 1.2.2. Milli Romantik Edebiyatın Taşrası Ananevi Türk anlatı sanatlarının batılı serüven romancılığı ile birleşmesinden oluşan milli romantik tarihi roman ve öykü geleneği, daha cumhuriyetin ilk yıllarında önemli bir okur kitlesi yaratmayı başarır. Bir sanat türünden çok bir basın yayın metaı haline gelen bu eserler, on yıllar boyunca büyük kentlerden çok taşrada popüler ilginin istek ve beklentilerine göre yönünü çizer. Milli romantik söylem, çoklukla şiir ve tarihi roman türlerinde belirgindir. İdeolojik planda ise II. Meşrutiyetten sonra Osmanlıcılıktan çıkıp Türkçü tezlere yaklaşmıştır. Rusya’dan gelen Azeri ve Tatarların Turancılığı, Türk aydının Osmanlı

122

Doç. Dr. Ömer Solak

perspektifini aşmayan bakış açısına Asya coğrafyasını sokunca, tarihi romancılığın ufku da genişleyecektir. Türk edebiyatında 20. yüzyılda koyu bir çizgi halini alan milli romantizm, önce şiirle; sonra da romanla belirginleşir. Bu yönelim, tarihte dönüm noktaları oluşturduğunu düşündüğü olaylar, kişiler ve mekânlara yüklenen sembolik anlamlar merkezinde, romantik bir bakış açısı ile geçmişi yeniden kurgular. Böylelikle millet, alelade bir insan topluluğu olmaktan çıkacak, yarı kutsal bir değer kazanacaktır. Roman, kurmaca yapısından dolayı, onların kurgulanmış tezlerini kolayca iletecek bir vasıta olur. Tarih ise bu romanlarda bir bilim olmaktan çıkar, okura kim olduğunu anlatmaya çalışan bir ibret aynası olur (Yerebasan, 2010). Günün kısıtlayıcı ve katı gerçeklerinden kaçmak isteyen okur da tarihle kurulan bu romantik ilişkiden memnundur. Bu noktada kahramanın haklılığı haksızlığı vaka gelişimin inandırıcılığı önemini yitirir. Milli romantik edebiyatın bir diğer vasfı da köklerinin yüzyıllarca sözlü anlatı geleneğinde yaşayan Ebu Müslim, Battal Gazi, Zaloğlu Rüstem, Köroğlu hikâyelerine dayanmasıdır. Sanatın diğer dallarında olduğu gibi edebiyatta da milli romantizm, milleti meydana getirdiği düşünülen köklere romantik bir özcülük ve yüceltme ile bakar. Milli romantik yazarlar, tarihten, coğrafyadan, sözlü yazılı kültürden kalabalıklara millet vasfı veren değerler devşirirler. Buna rağmen II. Meşrutiyet dönemindeki ilk örneklerinde daha çok Osmanlı tarihinden kahramanlık sahnelerini anlatan Türk tarihi romancılığı, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Kemalizm’in ”Türk Tarih Tezi”nde ifadesini bulan Türkçülüğü ile nicel ve nitel anlamda daha güçlü akan bir damar olur. Devrin Nizamettin Nazif, Turan Tan, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Nihal Atsız gibi birinci kuşak milli romantik yazarları, İslamlık öncesi Türk tarihinden aldıkları konuları ile daha seküler ve laik bir tarih tezine sahiptirler.28 Kozanoğlu’nun Kızıltuğ (1923), Atlıhan 28 1960’lardan sonra bu seküler Türkçü söylem, muhafazakârlaşmaya başlayacaktır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

123

(1924), Türk Korsanları (1926) ve Kolsuz Kahraman (1930) gibi romanları, henüz pagan devirlerini yaşayan Batı Hun veya Göktürklerin Çinlilerle, Roma ile veya Müslüman Araplarla savaşlarını anlatır. Alabildiğine epik söylemlerine rağmen bu romanlar, yazarlarının tarihi bilgi eksikliklerinden dolayı gerçekçi bir tarihi, coğrafi ve sosyal fon oluşturamadıkları için inandırıcı da zayıftır. Kaldı ki bu yazarlar, vakayı destekleyen sosyal dokunun inşasında özel bir çaba da göstermezler. Kırklı yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de güçlenen milliyetçi akım, milli romantik edebiyatın okur cephesini besler. Nihal Atsız, bu dönemde en önemli yazarlardandır. Atsız’ın Bozkurtların Ölümü (1946) ve Bozkurtlar Diriliyor (1949) romanlarında dönemin yükselen nasyonalist düşünceleri romanlaşır. İkincisinde yüzeydeki vaka zamanı kırklı yıllarda İstanbul’da bir yüksek öğrenim talebe yurdunu; derindeki katman, üç yüz yıl öncesinin Asya bozkırlarını anlatır. Atsız’ın amacı, geçmişin at üstündeki ve dışa açık kahramanlarının dinamizmini hale taşımaktır. Türk tarihi romancılığına farklı bir perspektif getiren bu eserler, taşrada kimlik oluşturmak isteyen gençler üzerinde derin tesirler bırakacaktır. Gelişen sinema sektörünün senaryo ihtiyacını da karşılayan bu romanlar, bu yolla tesir sahalarını çok daha geliştirmişlerdir. Tüm dünya edebiyatında olduğu gibi, milli romantik kalemler, popüler aşk romanı yazarları gibi geniş bir okur kitlesinin ilgisine mazhar olurlar. O kadar ki tefrika edildikleri gazetelerin tirajına yardımcı olan bu ilgi, bir sonraki sayıya bölüm yetiştirme zamansızlığından dolayı romanların edebi cephesinin zayıf olmasına sebep olur. Cumhuriyetin ellilerden sonraki ikinci kuşak tarihi romancıları da eserlerinde konularını daha çok İslami devir Türk edebiyatından alırlar. Oğuz Özdeş, Murat Sertoğlu, Bekir Büyükarkın gibi isimler “Türk, Osmanlı ve İslam kelimelerini bir arada ve uyum içerisinde kullan”arak aslında bir çeşit taşra özcülüğü ve taşranın geleneksel muhafazakârlığını yansıtırlar (Türkeş, 2002: 817).

124

Doç. Dr. Ömer Solak

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Anahtar’ında (1973) Malazgirt sonrasında Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması anlatılır. Toprağı vatan kılma, geçmişin ülkülerinin (günün sosyal yaralarına merhem olması için) hale taşınması romanın dramatik aksiyonunu kuran başlıca entrik niyetlerdir. Keza bu romanda Danişmendname ve Selçukname gibi anonim sözlü tarih değeri olan destansı metinlerden de yararlanıldığı için alp veya alperen arketipi ihya edilir. Eserde kuru bir epik söyleme düşülmezken Alparslan ve oğlu Melikşah’ın birbirini tamamlayan içsel gelişme ve olgunlaşma süreçleri ile belli bir psikolojik derinlik de yakalanır. 1.3. Öncü Toplumcu Gerçekçiler Cumhuriyetin getirdiği yeni değer hükümleri çalışma ve üretme usulündeki değişikler yeni sosyal gruplar yaratacak ve onların beklentilerini dile getiren yazarlar da çıkacaktır. Toplumcu tavırlı yazarlar da bunlardan biridir. Çalışmanın bu bölümünde, erken dönem toplumcu yazarların taşra-merkez sorunsalına bakışları ele alınmaya çalışılacaktır. Söz konusu bakış ise pek çok nedene bağlıdır. Cumhuriyet döneminin kanonu belirleyen isimlerinin Anadolu’yu mütereddit bir temasla ve ruhuna da çok nüfuz edemeden ele alan romanlarının yanında; oraya eğilen ikinci bir kentli aydın kuşağı da toplumculardır. Bu dönemde gerçekten de, genel nüfusun yüzde seksenini oluşturan taşradaki kalabalıklara onlar kadar yer veren başka bir edebi grup yoktur. Karaömerlioğlu, toplumcu edebiyatın köylülüğe böylesine yönelmesinin nedenini Türkiye’de işçi sınıfının Avrupa’daki kadar güçlü olmamasına bağlar (Karaömerlioğlu, 2006: 161). Öte yandan Maksim Gorki, 1934 Birinci Sovyet Yazarlar Birliği Kongresi’nde “emeği kitaplarımızın başkişisi yapmalıyız. Yani, emek süreçleri içinde örgütlenen insanı, ülkemizde çağdaş teknolojinin sağladığı olanaklarla donanmış ve emeği, daha kolay ve daha üretken yaparak, onu bir sanat düzeyine çıkarmakta olan örgütlü insanları anlatmalıyız kitaplarımızda” sözleri ile toplum-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

125

cu gerçekçi edebi akımın hudutlarını çizmektedir (Akt. Oktay 2008:112). Gorki’nin yazarlara bir diğer tavsiyesi de ürünlerinin tabana inmesi için folklordan yararlanmalarıdır. 1930’ların başlarında “sanatın tek amacı ve yolu halk için olmaktır, halktan olmayan, halkı anlatmayan, halkta yankı uyandırmayan bir sanat düşünülemez dahi” diyen İstanbul merkezli Vakit gazetesi çevresinde toplanmış bir grup yazar, toplumcu tavırlı ürünler kaleme almaya başlar (“Edebiyatçılarımız Konuşuyor”, 1953: 75-76). Sadri Ertem, Kenan Hulusi, Bekir Sıtkı, Refik Ahmet gibi isimlerden oluşan bu yazarlar, edebiyatta toplumsal ve ekonomik meseleleri ele alan bir tavrı savunurlar (Solok, 1999: 23). Sosyal gerçekçi veya toplumcu gerçekçi adıyla anılan bu tavır, ilhamını Marksist öğretiden aldığı için edebiyata, altyapı-üstyapı ilişkilerini ve sınıflar arası çatışmayı sergilemek gibi bir vazife biçer. Toplumu gerçekçiliğin en ileri şekliyle işlemeyi, onun sorunlarına eğilmeyi önerir. Toplumsal ilişkileri, olayları ve bunların ardında yatan sebepleri neden-sonuç ilişkisiyle ele alan diğer gerçekçi akımlardan farkı, her olayın ardında sınıfsal bir neden arayışıdır (Suckov, 1982: 217). İlkin Sovyetlerde Jdanov’ca şekillendirilen bu estetik tavır, kısa zamanda resmi sanat politikası haline gelecek, oradan da sosyalist dünyaya yayılacaktır. Kurnazca yapılan manüplasyonlarla kendi sömürü düzenini sürdürmeyi daima başarmış egemen sınıflara karşı toplumu uyarmak isteyen toplumcu gerçekçilik, toplumcu yazara daima masum kalabalıkların yanında yer almak ve onu kendi dilini kullanarak aydınlatmak vazifesi biçer (Ertem 1936: 9). Bütün edebi eserlerin arka planının okuru biraz politikaya götürdüğü bir gerçekse de toplumcu sanatın o dönemdeki ideolojik cephesi diğerlerinden daha baskındır.29 Marksist ideolojinin bir 29 1930’lu yıllar tüm dünyada kırsal kesimdeki insanların dünyasının edebiyatta işlendiği yıllardır. Kuzey Amerika’da John Steinbeck, Gazap Üzümleri (1939), Erksine Caldwell, Tütün Yolu (1932) gibi eserleri ile bunun örneklerini verirken; Latin Amerika başta olmak üzere, sosyalizmin yükseldiği diğer bazı ülkelerde yazarlar, kır insanının burjuva kapitalizmi karşısındaki durumunu işlemeyi bir ödev sayarlar.

126

Doç. Dr. Ömer Solak

gereği olarak işçi ve köylü sınıfına yönelen bu yazarlar, Anadolu gerçekliğini -görmek istedikleri gibi- bir ezen-ezilen karşıtlığı içinde betimlerler.30 Her ne kadar “halktan yana” tezler taşıdığını iddia ettikleri anlatılarında köyü ve kasabayı mekân seçerlerse de Anadolu gerçekliğini tam olarak yakalayabildikleri söylenmez. Türk edebiyatının bu dönemindeki sol tutumunu iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci ve en geniş grup, egemen ideolojiye destek verenlerdir. Köy meselelerini ilhamını Cumhuriyetin prensiplerinden ve halkçılıktan alan bir çeşit “memleket edebiyatı”dır bu. Kaldı ki Ahmet Oktay’ın Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları adlı eserine göre, yönetim tarafından 1925-40 arasında düşünsel alan ve aydınlar ideolojik olarak kontrol altında tutulur. Kemalizm sınırlarının içinde kalmak, dönemin ana karakteristiğidir. Öte yandan 1930’lu yıllarda devlet organlarına ait olanlar dışında politik dergi de yok gibidir. Çok sonra politik kimlikleriyle öne çıkacak isimlerin çoğu, bu dönemde çoklukla sanat, kültür ve edebiyat dergileri etrafında toplaşmışlardır. Gidişata şu veya bu şekilde tesir etmek isteyen bu kimseler, kendilerini, açık olan yegâne alanda, tezlerini örtük bir söylemle dile getirdikleri eserler yayımlarlar (Yıldırmaz, 2003: 12). Ahmet Oktay’ın sözleriyle söylenecek olursa bu dönemde “rejim yaşayabilmek için (…) doğmakta olan entelegentsia’yı bir devlet ideolojisinde bütünleştirmeye çalış”ırken “ bu olay, aydınların açık siyaset olanağından yoksun bulunmaları dolayısıyla, kültür alanına yönelmelerine yol aç”maktadır (Oktay, 1986: 306). İkinci grup ise Türkiye dışındaki ideolojik kaynaklardan beslenen az sayıdaki diğer muhalif sol yazar ve şairlerden oluşur. Yönetici kadro ile zaman zaman ters düşmek pahasına da olsa eserleri ile toplumsal düzeni sorgulayan, ondaki çarpıklıklara dikkat çekip ve kitlelere yol göstermeye çalışan bir tavırları vardır. Kentlerde yeni yeni oluşmaya başlayan işçi sınıfı, taşrada 30 Bir çeşit edebi Marksizm olan toplumcu gerçekçilik, 1930’larda Sovyet Rusya’da ve birkaç yıl sonra da tüm dünyada ve Türkiye’de tesirli olur. Sadece edebiyatta değil resim ve sinema gibi sanat dallarında da etkisi hissedilen bu akım, ideolojik planlı eserler üretilmesine sebep olur.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

127

yerel güçler ve devletçe horlanan köylüler, onların ideolojik edebiyatlarının odağına yerleşecektir (Moran, 1999: 12). Kısacası Cumhuriyet öncesinin Anadolu’yu tanımayan birkaç edibinin pastoral söyleminin oluşturduğu bulut dağıldığında şehirlilerin gözünde Anadolu köyleri yoksunluk ve yoksulluk mekânları olarak belirmeye başlar. Daha çok toplumcu tavırlı isimler, memuriyetle gittiklerinde tanıdıkları Anadolu köylerini, kasabalarını bu bakışla betimlerler. Sabahattin Ali, bu dönemde üç büyük öykücüden en fazla “Anadolu öykücüsü” sayılabilecek olandır. Kağnı ve Ses’teki öyküleri ile Anadolu köy ve kasabalarını anlatan yazar, kimi zaman asırların pişirdiği bir tevekkülle, kimi zaman da ezilmişliğin ve sömürülmüşlüğün verdiği bir öfke ile isyana hazır bir Anadolu insanı portresi çizer. Onun öykülerindeki kente ve taşraya bakış, diğer “öncü toplumcu gerçekçiler”in bakışını da belirler. Mehmet Kaplan, yazarın “Hasan Boğuldu” adlı öyküsünü tahlil ederken, bu bakışın belli başlı karakteristiklerini şöyle verir: Bu yalnızca acılar ve ıstıraplarla dolu bir Anadolu manzarası değil, onun binlerce yıllık mitolojik zenginliğini Türk öyküsü için zengin bir kaynak olarak keşfeden yepyeni bir tavırdır (Kaplan, 1979: 139). Öyle ki Sabahattin Ali’nin keşfettiği bu kaynaktan kırkların sonunda Mavi Anadolucular da bolca yaralanacaklardır. Bu noktada altı çizilmesi gereken husus, Türk edebiyatında ilk kez merkez-taşra ilişkisinin öncü toplumcuların eserlerinde sosyoekonomik bir çatışma ve gerginlik olarak ele alınmış olduğudur. Onlara göre bu çatışma iki önemli alanda yaşanır: Biricisi kent merkezini ele geçirmiş üst sınıflarla kentlerin çeperlerindeki işçiler; ikincisi ise burjuva veya bürokrat temelli kentliler ile onlar için üreten kır insanları arasındadır. Toplumcuların eserlerinde genellikle işçilerin ve köylülerin aleyhine işleyen bir düzen resmedilir. Çoğunluğu 20. yüzyılın ilk çeyreğinde doğmuş ve henüz devlet mekanizmalarında görev almamış bu yazarlar, taşrayı çok daha geniş bir şekilde ve cesurca işlerler. Taşra şehirleri, kasabaları

128

Doç. Dr. Ömer Solak

ve köyleri, buraların insanları, sosyal ilişkileri, bir sınıf çatışması dikkatiyle, bireyden ziyade toplum odaklı olarak anlatılır. Sadri Ertem’in üretim biçimindeki değişmenin yaşamı nasıl etkilediğine dikkati çeken Çıkrıklar Durunca’sı (1931); Sabahattin Ali’nin kasabayı oldukça içeriden anlatan Kuyucaklı Yusuf ’u gibi örnekler, yirmi yıl kadar sonra gelişecek köy romancılığı çığırının öncüleri olurlar. Köylüleri, düşkün kadınları, toplumsal sınıflar arasındaki çelişkileri idealize etmeden ele alan eserlerdir bunlar. Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi öykünün öncülerinden biri kabul edilen Sadri Ertem ilk kitabı Silindir Şapka Giyen Köylü’den (1933) itibaren öykülerinde çoğunlukla köyü ve köylüyü anlatır. Taşrada merkezdeki kadar etkili olamayan devlet gücünün boşalttığı alanı yerel odakların doldurması, memurların halka yeterince müşfik olmaması, yeniliklere karşı çıkan çıkarcı softaların halkı istismar edişi gibi daha sonra çokça işlenecek konuları işleyen öyküler, otuzların öncü toplumcularının ideolojik cephesini belirler. Köy ve köylünün Türkiye’de toplumcu gerçekçi edebiyatın başlıca konusu olduğu bu dönemde taşra; köy ve kasabaları iyiden iyiye bir mekân olarak edebiyata taşınır.31 Onların taşra betimlemelerindeki inandırıcılığının altında kişisel gözlemleri yatmaktadır. 1928-1930 yılları arasında zamanın Maarif Vekaleti’nce Almanya’ya gönderilen ve dönüşünde de Aydın ve Konya’da öğretmenlik yapan Sabahattin Ali de, taşra insanını hem hapiste hem köyünde kasabasında yakından gözlemleyebilme imkânı bulanlardandır. Dönemin siyasilerini tenkit eden şiirlerinden dolayı hapiste de yatan yazar, eserlerinin özüne toplumsal konulara yöneltilmiş sosyalist bir protesto gizlemeye başlamıştır. Ceyhun’a göre ilk öykülerinde Anadolu’ya Meşrutiyet yazarları gibi bakan yazar, bir yıl kadar süren hapisliğin ardından meseleleri farklı görmeye başlamıştır. Tahir Alangu’ya göre de yazar, ilk öykü kitabı Değirmen’de yazıldığı yılların dergilerinde çokça 31 Sol aydınların köylülüğe gösterdikleri bu ilgi, kısmen Türkiye’de işçi sınıfının Batı Avrupa’daki sol hareketlerdeki kadar güçlü bir etken olmayışından kaynaklanır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

129

rastlanan romantik “masa başı hikâyeleri” yazmıştır. Bu yüzden “onun asıl hikâyeciliğinin ikinci kitabı, Kağnı ile başla”tmak lazım gelir (Alangu, 1959: 174-175). Kuyucaklı Yusuf’un (1937) dönemin taşraya yer veren diğer romanlarından ayrılan tarafları, bir köyü değil kasabayı mekân edinmesi, taşrayı (Yaban’da olduğu gibi bir İstanbullunun gözlerinden değil) bizzat bir taşralının gözünden anlatışı ve muhalif politik tavrıdır. Haksızlıklara baş eğmeyen, mütegallibelerin suiistimallerine karşı koyan Yusuf’un şahsında roman, Anadolu insanının mayasında devrimci bir öz arar. Taşradaki memurların yerel güçlerin oyuncağı oluşu ve yaşanan suiistimaller yazarın bağışlayamadığı diğer hususlardır. Öte yandan bu dönemde siyasi iktidarın açık hedefi olmamak için öncü toplumcular, iki yol seçerler: Siyasal ve sosyal eleştirilerinde örtük bir dil kullanmak ve mekânı veya zamanı yaşanan dönemin uzağına taşımak. Romanda olayların Osmanlı imparatorluğunun son yirmi yılında geçmesi de bu açıdan anlamlıdır. Ne var ki eserlerin yazıldığı zamanın meseleleri, bakış açısı ve söylemi kendini hemen hissettirecektir. İkinci dünya savaşı yıllarının artan iki kutuplu siyasal ortamında sol literatür, toplumsal aksaklıklar daha güçlü bir sınıfsal çelişki söylemi ile bakmaya başlayacaktır. Reşat Enis Aygen’in Çukurova’daki toprak kavgalarını konu alan Toprak Kokusu (1944) romanı da bu ortamın ürünüdür. “Toprak kavgalarını, tefecilerin, din bezirgânlarının küçük toprak sahiplerini nasıl dolandırarak topraksız hale getirdiklerini”, şahıs kadrosuna köylüleri, ırgatları koyarak anlatan roman, (Ceyhun, 1996: 53) Marksist tezlerin ve terminolojinin ilk defa bu kadar açık ve dolaysız olarak kullanılmasıyla da bir ilktir. Yazar Reşat Enis, İstanbullu bir gazetecidir. Roman, yazarın Çukurovalı toprak ağası ve (önce CHP sonra DP’li) mebus Cavit Oral’ın yerel gazetesi Bugün’de 1945’e kadar çalıştığı yılların gözlemlerinin ürünüdür. Yıllardır mecliste bekleyen “Toprak Kanunu”nun çıkarılmasına katkı sağlamak için yazılmış olan eser, top-

130

Doç. Dr. Ömer Solak

rağın gerçekten hak edenlerin değil, onu gayri meşru yöntemlerle zapt etmiş mütegallibelerin elinde olduğu tezini işler. “Çukurovalı köylülerle ilgili acı gerçekleri alelacele yazarak kamuoyuna duyurmak” gibi bir amaç taşıyan roman, vaka çizgisi ile dağınık, tahlilleri ve tespitleri ile cılızdır (Ceyhun, 1996: 54). Edebi coğrafyası, ele aldığı meseleleri ve ideolojisi itibariyle kimi eleştirmenlerce “Üç Kemaller”in habercisi sayılan Reşat Enis, romanında geleneğin, batıl inançların ve yerel zorbaların boğduğu bir taşra manzarası çizmeye çalışır. Romanda köylülerin yatıra, ziyarete, türbeye olan düşkünlükleri bir karakterin ağzından tenkit edilirken şöyle söylenecektir: “Bu mel’un zümre, din safsatası ile köylüye ve ameleye; sabır, tevekkül; ezen sınıfa körü körüne itaat aşısı zerk eder. Ezilen sınıfa mevhum bir ahret vaat olunmuş, dünya nimetleri ise tamamıyla hâkim zümreye bırakılmıştır” (Aygen, 1944: 248). Bu noktada II. Dünya Savaşı’nın acı gerçeklerinin de Anadolu algısında bir kırılmaya neden olduğu belirtilmelidir. Otuzlu yıllarda toplumcu çizgi bile köye romantik bakmaktan kurtulamazken; 1940’lardan sonra, romantizmin bitişi ile birlikte olumsuz taşra imgeleri de çoğalmaya başlayacaktır. Köy köylülerin gözünden yoksulluğun yalın gerçekliği ile; kasaba ise devletin karakolu, hapishanesi, mahkemesi ile ilişkilendirilerek anlatılacaktır. Savaş yıllarının kötümserliği ile Yurt ve Dünya, Markopaşa gibi toplumcu dergiler –hatta Büyük Doğu gibi milliyetçi olanlar da– savaşın yarattığı toplumsal adaletsizliği dile getirirken, taşra burjuvazisini eleştirilerinin odağına oturturlar: Karaborsadan zengin olanlar, İstanbul’un eğlence yerlerinde hovarda ve müsrifçe para harcayan “hacıağalar”, önemli edebi malzemeler olurlar. Sonuç olarak “Avrupa’da 1830’larda başlayan köy romanının, gerçekçi bir yaklaşımla ve bir akım olarak Türkiye’ye girişini görmek için 1950’lere kadar beklemek gerekecektir” (Timur, 2002:310). Bütün bunlardan hareketle erken dönem toplumcu gerçekçi cumhuriyet edebiyatının taşraya bakışını şöyle sıralamak mümkündür:

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

131

1. Öncelikle bu edebiyatta taşra, daha çok köydür Ancak onların da, köyü yeterince tanıdıkları söylenemez. Bir görevde veya mahpusluklarda tanıdıkları Anadolu insanını kafalarındaki ideolojik tasarılar üzerinden yaklaşır ve anlatırlar. 2. Ramazan Kaplan’a göre köylere bakışta onlar, köy meselelerini cumhuriyetin prensiplerine uygun gören ana eğilimin (Yaban, Çalıkuşu, Vurun Kahpeye, Yeşil Gece) aksine meseleye sınıfsal olarak bakarlar (Kaplan, 1997: 75). Carole Rathbun da bu görüşe katılarak sınıfsal bakışın klişeci bir edebiyat doğurduğunu söyler. Öyle ki bu bakış, dönemin toplumcu olmayan yazarlarını da etkiler. Bu sebepledir ki köylüyü sömüren varlıklı ve muktedir “ağa” figürü bu dönemde yalnızca Sabahattin Ali’nin “Kafa Kâğıdı” adlı öyküsünde değil, Memduh Şevket’in “Yirmi Kuruş”, Samim Kocagöz’ün “Başakçı”, “Umut Dünyası”, Yılan Hikâyesi öykülerinde görülür (Rathbun, 1972:131-32). 3. Sadri Ertem, Sabahattin Ali gibi isimler teknik olarak Çalıkuşu romantizminden kurtulmuş olsa da, erken dönemin toplumcu anlatısı epik bir söylemden bütünüyle sıyrılmak için 1940’ları bekleyecektir. Kırklı yıllar, gittikçe artan bir eleştirel tavırla toplumcu gerçekçi çizginin yerleşmeye başladığı bir dönemdir. 4. Toplumcu edebiyatın bir başka yönü de taşrayı anlatan Türk edebiyatına yeni temalar eklemiş olmasıdır. Ancak onların “çoğu zaman, problemlere önem verip insanı bu problemler arasında bir araç gibi görmekle, insanı ihmal” ettiğini söyleyen Ramazan Kaplan’a göre öncü toplumcuların başlattığı ve taşra sorunlarını belli tezler etrafında gören anlayış, 1950’lerdeki Köy Enstitülülerin köycü çığırından çok önce belli bir yaygınlık kazanmıştır. Kırklı yıllardaki bu sosyal realizm, daha çok ekonomik ve sosyal konuları öne çıkarır: Yerli-yabancı sanayi mücadelesi (Sadri Ertem, Çıkrıklar Durunca [1931]), Köylünün taşra mütegallibelerince istismarı, toprak meselesi (Reşat Enis, Toprak Kokusu [1944], Ekmek Kavgası [1948]), İşsizlik (Faik Baysal Sarduvan [1944]), Aydın-köylü ilişkisi, eğitimsizlik, bilgisizlik, batıl inançlar ve katı geleneklerin yol açtığı sorunlar (Burhan Cahit Morkaya Köy Hekimi [1932]),

132

Doç. Dr. Ömer Solak

Orman köylüsünün problemleri (Cahit Beğenç, Bizim Köy [1948]) (Kaplan: 1997: 557). Kaplan’ın işaret ettiği bu birikime Sabahattin Ali’nin “Hasan Boğuldu” adlı öyküsü veya Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı (1941) gibi romanları da ilave edilebilir. . 5. Öncü toplumcuların merkezcil muhafazakârlara bakışı ise olumsuzdur. Onlara göre bu grup, fertçi bir edebiyat anlayışına sahiptir. Köye, köylüye değil; kendi burjuva kimliklerinin seçkinci trajedisine odaklanmışlardır. Sadri Ertem, bir çeşit “burjuva edebiyatı” olarak gördüğü ve “siyasi ve iktisadi liberalizmi” savunmakla itham ettiği “ fertçi edebiyat”ın ve “sanat için sanat” ilkesinin “yükselen kolektif hareket” karşısında “kuru ve dar kalmaya mahkûm” olacağını savunur (Ertem, 1936: 4): “Tabiat, insan mevzuları bizden evvelkiler tarafından eskitildi. Bugünün edebiyatı cemiyet edebiyatı olmalıdır. Aşk ve alâka mektuplarını sevdiklerimize yazıp göndeririz. Matbaa mürettibine, makineye, kâğıt ve karta yazıktır.” (Uraz, 1940: 4-5). 6. Öncü toplumcularla cumhuriyet devrimlerini savunan yazarların taşra algısı arasındaki fark, özellikle köye ve köylüye bakışta şöyle berraklaşır: Toplumcular, köye Yaban’da olduğu gibi “yönetici sınıftan bir aydın bürokratın” (Moran, 2003: 218) ‘güdümlü’ bakışı ile bakmazlar. Onlara göre kentle taşra arasında yaşanan şey, bir çeşit sınıf çatışmasıdır. Onlara göre Halk Partisi’nin 1930’lu yıllardaki köy merkezli politikaları, Kadro, Ülkü ve çeşitli halkevleri dergileri gibi süreli yayınlar tarafından dile getirilen köycülük düşüncesi bu çatışmayı gözden kaçırmak içindir. 7. Toplumcu gerçekçi edebiyat bu dönemde daha çok roman ve öykü gibi anlatılar üzerinden faaldir. Nazım Hikmet’in açtığı şiir yolundan yürüyen şairlerin sayısı ise çok daha azdır. 8. Köy Enstitülüler gibi köy kökenli olmayan öncü toplumcu aydınları köye yönelten ideolojik gerekçelerdir. Çoğunluğu gazete çevresinde yetişmiş bu aydınların eserlerindeki realist tutum ve sosyal konular bu gazeteci dikkatinden büyük izler taşır. 9. Toplumcu gerçekçi edebiyatın taşraya ve onun değerlerine yer vermek açısından ortaya koyduğu eserlerin, Sovyet Rusya’da

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

133

otuzların başında Gorki, Jdanov gibi isimlerce belirlenen estetik ilkelere uyduğu görülür: “Emekçi kitle mücadeleleriyle sıkı sıkıya bağlı olmak”; devrimci bir romantizm ile ideolojik tezlerin “olumlu tip”ler üzerinden formüle edilmesi, edebiyatı sınıf mücadelesi için bir “araç” olarak benimsemek ve yazara “siyasal” bir görev yüklemek… bunların başlıcalarıdır (Shayegan, 126). 10. Toplumcu gerçekçilik, kenti de muhafazakârlardan farklı görür. Kent; kültürel muhafazakârların doğu-batı ikilemi yaşayan kahramanlarının yaşadığı bir yer değil, daha çok ekonomik düzeye göre şekillenmiş bir mekândır. Çıkrıklar Durunca (1931) Romanında MerkezTaşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi Sadri Ertem iktidardaki Halk Fırkası’na uzak biri değilse de fırkanın politik söylemlerini dile getiren bir kalem de değildir. Otuzların gazeteci kökenli toplumcu yazarlarından olan Ertem, o dönemde Türkiye’yi de etkileyen toplumcu gerçekçiliğin Türk anlatısındaki öncülerindendir.32 32 Yazar, Sadri Ertem, 1898’de İstanbul’da doğar, babasının subaylığı nedeniyle, çocukluğu Anadolu ve Rumeli şehirlerinde geçer. Ortaöğrenimini ise aile İstanbul’a döndüğünde Üsküdar Askeri Rüştiyesi’nde başlar ve 1914’te Üsküdar Sultanisi’nde tamamlar. Bu arada yaz tatillerinde çalıştığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde daha 1912’de yazı tecrübelerine başlamıştır. Daha sonra Darülfün’da felsefe okuyan yazar, mülazım olarak I. Dünya Savaşı’na katılır. Yazıları ise bu yıllarda Tanin gibi gazetelerde veya Genç Yolcular gibi dergilerde görünecektir. Savaş sonunda Anadolu’da başlayan millî mücadeleye kayıtsız kalamayan yazar, Ankara’ya geçer ve burada Hâkimiyet-i Milliye ve Yeni Gün gibi o dönemde Mustafa Kemal’le özdeşleşmiş gazetelerde yazı işleri müdürlüğü yapar. Cumhuriyet’le birlikte İstanbul’da 1924-1925 arasında adı Son Telgraf gazetesinin başyazarı olarak görünür. Ne var ki bir ara gazetede yayınlanan bir karikatür nedeniyle, çalıştığı gazete kapatılır ve İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. Buradan beraat edince bir süre İstanbul’da çeşitli okullarda felsefe hocalığı yapan yazar, Resimli Ay, Servet-i Fünûn, Gündüz, Kalem, Ses, Yeni Ses, Yedigün, Varlık gibi dergilerde yazı yazmayı sürdürür. Daha sonra Ankara’ya geçen yazar, bir süre Gazi Eğitim Enstitüsü felsefe dersleri verir, Matbuat Umum Müdürlüğü’nde müşavir olarak çalışır. 1939’da Kütahya milletvekili olarak parlamentoya seçilen Ertem, 12 Kasım 1943’te Ankara’da kalp krizinden ölür (Solok, 1999: 19; Demirbaş, 2008: 68)

134

Doç. Dr. Ömer Solak

Varlık’ta yayımlanan “İnkılâpçı Sanat, Geri Sanat” başlıklı yazısında “Sanat muhteva itibariyle daima bir cemiyetin havasını taşıdığına göre onun içinde ya şuurlu, ya şuursuz içtimaî bir telkin unsuru vardır. (…) En başıboş sanatkârı alınız, onda bile inandığı bir fikrin ifadesi vardır.” diyen Ertem, (1933: 50) bu görüşlerine uygun edebi eserler verir. Toplumsal meseleleri didaktik bir tutumla işlediği roman ve öykülerinde döneminin toplumsal ortamını yansıtır. Yazarın dönemine yönelik politik eleştirilerinin izdüşümlerini olay örgüsü, kişiler, zaman, mekân gibi anlatı bileşenleri üzerinde bulmak mümkündür. Öyle ki Bacayı İndir Bacayı Kaldır ve Silindir Şapka Giyen Köylü adlı kitaplarındaki öykülerde taşra kasabaları ve köylerinin meselelerine eğilen yazar, aynı temaları takip eden Çıkrıklar Durunca’da da üretim biçimindeki değişmenin taşra yaşamını nasıl etkilediğini ele alacak “toplumsal sorunların ekonomik ilişkilerin belirleyici etkilerinden oluştuğunu ispatlamaya çalış”acaktır (Mutluay, 1973: 418). Sadri Ertem’in ezen-ezilen çatışmasına dayanan sert sosyal tenkidi Çıkrıklar Durunca’nın da kurgusal yapısını belirler. Romanın konusu, Avrupa’dan ucuz dokumaların gelişiyle, ilkel çıkrıklara dayanan yerli dokuma sanayiinin iflas edişi ve bunun neden olduğu sosyal krizdir. Ömer Faruk Toprak’a göre de “ fabrika malı satanlarla, dokumacılar arasındaki mücadeleyi” anlatan bu eserin önemi “sosyal roman nev’ine ait ilk tecrübe” olmasından gelmektedir (Toprak, 1942). Alangu’ya göre ise Ertem, “köylünün mütegallibe ve tüccar eli ile istismarını bir gazete haberi, bir makale sertliği ile bir tez hüviyeti ile ele al”ır. Bu yüzden de “insandan ve onun yaşayışından yoksun”dur (Alangu, 1959: 67-68). Bolu mutasarrıflığının Gerede nahiyesine bağlı Adaköy’de geçimini el dokumacılığı ile sağlayan halk ile, ithal kumaş satan tüccarlar, arasında ekonomik bir çatışma yaşanmaktadır. Ne var ki bu mücadelede Anadolu köylüsü, yalnız ve arkasızdır. Zira Anadolu’nun ununa “mısır koçanı, meşe palamudu ve palamut kabuklarını karıştır”arak yaşayan insanlarının hayatından gökyüzünün bereketi, muhtarın dostluğu, zaptiyenin, tahsildarın merhameti

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

135

çekilmiştir. Çocukları daha gencecik yaşlarında asker olarak ya Yemen’e ya Fizan’a gönderilmektedir (Ertem, 2001: 27-28). Romanın şahıs kadrosu da toplumcu tezlere uygun olarak taşrada ezen ve ezilen karşıtlığını vurgulamak üzere örgütlenir. Sıddıkzâde, köylüleri tahakkümü altında ezen tipik bir taşra mütegallibesidir. Sömürülenlerin temsilcisi olarak karşısına dikilen Hasan’a göre de o, ortadan kaldırılması gereken bir toplum asalağıdır. O ve onun gibi küçük şehir eşrafları, köylülerin ürünlerini yok parasına alarak büyük şehirlere sevk eder ve bu aracılık sayesinde çalışmadan, üretmeden zenginlik içinde yaşarlar. Bu romanda Sıddıkzade, kendisinden sonra gelecek pek çok toplumcu romanda örnekleri bolca görülecek taşra mütegallibesi tipinin ilk örneği olarak önemlidir. Yapısalcı eleştiriye göre bu tür tipleşmiş roman kişileri, bir karaktere, ruhsal bir öze sahip olduğu için değil, olay örgüsü içinde bir işlevi yerine getiren bir eyleyen olduğu için önemlidir (Yücel, 1983: 102-103). Halkı sömürerek zengin olan, zevk ve sefahat içinde yüzen olumsuz bir “eşraf tipi” olarak Sıddıkzade, romanda bir eyleyen olarak değer kazanır. Romanda ayrıca toplumcu romanın diğer alışıldık olumsuz tiplerinin öncü örnekleri de yer alır: Eşrafın köydeki eli, ağa ve muhtar; şehirdeki dayanağı halktan kopuk, beceriksiz taşra bürokratı ve halkın dinî duygularını istismar eden, uyanık “din adamı” bunların önde gelenlerindendir. Romanda sözde dindar tipi”nin bir örneği olarak Kastamonu’da Nasrullah Camii’nin “ezanını yarıda keserek adlarına vaat edilen ödülü almak için valiye şehrin hanında konaklayan kaçakçıları ispiyonlayan müezzini” verilir (Demir, 2006: 170). Romanda köylünün tek destekçisi, epik bir tutumla yüceltilen kır eşkıyasıdır. Romanın kendinden sonra gelecek köy romanı janrından en önemli farkı ise, anlatının merkezine henüz köy kökenli seküler aydını oturtmamış olmasıdır. Eserin olay örgüsü de taşrada yaşanan adaletsiz sömürüyü -yer yer inandırıcılıktan uzaklaşma pahasına da olsa- duyuracak şekilde kurgulanmıştır. Çıkrıkla sembolize edilen yerli üretimin Avrupa tekstili karşısında çöküşü ve bunun toplumsal hayattaki akisleri, birbirine gevşek bağlarla eklemlenen vaka halkaları ile

136

Doç. Dr. Ömer Solak

ve gereksiz detaylarla anlatılır.33 33 Çıkrıklar Durunca, Sadri Ertem’in yayınlanan ilk romanıdır. İlk olarak Vakit (Kurun) Gazetesi’nde 23 Şubat 1929 ile 10 Haziran 1929 tarihleri arasında 80 sayıda tefrika edilen Çıkrıklar Durunca, daha sonra 1931 yılında “Resimli Ay Matbaası”nda kitap halinde yayımlanır. Romanın uzun ve karmaşık olay örgüsünde kahramanlar, başlangıçta Koca Ömer ve karısı Dudu gibi Anadolu köylüleridir. Bir gece yarısı Koca Ömer’in karısı Dudu, rüyasında Hz Ali ile görüştüğünü söyleyerek komşuları Kara Süleyman’ı ve bütün köyü başına toplar. O günden sonra köylüler nezdinde yarı ermiş biri olarak saygı görür. O ve diğer ermiş kadın Esma, kıtlıktan, baskıdan ezilen köylülerin ve Yemen’e gitmemek için dağa çıkan asker kaçaklarının umudu olacaktır. Romana bu noktadan sonra Hasan ile sevgilisi Hatice girer. Hasan uzun yıllar, Hicaz, Yemen gibi uzak yerlerde dolaşmış sonra da gurbete dayanamayıp köyüne dönmüş bir gençtir. Yerleştiği köy odasında Ömer’le karşılaşan Hasan, ondan köylülerin içine düştüğü ekonomik açmazı ve bütün umutlarını yeri Dudu tarafından keşfedilen Hz Ali türbesine bağlamış olduklarını öğrenir. Ancak Hasan’ın aklı yıllar önce köyde bırakıp gittiği sevgilisi Hatice’dedir. Birkaç gün sonra Hasan, Hatice’yi kasaba pazarında görür. Onların pazaryerinde samimi hallerini gören eşraf, sopalarla peşlerine düşer, amaçları kasabanın namusunu korumaktır. Kaçarak kırlara sığınan gençler, bir ağaç altında içki âlemi düzenleyen Sıddıkzade ve adamlarına rastlarlar. Hatice’yi dans etmeye zorlayan bu adamlar, karşı koyan Hasan’ı da döverler. Onların ellerinden güçlükle kurtulan Hasan ve Hatice’nin yolu Adaköy’e düşer. Böylelikle Adaköylülerle Hasan’ın yazgısı birleşmiş olur. Ancak birkaç gün sonra Hatice, köyün dışında bir yerde baygın bulunur ve çok geçmeden de ölür. Onu bu hale koyanın Sıddıkzade olduğunu öğrenen Hasan, intikam duyguları ile dolar. Ne var ki Sıddıkzade’nin gücü, korku ile kendine bağladığı köylülerden ve (Tanzimat’ın Koca Reşit Paşa’sının bir valisine sırtını dayayıp bölgede bin bir türlü zulüm yapan babası Sıddık Ağa gibi) bin türlü menfaatle elde ettiği yerel memurlardan gelmektedir. Romanın dördüncü bölümünde geriye dönüş”lerle, Anadolu’dan hile ve rüşvetle aldığı tiftik keçilerini Güney Afrika’da yetiştirerek zenginleşen İngiliz tüccar Stawyers’in hikâyesi anlatılır. Ardından tekrar Hasan’ın hikâyesine dönülür. Romanda vaka, pek çok yan unsurla ve şahıslarla genişlemeye başlar. Adaköylülerin bu başkaldırıları tüm Kastamonu havalisine yayılan bir çatışma halini almış, eşkıyalar, askerler, din adamları gibi geniş bir kadro vakaya dahil olmuştur. Bu çatışmada durumu lehine çevirmek isteyen kurnaz Sıddıkzade, isyancı alevi köylerine karşı Bolu civarının Sünni din adamlarını yanına çekmeye çalışır. Bu arada köylüleri cezalandırmak için de onlardan yün almayı da kesmiştir. Bunun üzerine Hasan’ın tavsiyesi ile İstanbul’a mal satmaya giden köylüler, burada karşılaştıkları muameleler karşısında hayal kırıklığına uğrarlar. Dertlerini anlatmak istedikleri sadrazam kapısından “devlet-i aliye”nin tiftik gibi aşağı işlerle uğraşamayacağı azarlarıyla atılırlar. Takip eden bölümlerde köylüler, ermiş kadınlar Esma ve Dudu’nun önderliğinde ve civarın kaçakçıları ve eşkıyalarının desteğinde büyük bir isyan başlatırlar. Bu çatışmada taşra mütegallibelerinin yardımcıları, çıkarcı memurlar ve ulemadır. Uzun ve karmaşık mücadelelerin ardından roman, jandarma zaptiyelerinin isyanın merkezi olan Adaköy’deki dergâhı kuşatmaları ve içlerinde Hasan, Dudu ve Esma’nın da bulunduğu bütün direnenleri öldürmeleri ile sona erer.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

137

Eserin dili ve üslubu da taşıdığı tezi vurgulamak üzere örgütlenmiştir. Eserde taşra, kimi zaman epik bir tutumla betimlenirken Jdanov’un Sosyalist edebiyat için belirlediği devrimci romantizmle bir paralellik de sağlanmış gibidir. “Dostça karşılandılar, kahraman gibi, yarı-ilah gibi göründüler. Bir silahın bir kurşunu dünya güzelinden berrak bakışlı, daha çok cana yakın olduğu demlerde, bütün bu dağ adamlarının yüksek dağ tepelerinden inerek sıradan ölümlülere karışmalarını, Alevi köylüleri takip ettiler” (Ertem, 2001: 1079). Öte yandan yine Sovyet yazarlarınca belirlenen kriterler çerçevesinde sosyalizmin düşmanlarına yönelik sert ironinin bu romanda da kullanıldığı görülür. Romanda “zalime ve işbirlikçiye” yönelen bu ironi aslında ezilenlerin karşısında yer alan herkesi hedef alır: “Müezzin ağzı kulaklarında, vücudu bir tüy gibi hafif minare merdivenlerini sekti. Cübbesi savrula savrula hükümet konağına koştu. Vali elindeki zarflı fincanını, kahve iskemlesine bırakmıştı ki, kapı açıldı. Kahveli dudaklarını yalaya yalaya, içeri giren adama şöyle bir baktı. Müezzin cüppesini kavuşturdu, kavuşturdu, kavuşturdu. Valinin önünde el-pençe divan durdu, yerden selamlar verdi, sonunda yaklaştı, etek öptü: —Vali Paşa Hazretleri, dedi, devlete hizmete geldim. Acem Hanı’ndan kocaman bir kervan bez kaçırıyor! —Hocam nereden gördün? —Vallahi billahi de gördüm; ben gördüm. Dini bir uğrunda, ikindi ezanını bile tamam okumadım. Bu daha üstündür diye huzurunuza koştum. —Kervanı minareden mi gördün? —Evet, minareden gördüm. Abdestimle söylüyorum, karıma şart olsun ki Acem Hanı’ndan dokuma kaçırıyorlar. Vali: —Peki, müezzin efendi, dedi. Teşekkür ederim. Şimdi gidip yarım kalan ezanınızı okuyabilirsiniz. Müezzin çıkarken mırıldandı:

138

Doç. Dr. Ömer Solak

—Devletin vaadi gereğince ödülümü irade buyururusunuz.” (Ertem, 2001: 122-113). Her türlü toplumsal bozukluğun yönetimsel aksaklıklara bağlandığı eserde yönetici sınıfın ekonomik sorunlara çözüm bulmaması sert bir dille tenkit edilir. Fakat vaka 19. yüzyılın son çeyreğinde geçtiği için tenkit edilen genç cumhuriyetin kurumları değildir. Ancak toplumcu yazarların bu denli kontrollü tenkidi bile döneminin diğer yazarlarında bulunan bir şey değildir. Eserde alt bir ton olarak şehir ve köy çatışması da mevcuttur. Bu çatışma, zaman zaman kültür üzerinden yaşanır. Şehirli okumuşlarla köylülerin beğenileri farklıdır: Eşraf biraz medrese yüzü gördüğü için divan şiiri sever. Hasan ile Hatice gibi köylüler ise duygularını türkülerle terennüm ederler: “Kenarından geçeyim yol sizin olsun! Ağular içeyim bal sizin olsun! Bir su ver içeyim göl sizin olsun! Ben karalar giyeyim, al sizin olsun!” (Ertem, 2001: 60). Yazar bu gerginlik atmosferinde daima köyden ve köylüden yanadır. Ona göre şehirli kurnaz olur, saf, cahil, geri bırakılmış, dinin ve geleneğin skolastik bağları ile ufuklarını göremeyen köylüleri kandırırlar. Bu yolda her türlü desiseyi mubah sayan bu zümre, ellerindeki imkânlarla daima galip gelir. Ertem’in kapitalist sömürü vurgusu yapan Marksist kökenli tezleri toplumcu gerçekçi bir sanat anlayışı ile romanlaşmıştır. Kapitalizmin daima ezenin yanında yer alan düzenini teşhir etmek isteyen roman, sanatın toplumsal bir işlev taşıması anlayışından hareket eder. Ezen-ezilen çatışmasında saflar gayet nettir. İyi-kötü karşıtlığı da bu saflara göre şekillenir. Köylüler, mazlum oldukları için masumdurlar. Siyah-beyaz berraklığında verilen karşıtlıkların renk tayfında ara renklere yer yoktur. Zira toplumcu yazar, sanatta bir yan tutmalıdır ve o yan da ezilenin yanı olmalıdır. Toplumcu yazar bu anlayış içinde kendine iyiyi ve kötüyü gösteren bir bilge kimliği biçer. Romanın işaret edilmeye çalışılan karşıtlığını bir tablo ile göstermek mümkündür:

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

Merkez (Ezenler)

Taşra (Ezilenler)

Taraflar

İngilizler ve onların yerli işbirlikçileri

Anadolu köylüleri

Vasıflar

Zeki, kurnaz, acımasız

Saf, cahil, iyi yürekli

Amaçlar

Sömürüyü sürdürmek

Sömürülmemek

Geleneksel yöntemleri öğrenmek

Geleneksel bilgiyi korumak

Bilimsel doğruları yararına kullanır

Gelenek ve dine göre yaşar

Mekân

Şehirler ve taşra kasabaları

Köyler

Sonuç

Köylüleri sömürür, sefalete mahkûm eder

Yoksullaşır ve ezenlere muhtaç olur

139

Tablo 4. Çıkrıklar Durunca romanında merkez-taşra karşıtlığı

Romanın bir başka özelliği de taşra insanının merkeze bakışını sunmasıdır. Ona göre İstanbul, gücün ve otoritenin merkezidir. Taşrada çatışan güçler, bu yüzden daima sırtlarını bu büyük merkezi güce dayamak isterler. Bunu başaramayan kaybedilmesi mukarrer bir mücadeleye girecek demektir. Köylülerin ise ne merkeze ne de merkezin taşradaki uzantısı olan yerel yöneticilere ulaşacak imkânı vardır. Merkezi gücü arkalarına alamayan köylüler, türbelerden ve eşkıyalardan medet umacaktır. Romanda merkez-taşra çatışması bir anlatı bileşeni olarak mekâna da yansır. Toplumcu yazarların bir yerleşim birimi olarak kasabaya karşı tavırları, 1931’de yayımlanmış bu romanda da görülecektir. Kasaba, taşradaki müstebitlerin, yozlaşmış esnafın, ikiyüzlü değerlerin mekânı; köyse, masum halkın yurdudur. Kasabanın karşısına doğayı ve özgürlüğü koyan Kuyucaklı Yusuf ’ta da karşılaşılan bu tavır, Çıkrıklar Durunca’da yozlaş-

140

Doç. Dr. Ömer Solak

mışlık-masumiyet, şehvet-aşk karşıtlıkları ile iyice vurgulanacaktır. Öyle ki kasaba geleneğin boğduğu bir yer; köy ise özgürleştirici bir mekândır. Her iki romanda da adı geçen kasaba ve köyler, Anadolu’nun diğer yerleşim birimlerinin birer tipik örneği olarak sunulurlar. Yani haksızlık her yerde aynı şekilde yaşanmaktadır ancak yazar sadece anlatısının objektifini buraya tutabilmiştir. Öte yandan romanına büyüdüğü kasaba olan Edremit’i mekân seçen Sabahattin Ali’nin betimlemelerindeki inandırıcılık, Sadri Ertem’den yüksektir. Berna Moran’a göre her iki eser de romantik tutumları nedeni ile benzeşirler. Her iki yazar da başlangıçta Anadolu’nun diğer yerlerinden farklı olmayan bir yurt köşesindeki haksızlıkları sergilemek istemiş iken; eserleri onların da öngörmediği bir şekilde romantik bir tutuma bürünmüştür. Keza her iki romanın toplumcu özler taşıyan isyankâr halk kahramanları bir devrimciden çok, Fransız romantiklerinin anti-sosyal ve isyankâr romantik kahramanlarına benzemiştir. Bu sebeple Sabahattin Ali de Sadri Ertem de haksız düzene Marksist açıdan değil, romantik bir tavırla yaklaşabilmiştir (Moran, 1999: 28). Eser, bilindik çatışması, çatışan tarafları, olay örgüsü, tezi, epik tutumu ile kendinden sonra yazılacak pek çok köy romanının bir prototipi gibidir. Öyle ki romanın temel iletisini destekleyen alt iletiler bile sonradan her biri bir roman veya öykü kurgusu olarak çok geliştirilecektir. Romanın merkez-taşra karşıtlığına bakışı ana hatları ile şöyle sıralanabilir. 1. Taşrada köyler, kasabalardan daha özgürlükçüdür. Kasabalar, geleneğin dinin ve dar anlayışların egemen olduğu yerlerdir. Oralarda namustan dem vuranlar, gerçekte gayri ahlaki bir yaşam sürerler. 2. Kasabaları ezen bir başka güç de zenginliği ile bürokratları ve ulemayı kendine bağlamış “eşraf” diye bilinen mütegallibelerdir. Bunlar, ayak oyunları ile uçsuz bucaksız toprakları üzerine geçiren, masum köylülerin ırzına namusuna göz diktiği halde bunu gelenek, din, adet kılıfına bürüyen zalim adamlardır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

141

3. Olup bitenlere karşı taşrayı kendi haline bırakmış devlet ise başkente çekilmiş, kıymeti kendinden menkul bir seçkincilikle köyü ve köylüyü küçümsemektedir. Romanda dokumacı loncası kâhyasının bütün Anadolu’nun aynı durumda olduğu, çıkrıklar durunca köylülerin İstanbul’a aktığı bilgileri manzarayı özetler. 4. Bu adaletsiz sömürü ortamı karşısında iştahlananlar sadece yerli müstebitler değildir. Ecnebi tüccarlar da Anadolu’ya üşüşmekte, devlet de büyük bir aymazlıkla bu damlara kendi vatandaşına sağlamadığı kolaylığı sağlamaktadır. 5. Romanın daha sonra klişeleşecek bir başka alt tezi de toplumda yaşanan ekonomik temelli ana çatışmanın dinsel temelli yan çatışmalarla perdelenmesidir. Böylece bir sömürü meselesi mezhep çatışmaları vs. ile izale edilmektedir.

2. BÖLÜM: TAŞRANIN OLUŞUMU DÖNEMİ (1950-1980)

Sosyopolitik Manzara: 1950-60 arası burjuvazinin geliştiği, sınıfsal farkın açıldığı, bunun getirdiği toplumsal reaksiyonun gerginliğe sebep olduğu bir dönemdir. Ülkeyi kurulduğu dönemden o günlere taşıyan resmi ideoloji de birbirlerinin ne söylediğine kulaklarını tıkayan üç farklı yoruma bölünmüştür: Bunlar seçkinci bürokrasinin otoriter Kemalizmi, DP’nin “sulandırılmış Kemalizm”i ve solun devrimci Kemalizmidir (Moran, 1999: 11). Kemal Karpat, 1962’de yayımlanan kitabında 1950’den sonra oluşan sosyopolitik manzarayı “Türkiye’de bugün yenileşme ile elde edilen toplumsal demokratik dönem, birbirine karşıt iki kitlenin ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır” sözleri ile çizer: “Bir yanda ileri düşünceleri olup gelenekleri hiçe sayan aydınlar var. Bunlar gerek yaşamada gerek düşünmede bütün bütüne yenileşme istemektedirler. Karşılarında ise yenileşmenin yalnız maddi yanlarını alıp, kendi simam geleneklerinin ölçüleri dışında buldukları dinsel ve kültürel yanlarını istemeyen bir çoğunluk vardır” (Karpat, 1962: 23). Yazara göre edebiyat, bu iki topluluğu bir araya getirmek gibi çok temel bir vazife yapmaktadır. Batının kültürel kavramlarını kendi kültür değerlerine yatkın bir şekilde yorumlayarak, değişime toplumu da katmaya çalışır. Gerçekten de 1950’lerin sonunda toplum büyük bir dinamizm içindedir. Eski ile yeni durmadan çarpışmakta; bu çarpışmada merkez ve taşra alelade mekânsal değerlerinden çok başka ideolojik anlamlara bürünmektedir.

146

Doç. Dr. Ömer Solak

Feroz Ahmad’a göre ise aynı dönemde ülkenin ekonomik modeli bir çeşit “ticari kapitalizm”dir. Endüstriyel kapitalizmden çok farklı bir şey olan bu model, 1958’de çökecek (1958’e kadar 2,5 lira bir dolarken 1958’den sonra 10 lira bir dolar olur) ve bu çöküş, Türkiye’de ücretli kesimi -askerler, öğretmenler, bürokratlar- sarsacaktır (Ahmad, 2010). 1950’leri, “taşranın çocukluk yılları” olarak tanımlayan Nurdan Gürbilek’e göre ise bu dönemde taşra, büyüklerin dünyasına ilişmiş bir çocuğun çekingenliği içindedir. Oradaki hayat, arada bir görünüp kaybolan küçük heyecan anları dışında yeknesak bir akış içinde devam etmektedir. “Tıpkı taşra gibi, uzakta yanıp sönen, parlayıp yiten ışığın vaadiyle yaşar çocuk. Her gün onu bekleyen, her sabah onu yanına çağıran bir dünya. Orada, dışarıda bir anlam vaadi olduğunu fark etmiştir bir kez.... Çocuğu umutlandıran da, bir şeylerin kendisinden esirgendiğini hissettiren de dışarının vaat ettiği bu anlamlardır. Çünkü çocuk, anlamı kendi içinde, kendi bedeninde, kendi dilinde üretemez henüz. Dışarıdaki anlamı da yakalayamayacak kadar bodur, ona ulaşamayacak kadar çelimsizdir. Bu yüzden anlam vaat eden dünyanın kıyısında, simgesel düzenin kenarında, cinselliğin taşrasında, annesinin eteğine yapışmış öylece kalakalır” (Gürbilek, 1995: 56). Bu dönemde kentlerde de değerler yerinden oynamaya başlayacaktır. Kent içinde “apartman katında oturmak” -erken dönem anlayışının bir devamı olarak- hala güç ve statü sembolüdür. Şehrin geleneksel mahallelerinde artık yıkılmaya yüz tutmuş konaklarda oturmak ise düpedüz çağdaşlığın dışında kalmaktır. Yeni yeni başlayan iç göçle başkentin tepelerinde görünmeyen başlayan gecekondularda oturanlar ise kent yaşamının yeni katılımcılarıdır. 1980 sonrasının apartmanları sıradanlaştıran ve orta sınıfa ait mekânlar seviyesine düşüren anlayışına, daha çok zaman vardır. Kentin üst tabakası henüz kentlerin dışındaki banliyölerine kaçmamıştır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

147

Elli Sonrası Öykü ve Romanlarda Şehir, Kasaba ve Köy: Çalışmanın bu bölümünde taşra kökenli yazarların edebi arenada yoğun bir şekilde görünmeye başladığı 1950’li yıllardan yazılı/ basılı iletişim olanaklarının artmasıyla taşrada yoğun bir edebi üretimin görüldüğü 1980 ‘e kadar uzanan dönem ele alınmıştır. Bu dönemde öykü, romana göre, daha kentli bir türdür. Bu durumda, büyük oranda kentli yazarlardan oluşan 1950 Kuşağı’nın öyküyü; köy enstitülü yazarların ise daha çok romanı tercih etmesi etkilidir. Öykü odaklı edebiyatlarında kentliler, bir birey olarak kendi açmazları, psikolojik derinlikleri ve iletişimsizliklerini işlerler. Her ne kadar köklerini Sabahattin Ali’den çok Sait Faik’te bulmaktaysalar da sokaktaki adama, küçük insana sevgi ile kapısını açmakta onun kadar istekli değillerdir. Bilakis öykülerinde merkezi figür, çoğu zaman kendi psikolojisinin derinliğine gömülmüş kentli küçük burjuva aydınıdır. Türk öyküsünde kendiliğinden oluşmuş bir öykü ekolü olarak, otuz ve kırkların öncü toplumcuların köycülüğünden sonra, 1950 Kuşağı ile kent, öyküye geri dönmüştür. Giderek kalabalıklaşan ve sınıflı bir yapı özelliği gösteren kentler ve kentleşme ile yalnızlaşan insan, bu kuşağın yazarları tarafından başarı ile anlatılır. Farklı estetik anlayışlara sahip olan bu yazarların başat figürleri, kentin bunalttığı “küçük burjuva”lardır. Ancak aralarında merkezlere ve taşralara bakışta ayrılıklar olsa da 1950 Kuşağı öykücülüğü, aynı yıllarda başlayan Enstitülü edebiyatın zindeliğinden ve tüm yurda yönelik kucaklayıcılığından çok uzaktır. Öyle ki bu iki grubun edebiyat coğrafyaları kadar ele aldıkları temalar ve dile yönelik tutumları34 da farklıdır. Bu dönemde taşra, edebiyata ilk kez, kendi çocukları olan Enstitülü yazarlar vasıtasıyla akseder. Daha önce “köye yönelen” edebiyatının aksine onlarınki tam bir “köy edebiyatı” (Rathbun, 1972: 20-21). Batı dillerinde “regional literature” (yerel edebiyat) denilen edebi alan (Hawthorn, 1985: 16), onların ellerinde 34 DP’nin iktidarı ile dil devriminin yeniden ele alınması, Osmanlıdan beri gündemden düşen Arapça ve Farsça kelimeleri tekrar canlandırır gibi olmuşsa da, bu durum genel eğilim içinde bir fantezi düzeyinde kalır.

148

Doç. Dr. Ömer Solak

-şehirleri, mekânları, gelenekleri, insan dokusu ve meseleleri ile Anadolu şehirleri- edebiyatın gündemine ilk defa bu kadar içeriden bir anlatımla taşınacaktır. Başka bir deyişle Türkiye’de ilk kez bir taşra edebiyatının oluşmaya başlaması, taşra kökenli bu yazarlar eliyle de gerçekleşir. Onlardan sonra bu kuşağa bağlı olmayan pek çok yazar da Türkiye’nin başka bölgelerini kurgularına taşır ve Anadolu edebi coğrafyası yavaş yavaş oluşmaya başlar. Osmanlı medeniyetinin merkezi olan İstanbul’un edebî coğrafyanın da başkenti olması, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiş; sonrasında yaşanan güç kayması ile Ankara, otuzlarda ve kırklarda edebiyatta yer almaya başlamıştır. Öyle ki elli öncesinde taşra kökenli yazarlar bile büyük kentleri anlatır; taşrayı nadiren anlattıkları eserlerinde dahi kentli bakıştan kurtulamazlarken ellilerden itibaren (öncesinde mütereddit birkaç kalem tecrübesi dışında gerçekleşememiş) bir şey gerçekleşir. İstanbul ve Ankara’nın yanında Anadolu şehirleri ve etraflarındaki coğrafya da edebiyatta yer almaya başlar. Bu süreç içinde yeni Türkiye’nin temellerinin atıldığı Samsun ve İstanbul’dan eksik kalmayan tarihi peyzajları ile sakin ve mütevekkil Bursa ile başlar. Özellikle kültürel milliyetçi yazarların elinde bu iki şehir, müslüman uygarlığının bir dışa vurumu olarak adeta kutsanır. Tanpınar’a göre “Bursa, sudan ibarettir.” (Tanpınar, 1979: 45). Şadırvanlarında şakırdayan sularda milli kültürümüzün bütün bir büyüsü saklıdır. Ömer Lekesiz, öykücüler bağlamında dönemin Türkiyesinin edebî coğrafyasına dair şu ipuçlarını verir: Yazarların kimi doğduğu, kimi yaşadığı, kimi sevdiği şehirlerden uzak tutamazlar kahramanlarını. Olaylar hep oraların etrafında dönmeye başlar. Ancak bu durum her yazar için geçerli değildir. İstanbullu Abdülhak Şinasi, yine orayı anlatırken; Cevat Şakir sürgün geldiği Bodrum’dan kopamaz. Her ikisi de Sakaryalı olan iki isimden Sait Faik, Adalar’ı anlatırken, Faik Baysal tam bir “Sakaryalı”dır. Samim Kocagöz ve Necati Cumalı ise belli bir şehirden çok, bir bölge olarak Ege’yi anlatır (Lekesiz, 2006: 230).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

149

Bu yazarlara öykülerinde çocukluğunun kenti Antep’i ve kente gelen taşralıların uyumsuzlarını anlatan Onat Kutlar’ı (İshak [1959], Van’ı Kafkaesk bir yabancılaşma ile anlatan Fikret Ürgüp’ü (Van [1966], Kısa Lodos Hikâyeleri [1968]), İzmir’in küçük insanlarının aşklarını ve umutlarını anlatan Tarık Dursun’u, daha çok “Ankaracı” olan Tekirdağlı İlhan Tarus’u, Elbistan ve yöresini anlatan Tahsin Yücel’i (Ben ve Öteki [1983]), kent odaklı bir öykücü olmasına rağmen güney ve batı Marmara sahil kasabalarını bazı öykülerde öne çıkaran Selçuk Baran’ı eklemek mümkündür. Romanlar da bu yerelleşmeden nasibini alırlar. Yaşar Kemal ve Çukurova örneğinde olduğu gibi bazı yazarlar; Anadolu’nun belirli bir bölgesini romanlarının merkezi mekânı yaparlar. Keza romanların taşrasını belirleyen etkenler de öykülerden faklı değildir: Yazarların roman coğrafyası da oların biyografisine, ideolojik tutumlarının merkezler veya taşralara bakışlarına göre şekillenir. Örneğin Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’sinde (1931) İstanbul’un öne çıkmasında yazarın kaynağını Osmanlı mirasından ve geleneğinden alan muhafazakâr tavrı saklıdır. Sevgi Soysal Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde (1973) Ankara’yı anlatmasında da aynı gerekçelerden hareket eder.35 Bu dönemde taşraya bakışta belli karakteristiklerin öne çıktığı görülür. Öykü ve romanların taşrayı anlatan örneklerinde şehirler kadar, orada yaşayanlar da tıpkı Karagöz perdesindeki figürler gibi tipleşmeye ve sembolik değerler kazanmaya başlar. Örneğin kapalı kış aylarının beslediği sohbetle hemen her Erzurumlu nükteci ve biraz hicivcidir. Konya ise tam anlamıyla bozkır çocuğudur (Tanpınar, 1979: 184, 140). 2.1. Toplumcu/Gerçekçi Taşra Yansıtması Köy, kente alternatif bir yer ve karşıt bir antitez taşıyan mekân olarak; kasabadan farklıdır. Bu sebeple taşranın bilinen 35 Ancak Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına’sında (1974) olduğu gibi İstanbul’u merkezî mekân seçen bütün romanlarda aynı tavrı aramak doğru olmaz.

150

Doç. Dr. Ömer Solak

anlamını karşılamaktan uzaktır. Ancak kente öykünmeye çalışan, merkezin dışarısında ama onun kötü bir kopyası olma tanımına uygun düşen kasabalar ve kırsal şehirler, taşra kavramının taşıdığı uzaklık ve yeknesaklık anlamına köyden daha uygun düşecektir. Öte yandan “taşra”nın bütüncül bir anlam olarak, köyü de içine aldığını kabul etmek gerekir. Türkiye’de köye yönelim, II. Meşrutiyet’in artan Türkçülüğü ile köylerin Türk milli kültürünün en saf hali ile muhafaza edildiği alanlar olarak Türk Yurdu ve benzeri dergilerde işlenmesi ile başlar. I. Dünya Savaşı’ndan sonra bir grup doktor tarafından kurulan ve köylüleri eğitmek için “halk’a gitmek” mottosunu benimseyen Köycüler Cemiyeti ile devam eder (Karaömerlioglu, 2001:170). Türk Ocakları’nda yetişmiş Doktor Reşit Galip’in köy deneyimlerini anlatan Köycülük Notları (Avcıoğlu, 1985:470), dönemin Anadolu köylerinin manzarasını gözler önüne serişi ve aydının köylere bakışını sergilemesi açısından önemlidir (Şahin,2006: 14-15). Türkiye’nin kalkınması için önce kırsal yapının dönüşümünü ve kır nüfusunu eğitimini savunan kitaba göre köylülere öncelikle köy hayatının gerekleri ve tarımsal üretimin nasıl arttırılacağı anlatılmalı ve ardından ise asgari bir kültür ve vatandaşlık bilinci verilmelidir. Bu önerilerin etkileri, Cumhuriyet döneminde Halkevleri veya Köy Enstitüleri gibi bütüncül projelerin ortaya çıkmasında görülür. Reşit Galip’in planına göre bu uğurda en önemli görev, köy öğretmenlerine düşmektedir. Öncelikle köy çocukları eğitilmeli ve köylerine öğretmen olarak gönderilmelidir. 2.1.1. İlk Taşralı Yazarlar Kuşağı Olarak Köy Enstitülüler 1929 Buhranı, 1930 kuraklığı gibi sebeplerle bütün dünya edebiyatında köycü söylemin arttığı 1930’lar, Türkiye’de de kırsal bölgelere ilginin attığı bir dönem olur (Karaömerlioglu, 2001:171). Çoğu İstanbul doğumlu pek çok yazar, Atatürk’ün söylevleri ile işaret ettiği hedefi takip ederek birtakım köy romanları yazarlar. Ancak bunların büyük bir kısmı, yavan rea-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

151

lizmi ve inandırıcılıktan uzak olay örgüsü ile belli bir düzeyi aşamaz. Köy özelinde taşra, elli öncesinde -Sabahattin Ali gibi onu yakından tanımış birkaç yazar hariç- ancak “İstanbul’un yetiştirdiği yazarların politik, egzotik ve etnografik ilgisi” ile gündeme gelebilmiştir (Özgül, 1998: 280). Onların eserlerinde ise anlatıcı veya asli kişi çoğunlukla kentlidir ve bu yüzden taşraya bir kentlinin gözlerinden bakılır. Bu durum Solok tarafından şöyle dile getirilir: “Cumhuriyetten önceki dönemlerde yetişen edebiyat sanatçıları, genellikle, varlıklı ailelerin, seçkin kişilerin çocukları idiler; bu durum, çoğunun adından da anlaşılabilir: Recaizade Mahmut Ekrem, Samipaşazade Sezai, Feraizcizade Mehmed Şakir, Nabizade Nazım, Uşakizade Halit Ziya, Süleyman Paşazade Sami (Süleyman Nesip), Menemenlizade Tahir, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Köprülüzade Mehmet Fuat, Tokadizade Şekip, Hamamizade İhsan, Müsahipzade Celal vb… O dönemdeki sanatçılardan çoğunun doğum yeri İstanbul’du. O bakımdan kendi yetiştikleri çevreleri ve o çevre insanlarının düşünce, duygu ve eylemlerini yine o çevre insanlarının dikiyle (İstanbul ağzıyla) anlatmışlardır. Bunların çoğu özel eğitim görmüşlerdi. Cumhuriyet döneminin kültür kurumlarının çoğalışı (okul, basın, halkevi, Köy Enstitüleri) ve okulların parasız oluşu toplumun her katından insanların yetişme ve sanata atılma olanağını hazırlamış, böylece sanat ve bilim varlıklı ailelerin tekelinden kurtulmuştur. Çeşitli toplum katlarından ve çevrelerden (köy, kasaba vb.) gelen sanatçılar, yakından tanıdıkları çevreleri ve o çevrelerin insanlarını anlatmağa başlamışlardır” (Solok, 1999: 13). Türk köy edebiyatının gerçek bir edebî janr olarak ortaya çıkması için köy enstitülü kuşağı beklemek gerekecektir. Gerçekten de 1950’lerden sonra taşrayı anlatan eserlerde anlatıcının kimliği ve bakış açısı değişmeye başlar. Zira köy, yeni bir solukla ele alınmaya başlanmıştır. Bu yeni soluk, Cumhuriyetin taşraya bürokratik/teknokratik kadrolar yetiştiren okulları serisinden (1936’da Köy Eğitmen Kursları, 1940’ta Köy Enstitülüleri)

152

Doç. Dr. Ömer Solak

yetişmiş olan Köy Enstitülü kuşaktır. Seküler zihniyetli bu köylü önderleri nesli, taşrada “gerici” saydığı her şeye, (imama, ağaya, tüccara, eşrafa, bürokrasiye, geleneklere) karşı öğretmeni idealleştiren eserler kaleme alacaktır. Enstitülerin ilk kuşağı edebî hayatta yerini almaya başlayınca taşra, yeni bir dikkatle edebiyata yansır.36 Şiirle başladıkları ilk edebi denemelerinde en iyi bildikleri mekân olan taşrayı işleyerek asıl yolunu bulacak olan bu kuşak, kısa zamanda bir çığıra dönüşür. Ağalık, eşkıyalık, kan gütme, su ve toprak kavgaları, toprakların işlenemeyişi, siyasi çekişmeler, memur-köylü problemleri, eğitim ve sağlık sorunları, yobazlık, batıl inançlar gibi konular etrafında; temel tezi “ancak köylerin ıslahı ile modern dünyanın eşit ve uygar bir halkı olunabileceği” şeklinde özetlenebilecek eserler yazarlar. Herhangi bir ideolojiye derinlemesine sahip olmadıkları halde keskin antiemperyalist söylemleri ve köy sorunlarını öne çıkarışları ile sol yelpazenin içinde değerlendirilen bu yazarlar, dönemlerinde estetizmi değil, her biri toplumsal stereotipler olan derinliksiz kişileri, daha ilk bakışta anlaşılan sosyal faydacı tezleri ile ya kıyasıya eleştirilirler ya da övülürler. Örneğin Tanpınar’a göre köycü kuşak sayesinde “gazetelerimizde ve hayatımızda yer tutan olayların hemen hepsi Türk romanına geçmiş” ve romanımız “günü gününe yaşayışımızla alakadar” olmuştur (Tanpınar, 1936). Daha çok roman türünde kendini ifade edebilen bu çığırın amacı, toplumsal hayatın ezilenler aleyhinde işleyen “istismar” düzenini sergilemek ve halkı bilinçlendirmektir. Berna Moran’a göre köy romanının temel olay örgüsü, başlangıçta bir kurban olan köylünün bilinçlenmesi ve bir asiye dönüşmesine dayanır. Köy ise pastoral bir tablodan çok, yoksulluğun, sefaletin, sömürünün hüküm sürdüğü bir yerdir. 36 Gerçi daha önceki dönemler de taşra kökenli yazarlar tarafından kaleme alınan anlatılarda taşra işlenmiştir ancak bunlarda daima kentli/aydın bir yazarın dikkati hâkim olmuştur. Formasyonu merkezde şekillenmiş bu yazarlar, taşra insanının dünyasını ve psikolojini anlatmaktan ziyade, taşra kökenli oluşlarını sadece daha gerçekçi betimlemeler de kullanırlar.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

153

Köycü söylemin zayıf tarafı ise çok iyi bildikleri köy gerçeğini dile getirmenin, oradaki güç yaşam koşullarını sergilemenin, yoksulluğu haksızlığı anlatmanın yeterli olacağını sanmasıdır. Ancak gücünü haksızlığın sergilenmesinden alan bu edebiyat, giderek kendini tekrarlamaya ve şematikleşmeye başlayacak ve yetmişlere gelindiğinde ise artık silik bir damar halini alacaktır. Bu damarın ilk ve en keskin temsilcisi, Niğde Aksaray’ının yoksul bir köyünde doğmuş olan Mahmut Makal’dır. Enstitülü kuşağa kadar, köy sorunlarının daha çok kentli yazarlarca anlatılmasının ardından ilk defa bir yazarın kendi köyünü anlatması büyük bir coşku ile karşılanır. Gezi notları şeklinde düzenlenen Bizim Köy (1950)37 ile yazar, dönemin DP iktidarının siyasal kovuşturmasına ve takibatına uğramaktan kurtulamaz.38 Diğer enstitülü gençler tarafından önceleri gezi notları halinde başlayan bu mütereddit denemeler, daha sonra kurmaca türler ile -daha çok da romanla- devam edecektir. Enstitülülerin romanlarının şahıs kadrosu daima belli bir şablona uyar. Stereotip düzeyini aşamayan bu kadronun olumsuzlanan kişileri köyde imam, muhtar ve ağadan; kasabada yerleşik mütegallibe, parti temsilcisi ve onunla işbirliği yapan bürokrattan oluşur. Romanın merkezindeki seküler zihniyetli idealist öğretmen veya doktorun yardımcısı ise ezici düzen karşısında sabrı giderek taşkın bir öfkeye dönüşen köylüler ve onunla işbirliği içindeki eşkıyalardır. Hepsinde birörnek entrik planlar içinde kişileştirilen bu tipler, hemen tüm romanlarda birbirine benzerler. Bu sebeple romanların şahıs kadrosunu tanırken önce köy ve köye bağlı şahıs kadrosunu, ardından da kasaba ve onun şahıslarını tanımak gerekecektir. 37 Bizim Köy’ün başarısının ardından yazar, uzunca bir süre köyü merkeze alan eserler yayımlamaya devam etmiştir: Köyümden (1952), Memleketin Sahipleri (1954), Kuru Sevda (1957), Köye Gidenler (1959), Kalkınma Masalı (1960), Yer Altında Bir Anadolu (1968) Bizim Köy (1978). 38 Taşranın artık milletin efendisi olmadığını, merkezin gözünden sadece mekânsal anlamda uzak olmadığını anlamaya başlamış olan bu yazarlar, ayrıca ülkenin cılız sol muhalefetinin saflarını güçlendirmiştir.

154

Doç. Dr. Ömer Solak

Köye bağlı şahıs kadrosunun odağında köy öğretmenleri veya doktorları vardır. Romanların öğretmen, doktor gibi ideal kahramanları (tıpkı romanların yazarları gibi) kasabanın yüzyıllardan beri gelenekle, dinle yoğrulmuş yaşam tarzından bir memurun birkaç idealist nutku ile vazgeçilemeyeceğini anlayamaz. Onların merkeze, merkezi değerlere ve modernizme bakışı da belli paralellikler taşır. Aslında devrimlerin değişik derecelerde tesirinde kalmış bu aydınlar batılı değerlerle geleneksel değerler arasında bir yerde asılı kalmış kişilerdir. Geleneksel kültürden kopmuş bu köylü önderleri, “iki uç arasında kalan ama ikisine de katılmayan” kişilerdir. Modernizmden anladıkları memleket işlerine karışmak, seslerini duyurmak, köylünün hayat şartlarını düzeltmektir. Eserlerini güçlü kılan şey ise 1950’lerin kentli yazarlarının içine kapanık, edilgen, iletişimsiz, bunalımlı karakterlerinde hiç olmayan “köydeki tabii hayatla sıcak insan ilişkilerinden doğan ve gelişen güçlü psikolojileri”dir (Karpat, 1962: 58-59). Köylerin rengini belirleyen bir başka figür de eşkıyadır. Türk halk edebiyatının öteden beri önemli bir figürü olan eşkıya, toplumcu edebiyatta yeni bir kisveye bürünür. Açgözlü ağalara, insafsız memurlara karşı adalet arayan kahramanı temsil eder. Yaşar Kemal’in İnce Memed (1955), Kemal Tahir’in Rahmet Yolları Kesti (1957) adlı eserlerinde eşkıyalar, halk edebiyatının romantizminden de yararlanarak masalsı bir hava ile anlatılırlar.39 Karşıt kutbun en önemi kişisi ise kuşkusuz ağadır. Gücünü topraktan alan ağanın ise köydeki egemenliği kesindir. Merkezin -yani devletin- uzanamadığı köylere, böylesi yarı feodal güçler egemen olur. Köylüye zulmeder, mahkemede istediğine tanıklık yaptırır. Köydeki işbirlikçileri olan imam ve muhtar ise bu kötü işlerinde onun daimi yardımcılarıdır. Köy imamları ayrıca kasabalarda yuvalanmış çeşitli cemaatlerin köylerdeki uzantısıdır. Toplumu donmuş bir kaderciliğe 39 Ancak biri İstanbullu biri Ankaralı olan bu yazarların köye ve köylüye bakışı zamanla farklılaşacak, o kadar ki kemal Tahir, bağlı bulunduğu ideolojiye ihanet etmekle suçlanacaktır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

155

sürükleyen, itaati bir fazilet gibi sunan bu adamlar, idealist taşra aydının yapmak istediği büyük sosyal canlanmanın önündeki engellerden biri olarak görülür. Kasabanın olumsuzlanan kişilerin başında merkezden uzak yerlerde kolaylıkla yerel güçlerin etkisi altına giren bürokratlar gelir. Gerçek aydınlarla köylüler arasındaki bu yarı aydın idareciler ve taşra politikacıları, dar dünya görüşleri ve çıkarcılıkları ile idealist aydınların düşmanıdırlar. Çok partili hayatın gelişmesi ile kasabalarda partilerin ocak-bucak teşkilatları ile merkez, kasabalara hatta köylere uzanır. Toplumcu köy edebiyatında bu parti temsilcileri sömürücü güçlerden biri olarak sunulur. Taşra şehirlerinin ve kasabalarının güçlü adamları olan mütegalibeler ise bir başka olumsuz tipolojidir. Birden fazla karısı olan, içkiye düşkün, satın alamadığı idealist memurlara karşı karanlık işler çeviren bu türden adamlar, 1950 öncesi romanında da örnekleri görülen taşra derebeyleridir. Yakup Kadri’nin Panorama’sındaki Tahincizade Hacı Emin, okura Çıkrıklar Durunca romanının Sıddıkzade’sini hatırlatır. Çok partili hayatla birlikte nüfuzlarını iyiden iyi arttıran ve taşrada siyaset kurumunu da kontrol etmeye başlayan bu güçlü adamlar, iyiden iyiye güçlenip yerel politikacıları, memurları oyuncağı haline getirirler. Taşranın temel iki yerleşim yeri olan köy ile kasaba, yan yana yaşayan ama birbirinin durumu ile ilgilenmeyen iki birimdir. Enstitülü yazarların romanlarında köylü, kasabaya kuşku ile bakar. Orayı kendi saflığından yararlanan ağanın dostu sömürücü eşrafın ve köydeki imamın şeyhinin yuvası olarak görür. Kasabanın kendisine istenmeyen bir konukmuş gibi bakan muhafazakârlığı karşısında ezilir. O kadar ki köylü kadınları, dedikodu olmasın diye şehre değil kasabaya giderken iyice örtünür. Kimi zaman da köylünün kasabada bir tanıdığı vardır. Bir demirci veya başka bir el sanatkârı olan bu kişi üzerinden işçi-köylü yardımlaşması mesajı verilir. Köylü yeni bir işe girişeceği zaman yol yordam bilen bu kişiye danışır.

156

Doç. Dr. Ömer Solak

Köy enstitülülerin tezli romanlarında kasabalı kadınla köylü kadınlar da kıyaslanır. Taşra kasabaları, köylerden daha müreffeh ve modern imkânlara sahip oldukları halde kadının toplumdaki konumu itibariyle daha geridedir. Romanlarda kadın iffetinin göstergesini onun evine ve ailesine kapanmasında gören kasaba ahlâkına karşı çıkılır. Hâlbuki kadın, tabiat kanunları ile gelenekler arasına sıkışmaktan kurtarılmalıdır. Zorla evlendirilen kasabalı kızlar, kocalarını bırakıp kaçarlar. Köylerin ve kasabaların toplumsal kuralların sertliğinden ezilen kadınlarına devletin sadece resmi kâğıtlarda ve şatafatlı ama içi boş müsamereler ile yardım edemeyeceği fikri işlenir. Köylünün şehre bakışında ise ekonomik sebepler belirleyicidir. İş bulmak umuduyla şehre giden köylü, ilkin kendi hemşerilerini bulur. Hemşeri yardımlaşması ile şehre tutunan köylü, akrabalıkla veya hemşerilikle oluşmuş bir klan içinde köyde imiş gibi yaşar. Köyü ile bağını koparmayan köylünün amacı, belli bir birikim sağladıktan sonra köydekileri yanına getirmektir. Bu arada onun köyle şehir arasındaki gidiş gelişleri, köyünü de yavaş yavaş değiştirecektir. Her biri birer kasaba hüviyetinde olan Anadolu şehirlerinin merkeze bakışını da tıpkı köylülerde olduğu gibi otorite kavramı belirler. Ancak yine de kasabalılar, oraya köylüler kadar yarı kutsal bir güç vehmetmez ve daha gerçekçi bakarlar. Şehirler, onların çocuklarını okutmak, bir iş ve meslek sahibi yapmak istedikleri yerdir. Zira bilim, kalabalık, kazanç ve güç oradadır. Arada sırada gittikleri büyük kentlerin kalabalıkları kasabalıların gözlerini kamaştırır. Köy romancılığın şahıs kadrosu gibi konu yelpazesi de oldukça geniştir. Köye teknolojinin girmesi ve değişen sosyal ve tarımsal denge bu konuların önde gelenlerindendir. 1949’dan itibaren Türkiye’ye girmeye başlayan kırk bin traktör, Kemal Bilbaşar’ın öykülerinde, (Pembe Kurt [1953]); Talip Apaydın’ın (Sarı Traktör [1958]) adlı romanlarında anlatılır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

157

Sunullah Arısoy’un Karapürçek (1958) romanında Anadolu’nun ücra bir köyüne gönüllü giden İstanbullu bir öğretmenin eğitim savaşımı anlatılır. Roman, maden işçilerini ve cehaletin elindeki yoksul köylüleri bir arada anlatması ile bir ilki oluşturur. İdealist öğretmenin atandığı köye ulaşmak için bindiği trende tanıştığı maden işçilerinin kendi aralarındaki konuşmaları toplumcu romanın ezen-ezilen karşıtlını örnekler: “Hani o üç numaranın ayağı var ya, bokun boku bir yer dinine yandığımın. Hava yok yavu, namussuz kömür bir de damarlı. Boğulacağız yavu havasızlıktan. Sekiz saat be. Sekiz saat bu! Boru mu? Herif, it oğlu it, elini kıçına koymuş, gelmiş, neymiş, on vagon kömür çıkacakmış. Dalga geçiyormuşuz. Ulan Allahsız, bir halimize bak be!” (Arısoy, 1958: 45). Kent, kasaba ve köye dair gözlemlerin bir arada sunulması ve diğer toplumcu yazarlardan farklı olarak kasabanın olumsuzlanmaması romanın diğer dikkate değer taraflarıdır: “Bu kasabanın uyanışını her zaman sevmişimdir. Leblebiciler dükkânlarını açtılar mıydı, mesele yoktu. Kasaba uyanmış demekti. Kavrulmuş nohut kokusu, bir çalkantı sesi çarşı içine doğru yayılırdı. Nalbantlar, demirciler... Sonra okul çocukları... Çocukların sabahları okula gidişlerini seyrederken, ama her zaman, içim titrer benim. Nasıl yaşama sevinci dolu, bir ses çığlığıdır çıkardıkları... Nasıl koşuşurlar, gülüşürler... Kasvetsiz yaşamanın ta kendisi!” (Arısoy, 1958: 55). Köy Enstitülerce ortaya konulan roman ve öykülerde köy gibi mekânlara olduğu kadar, kasabalara ve kasaba merkezli kişilere de özel anlamlar yüklenir. Kasaba, merkezle köyler arasında bir ara geçiş noktasıdır. Ülkedeki büyük sömürü düzeninin aynısı, küçük yerel bir örneği kasabada kurulmuştur. Ülkenin egemen sınıfının o bölgedeki güç merkezidir kasaba. Köylü ise kasabanın hilelerinden korkar. Kasaba onun için karakol, dayak, işkence, hapishane demektir. Yabanıl doğa ile kasaba arasında yer alan köy, kasabanın erişebileceği, denetleyebileceği bir uzaklıkta olmak

158

Doç. Dr. Ömer Solak

istemez. Bununla birlikte kasaba, ağa, imam, muhtar vs. kanalıyla uzanır köylere (Moran, 1997:237-239). Kasaba bu haliyle merkezle köy arasında bir geçiş noktasıdır. Kasaba, aynı zamanda aydınların düşünceleri ile hükümet siyasetini büyük halk çoğunluğuna aktaran bir geçit yeridir. Yukarıdan gelen herhangi bir düşünceye karşı belirli bir tepki ve direnme kasabada doğar. Ancak kasaba, merkez tarafından şu veya bu şekilde bir fikir uğrunda hizaya getirildikten sonradır ki işler kolaylaşır (Karpat, 1962: 53). Dolayısıyla kasaba, kalıplaşmış düşüncelerin, donmuş inançların ve muhafazakârlığın yıkılmaz kalesidir. Refik Halit’in “Şeftali Bahçeleri”nden çok sonra İlhan Tarus’un Yeşilkaya Savcısı (1955) adlı eseri, , böylesi bir kasabada idealizmin statükoya teslim oluşunu işler. Mesleğinden ayrılan savcının yazarlığa soyunması gibi yazarının biyografisinden yakın ilgiler de bulunduran eser, kasabadaki güçlerle mücadele eden aydını merkeze alışı ile önem taşır. Köy Enstitülülerin ortaya koyduğu edebi çığır bu dönemde öylesine yaygınlık kazanmıştır ki, Enstitülü olmayan pek çok yazar da köy roman ve öyküleri yazmıştır. Bu dönemde bir kısmı enstitülü olmayan yazarların köy enstitülülerin köycü çığı içinde değerlendirilebilecek eserlerinden bazıları şunlardır: Şevket Süreyya Aydemir’in Toprak Uyanırsa (1963), Fakir Baykurt’un Amerikan Sargısı (1967), Yılanların Öcü (1959) ve Kaplumbağalar (1967); Yaşar Kemal’in Teneke (1955), İnce Memet (1955), Kemal Tahir, Sağırdere (1955), Körduman (1957), Yediçınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959), Kelleci Memet (1962), Fahri Erdinç’in Ali’nin Biri (1979), Cengiz Tuncer’in Hacizli Toprak (1960), Talip Apaydın’ın Sarı Traktör (1958), Yarbükü (1959), Kemal Tahir’in Rahmet Yolları Kesti (1957), Tarık Dursun Kakınç’ın İnsan Kurdu (1959), Refik Erduran’ın Yağmur Duası (1954) bu romanlardan bazılarıdır (Kaplan, 1997).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

159

Sonuç olarak enstitülü yazarların romanları Demirtaş Ceyhun’un da belirttiği gibi “sömürücü toprak ağalarına ve onların yardakçıları imamlara, muhtarlara karşı sömürülen yığınların haklarını savunan, onları örgütlemeğe çalışan öğretmenlerin kavgaları, dramları şeklinde kurgulanmıştır genellikle. Ve bu öykülerin de neredeyse hepsi, devrimi haber veren bir olayla” biter (Ceyhun, 1996: 59). Köy romanı çığırı bu hali ile 1940’lı yıllardaki ilk öncülü olan Toprak Kokusu’nun şablonunu aşamamıştır. Kısacası edebi bir akım sayılamasa da toplumcu çizgide bir çığır görünümü verdiği için tematik bir yönelim olarak kabul edilir. Köy edebiyatının bir diğer eksiği de köy meselesini yüzeysel bir ideolojik şematizm içinde görmesidir. Köyü, öğretmen-ağa-muhtar-imam kalıbında görmeleri bir süre sonra birörnekleşmelerine sebep olur (Mert 2010: 100). Tıpkı erken Cumhuriyetin kanonik taşra metinleri gibi dini ve geleneği, gerici unsurlar olarak görürler. Sahte dindarlar, yerel güçlerle işbirliği yaparak ezilen aleyhine işleyen statükoyu devam ettirirlerken, gelenek ve dinsel pratikler onların ellerinde birer oyuncak olmuştur. Öte yandan erken dönemin köye yönelik romantik tavrı, enstitülü yazarlarca sona erdirilmiş; köy, artık çok daha az romantik ve “gerçek” çizgilerle resmedilen bir yer haline gelmiştir.

160

Doç. Dr. Ömer Solak

Irazca’nın Dirliği’nde (1961) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi Köy Enstitülü yazarlardan olan Fakir Baykurt,40 yazarlığa, Mahmut Makal gibi, birtakım köy notları ile başlar. Yazarlığının başında tutturduğu köycü ve toplumcu tavrı, ömrünün sonuna dek devam ettirecektir: “Çalışan 40 bin Türk köyünün acısını, çilesini sesimizin yettiği kadar duyurmağa çalışalım, bu bizim için hem haktır, hem görevdir” diyen yazar, eserlerinin büyük bir kısmında bu önemli toplumsal alanı anlatır (Baydar, 1960: 42). Baykurt’un 1958-1977 yılları arasında yazılan, 9 romanının tamamı da köyü konu alır. Öyle ki yazar, sonradan “köy romanı” denilecek bu eğilime muhalif ve devrimci bir içerik kazandıran yazarların başında gelir. O ve diğerleri köylü, eşkıya, ağa, muhtar, taşra bürokratı, din adamı, kasabalı eşraf gibi bir köy romanı tipolojisi yaratır; folklorik ögelerden zengince yararlanan romantik bir tutumla popüler bir ilgi de sağlar (Timur, 2002:156). 40 Fakir Baykurt, 1929 yılında, Burdur’un Yesilova ilçesinde, Akçaköy’de doğar. Az topraklı altı çocuklu bir çiftçi ailesinin çocuğu olan Baykurt, ilkokuldayken babasının ölümü üzerine Nazilli’nin Ortakçı köyünde oturan dayısının yanına gider ve dağdan kaçak kereste indirme, kanal yapımı gibi işlerle çalışır. Burdur’daki köyüne geri dönünce ilkokulu bitirir, parasız yatılı olarak Isparta Gönen Köy Enstitüsü’ne gider, mezuniyetin ardından beş yıl köy öğretmenliği yaptıktan sonra; Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirir. Sivas ve Artvin’de ortaokul öğretmenliği yapar. Yılanların Öcü romanının yayımı üzerine öğretmenlikten alınıp, teknik Öğretim Müsteşarlığı’nda büro memuru yapılır. Cumhuriyet gazetesindeki yazıları yüzünden de bu defa Bakanlık emrinde alınır. 27 Mayıs 1960’tan sonra Ankara ve ilçelerinde bir süre müfettişlik yapar. Bir süre de Amerika’da mesleki yenilikleri takip etmek üzere bulunur. Dönüşünde sendikal faaliyetlere atılır. TÖDME ve TÖS’de genel başkanlıklar yapar (1965-1971). Bu dönemde bir süre de Milli Folklor Enstitüsü uzmanlığına atanan yazar, daha sonra Türkçe öğretmenliği ile Ankara’dan uzaklaştırılarak Gaziantep’e gönderilir. Ankara’ya ODTÜ’deki halkla ilişkiler ve yayın müdürlüğü görevi ile dönen yazar 12 Mart 1971 ihtilali ile bir süre hapis yatar. Türkiye’de çalışma olanağı kalmadığını anlayınca Federal Almanya’ya gider (1979) ve Duisburg’da “yabancı çocuk ve gençlerin teşviki ve bölgesel çalışma kurumunda” eğitim uzmanı olarak çalışır. Uzun yıllar burada edebi faaliyetlerini ve iş hayatını sürdüren Baykurt, emekliliğinin ardından rahatsızlanır ve 11 Ekim 1999’da hayata veda eder (Solok, 1998: 452).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

161

“Köyü anlatma ödevi”nin yerine getirildiği Irazca’nın Dirliği’nde köye ait sorunlara çözümler önerilirken; vaka, bu sorunların ve çözümlerin ifade edilmesi için bir vasıtadır sadece.41 Vaka ve onun içinde cereyan ettiği mekân ve zaman, onun aktörleri olan kişiler, daima eserin yüklendiği tezin tesiri ile araçsallaşır. Bundan en fazla etkilenen öge de şahıs kadrosudur. Baykurt, Anadolu köylüsünü sınıfsal bir mücadelenin içinde ele alır. Romanlarda sempati daima onlardan yanayken; antipati, köylüyü hor ve kendini ondan üstün gören, kentliye ve kasaba eşrafınadır. Bu olumsuz şahıs kadrosu içinde ağa ve onun köydeki işbirlikçileri muhtar ve menfi din adamı gibi köylüler de bulunur. Örneğin Irazca’nın Dirligi’nde “Şu köyün hiç olmazsa üçte bir tarlası elime geçmeli ki motor aldığıma değsin.”(Baykurt, 1959:172) diyen muhtar köyde hükümetin temsilcisi olarak köylünün işini kolaylaştıracağı yerde statüsünü kullanarak onun aleyhine çalışır (Mardin, 1992:68). Menfi din adamı da ikinci önemli olumsuz tiptir. Cumhuriyetin öncü toplumcu yazarlarından itibaren köylüyü kendi çıkarı için uydurulmuş dinsel kısıtlara mahkûm etmek isteyen softa tipolojisi yoğun bir şekilde işlene gelmiştir: Baykurt bu tipi biraz daha geliştirerek kendine özgü bağnaz kimliğine bürür. Bu 41 İlk baskısı Yılanların Öcü ile birlikte 1959 yılında Remzi Kitabevi’nden çıkan romanda Fakir Baykurt, Karataş köyü ve insanlarını anlatır. Yılanların Öcü’yle başlayan üçlemenin bu ikinci kitabında, yoksulluk konusu öne çıkarılır. Karataş, Türkiye’nin binlerce köyünden biridir. Dört yanı dağlarla çevrili bu köy, diğer bütün köyler gibi yokluk ve yoksulluk içindeyken bir yandan da vahşi bir güzelliğe sahiptir. Romanın asli kişisi Irazca genç yaşta dul kaldığından kadınlığını da bilememiş dertli bir kadındır. Geçim, çoluk çocuk derdi derken hiç gün yüzü görmemiş, üstelik köyün muhtarı Cımbıldak Hüsnü ile Haceli’yi ev yeri yüzünden düşman edinmiştir. Oğlu’nun aklı ve cesareti ile mesele halledildi sanılırken, muhtarın ve diğerlerinin kasabadaki tanıdıkları sayesinde bir oyun planladıkları çabuk açığa çıkar. Düzenledikleri entrikalar ile torunu Ahmet’e zarar verirler, oğlu Bayram da ölümden döner. Dayanaklarını bir bir yitiren Irazca’nın dirliği düzeni bozulur. Romanın sonunda gücün parayla ölçüldüğü bir dünyada ve işlerin kayırmayla, rüşvetle görüldüğü bir düzende yoksul köylülerin en acınası kişiler haline geliverdiklerine vurgu yapıılır (Baykurt, 1959).

162

Doç. Dr. Ömer Solak

tip, romanda cemaati cumaları bile toplayamayan Beytullah Hoca’nın şahsında inşa edilir (Baykurt, 1959: 137). Bu tiplerin ait olduğu edebi janrın içindeki yeri ve onlar üzerinden inşa edilen taşra algısına bakıldığında ise şöyle bir manzara ile karşılaşılır: Baykurt’un romanında merkezi mekân köydür. Kasaba köydeki ağanın ve muhtarın işbirlikçisi eşrafın, taşra bürokratının mekânı iken kent, uzak bir yerdir. Kentlere işi düşen köylüler, orada en başta giyim kuşamları ile yadırganırlar. Irazca, “Çuluyla çaputuyla, kaba dokuma önülceğiyle, çetili çarıklarıyle, köylü yürüyüşü ve bakışlarıyla” (1959:175) şehrin yabancısıdır. Şehirdeki hancı Irazca’yı köylülerin Cumhuriyet kurulduğundan beri üzerlerinden atamadığı önülcek yüzünden aşağılar, köylülerin yüz yıl da geçse adam olamayacaklarını söyler. (1959:176). Kentteki şehirlilerin hallerini birbirlerine “Beyaz gömleklerini giymişler, kravatlarını takmışlardı. Pabuçları sarı ya da ak boyalıydı. Yüzleri sakalsızdı. Bazıları tengerlek şapka giyiyordu.” (1959:94) sözleri ile imrenerek anlatan köylüler, kendi yoksulluklarının farkına varırlar. Öte yandan Anadolu köylüsünün geleneklere bağlılığı kente göre daha yüksektir. Özellikle muhtar, ağa gibi olumsuzlanan tiplerde bu bağlılık, tutuculuk seviyesindedir. Muhtar, oğlunun başı açık dolaşmasını istemez. Gelenek köylerde özellikle kadınları ezer. Okula gönderilmeyen ve zorla evlendirilen kızların çaresizliği köylerin bir başka yarasıdır. Ancak bu kötü düzenin farkında olanlar da vardır. Bayram, kadınların çektiği rezilliği görmektedir. Kadın, kol gücüne dayalı geleneksel tarımsal üretimde emeğinin karşılığını alamayan zavallı bir figürdür. Batıl inançlar köylülerin üzerlerinden atamadıkları geleneksel bağlardandır. Örneğin romanda köylüler, üzüm bağlarının kurumasını Kabil’in öz kardeşi Habil’i öldürmesine bağlarlar (1959:15). Bu inanışlar, köylüye doyasıya gülmeyi bile çok görür: Bayram bile “Bir adam o kadar gülerse sonunda ağlar.” diyerek sevincini dizginler (1959:48).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

163

Romanda köylü, sorunlarının çözümünde devleti etkili bir güç olduğunun farkındadır. Ancak devlet, köyde yerel mütegallibelerce kolayca kandırılan veya tabii kılınan memurları ile somutlaşır (1959:158). Kasabada ve şehirde ise devlet, seçim kredisine, cami yapımına, yüksek apartmanlara sorumsuzca para harcayışı ile kendini belli eder (1959:114). Memurlar, kasabayı mekân tutup köylere gelmez, kulüplerde, kahvelerde, oyun oynar, borçlanır ve yerel güçlerin oyuncağı oluverirler (1959:166). O saatten sonra yerel güçlerin köylüyü hizaya getirmek için kullandıkları bir paravandan başka bir şey değillerdir. Kasaba karakolları da sırf bu yüzden köylü için güven duyulmayan, korkulu yerlerdir (1959:89). Başka bir deyişle köylü için devletin varlığı ise kasabadaki ve şehirdeki memurları aracılığıyla hissedilir olur. Ne var ki onların içlerinde köylüye yakınlık duyan çok azdır. Anadolu insanı, kentli karşısında kendini aciz görür. Bu aczin temelinde kendi cehaletinin yattığını düşünür. Okuyamamış olmanın ezikliği ile çocuklarının cahillikten kurtulmasını ister. Ne var ki devletin eğitim kurumlarını köylünün ayağına getiremeyişi yüzünden bu isteği akim kalır. Çocuklar ekonomik imkânsızlıklarla ilkokuldan sonra okuyamazlar. Hâlbuki köylünün çetin doğayla mücadelesinde özellikle çiftçilik eğitimi elzemdir. Romanda Ağali, hükümete başvurup, köylerine okul yapılmasını isterken (1959:48-49); Bayram, çocuğunun okuyup yazabilmesini, hesabının kuvvetli olmasını ve rezillikten kurtulmasını hayal eder: “Biz köylük adamıyız. Köylük adamı demek kör demek. Hangi gapıdan girilip hangi gapıdan çıkılacak, bilemez demek.” (1959:97). Öte yandan muhtar, köylünün bilinçlenmesini istemediğinden okul isteğine olumsuz yaklaşır. Ona göre okumak, şehirli çocuklarla, zengin kasabalıların çocuklarına mahsustur (1959:49). Öte yandan kentliler arasında köylüye yakın duran, onun için bir şeyler yapmaya çalışan, bunun için yerleşik güçleri karşına alan olumlu aydınlara da rastlanır. Kasabada doktoru bu

164

Doç. Dr. Ömer Solak

insancıl tipe iyi bir örnektir. Bayram’la ilgilenir, köylük yerlerin halinden anlar bilir, sorunların halli için önerilerde bulunur (1959:180) Romanda olaylar akarken, detaylar içinde yeri geldikçe kimi zaman DP, kimi zaman başka sağ anlayışların köye yönelik uygulamaları tenkit edilir. Zaten particilik, taşranın onulmaz yarasıdır. Çok partili hayata geçişle köylü seçimlerde biraz hatırlanır gibi oluyorsa da oy verme bilincine ulaşamamış kitleler, kısa zamanda partizanlaşır; hepsi de ezilenlerden oldukları halde birbirlerine düşman kesilirler. Özellikle muhtar, partilerin taşra teşkilatları ile işbirliği yaparak çıkar temin ederken, karşılığında seçim zamanı köylülerin oylarını küçük çıkarlarla etkilemeye çalışır. Buna karşılık parti, muhtarın bankadaki kredisini yükseltir (1959:58). Ona tohum parası, motor kredisi, cami parası tahsis eder (1959:75). Bu yerel ilişkiler öylesine güçlüdür ki kaymakam bile muhtarla kavgalı olan Irazca ve ailesine yardım ettiği için parti başkanının çabalarıyla sürülmekten kurtulamaz (1959:188). Sonuç olarak Irazca’nın Dirliği, yazarın ait olduğu sosyopolitik tavrın tezlerini en iyi örnekleyen eserlerden biridir. Eser, şahıs kadrosundan zamana, mekâna, olay örgüsüne ve konu seçimine kadar tezini belirli bir kurgusallık içinde sunmayı bilir. Bu yönüyle ait olduğu köy edebiyatı janrının merkez-taşra ilişkisini en iyi örnekleyen eserlerinden biridir.

165

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

Merkez

Taşra

Taraflar

Kentliler, devlet Köylü, eşkıya, taşra bürokrasisi ve onun kökenli idealize aydın taşradaki uzantıları olan taşra bürokratları ve eşraf

Vasıflar

Taşrayı geri bulma, hor görme; yeniliği kentlerin dışına ulaştıramama, taşradaki eşitsizliğe kayıtsızlık

Çatışmalar

Köylere ilgisi söylem düzeyinde kalmış merkez ile yerel feodallerin yüzünden sorunlarını merkeze ulaştıramayan taşra arasındaki gerilim romanın temel çatışması olan ezen ezilen karşıtlığının yanında bir yan çatışma oluşturur.

Mekân

Kentler ve ona öykünen kasabalar

Bakış açısı

Anlatımda köylünün veya taşra kökenli idealize aydının perspektifi tercih edilir

Sonuç

Kasaba eşrafının, bürokratının, onlarla ilişkili ağanın, muhtarın ve geleneğin ezdiği köylüler, kendilerine daha ileri bir yaşam kurabilmek için yenileşmeyi kentlerin dışına ulaştıramamış devleti yanlarında bulamazlar.

Kültürümüzün ve folklorumuzun bozulmamış özünü muhafaza etme, eşit ve insanca bir hayat çabası

Köyler

Tablo 5. Romanda taşra-merkez karşıtlığını şekillendiren ilişkiler

2.1.2. Sosyalist Gerçekçi “Anadolu” Romancılığı 1960-1980: 1960-1980 yılları arasında köy meseleleri, -tercümelerle gelişen

166

Doç. Dr. Ömer Solak

Marksizm’in de etkisi ile- sosyalist gerçekçilikle birlikte ele alınır. Bu dönemde Enstitülü yazarların oluşturduğu birikim çok daha ideolojik bir düzleme evrilmiştir. Sosyalist gerçekçiler, yöresel lehçe ve şivelerle, gündelik yaşama dair ayrıntılarla sahiciliği bir çeşit “otantik gerçekçilik” yaparak sağlamaya çalışırlar. Kahramanlar da sadece erdemli köy öğretmenleri veya diğer idealist memurlar değildir. Artık şehirlerde, ırgatlık yaptıkları yerlerde veya bizzat köylerinde ezilen köylüler artık romanların başkişisidirler. Batıl inançlar, gelenekler, tarımda makineleşme, köylerin boşalması, işsizlik, fakirlik, göç, feodalizme tepkiler, idari yapıyı eleştiri gibi konularla tematik yelpaze biraz daha genişlemiştir. 1960’lara gelindiğinde “Türkiye’de 36 bin köy vardır” (Türkiye’de Toprak Reformu Semineri, 1968: 160) ve nüfusun çok büyük bir kısmı hala kırsalda yaşamaktadır. 1950 öncesinde toplumcu yazarlar için önemli bir sosyal konu kaynağı olan köy ve köylü sorunları ise çözülememiştir. Toprak hala en önemli sorunlardan biridir. Suat Aksoy, Türkiye’de Toprak Meselesi adlı kitabında büyük toprak sahiplerinin bu dönemde sanılanın aksine tarımla uğraşan toprak ağaları olmadığını söyler. Bunlar, 1924’teki büyük mübadelede gayrimüslimlerin arazilerine (Avcıoğlu, 1968: 171), sonraki dönemlerde de hazinenin veya köylülerin tapusuz, kadastrosuz arazilerine el koymuşlardır (Aksoy, 1969: 55). Köylerde tarımla uğraşmayan kasabalarda veya taşra şehirlerinde oturan eşraf veya esnaf zümresinden bu kişiler, toplumcu edebiyatın 1960’lardaki boy hedefleri olacaklardır.42 Suat Aksoy’a göre 1948’de 1750 olan traktör sayısı 1952’de 31 bine yükselmiş, “1948’den 1960’ların ortalarına kadar tam 12 milyon hektar mera tarlaya çevrilmiş”tir (Aksoy, 1969: 75). Meraların yok olması veya toprakların el değiştirmesi ile kırda tutunamayan insanlar, ellerinde kalan hayvanları ve toprakla42 1945’teki toprak reformu yasasına karşı çıkanlardan biri, 1920’lerden 1950’lere kadar CHP Eskişehir mebusu olan büyük toprak sahibi Emin Sazak’tır. Bunlardan bir diğeri de 1935’lerden 1950’lere kadar CHP mebusu olmuş Çukurovalı büyük toprak ağası Cavit Oral’dır. Oral, 1954 seçimlerinde de DP Adana mebusu olacaktır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

167

rı satarak kasabalara ve kentlere akmıştır. Henüz “gayrimenkul mülkiyet hakkı kavramı bile bilinçlerinde oluşmadığı için” de “varoşlarda boş buldukları ilk yerlere gecekondularını kurmuşlar” böylece de kendilerince konar-göçerlerin “ilk işgal hakkı”nı kullanmışlardır (Ceyhun, 1996: 101). Berna Moran, 1950-75 arasında yazılmış 15 kadar romanı ele alırken romancılığımızın bu dönemine Anadolu köy ve kasabalarından söz ettiği için “Anadolu romanı” adını verir. “Neden 1950’lere kadar ana sorunsal batılılaşma olarak kaldı, sonra sınıfsal içeri olan toplumsal bir sorunsala dönüştü? Cumhuriyet döneminde güdülen politika, zamanla sınıflaşmayı ve sınıf çatışmasını getirmiş ve böylece başka bir sorunsalın öne geçmesine neden olmuştur” (Moran, 1999: 7). Daha çok 1960 sonrası eserlerinden oluşan bu janr, enstitülü yazarların yalınkat figürlerini veya şematik vakalı romancılığındaki hatalarını tekrarlamaz. Moran, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde ve Eskici ve Oğulları (1962) romanlarını; Yaşar Kemal’in İnce Memed ve Dağın Öte Yüzü üçlüsünü bu janrın örnekleri arasında sayar. Bereketli Topraklar Üzerinde (1955) romanının bir ucu mitoslara giden (yuvadan ayrılış, savaşım ve dönüş) bir kurgusu vardır. Vaka kente giden ve cinlerle özdeşleştirdikleri şehirlilerle savaşan ve dönen köylülerin etrafında gelişir. Ne var ki üç köylüden yalnızca biri dönebilir köyüne. Orhan Kemal, köy romancılığının ezen-ezilen karşıtlığının mekânını köyden kente kaydırmış ve bir kentli-köylü karşıtlığına dönüştürmüştür. Romanda bu karşıtlık, köylülerden Yusuf’un “şehirliler beleş beleşine yaralı parmağa işemezler”, “şehir adamı yeyime alışkın olur”, “şehirlinin fendi, adamı yek ekmeğe muhtaç eder” gibi sözlerinde somutlaşır: “Şehirlinin suyuna gideceksin, ak dediğine kara demeyeceksin, rüşvetle besleyeceksin, yüzüne gülüp pohpohlayacaksın, hep tevekkül göstereceksin ve boynun eğri olacak. Başka bir deyişe aşağılanmaya razı olup, onurundan ödün vermeyi hiçe sayan bir tutum. Böyle davranırsan ayakta kalabilirsin, yoksa şehir seni ezer geçer.” Romanın sonunda bu öğütlere uyan İflahsızın Yusuf, şehirlilerin dünyasında gemisini yürütür ancak düzene uyma-

168

Doç. Dr. Ömer Solak

yan Pehlivan Ali, canından olur. Ne var ki Yusuf’un bu başarısı, aşağılanmayla, terslenmeyle, tokatlanmayla elde edilmiş bir başarıdır (Moran, 1999: 38-43). Kanlı Topraklar (1963) romanında Orhan Kemal, sırtını her devirde iktidara dayayan cumhuriyetin taşra mütegallibelerini hedef alır. Romanda kendi köklerini Osmanlı tımarlı beylerine veya Abdülhamit’in bir dönem kendine taşradan destek bulabilmek için bolca dağıttığı “sivil paşa”lıklardan birine bağlayan bu kişilerin otuzlarda türlü dalaverelerle toprakları nasıl ele geçirdiği anlatılır. Taşradaki asıl çatışmada köylü ile ağa değil, bu türden taşra zorbaları arasındadır. Yıllarca ektikleri toprakların tapusunu almak akıllarına gelmeyen cahil köylüler, mütegallibelerin dalavereleri ile topraklarının mülkiyetini kaybetmiş ve en sonunda jandarma marifetiyle topraklarından atılmışlardır. Bu yerel derebeyleri, devrin siyasi iktidarlarıyla kurdukları ilişkiler sayesinde devletten tarım kredisi ve traktör alarak topraklarına toprak, gelirlerine gelir katarlar. Alanın başarılı isimlerinden biri de taşraya pastoral ve epik bir gözle bakan Yaşar Kemal’dir. Taşralılar onun eserlerinde yer yer lirik ama dirençli bir söylemle anlatılırken taşra, salt bir mekân değil, pre-kapitalist ilişkilerden kopuşun, sömürü düzeninin ve örgütlenmemiş tarım işçilerinin yurdudur. Bu temaların hemen hepsini bünyesinde barındıran Teneke’de (1955); Çukurova’da üç kuruşluk kazançlarını her şeyin üstünde tutan çeltik ağalarının çevrede yaşayan binlerce köylünün sağlığını tehlikeye atması, Memed Ali ve Zeyno Karı gibi Sazlıdere köylülerinin onunla mücadelesi, idealist bir taşra bürokratı olan kaymakamın köylülerin safını tutması gibi ögeler, köy romanlarının bildik şematizmine düşmeden anlatılır. Orhan Kemal, kahramanlarını daha çok fabrika işçileri, küçük memurlar ve ırgatlardan seçerken; Yaşar Kemal köylüleri, aşiret beylerini, ve Yörükleri tercih eder. Onun gerçekçiliğinin adesesinde “simgeleşen ve arketipleşen” kır insanları, destansı bir havaya bürünürler. Başkaldırı temalı İnce Memed’de (1955)

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

169

haksızlığa isyan eden bir eşkıyanın giderek bir reformcu, hatta devrimciye dönüşmesi ve kendi kişisel öç alma isteğinin toplumsal gayelerle birleşmesi anlatılır. Yazarın köyü mekân seçen eserleri, köylerde temel sorunun üretim-mülkiyet ilişkisi ve buradan çıkan bir sömürü olmaktan öte; göçebelikten yerleşikliğe geçiş sorunları olduğuna işaret eder. Onun romanlarında kavgalar, aşiret mücadelelerinden veya kadın meselelerinden çıkar. Kemal Tahir’de ise köye ve köylüye bakış, bir batılılaşma karşıtlığı ve sosyalist gerçekçilikle beraber gider. Türk tarihine Marksçı bir yöntemle yaklaşan yazar, temel tezini Türk toplumunun Asya tipi üretim tarzı ile batı toplumlarının geçtiği evrelerden geçmediği ve onun batılılaşma modelinin bize uygun olmadığı düşüncesi üzerine kurar. Buradan bir Osmanlı idealizasyonuna varan yazar, köy ve kır insanlarını anlattığı anlatılarında öncü toplumculardan, enstitülülerden ve çağdaşı diğer sol yazarlardan çok daha farklı bir noktaya ulaşır. Onun öykü ve romanları kendi özgün tarihsel görüşlerinin kuramsal arka planı ışığında toplumun geçirdiği değişiklikleri saptamaktır. Üç Kemallerin dışında bu dönemde pek çok yazar da mekânını köyden seçen roman ve öykü kaleme alır. Ancak çok azı belli bir edebî değer taşıyan bu eserler, ideolojik kaygılarından dolayı dile ve anlatıma yeterince önem vermezler. Tip seviyesindeki kişilerin köylü şivesiyle konuşturulmaları veya köye dair birtakım detaylarla doldurmaları da başaralı bir köy anlatımı için yeterli olmamıştır. Sam Amca (1951) ile Samim Kocagöz, Harran’la (1973) Bekir Yıldız öykülerde devam eden sosyalist gerçekçiliğin izini sürerlerken; romanlarda Abbas Sayar’ın Yılkı Atı (1960), Talip Apaydın’ın Emmioğlu (1961), Yusuf Ziya Bahadınlı’nın Güllüceli Kazım (1965) Kemal Tahir’in Büyük Mal (1970), Ümit Kaftancıoğlu’nun Yelatan (1972), Ömer Polat’ın Saragöl (1974), Dursun Akçam’ın Kanlıderenin Kurtları (1975), Lütfi Kaleli’nin Haşhaş (1974), Yaşar Kemal’in Yılanı Öldürseler (1976) eserleri bu janrı örnekleyecektir (Özlük, 2009: 60).

170

Doç. Dr. Ömer Solak

Öte yandan sosyalist gerçekçi “Anadolu romancılığı”nın önemli bir başka çatışması da kent odağında gerçekleşir. Batı Anadolu’nun o güne dek her biri iri bir kasabadan farksız olan şehirleri 1950’lerden itibaren yaşanan yoğun iç göçle büyüyerek gecekondularla kuşatılmış ve bu da büyük kentleşme sorunlarını beraberinde getirmiştir. Daha çok toplumcu yazarlarca işlenen bu sorun, iki farklı şekilde kurgusal türlere akseder. Bir kısım yazarlar, kentleş(eme)me manzaralarına mizahi bir tutumla yaklaşırken; bazıları da kentleşmeyi kente gelen göçmenlerin gözünden anlatmayı tercih ederler.43 Kentleşme manzaralarına mizahi yaklaşanlar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz gibi yazarlardır. Bunlar toplumsal bozuklukları ve kente uyum sorunlarını gülmece öyküleri ve romanlarıyla çok geniş okur toplulukları önünde tartışırlarken köy romancılarından farklı olarak objektiflerini kent-kır çatışmasının kentlere ait kısmına çevirmişlerdir. Şaban Sağlık, Aziz Nesin’i “1980 öncesinde ve sonrasında köy ve kasaba sorunlarını mizahi bir dille öyküleştiren yazarlardan biri” olarak görür ve yazarın Şehirden İndim Köye adlı kitabının böylesi taşralı öyküleri anlattığını belirtir (Sağlık, 2008: 149). Ona göre Nesin, “ formaliteyle bürokrasiyle, üne susamış fırsatçıyla, kültürü yüzeyde kalmış aydınla iki yüzlü ahlakçıyla alay eder”. Ancak onun asıl hedefi, politikacıyla türedi zengin sınıfının yozluğunu deşifre etmesidir (Karpat, 1962: 61). Özetle bu dönemin eserlerinde taşra, enstitülü yazarlar ve onları takip edenlerce tozlu, çamurlu yollar, ıssız istasyonlar, ışıksız kasabalar, elbiseleri lime lime olmuş yoksul köylüler ve cahil insanların yaşadığı yerler olarak çizilmiştir. Bu romanlarda idealist öğretmenler, taşra kökenlidir. Yazarla, köyleri ve köylüleri sömüren güç ilişkilerini iyi bildikleri için içeriden bir anlatım yakalarlar. Enstitülü yazarlarca açılan bu “köy edebiyatı”, başlangıçta yoğun ilgi görürlerken; altmışlardan sonda kırdan kente göç, gecekondulaşma ve artan politik çatışma ile kısa zamanda konu alanını genişletecek ve bu dağılma da onun sonunu getirecektir. 43 Bu ikinciler, çalışmanın “Göçmenlerin Merkezleri ve Taşraları” başlığı altında ele alınmştır.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

171

2.2. Göçmenlerin Merkezleri ve Taşraları II. Dünya Savaşı koşullarının taşrada biriktirdiği tepki, çoğunluğu Batı Anadolulu esnaflarına ve toprak sahiplerine dayanan DP’yi başarıya ulaştırır. Taşra muhafazakârlığını yoğun bir anti-komünist söylem ile birleştirerek kullanan bu hareket, taşra kökenli politikaların da cumhuriyet tarihindeki ilk galibiyetidir.44 Laçiner’e bu durumu şöyle özetler: “…çok partili rejime”/“demokrasi”ye geçişle, DP ile ve büyük çoğunluğu ile onun etrafında siyaset sahnesine çıkan ve oy ağırlığı ile 1970’lere kadar ülkede iktidarı belirleyici bir rol oynayan taşranın bütün bu dönem boyunca ideolojik, politik atmosferinin temel bileşenlerinden biri bu otantik katkılı taşra antikomünizmidir. (…) zaten fazla derinlikli olmayan taşranın dar siyasal ufkunun iyice boğucu hale gelmesi; taşrayı bu haliyle yörüngesinde tutmanın rantına ve kolaylığına kapılmış bir DP’nin demokratik bilinç, düşünüş ve davranışı geliştirme yolunda adım atmayı boşvermesi 1950’li yıllar taşrasında demokrasinin partizanlıkla eşitlenmesine varan bir siyasal ortam oluşturdu.” (Laçiner, 2005: 25). Öyle ki taşranın bu tavrı, Kore Savaşı gibi dış politik unsurlarla milliyetçi bir söylemle de birleşecektir. Tek parti devletçiliğinden çıkıp serbest piyasa denemelerine girişen parti, önce sermaye birikimi sağlaması gerektiğinin farkındadır. Bu yıllar, “Her mahalleye bir zengin” sloganıyla kentli çalışanların tepkisine rağmen burjuvazinin yüceltildiği, siyasi literatüre sağ-sol gerginliğinin girdiği, tarımda makineleşmenin yaygınlaşması ile köylerin taşıyamadığı nüfusun kentlerin çeperine yığılmaya başladığı yıllardır. Aynı yıllarda pek çok devletin sorunu olan kentlere yığılma ve bunun getirdiği barınma ihtiyacı Türkiye’de çarpık yapılanmalar şeklinde palyatif çözümlerle geçiştirilmiştir. Üstelik halkın “gecekondu” adını verdiği bu yapıların kentlerin etrafını 44 Kuşkusuz bunda II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin “hür dünya” yanında yer alma kararı ve bunun getirdiği devletçi olmayan model de etkilidir.

172

Doç. Dr. Ömer Solak

kuşatması sadece bir yapılaşma sorunu da değildir: Türkdoğan “gecekondu yerleşiminin, yabancılaşmaya ve altkültür alanı olarak karşıt-kültür alanlarının oluşmasına neden olduğunu belirtir (…) Gecekondu kolonileşmeleri şeklinde ‘yoksulluk kültürü’ oluşturduklarını” ifade eder (Türkdoğan, 1974. 11). Öyle ki kente kayan kırsal toplumun kapalı yapısı toplumsal dönüşümü yavaşlatacak ve zamanla marjinalleştirecektir. Kentlerin içine girdiği bu yeniden yapılanma süreci kent içinde heterojen pek çok kültür adacığı yaratacaktır: “Kentlileşme sürecinde üç tür insan vardır. Birincisi kır insanıdır. Kır insanının ekonomik değeri bir ögelidir. Yalnızca kırsal ögeler hâkimdir. Sosyal mekânı da aynı şekilde bir ögelidir. Sürecin diğer ucundu ise kent insanı vardır. Kent insanı da ekonomik ve sosyal değerler açısından sadece bir ögeli olup sadece kentin sosyal ve ekonomik özelliklerini yansıtmaktadır. Üçüncü tür insan ise kentlileşen insandır. Kentlileşme sürecinde bulunduğu yere göre değişen oranlarda hem kent ekonomik değerlerini hem de kır ekonomik değerlerini içerir. Kentlileşme sürecindeki geçiş insanı kırsal özelliklerinden arınıp kent insanına yaklaştıkça ekonomik ve sosyal mekânı iki ögelilikten sıyrılıp bir ögeliliğe dönüşecektir.” (Kartal, 1983: 23). Taşra, çok merak ettiği kentin başucuna kadar gelmiştir ama karmaşasında kaybolmaktan ve “birey”leşmekten çekinmektedir. Buna karşı bulduğu çare, kent içinde kırsal sosyal ilişkiler ağı ile yaşayan topluluklar oluşturmaktır. Geldikleri köylerin adını verdikleri mahallelerle, köy kahvehaneleriyle aynı işlevdeki hemşehri dernekleri ile kente eklemlenmeye direneceklerdir (Eren, 2008: 1). Altmışlı yılların sonunda orta ve kuzey Anadolu’dan, yetmişlerin sonunda güneyden, seksenlerde ise güney doğudan gelenler, büyük kentsel mekanın içinde akrabalık, hemşerilik ve komşuluk ağları yaratırken, kimliklerini bu ağlar sayesinde koruyabilirler. Nitekim zamanla bu bölgesellikler, İstanbul’da yeniden işlenip, Anadolu’ya dağılacaktır. Mahmut Tezcan 1950 sonrasında kadını toplumsal ortamda inceleyen çalışmaların köylü, kasabalı, gecekondulu ve kentli ka-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

173

dın olarak dört grup gözettiğini belirtir: Bunlardan ilki olan köylü kadın, tam bir kır insanıdır, ailenin tarımsal üretimine tüm gücüyle katılırken emeği, hiçbir zaman değerlendirilmez. İşgücünün ev işlerine ve eve bağımlı olması nedeniyle ve kasabanın çok sıkı toplumsal denetimi sebebiyle kasabalı kadın, köy kadınına oranla daha kapalı ve tutucudur. Daha çok kasabın, berberin karısı olarak kocasının statüsü ile anılır. Gecekondulu kadın, hem geleneksel alışkanlıklarını sürdürür, hem de kentsel yaşama ayak uydurmaya çalışır. Temizlik işçiliği, çeşitli kurumlarda müstahdemlik gibi işlerde kısmen çalışır. Davranışları ve beğenileri itibariyle köylülükten kopamamışken, kentli olmaya çabalar. Kentli kadın ise hizmet sektöründe veya kamuda çalışırken (1990 yılında % 30.5) hem ev kadını, hem de çalışan kimliklerini uzlaştırmaya çalışır (Tezcan, 2005: 68). Daha çok, bürokrasinin alt ve orta katmanında yer alan bu kadınlar, orta veya yüksek tahsillidir. Bu özellikleri nedeniyle aile içi ilişkilerde statüleri yükselmiş, topluma katılımları artmış, bağımsızlıkları kısmen de olsa gelişmiştir. 1950’lerde başlayan büyük toplumsal yer değiştirmelerin neden olduğu değişim, edebiyata da aksetmekte gecikmez. Yaşanan kentleşme, sanayileşme olguları köy edebiyatını yavaş yavaş silecek; gecekondulaşma, kenar mahalle insanlarının yaşamı gibi konulara odaklanan bir edebiyat onun yerini almaya başlayacaktır. Aslında anlatılan yine köylülerdir ancak bu kez onların yaşadıkları yeni ortam olan kentlerin çeperlerindeki konumlarıdır. Kır insanları, kentlerin kenarlarına yılınca, kent-kır çatışması yerini merkez-çevre çatışmasına terk etse de çatışan yine kent değerleri ile kır değerleridir. Roman ve öykülerde ise kente intibak ve sınıf atlama çabaları, yoksulluk, işçilerin sorunları, kadınlar ve kızların kimlik arayışları, siyasal eylemler gibi konular ele alınır. Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür, Füruzan, Sevgi Soysal, Tomris Uyar gibi yazarlar, anlatılarının eksenindeki kişinin psikolojik derinliğini ihmal etmeden onun toplumsal bir mücadelenin içinde konumlandırarak bireyin toplumla ilişkisi, toplumsal değişimler, cinsellik gibi konulara yönelir ve yerleşik yargılara karşı çıkarlar.

174

Doç. Dr. Ömer Solak

Bu konuların daha çok kadın yazarlarca ele alınması, Türkiye’de kadının toplumsal konumu ile yakından ilişkilidir. 1960’larda kadın hala ikinci sınıftır. Hayata erkek ayarında katılamaz. O, hala hislere hitap etmek ve onu bütünlemek için vardır. Kendi başına bir varlık gösteremez. Kadının toplum içindeki bu durumu, kimi zaman kentli aydın kadın yazarlarca ideolojik bir sorumluluk olarak; kimi zaman da ikinci kuşak göçmen kadın yazarlar kuşağı tarafından otobiyografik bir tecrübe olarak işlenmeye başlanır. Kadın yazarın kalemi ile göründüğü bu dönemde, her kesimden kadının toplum içindeki statüsü, sorunları ele alınmaya başlanır. Eleştirmenlerce kimi zaman ‘kadın duyarlılığı’ ifadesiyle olumsuzlanan bu tavır, aslında sosyopolitik konulara bir birey olarak kadın gözüyle bakışı ifade eder. Bu bakışta aynı zamanda bir “kadınlık bilinci” oluşturmaya çalışan feminist bir duyarlılık da vardır. Bir kısmı 1970 öncesinde eser vermeye başlamış Füruzan, Ayhan Bozfırat, Tomris Uyar, Selçuk Baran, Nazlı Eray, İnci Aral gibi isimler, kadının özgürleşmesini, onun psikolojisini yer yer itirafa varan bir yalınlıkla anlatır. Evliliği, cinselliği, işi, çocukları, toplumsal statüsü arasında sıkışıp kalmış kadını, kahraman anlatıcı ağzından ve iç dünyasının tüm deriliği ile anlatırlar. Tanzimat’tan bu yana kadın yazarların aile ve ahlak değerlerini önceleyen temaları yerini daha özgürlükçü bir söyleme bırakır. Böylelikle modern Türkiye’de tahsili, kültürü ve işi ile bir yere kadar benliğini bulabilmiş taşralı kadın da, kentin varoşlarından merkezinde akıp giden hayata imrenerek bakan taşralı kadın da öykü ve roman kişisi olur. Gecekondu yaşantısına gerçekçi dikkatlerle bakan bu birikim, 1960’lar ve 70’lerde yerleşik düzene karşı, kentin kenarından keskin eleştiriler yönelten sol akımlarla da yakın temas içindedir. Meral Özbek’e göre 1980’lerden itibaren Özal gibi yeni kuşak siyasi liderler, gecekondu kitlelerinin büyük oy potansiyelini fark edip onlara “kur yapmaya” başladılar. Kentlerin entegre olamamışları, “yürütülen sağcı popülist” politikalarla sağ muhafazakar

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

175

ANAP’ın en önemli desteklerinden birini oluşturdu. Öte yandan sol siyaset de arabesk kültürü kaderci bir bakış açısını geliştiren yanlış ve kolayca yönlendirilebilecek bir bilinç veren ve toplumsal protesto unsurunu bütünüyle yoksun” bulduğu için mesafeli idi (Özbek, 1999: 177, 182). Öte yandan köy edebiyatının taşradaki insanı anlatırken yakalayabildiği gerçekçilik tecrübesi, kentteki taşralıyı anlatırken de kullanılacaktır. Öte yandan Kayahan Özgül’e göre köy kökenli insanların anlatıldığı romanlar, mekân bir şehir bile olsa bir köy romanıdır. “Köylülük köyde kazanılsa dahi, onu korumak için köye ihtiyaç yok. Bu sebeple, aslolan mekân ve coğrafyadan çok, insan ve gelenek içinde kemikleşen kişiliğidir. Köy romanı da –bütün romanlar gibi- bir mekân değil, o mekânı paylaşan insanların ilişkilerini anlatır. O insanlar ve insan ilişkileri köy dışında da aynen yaşayabiliyorsa, onların romanı da köy romanı olmalı”dır. Yine Özgül’e göre “gecekondu romanı” da “köy romanı”nın çatısı altına girer. Gerçi “toprak yoktur, fert toprakla uğraşmaz, ağanın yerini patron almıştır; ama yine de tarım toplumundan gelmenin bütün şuuraltını aynen koruyan kahraman, şehirde bir toprak adamı şuursuzluğu ile” yaşamaktadır (Özgül, 1998: 281). Orhan Kemal’in İstanbul’a “ilişmiş” göçmenleri anlattığı Gurbet Kuşları (1962) romanı, yazarın köy romancılığı tecrübesinin birikimini göç olgusunu işleyen romanlara çok güzel taşıyabildiğini gösterir. Romanda göçmenlerin uyum sorunları, kentlilerin horlayıcı bakışları, kentte doğan ve kimlik arayışı içinde olan ikinci kuşakla yaşanan çatışmalar başarı ile işlenir (Akboğa, 2009: 26). Orhan Kemal’in taşra kökenli “küçük insan”ı kâh taşrada, kâh kentte yozlaşma ile sömürünün çarkları ile mücadele eder. Yazarın gecekondulaşmanın başladığı dönemlerde ırgatlıktan işçiliğe, köylülükten gecekondululuğa geçen kahramanları, hiç tanımadıkları bu yeni ortamın güçlü ve ezici ilişkiler ağı içinde birbirlerine sığınmaya çalışırlar. Murtaza’nın (1952) taşralı kahramanına göre kent, zenginlerin yeridir:

176

Doç. Dr. Ömer Solak

“Evler, köşklerle apartmanlardan pek çoğunun pencereleri bol ışıklarla apaydınlıktı. Bahçelerde kadın erkek kımıltıları… belliydi ki, poker, bezik, tavla oynuyorlardı. Varsın oynasınlardı. Yoktu kimseye zararları. Çalışmış, kazanmış, Bu köşk ve apartmanlara alınlarının teriyle sahip olmuşlardı. Cenab-ı Allah çalışana verirdi. (…) Çalıştıkları için cenab-ı Allah’ın bol bol verdiği sevgili kulların asfalt caddesine çıkacaktı. Üstlerdi onlar” (Orhan Kemal, 2000: 22). Yazar, Cemile (1952) romanında ve Grev (1954) adlı öykü kitabında kentteki taşra kökenli işçilerin sorunlarına eğilir. Şehrin işçi mahallelerinde sosyal yaşam şehirden çok köye yakındır. Kentlilerin onları aralarına almaktaki isteksizlikleri, onların uzaktan şatafatlı hayatlarını seyrettikleri varsıllarla kendi yoksullukları arasındaki uçurum, kent yaşamına katılmalarını engelleyen geleneklerin idare ettiği ilişkiler ağı gibi başlıklar, kentkır çatışmasının alt konuları olarak öne çıkar. Savaşı sonrasının toplumcu yazarlarından İlhan Tarus da eserlerinde mekân olarak kalabalık kentlerin kenar mahallelerini seçer. Daha ziyade kentle kasaba arasında gidip gelen insanlar üzerinden bu iki mekân arasındaki bağı inceler. Özellikle Apartman (1956) adlı öykü kitabında cumhuriyetin genç başkentinin yeni oluşmaya başlayan memur aristokrasisini, kentli burjuvazisini tenkit edecek, Ankara’da yeni oluşmaya başlayan gecekondu mahallelerini anlatacaktır. Sevgi Soysal, Yürümek (1970) romanında Ankara’da Samanpazarı mahallesini anlatırken, bir taşra kasabasının yavaş yavaş kentleşmesi, kent haline gelmesini öyküler. Romanda Elâ ve Mehmet’in büyüme süreci ile Cumhuriyet başkenti Ankara’nın değişimi ve gelişimi birbirine paralel olarak “yürür” (Yüce, 2008: 487). Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973) ise yazarın kent ve kentlileşme ile ilgili bir başka eseridir. Romanda kentleşme ile birlikte insan ilişkilerinin değişmesi başarıyla ortaya konur. Küçük burjuva kökenli Doğan ile ve gecekondulu Ali, sınıfsal aidiyetlerini çok açık vurgulayan mekânlar içinde betimlenir sıklıkla. Yetmişlerin sosyalist yazarlarının gözde “öteki”si olan küçük burjuva aydınları-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

177

nın ezilenlere uzaklığı “Doğan, Ali gibilerin kendi sınıflarından olmayan biri evlerine geldiğinde kasıldıkların, ne yapacaklarını şaşırdıklarını sanırdı” gibi keskin cümlelerle vurgulanır. Kemal Karpat’a göre ise gecekondulaşmayı işleyen romanların en büyük eksikliği, -biraz da köy romancılığının basmakalıp ezen-ezilen şematizminden kurtulamadıkları için- meseleyi bir tek yönlü görmüş olmalarıdır. Mesela bu yazarlarca şehrin kenar mahallelerinde yaşayan mutedil ve zevk sahibi insanların taşra türedi zenginlere karşı tutumlarını anlatımı edilmiştir. Onlar arasındaki kültürel mücadele, sonunda kim galip geleceği ve kimin yaşam tarzının hakim olacağı ilginç tematik kanallar açabileceği halde bu durum görülememiştir. Gerçi kentlerin kenarlarındaki kitlelerin 1970’lerden itibaren yerleşiklerce kaderci ve yoz bulunan kültürleri, değer yargıları ve insan ilişkileri edebiyata konu edilir. Ancak bu bakışta göçmenlerin bakış açısı perspektifi hakimdir: “Yoksulluk, yerinden yurdundan kopmuşluk, mahrumiyet ve kentsel yaşamının insafsız günlük döngüsü” toplumsal eşitsizlikle ve sınıf yükseltme iştiyakı ile karışmıştır. “Modernleşme, sunduğu olanaklarla bir yandan baştan çıkarıcı; bir yandan da yol açtığı köklerinden kopma ve yalnız kalma gerçeği ile yabancılaştırıcıdır” (Özbek, 1999: 173, 175). Kente gelenlerin anne babaları gibi olmak istemeyen çocukları bir kimlik arayışına girerlerken farklı insan tipleri ve kimlikleri ortaya çıkar. Kimi tahsil yapmayı, keskin ideolojik tavırlar benimsemeyi bir çıkış olarak görürken; çok daha geniş bir kitle ise kent ve kır arasında kalmış zevkleri ve anlayışları ile bir ara geçişi temsil edeceklerdir. Kentliler tarafından yadırganan bu yeni kitle, merkez ile çevre arasında alttan alta devam eden bir gerilime sebep olur. Kırkyedililer’de (1974) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi Hiçbir sanatçı edebiyat tarihi denilen bütünden soyutlanarak yorumlanamaz. Füruzan’ı ve onun öykülerini de 1970’li yıllar öykücülüğü ve sosyopolitik ortamı ile birlikte değerlendirmek gere-

178

Doç. Dr. Ömer Solak

kir. Yazar odaklı bir eleştiri yöntemi ile incelendiğinde Füruzan öykücülüğünün kendini daha iyi açacağı söylenebilir. Zira Füruzan’ın öykülerinde döneminin Türkiyesinin ve yazar olarak kendi kimliğinin verimleri çokça bulunur. “Birinci öğretmenim annemdi, ikinci öğretmenim kentimdi” (Füruzan, 2008) diyen yazar, öyküleri ile kendi biyografisi arasındaki paralellikleri ortaya koyar.45 “70’li yıllarda en çok dikkat çeken üç kadın yazardan biri olarak Sevgi Soysal ve Adalet Ağaoğlu’yla birlikte anıl”an Füruzan, gerek romanlarında gerekse öykülerinde çocukları ve kadınları anlatır (Şafak, 2007:4). Yetmişlerde yayımlanan Parasız Yatılı (1971), Kuşatma (1972), Benim Sinemalarım (1973) gibi ilk öykü kitaplarında çoğunlukla kentteki kalabalık içindeki kadının tedirginlikleri, birey olma süreçleri işlenir. Necip Tosun’a göre bu ilk eserlerin tematik yapısını üç başlık belirler: “İnsani sıcaklık, dönemsel tanıklık/değişim ve yoksul ailelerin var olma serüveni” (Tosun, 2006). Ancak yazar, diğer yazarların çoğunda olduğu gibi “kentli aydın kadın”ı değil, kente taşradan gelmiş yoksul kadınları veya kızları seçişi ve onları belirgin bir sevecenlikle anlatışı yönüyle Orhan Kemal geleneğine yakın durur. Kent bağlamında ailenin dönüşümü denilebilecek bu durum, kırsal ailenin kentsel aileye dönüşmesi sürecinde mahremiyetin, ailede kadın-erkek, 45 Baba tarafı, yaklaşık 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Balkanlar’dan göç eden İstanbul’da Kasımpaşa’ya yerleşen bir aileye dayanır. Annesi ise iki yüz yıldan beridir İstanbulludur. Füruzan, 1932’te İstanbul’da doğar, Yalova Demir Köyü İlkokulu’ndan mezun olur ancak esnaf olan babasını kaybedince öğrenimine devam edemez ve onun için kendi kendini yetiştirme süreci başlar. Bir süre Küçük Sahne’de tiyatro oyunculuğu yapan yazar, 1958 yılında karikatürist Turhan Selçuk’la evlenir. Füruzan’ın ilk öyküsü “Olumsuz Hikâye”, 1956’da Seçilmiş Hikâyeler’de yayımlanır. O dönemde Türk Dili, Pazar Postası, Dost, Papirüs ve Yeni Dergi öykülerini yayımladığı yerlerdir. 1975-76 yılları arasında bir sanatçılar programının davetlisi olarak gittiği Berlin’de bir yıl kalarak göçmen işçiler ve sanatçılarla röportajlar yapar. Bu deneyim onun Almanya’ya giden göçmenlerin meselelerine ilk eğilen yazarlardan olmasına sebep olur. Almanya incelemelerinden sonra da göçmen ve gurbetçi işçi sorunları üzerinde duran yazar, aynı çevreyi konu edinen Bekir Yıldız gibi yurtdışında çalışan göçmen işçilerin yaşamını anlatan eserler yazar. Yazar bu dönemde özellikle ikinci kuşak göçmen çocuklarının sorunlarına eğilir. 1970’lerin sonuna doğru anlatılarını kendi çektiği filmlerle sinemanın diline de taşımayı tercih edecektir (Füruzan, 2001).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

179

anne-çocuk, dede-torun ilişkilerinin gevşemesi gibi sosyolojik süreçleri de içerir (Aydın,2009: 108). Sosyalist feminist teori düzleminde incelendiğinde onun romanlarında kadın karakterler, kimlik bulmada sorunlar yaşarken “yoksunluk”, yoksulluk” gibi kısıtlar içinde bireyselliklerini ortaya koymaya çalışırlar. Yazarın gözleme dayalı ve vakası az anlatılarında bastırılmış özlemleri ve düşleri ile kentin katı gerçekleri arasında sert çelişkiler yaşayan göçmenler, gerçek sevgiye ve insan yerine konmaya gereksinim duyarlar sürekli. Roman ve öykülerinde genellikle dünyayı dul, yoksul ve güzel annelerin küçük kızlarının bakış açısıyla vermeyi tercih eden Füruzan, bu tercihle değerlerin değişmesini ve yaşamın trajik yanlarını çocuksu bir netlikle duyumsatmaya çalışır. Mahmut Tezcan’a göre Füruzan’ın anlatılarında sosyolojik grup olarak köylü/kasabalı ve kentliler değil daha çok gecekondulu (kadın)lar anlatılmıştır. Kente göçle birlikte statüsü değişen, aile içi ilişkilerde erkekte toplanmış olan mutlak otoritenin çözülmeye başlaması ile kendini bir birey olarak fark eden bu kadınlar, onun anlatısının odağında yer alır. İlk öykülerinden olan “Taşralı”dan itibaren kentte kimliğini arayan taşralılar bir anlatı kişisi olarak vakaların ortasındadır (Füruzan, 1968). Köy ağası ile birlikte olmaya zorlanan on üç yaşındaki köylü kızlar (“Nehir”); zenginlerin sofralarındaki besleme/hizmetçi kızlar ve burjuva ikiyüzlülükleri (“Günübirlik Adada”); para karşılığı erkeklerle yatıp yoksul ailesine yardım etmeye çalışan gecekondulu kızlar (“Benim Sinemalarım”) bütün psikolojik derinlikleriyle ortaya konur (Özmen, 2008: 24). Kırkyedililer’in tematik çerçevesi de Fürüzan öykülerinde işlenen temaların uzağında değildir. Altmış sekiz kuşağının siyasal mücadelesini anlattığı bu eserinde yazar, altmışların Türkiye’sine, egemen anlayışlara ve aile kurumuna ağır eleştiriler getirir. Taşra kökenli bir genç üniversite öğrencisinin kentte kimlik arayışı üzerinden merkez-taşra, merkez-çevre, ezen-ezilen, ilericilik-gericilik gibi karşıtlıkları anlatır.

180

Doç. Dr. Ömer Solak

Berna Moran, “romancı romanı yoluyla bir şeyler söylemek istiyorsa, tezli bir roman yaratmak dileğindeyse bunun bir yolu tiplerle bağı kurmak, söylemek istediklerinin anlamını onlarla dile getirmektir” sözleri ile tipin toplumsallığına dikkat çeker (Moran, 1982: 95-104). Füruzan da Türkiye’de her kuşağın kendi şartları içinde bir kaderi, buna koşut bir dramı ve her dönemin kendine özgü bir tipi olduğunu düşünmektedir. Anadolu idealizmini öne çıkaran 1940’lı kuşak, siyasal bölünmeyi yaşayan ve köye yönelen 1950’li kuşak, siyasi kamplara ayrışmış 1970’li kuşak ve edilgen bir bireyselliğe yönelen 1980’li kuşak gibi... Kırkyedililer’de ise altmışların sonunda safça ideallerle ülkelerini ve dünyayı değiştirmeye kalkan 68 kuşağının devlete, egemen güçlere ve davalarını sahiplenmeyen “atalet içinde”ki topluma çarpışları işlenir.46 Romanı diğer “12 Mart romanla46 1974’te Bilgi Yayınları’nca yayımlanan Kırkyedililer, 1975 TDK Roman Ödülü’ne değer görülmüştür. Roman, 12 Mart 1971’deki siyasi tutuklamalarda arkadaşları ile birçok işkenceler yaşandıktan sonra serbest bırakılan ve Teşvikiye’deki apartman dairesinde yaşamaya başlayan Emine Semra Kozlu’nun geçmişi hatırlaması ile başlar. Anne ve babasıyla Erzurum’da geçen çocukluğundan başlayarak, bütün yaşamını, hatırlamaya başlar. Cumhuriyet idealleri ile yetişmiş ilkokul öğretmeni anne ve babanın disiplini altında Emine, ablası Seçil ve erkek kardeşi ile yaşamaktadır. Lise son sınıf öğrencisi Seçil, kendinden yaşça büyük ve evli Ertegün üsteğmene âşık olunca ondan uzaklaşması için İstanbul’a anneannesinin yanına gönderilir. İstanbul’daki üniversite öğrenciliği sırasında zengin bir avukatla tanışıp evlenen Seçil, İzmir’e yerleşir. Varlıklı kocasının sunduğu imkânlarla İzmir sosyetesine karışmış, tam bir burjuva olmuştur. Emine ise İstanbul’da sosyoloji okumaya başlamıştır. Altmışlı yılların sonunda kendisi gibi 1947 ve civarı doğumlu arkadaşları ile sol öğrenci gruplarına katılır. Bu gruplarda tanıştığı Karslı Haydar ile fikir birlikteliği ile başlayan ilişkisi aşka dönüşür. Altmışlı yılların sonunda öğrenci faaliyetleri eylemlere dönüşmeye başlamıştır. Ne var ki 12 Mart 1971 yılında ordunun müdahalesi ile Emine ve diğer kırk yedililer tutuklanırlar. İşkencelerle hırçınlaşan gençler, zayıf görünmemeye, türküler söyleyerek morallerini yüksek tutmaya çalışırlar. Nihayet Emine’nin tutukluluk günleri bitip dışarı çıksa da aklı hiçbir haber alamadığı Haydar’dadır. Hapisten çıkınca artık Ankara’ya yerleşmiş ve her biri kendine bir sosyal faaliyet veya hobi bulmuş anne ve basının evine değil, Teşvikiye’de tuttuğu bir dairede yaşamaya başlanmıştır. Aynı ailenin iki kızından biri olan Emine, topluma başkaldırmış, yaşadığı bütün olumsuzluklara rağmen, hayatla bağını yeniden kurmuştur. Seçil ise etrafını kuşatan burjuva kısıtları içinde bunalıma sürüklenir ve intihar eder. Bir gün Emine’nin evine Haydar’ın ertesi gün Almanya’ya işçi olarak gidecek olan ağabeyi gelir. Emine’nin içini nedensiz bir sevinç ve canlılık kaplar, yemek yapar. Her şeye rağmen yaşam ona gülümsemiştir. O kadar ki ablası Seçil’in intihar haberi bile onun neşesini etkilemez. Ertesi gün, ablasının cenazesine değil, Haydar’ın ağabeyini yolcu etmeye havaalanına gidecektir (Füruzan, 2000).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

181

rı”ndan ayıran özellik, bu kuşağı idealize etmeden, romantik bir söyleme düşmeden anlatmasıdır (Şen, 2006: 8). Yaşananların bütün yalınlığı ile anlatılması, okura yeni ve çarpıcı bir dünya açarken, onu pek de bilmediği çıplak gerçeklerle yüz yüze getirir. Böylece yitik bir kuşağın acıları ağdasız, derinlikli bir hüzünle anlatılır. Hâlbuki dönemi anlatan diğer romanlar,47 mitoslardan, destanlardan, masal veya halk hikâyelerinden devşirilen bir dille romantik bir idealizasyona giderler. Estetik yönün ikinci plana atılması da bu romanları ancak tarihsel değeri için okunan sosyolojik romanlar sınıfına katmıştır (Moran, 1998: 14-15). Romanın 12 Mart romanlarından bir diğer farkı da ezen-ezilen karşıtlığını merkez-taşra karşıtlığı ile bütünlemesi, kimliklerini kentte arayan gençlerin gözlerinden bütün bir devire bakmasıdır. Romanda dönemin Türkiye’sinin kentli veya taşralı köklerden gelen geniş insan kadrosu resmigeçit yapar. Örneğin taşradan büyük kente gelenler, sadece kentlerde safça ideolojik kavgalar üzerinden kimlik kurmaya çalışan, sonu gelmeyen politik kargaşaların içinde savrulan masum gençler değildir. Politik kargaşalardan uzak durup kapitalist çarkların sağladığı nimetlerden yararlanmayı seçenler de vardır.48 Büyük bir kısmı bir kasaba eşrafının çocuğu olan bu gençler, romanda ideolojik kavgalara tutuşan hemşerilerini alaycı bakışlarla izlerler. Babalarından gelen paralarla üniversite tahsillerini tamamlar tamam47 Berna Moran, 12 Mart romanları adını verdiği janra örnek olarak şu eserleri sayar: Erdal Öz, Yaralısın [1974]; Çetin Altan, Bir Avuç Şafak [1975]; Samim Kocagöz, Tartışma [1976]; Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi [1979]. 48 Toplumcu yazarlarda bu tipler olumsuz bir anlatımla sunulur: Adalet Ağaoğlu’nun 12 Mart’ı biraz da kent-taşra sorunsalı açısından anlattığı Bir Düğün Gecesi’nde bu tipin örnekleri bulunur. Taşra kökenliler ne pahasına olursa olsun kentte yükselme mücadelesi verirler. Zamanın ve zeminin zaaflarını iyi kullanırken arsa spekülatörlüğü, inşaat gibi alanlarda hızla yükselir ve meşru ya da gayri meşru yollarla burjuvaların dünyasında kendilerine bir yer açarlar. Atilla İlhan’ın her biri birer kent ağası olmuş varsılları anlattığı romanlarında da hemen hemen aynı tip olumsuzlanır. Varlıklı bir taşra eşrafının büyük kentlerde veya yurt dışında üniversite okumuş ve yaşadığı çağın devlet mekanizmasından yararlanarak ithalat, ihracat gibi karlı ticaretler yapan çocukları yeni bir tip olarak Türk romanına bu dönemde dahil olur (Timur, 2002: 188).

182

Doç. Dr. Ömer Solak

lamaz, meşru veya gayrimeşru yollarla bir büyük kent “komprador”u olmaktır niyetleri. Oysaki Kırkyedililer’in asli kişisi Emine, kent yaşamına böylesine talihli bir giriş yapamaz. O, Türkiye’nin dört bir yanından İstanbul’a veya Ankara’ya üniversite okumak için gelmiş Cumhuriyet’in ilk isyancı öğrenci kuşağının bir temsilcisidir. Romanda farklı sınıflardan gelen o ve onun gibi gençlerin hayat hikâyeleri dolayımından sınıf sorunları, aydın tipleri, toplumsal değişim gibi konulara bakılır. Romana hakim olan çatışmalardan biri de kuşak çatışmasıdır. Bu çatışma, Emine ve ablasının temsil ettiği 68 kuşağı ile onların anne babalarının temsil ettiği ilk cumhuriyet kuşağı arasında yaşanır. Erken cumhuriyet aydınları, yabancı ideolojilerle kafaları “bulan”mış gençleri bir türlü anlayamaz. Gençler de onlardan ve onların ülkeyi getirdiği yerden memnun değildir. Değişen toplumsal yargılar içinde birbirlerinin dünyasına yabancılaşmış insanlar, anne kız bile olsalar birbirlerinden uzaklaşmaktan kurtulamazlar. Kaldı ki aynı kuşaktan olmalarına rağmen, farklı hayatlar tercih eden iki kız kardeş arasında bile bu yabancılaşma kaçınılmaz olur. Romanda birey-toplum çatışması da bir başka eksendir. Topluma ve onun kadın algısına yönelik en sert eleştiriler; isyankâr Emine vasıtasıyla yöneltilir. Bakire olmadığı için işkenceci polisler tarafından aşağılanan Emine’nin dolayımından kadının erkek egemen toplumda cinsel açıdan ötekileştirilmesi ve toplumun namus, ahlâk, gelenek gibi değerleri eleştirilir. Devrimci harekete katılıp işkencelere maruz kalmış olan Emine, kuşağının bir temsilcisi olarak geleneksel değerlere, toplumsal ve siyasal yapıya tenkitler yöneltir. Altmışların Türkiyesinde kadın, kentte de kırda da geleneğin kıskacındadır. Onu hakkı olan özgürleşmeye ulaştırabilecek olanlar ise “altmış sekiz ruhu”nun her türlü kısıttan azade tavrıdır. Kırkyedililer’in bir başka çatışma ekseni de kent-kır karşıtlığında görünür hale gelen sınıfsal çatışmadır. Yazar, “orta sınıf

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

183

insanlarının özlemlerini, kıstırılmışlıklarını” (Işık, 2006: 1408). “cumhuriyet’in büyük kentlerde ve taşrada izlediği seyir” içinde ele alırken (Türkeş, 2006); aslında sınıfsal bir ayrıma vurgu yapmak ister. Romanın 1947 doğumlu üniversite gençliği içerisinde hemen her sınıftan insan bulunur. Aralarındaki sınıfsal farka rağmen onları bir araya getiren şey fikir birliğidir. Anadolu şehirlerinin orta tabakaya mensup ailelerinden gelen kimi gençler, kentli zengin veya yüksek bürokrat ailelerden gelen arkadaşları ile ideolojik bir mücadele verirler. Gecekondulu ailelerin çocukları da köylü çocukları da aynı idealin etrafında birleşmişlerdir. Ne var ki sınıfsal fark büsbütün de önemsiz değildir. En azından Erzurum’dan orta sınıf bir aileden gelen Emine, sınıfsal kimliğinin farkındadır: “—Annesine güvenip de kendisini korkusuz sanana bak. Emine’nin saçları çocuğun avuçlarından kaymış, ardından da Kaya yarı şaşkın, yarı aldırmaz yürümeye başlamıştı. —Pis Erzurumlu sen de demişti Emine. Belediye başkanı oğlu olsan n’olacak, İstanbullu değilsin ki.” (Füruzan, 2000: 61). Bir anlatım tekniği olarak hapisteki gençlerin tutukluluk dosyalarına yer verilmesi de bu sınıfsal vurguyu arttırır. Cemşit, Melek, Haydar, Ahmet, Şerife, Hüseyin Kaya ve Zülkadir, üniversite öğrencisi gençlerdir. Aralarında Haydar ve Ahmet gibi köy kökenliler olduğu gibi, zengin aile çocukları da vardır. Haklarında tutulmuş polis fişlerinden yararlanarak yazar, taşralı gençlerle kentlilerin ailesi, ekonomik ve eğitim durumu ve çevrelerine yansıyan farklılıkları sergiler. Kentsoylular, yabancı dil bildikleri ve batı kaynaklarını okuyabildikleri için sol ideoloji ile ilgili daha fazla teorik birikime sahiptirler. Aynı imkâna sahip olmayan taşralılar ise teorik eksiklerini üniversitedeki arkadaş gruplarında konuşulan kırık dökük bilgilerle gidermeye çalışırlar. 1948 Kadıköy doğumlu Melek Ötüken’in polisteki fişi, kentsoyluluğun tipik özelliklerini barındırır. İktisat öğrencisi Melek, seçkin bir aileden gelmektedir. Çok az sayıda kentlinin yapmaya

184

Doç. Dr. Ömer Solak

cesaret edebildiğini yapmış ve diğer taşralı gençler gibi tüm öğrenci eylemlerine katılmıştır. Hâlbuki eylemlere taşralı arkadaşlarını süren diğer kentliler, sokak eylemlerinden uzak durmayı ve daha çok kuru ideolojik tartışmalar yapmayı tercih etmişlerdir. Nitekim 12 Mart Muhtırası döneminde kentliler, o çok eleştirdikleri egemen güçleri kullanarak zarar görmekten kurtulurken, olan taşralılara olmuştur. Kentliler, ilk fırsatta bir zamanlar aleyhine protestolar düzenledikleri Batı ülkelerine kaçıp sular duruluncaya kadar ortadan kaybolup birkaç yıl sonra bir işadamı kimliği ile tekrar meydana çıkmakta bir beis görmezlerken; asıl bedel ödeyen daima taşralılardır. İşte Kırkyedililer’in olay örgüsü ortasında Emine gibi, asıl bedeli ödeyen böylesi taşralı öğrencilerin trajedisi vardır. Öyle ki kentsoylular, bir mukayese imkanı sunmak için vakaya dahil edilmiş gibidirler. Saf ve heyecanlı taşralılar, olaylar karşısında en sert tepkiyi verip eylemlerde en önde bulunurlarken kentliler hep kenardan izlemişlerdir. “Boykot komiteleri kurulurken yurdun dört bir yöresinden İstanbul’a gelmiş olan Anadolulu öğrenciler istekle öne çıkıyor; girişimleriyle, açıkladıkları düşünceleriyle dikkatleri çekip güvenle görevlendiriliyorlardı. Olaylarda kentlilerden daha keskin, kolay bir yalınlıkla davranıyorlardı onlar. Sakınmasız, fakat gürültüsüz yüzlerinde gençliklerini unutturuveren, acı çekmiş insanlara özgü bir anlam vardı. Üniversite geçeneklerinde rastlanan el ele tutuşmuş bazı kentli genç kızlarla delikanlıları da görmezlikten gelen çoğunluk onlardı” (2000: 303). Romanda taşra-merkez karşıtlığına paralel olarak yürüyen bir başka karşıtlık da sağ-sol karşıtlığıdır. Sağ tutuculuğun, geleneğin, dinin milliyetin ve maneviyetin harmanlandığı bir vasat üzerinden bir Türkiye projeksiyonu yaparken, romanın solcu gençleri daha enternasyonal ve özgürlükçü bir “ilerici”liği savunurlar. Romanda ideolojik kavgaya tutuşmuş gençlerin adesesinden kentlerin manzarası bu şekilde sunulurken, vaka akışına uygun olarak yer yer o yılların Anadolu taşrasının resmi de çizilir. Alt-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

185

mışların taşrasının başat değişim manzarası genç nüfus üzerinde yaşanmaktadır. Taşraya ana karakterini veren sağın karşısında çoğunluğunu CHP’nin temsil ettiği cılız bir merkez sol kanal da yok değildir. Kentlerin merkezi sol tavrı ise, yükselen politik istikrarsızlıkla, hızla irili ufaklı radikal gruplara bölünmektedir.49 Daha çok üniversitelerde etkin olan bu sol grupların karşısında ise taşralı milliyetçi öğrenciler yer almaktadır. Kentli muhafazakârların da desteği ile bunlar sol ideolojilere karşı vatan, millet, din, tarih gibi “muhafaza edilmesi gereken değerler”i korumaya çalışırlar. Sol gruplar ise Batı’nın sömürüsüne karşı vatanı, patronun sömürüsüne karşı da işçiyi koruduklarını iddia etmektedirler. “—Bu da Siirtliymiş, baba. Görün, duyun, işitin. Bize taş atıp yaralayanlardan. Deli çıkacağım baba. Soykaya ne anlatsam bön bön dinliyor. Kaçıyor da ha! Güç yakaladım. Dinine, kitabına... Demin “Kızıllar Moskova’ya, kızıllar Moskova’ya,” diye ötüp duruyordu. “Kızılların köpekleri Moskova’ya” Puhu kuşu kılıklı soyka, ırkçı. Komadım kaçsın. Elime kaldı. Bencileyin yoksul da kerata ha. Ne sorsam cevabını veriyor. Korktu bizden. Burslu öğrenci üstelik. Bak baba şu haddini bilmeze. Bizim kökümüzü bize öğretecek cahil, e... kökümüz Anadolu’dur bilmez misin ha... Nerden çıkarır bu deyyusu ekber kurttur, köpektir diye tutturmayı. Söyle hadi ulan, kimmiş kökü dışarda satılmış uşak.” (Füruzan, 2000: 309). Romanda her iki grubun da amaçlarının aynı olduğu, onca ideolojik çatışma ve karmaşa içerisinde bu gençlerin asıl mücadelenin mevcut düzenlerini sağlamak isteyen asker sivil egemenler, taşra veya merkez burjuvazisi ile alt katmanlar arasında olduğunu anlayamamışlardır. Yazar, yaşanan ideolojik kamplaşmaların toplumsal sınıfsal çekişmeleri örttüğünü düşünmekte49 Laçiner’e göre bu dönemde toplumda “sol-sosyalist hareketleri, gerek aydınları ve gerekse gelişip serpildiği yerler itibariyle merkezle ve merkez konumundaki şehirlerle” ilişkilendirmek gibi bir algı vardır. Aynı dönemde kentlilikle özdeşleştirilen solculuğa tepki olarak gelişen ve “belirgin bir taşralı kimlik taşı”yan milliyetçi ve dini hareketler, ‘merkez’e oturmuş ‘elitler’ karşısında “ezik bir taşra psikolojisin tüm semptomlarını taşı”maktadır”lar (Laçiner, 2005: 31).

186

Doç. Dr. Ömer Solak

dir. Bu durum romanda farklı taraflarda iki taşra kökenli öğrencinin karşılaşmasında örneklenir: Zira ikisi de Siirtli yoksul aile çocuklarıdır. Merkez

Taşra

Taraflar

Kentli kapitalistler, ezici bürokrasi ve onlara öykünen eşraf çocukları, sol görüşlü ama kentli ve zengin öğrenciler

Sağcı veya solcu taşralı öğrenciler, gecekondulu gençler ve 68 kuşağı

Vasıflar

İdeolojik çatışmaları geriden izleme, sermaye birikimini önceleme, elitizm özentisi

Yoksulluk, taşralı ezikliğini ideolojik kimlikle örtme çabası, ataklık, özgürlükçülük

Çatışmalar

Ezen-ezilen, merkez-taşra, kadın-erkek egemen toplum, sağ-sol, ilericilik-gericilik…

Mekân

Kentler (üniversite, karakol, hapishane)

Bakış açısı

68 Kuşağı’nın taşra kökenli üniversite öğrencisi genç kızları

Sonuç

Altmışların Türkiyesinde kadın, kentte de kırda da geleneğin kıskacındadır. Onu hakkı olan özgürleşmeye ulaştırabilecek olanlar ise “altmış sekiz ruhu”nun her türlü kısıttan azade tavrıdır.

Taşra şehirleri ve kasabaları

Tablo 6. Romanda taşra-merkez karşıtlığını şekillendiren ilişkiler

2.3. Muhafazakâr Söylem Yeniye karşı reaksiyoner tavrıyla Anglo-Sakson muhafazakârlığından çok, kıta Avrupasına yakın olan Türk muhafazakârlığı,

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

187

Türk modernleşmesinin bir ürünüdür. Bu kendine özgülük, dünyadaki konumunu belirlemede yeterli tarihi, sosyolojik ve felsefi birikimi edinememesinde ve avam-havas zeminlerinde iki farklı şeklinin ortaya çıkmasında da görülür. Bu ikili yapının ortaya çıkışı, Mardin’e göre, Türk muhafazakârlığının İslamla olan çok katmanlı ilişkisiyle alakalıdır. Mardin’in “büyük kültür” dediği devlet İslamı, kökeninde ulema sınıfının bulunduğu ortodoks bir yapı iken; küçük kültür, daha çok tekke faaliyetleriyle ve folk kültürle kaynaşmış bir çeşit halk veya taşra İslamıdır. Mardin’in tabiri ile seçkinci, merkezci, kentli büyük kültür, cumhuriyet sürecinde Kemalizm’in içinde bir renk olarak konumlanmak suretiyle meşruiyetini korumayı ve bu meşruiyetle “yanlış”a müdahale edebilmek şansını elden kaçırmamayı tercih etmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, halkın kültür düzeyinin düşük, devletin ideolojik kontrolünün ise güçlü olması, “merkezî” muhafazakar aydınların taşradaki muhafazakar kitlelere ulaşmasını engellemiştir (Yıldırım, 2003:14). Kaldı ki kendi elit kitlesi içinde bu konuda herhangi bir istek de duymayan merkezi muhafazakârlık, Kültür Haftası, Türk Düşüncesi gibi dergiler etrafında bir fikir platformu şeklinde varolmayı tercih etmiştir. Ancak 1940’ların sonlarına doğru muhafazakâr aydınların söylemlerindeki muhalif ton, giderek yükselecek ve ellilerde de DP’nin içinde konumlanmaları ile kurucu ideolojiden ayrılacaktır. Eserlerindeki kültürel ve edebî konular da yerlerini yavaş yavaş siyasî konulara bırakacak; “şuurlu muhafazakârlık”, “şuurlu liberallik”le birleşecektir (Tunç, 1954: 88-92). Bu dönemde taşradaki büyük muhafazakâr kitlelerin desteğini de arkasına alan DP, Kemalist düşünce ile ilişkisini büsbütün koparmadan tam bir muhafazakâr blok haline gelmiştir. Ona fikri destek olan kültürel milliyetçi merkezi muhafazakârlık da bu sayede halk muhafazakârlığı ile yakınlaşma imkânı bulabilmiştir. Her iki muhafazakâr tavrın da ortak bir paydası vardır: “modernliğin yerel şartlar ihmal edilerek ülkeye sokulması”na karşı oluş (Jusdanis, 1998: 12). Merkezi veya değil, Türk

188

Doç. Dr. Ömer Solak

muhafazakârlığının, hatta daha geniş anlamda Türk sağının kurucu ideolojiye en büyük itirazı budur. Öte yandan modernleşme, Yahya Kemal’in “biz” olarak tarif ettiği değerler bütününe yaklaştırılırsa, büsbütün kabul edilmeyecek bir şey de değildir (Sağlık, 2008: 143). Kaldı ki “biz”im uygarlık birikimlerimizin modern olandan geri bir tarafı da yoktur. Başka bir deyişle Türk muhafazakârlarının diğer ideolojilere en büyük tepkisi, onların uygarlık birikimlerimizi küçümseyen tavırlarına yöneliktir. Örneğin toplumculara karşı çıkışlarının temelinde, ezen-ezilen söylemleri değil, onların sosyoekonomik gelişmeyi feodalizm-burjuva kapitalizmi-sosyalizm-komünizm merhaleleri ile açıklayan ve geleneği ve dini bütünüyle yadsıyan söylemleri yatar. Muhafazakârlığa göre iktisadî gelişme bir sosyal değişme hadisesidir; her cemiyetin sosyal değişmesi kendine özgüdür. Dolayısıyla bütün cemiyetler için geçerli bir iktisadi aşamalar teorisi olamaz. Kaldı ki sosyal yapıların değişimleri yüzyıllara yayılır. Bu bakımdan kültüre, sosyal dokulara ve geleneklere müdahale etmek öngörülemez zararlar açabilir. 1950’lerde bu fikirlerle bir felsefi derinliğe ulaşmaya çalışan muhafazakâr tavrın toplumsal tabanını “modernleşme sürecinin güç ve statü kaybına uğrayan kesimleri” oluşturur. Ellilerin sonuna doğru giderek daha reaksiyoner olan ve DP iktidarı ile güç kazandığını düşünen bu kesimler, içinde pek çok gelenekçi eğilimlere sahip sosyal ve siyasal gruplar barındıran geniş tabanlı bir yapı oluşturur (Zengin, 2009: 164). Ahmet Çiğdem’e göre DP döneminde Türk muhafazakârlığın düşünsel manzarası, yalınkat bir sağcılık50 ve antikomünizmden ibarettir (Çiğdem 2001: 59). Merkezde belirgin bir ana akım görüntüsünden uzak bu manzara hâkimken; taşra muhafazakârlığı İslamcılıkla ve milliyetçilikle güçlü temaslar kurmaya başlamıştır. Merkezdeki iki büyük siyasal partinin yarattığı ortam, fikir hayatını da sığ bir sağ-sol karşıtlığına sevk etmiş; muhafazakâr 50 Çiğdem bu durumu Stern’den yaptığı “muhafazakârlık, politik hâkimiyetinin bedelini kültürel sefaletle öder” alıntıyla açıklar.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

189

entelijansiya, Kemalizm’in milliyetçiliğini “sağcılığa” hamlederek “Atatürk devrimci değil, inkılâpçıydı. İnkılâbı, devirmek manasında değil, aynı bünyenin bir halden ötekine geçişi manasında alıyordu” diyerek Kemalist ilkeleri kendi yorumlarına yaklaştırmaya çalışmışlardır (Öğün, 1997: 112). Erken cumhuriyetin yeniliklere karşı ölçülü eleştirel dili de terk edilmiş ve daha belirgin bir tepkisellik dillendirilmeye başlanmıştır. Ancak “sol düşüncenin elinden kurtarıl”maya çalışılan Atatürk’ün sözlerinden yararlanma tavrı da bütünüyle terk edilmez. Kendi seçkinci, merkezci, kültürel milliyetçi, gelenekçi ve anti-komünist söylemlerine meşruiyet kazandırmak için bu kaynaktan bütünüyle vazgeçemezler. Keza havas muhafazakârlığının dine bakışı da seküler renkler taşımaktadır. Cumhuriyetin erken döneminden beri kültürel milliyetçi aydın muhafazakârlığı dinin kamusal alandan bireysel hayatın hudutlarına itilmesini onaylar. Zira bu bakışın kökleri, Gökalp’ın dine toplumu oluşturan kültürel-normatif temellerden biri olarak bakan ve onu tasavvufi geleneğinden dolayı ahlaki idealizmle ilişkilendiren düşüncesine dayanır. Öte yandan dönemin taşrasında din, kentlere oranla sosyal hayatta daha belirleyici ise de; İslamla özdeş, homojen bir taşradan da söz edilemez. Taşranın genel manzarasını, DP’ye yakın, henüz radikalleşmemiş bir geleneksel muhafazakârlık oluşturur. Ama Anadolu taşrası kendi içinde heterojen bir yapı arz eder. Merkezi idarenin uygulamalarından duydukları hoşnutsuzluğu -henüz katı bir politik dile sahip olmadıkları için- muhafazakârlığın mutedil terminolojisi ile ifade eden esnaf ve eşraf kitlelerinin Kemalizm’le barışık, onun bürokrasi tarafından yanlış yorumlandığını savunan söylemidir bu. 2.3.1. “Kültürel Milliyetçi” Muhafazakârlığın Merkezleri ve Taşraları Yahya Kemal ve Tanpınar’ın gelenek ve modernlik çelişkisine karşı yorumları, 1950’lerin taşralı-muhafazakâr aydınların entelektüel kaynaklarıdır. Teorisyenliği Erol Güngör’e ve İbra-

190

Doç. Dr. Ömer Solak

him Kafesoğlu’na bağlanan Anadolucu “Türk-İslam sentezi”nin de taşra kökenli karşı duruşa ilham verdiği söylenebilir.51 Metropollerin kozmopolit “ecnebi”liğine, protezliğine karşı; taşranın yerli, yerleşik, ölçülü, sahici ve olgun olduğuna vurgu yapan bir çeşit taşra özcülüğü ile de desteklenen bir sentezdir bu. Ne var ki kültürel milliyetçi Türk muhafazakârlığının milliyetçilik ile İslamcılığın kimi unsurlarını, kendi söylemi içinde dönüştüren tavrı, 1950’lerin sonunda sona ermeye başlar. “1960 ihtilali”nden sonra kurulan AP’de bir süre toplanmayı deneyen Orta ve Doğu Anadolu taşrası, yetmişlere doğru partileşmeye başlayan milliyetçi52 ve İslamcı53 hareketlere akar. Bu dönemde daha çok Batı Anadolu taşrasına dayanan DP-AP çizgisi de kendini modernleştirici elitlerinden arındırmış, ekonomik büyüme odaklı daha liberal bir merkez sağ kanala oturmuştur. Muhafazakârlık, bu dönemde bir küçük burjuva ideolojisi olarak, tarihe ve toplumsal olaylara ancak muhafazakârlığı takviye etmek için, etik bir tutumla bakmıştır. Tarihe seçici bir dikkatle bakan, onu geleceğe ütopyacı tavırla taşımaya çalışan, kendisinde verili bir üstünlük gören bu anlayış; tarihle, toplumla ve insanla bağını ihmal etmiştir. Bu da onun kendisine yönelik bir yeniden düşünme ve eleştirellik geliştirmesini engellemiştir (Çiğdem, 2001: 83). Öte yandan 1960’larda dünyada yaşanan gelişmeler ve tercüme faaliyetlerinin hızlanması, bütün düşünce sistemlerinde ol51 Entelektüel bir subay olan Dündar Taşer’in “Büyük Türkiye” düşüncesi ve Erol Güngör’ün Türk Kültürü ve Milliyetçilik adlı kitabı bu anlayışın köşe taşlarını oluşturur. Dönemin bir başka milliyetçi aydını olan Osman Turan da antikomünist ve İslamcı renkler taşıyan düşünceleri ile bu sentezin belirleyici isimlerinden olur. Onun Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi adlı kitabı muhafazakâr-milliyetçi ve taşralı gençlere Asyalı değil de Osmanlı renklerini öne çıkaran İslami Türkçü idealizasyonu sunan bir milliyetçilik anlayışını kazandıracaktır. 52 MHP’nin 1969 ve 1973 seçimlerindeki %3 civarındaki oyunun büyük bir kesimi orta Anadolu’dandır. 53 Ahmet Çiğdem, Milli Nizam Partisi’nin -ve sonradan Özal’ın- mühendis muhafazakârlığına damgasını vuranın (“ağır sanayi hamlesi” ile somutlaşmış) bir çeşit kalkınmacı teknokratik tarz olduğunu belirtir. Günlük hayatta bu tavır, aileye ve ahlaki değerleri önceleyen, batılılaşmaya ve Avrupa’ya negatif vurgu yapan bir çeşit ahlak bekçiliğidir

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

191

duğu gibi muhafazakâr düşünceyi de bireyci liberalizme yaklaştırmaya başlar. Ancak bu süreçte demokrasiyi bir sistem olarak kabul eden Türk muhafazakârlığı, onun gereği olan demokratik değerler, evrensel liberal ahlâk ve çoğulculuğu oturtamamış; kendine özgü bir muhafazakâr tavır geliştirememiştir. Yahya Kemal’in talebesi Tanpınar’ın Huzur’u (1949) hem “ben”den ziyade “biz”in peşindeki teması, hem de kaynağını mazinin asude “huzur”undan alan kültürel çözümleri ile söz konusu dönemi en iyi açıklayan eserlerden biridir. Romanda eski ve yeni, roman kişileri üzerinden çarpışırken, yeninin temsilcisi Mümtaz üzerinden -muhafazakâr literatürün diğer kahramanlarından farklı olarak- geçmişin parlak devirlerinde takılıp kalmak yerine, yeni değerlerle bir sentezin imkânları aranır. Gittikçe genişleyen yeni fikirleri, yorumları ve teklifleri ile Mümtaz, dönem aydınına farklı ufuklar açmak ister (Aytaş,2003: 140). Bu noktada altmışlı yıllarda kendisini Turancılıktan büsbütün ayıran ve Malazgirt Savaşı ile Anadolu’da filizlenen birlikteliği önemseyen bir takım taşra dergileri de anılmalıdır: Ankara’da Hisar, Konya’da Çağrı gibi böylesi muhafazakâr/milliyetçi dergiler, etrafında gelişen düşünce iklimi, daha sonra içinden İslamcı edebiyatı çıkaracak bir nüve olacaktır. Muhafazakâr düşüncenin bu dönemde bir başka odağı da T. Sait Halman’ın “Hisar Çığırı” (1950-1975) olarak nitelediği bir döneme damgasını vuran Hisar dergisidir. Şiirde poetikasını devrin bütün “Birinci Yeni” ve “İkinci Yeni” ve “sosyalist gerçekçilik” gibi avangart akımlarına karşı olmak üzerine kuran bu grup, kültürel yönden “tarih, din, dil, Anadolu coğrafyası ve insanları gibi kaynaklardan beslen”ir. Muhafazakâr ve gelenekçi kökleri ile Hisarcılar, “hem geçmiş edebiyattan hem de o edebiyatı besleyen kültürel kaynaklardan yararlan”ırlar. Şiirdeki ideolojik tutumları ise “kökü mazide olan ati” çizgisinden ilhamla, sosyalist sanat anlayışına karşı bir hat oluşturmaktır (Emiroğlu, 2009: 1309). Taşrada gelişen muhafazakârlığın ana karakteristiği ise kasaba odaklı olmasıdır. Kemal Karpat’a göre de muhafazakâr taşranın

192

Doç. Dr. Ömer Solak

mekânı, kasabadır. İslam memleketlerinde kasaba toplumu, medrese kültürünü sinesine almış, tabiatla, insanla ilişkisini kesmiştir. “Kasaba, köyün üzerine kurulmuş ve onu sömürmekle gelişmiş bir sosyal düzendir. Alabildiğine ferdiyetçi, hatta asidir. Köy üzerinde sağladığı ekonomik ve sosyal üstünlüğünü korumak için de müfrit muhafazakârdır”. Köy ise müstahsil insanların meydana getirdikleri, ilkel yaşama ihtiyaçlarının karşılayabilecek bir birimdir. Yakın şarkta köyü daimi sömürgesi haline sokan kasaba, yarattığı sosyal üstünlük fikrini köye kabul ettirmiştir (Karpat, 1962:6-7). Bu yıllarda muhafazakâr yazarlar, toplumculukla ilişkilendirdikleri köy edebiyatına mesafelidirler. Hatta onu yoğun bir anti komünist söylemle eleştirirler. Karakoç, 1962 yılında yazdığı ve yukarıda Karpat’ın da işaret ettiği yazısında köy edebiyatına karşı “kasaba edebiyatı”nı savunur. Zira Divan ve Halk edebiyatı geleneklerinden beslenen küçük şehirlerin hala kültürel bir öz taşıyan değerlerini işleyen bir edebiyat, büyük kentlerin kozmopolitizmine de uygun bir cevap olacaktır (Karakoç, 2007). 1970’lere gelindiğinde ise, taşra milliyetçiliği ve muhafazakârlığı yabancı kültür kalıplarına oturduğunu düşündüğü sosyalist odağa karşı, terkibindeki muhafazakâr ve İslamcı reaksiyonu daha da arttırır. Zira “…taşranın, büyük şehirlerin modernizmine, başka bir deyişle kenarın merkeze karşı duyduğu geleneksel öfke ve ellilerden beri hızlanarak süregelen değişme ve farklılaşmanın doğurduğu sosyal, ekonomik ve kültürel sancılar, yetmişlerde iyice bir gerginlik ve kısmi bir iç savaş” ortamının doğmasına yol açmıştır (Ayvazoğlu, 2002: 577). Örneğin Cemil Meriç, Füruzan’ın 12 Mart Türkiyesinin sosyalist gençliğini anlattığı Kırkyedilier romanını değerlendirdiği bir yazısında 1960 sonrası solunun düşünsel kodlarını eleştirir. Onların tarihe ve kültüre, bakışlarını köksüzlüğe bağlar. Ona göre sol kalkışmanın ardında tarih bilmezlik ve manevi eksiklik vardır. Bunun sebebi de tek parti ve DP dönemlerinde gençliğin tarihten ve dünyadan yalıtık bir eğitimle yetiştirilmiş olmasıdır. “Avrupa fikriyatı ya kaçak yollardan giriyordu ülkeye yahut

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

193

da Avrupa’nın işine geldiği gibi, yani noksan ve çarpıtılmış olarak. Avrupa’yı tanımaya çalışırken kendimizi unutuyorduk. Sanıyorduk ki böyle bir fetih kişiliğimizi inkâr etmeden gerçekleşemez. Mazimiz tecessüsümüzü tahrik etmiyordu artık. İslâmiyet afyondu; Osmanlı tarihi, insanlığın yüzkarasaydı. Padişahlar zorbaydılar, salaktılar, seksomanyaktılar vs. O sayfalar kapanmıştı ve bir daha aralanmamalıydı. İlericiliğin tek şartı vardı: ecdada sövmek. Evet, Kırkyedilileri cedlerinden iğrendiren bizi. Onlara atalarını küçümsemekten başka ne öğrettik? Hakikatte bütün suç daha önceki nesillerin. Tarihi karalayan, mukaddesleri kirleten, maziyle istikbal arasındaki köprüyü yok eden biz değil miyiz? Bu zavallı çocuklar gözlerini bir enkaz yığını arasında hayata açtılar. Bütün kaleleri yıkılmıştı, yaşamak için inanmak zorundaydılar. Neye inanacaklardı?” (Meriç, 1975: 6-8). Nurettin Topçu’nun Taşralı (1959) adlı kitabındaki öyküler, bu ideolojik eksenin taşraya kasaba odaklı baktığını gösterir. Kasaba değerleri ile kente ait görgülerin felsefî bir derinlikte karşılaştırıldığı bu öyküler, muhafazakar düşünsel eksenin önemli bir başlangıcını oluşturur. Topçu’nun kitabı doğrultusunda dönemin hâkim kötümser/varoluşçu edebiyat anlayışından farklı olarak, romantik bir Anadoluculuk oluşur. Öyle ki bu kitaptaki öykülerin dili, söylemi ve romantik idealizasyonu ondan sonra gelecek kültürel milliyetçi veya İslamcı yazarları çok etkilenecektir: Bursa’nın, sanki ebedî sükûn içinde, yaradılışın ilk günündeki hayâlini muhafaza eden ve beni her adımımda o ilk yaratılış gününün anlatılmaz sevinciyle yıkayan havasını incitmekten korka korka Ulucami’nin tâ yanına yürüdüm. Kapının dışındaki basamakların yanında bulunan muslukta abdest aldım. Yarı aydınlıkta parıldayan su ile vücûdumu, içerimde yaratıcı bir nûr gibi dolaşan gözyaşlarımla benliğimi yıkadım. Dünyanın ilk abdestini alıyor gibiydim; o kadar sevinçli idim. Ulucami sanki kovulduğum cennetti; şimdi beni affedip alıyordu. O, Allah evinin kapısı mıydı? Sevginin sunduğu anlaşılmaz bir cesaretle Allah’a açılan iç kapıya, mihraba kadar ilerledim. Mihrabın yanı başında küçücük bir saf halinde namaz kılındı (Topçu, 1959: 150).

194

Doç. Dr. Ömer Solak

Bu dönemde muhafazakâr roman da kasabayı anlatır. Kasaba muhafazakâr kitlelerin sakin ve dingin mekânı olarak yüceltilir bu romanlarda. Sezai Karakoç da kasabanın bu potansiyeline ilk dikkati çekenlerden biridir. Bu nedenledir ki Karpat, Karakoç’un “Kasaba Edebiyatı” başlıklı yazısını, tipik bir muhafazakâr aydının kasabayı yücelten tavrı içinde görür: “[Karakoç’a] göre edebiyat ancak kasabayı esas tutarsa verimli olabilirmiş. Kasaba insanı eve, aile ve topluma bağlanarak medeni bir seviyeye yükselmiş, onun için de daha gelişmiş bir konu mevkiinde [imiş]. (…) kasabayı idealleştiren bu edebiyatın bugün tutunamayacağı aşikârdır.” (Karpat, 1962: 7). Öte yandan Karpat, klasik islamın görüşünü ifade etmeye çalışan bu anlayışın, takipçileri giderek arttığı için mutlaka okunması gerektiğini söyler. Gerçekten de yetmişlerde İslamcı edebiyatın kasabaya bakışı Karakoç’un muhafazakâr ve dingin “kasaba edebiyatı” çizgisinden ayrılmaz. Taşra kasabalarındaki insanların bakış açısını kullanan yazarlar, onların kasabalarda veya büyük kentlerde yaşadıkları sorunları işlerler. Kutlu’ya göre “merhamet, vefa, hürmet, şefkat, feragat, fedakârlık ve sevgi gibi inanç ve ahlakımızdan kaynaklanan insani vasıflar, bizi zengin kılan değerlerdir. Bu değerler aynı zamanda taşrayı akla getirir” (Sağlık, 2008: 147). Ona göre kaynağını ahlâktan almayan değerler, insanın iç yoksulluğunun nedenidir. Muhafazakâr damarda bu dönemde birbiri ardına köy meselesine, kurtuluş savaşına, Cumhuriyetin üzerinde inşa edilmesi gereken değerlere kendi cephesinden bakan eserler yazılacaktır. Örneğin Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyetin kuruluşunu muhafazakâr söylemlere göre yorumlayan ilk yazar Tarık Buğra olur. Buğra’nın “muhafazakâr” edebî çizgisi, kültürel milliyetçi edebiyatın bakışını başarı ile yansıtacaktır. Yağmuru Beklerken (1981), seksen sonrası taşrasının muhafazakâr “öz”üne erken cumhuriyet yıllarından bir köken arama çabası olarak değerlendirilebilir. Romanda 1930’lu yıllarda Serbest Fırka’nın kurulması yıllarında bir taşra kasabası anlatılır. Buğra, erken cumhuriyet dönemi köylülerini betimlerken onların davranışlarına sinen şeyin

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

195

merkez tarafından yok sayılmamaya duydukları açlık olduğunu dile getirir. Öte yandan yazar, Küçük Ağa’da (1964), ondan daha erken bir döneme ait, bir başka taşra kasabasını anlatır. Dönemeçte (1980) ise, tek partili hayattan çoğulcu demokrasiye geçiş dönemecini ve bunun taşradaki akislerini (Özlük, 2009: 61); Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952) ve İki Uyku Arasında (1954) adlı ilk öykü kitabındaki öykülerde ise, taşra yaşayışındaki değişime eğilir. Bu eserde yazar, değişen yaşam koşullarının ve toplumsal değişikliklerin bireyin ahlâkını da değiştirdiği kanaatini dile getirir. Buğra, taşranın cumhuriyet tarihi boyunca muhafaza ettiği “öz”ü toplumsal yenilenmenin en uygun kaynağı olarak görür. Ona göre “küçük kasabalar, toplumun karakterini, kültürünü en iyi şekilde belirleyen” yerlerdir. Buğra, Türk-İslam sentezi çizgisindeki Küçük Ağa’da millî mücadelenin başarıya ulaşmasında şimdiye dek ihmal edilmiş bir şeyi, yani dinin önemini vurgular. Beşir Ayvazoğlu ise kasaba “geçmişten intikal eden kültürün yoğun bir biçimde yaşandığı yarı mistik bir ortam”dır diyerek aynı kanaati paylaşır(Aktüel, 30 Temmuz 1992). Muhafazakâr yazarlar, cumhuriyetin yarattığı değişime sadece taşra ekseninden bakmakla yetinmezler. Özellikle yetmişlerden sonra kente gelmiş kasabalılar veya kentin orta sınıf esnaf mahallelerinde oturmuş bir geleneğin değerleri içinde yaşayan esnafları ve memurları da anlatırlar. Buğra kentteki taşralıyı da toplucu bir bakışla değil, muhafazakâr bir tutumla anlatacaktır. “Oğlumuz” adlı öyküsünde yazar, sosyal mevkii 1950’lerden sonra paradaki değer hareketlerinden sonra değişmiş olmasına rağmen, oturmuş bir kültürü ve durulmuş bir görgüsü olan memur ailesini anlatır. Öyle ki Kemal Karpat’ın Türk edebiyatının 1960 sonrası için işaret ettiği bir boşluğu tek bir örnekle bu öykü doldurmaya çalışır. Bu boşluk, köyden veya kasabadan şehre gelerek bakkal kasap olmuş, para kazanmış, kızını oğlunu üniversiteye gönderebilmiş, orta sınıftan kimselerin hayatının anlatılmamasıdır. 1950’li yıllar, Kemalizm ile beraber olan kültürel milliyetçi ana damarın taşra ile birlikte Türk-İslam Sentezi’ni benimsemeye

196

Doç. Dr. Ömer Solak

başladığı yıllardır. Fakat bu dönemde hala bu düşüncenin karakteristiğinde taşra değil, merkezin seçkinci değerleri hakimdir. Münevver Ayaşlı’nın nispeten geç bir tarihte yazılan Pertev Bey’in Üç Kızı (1968) romanında muhafazakârlığın bütün itiraz noktaları söz konusu edilir. Öte yandan eserleriyle Safiye Erol ve Mustafa Necati Sepetçioğlu da bu damara dahil edilebilir. İbrahim Efendi Konağı’nda (1964) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi Kitabın önemi, Osmanlı dönemi romanlarının doğu-batı çatışmasının 1960’lardaki son örneklerinden biri olmasındadır. Seçkinci muhafazakâr yazarlar, 1960’larda bile hala zihin dünyalarında doğu-batı karşıtlığını halledememişlerdir. Eserlerinde bir yandan bu iki uygarlık değerlerini uzlaştırmaya çalışırken; diğer yandan da yitip gitmiş bir mazinin ardından bakarlar. Sâmiha Ayverdi, İstanbul’un Abdülhamit saltanatı, Meşrutiyet seneleri, İttihat ve Terakki devirleri ve onu takip eden sıkıntılı mütareke yıllarının ardından gelen Cumhuriyet dönemini idrak etmiş bir yazardır.54 İstanbullu bir ulema ailesine mensup Ayverdi de doğu-batı çatışmasını tasavvuf eksenli önerilerle çözmek ister. 54 Aristokrat bir kökten gelen Sâmiha Ayverdi, 1905 yılında Sehzâdebaşı semtindeki Toprak Sokak’ta bulunan bir evde dünyaya gelir. Annesi Meliha Hanım’ın cetleri, bir taraftan büyük mutasavvıf Gül Baba’ya bir taraftan da Mısır vekilharcı Süleyman Ağa’ya çıkar. Dedesi Abdülhamit devrinin vezne başmümeyyizi Hilmi Bey’dir. Sâmiha Ayverdi, 1921 yılında, 16 yaşındayken bir kaymakamla evlenirse de ruhen ve fikren anlaşamadığı eşinden 1926’da ayrılır. Hayatını tamamen okumaya ve üretmeye hasredecek olan yazar, önce hususi tahsilini geliştirmek ister. Bu yolda daha sonra onun manevi dünyasını şekillendirecek olan kişi olan -dayısı Server Hilmi Beyin Galatasaray’dan mektep arkadaşı- Kenan Rifâî ile tanışır. İlk eserini 1938 yılında 32 yasındayken veren Sâmiha Ayverdi, Kubbealtı Akademisi’nin ve Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin kurucu üyeliğini yapmış, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul ve Yahya Kemal Enstitü’sünde üyeliklerde bulunmuştur. 1950’lerden itibaren yazar sistemli bir şekilde Doğu klasiklerini ve bilhassa Mevlâna’yı inceler, Batı kültürünün köklerine dair okumalar yapar. Ayverdi, 87 yaşında öldüğünde geride (vefatından sonra derlenen yazılarının da kitap haline getirilmesiyle birlikte) 36 kitap bırakmıştır (Yetiş, 1988: 9).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

197

Hatıralarında bu köklü mazi ile ve fiziksel özelliklerine de yansıyan soylulukla iftihar eden yazar, Rahmet Kapısı’nda, “Zerdebıyık Hasan Bey’in yedi aylık yetim kalan oğlu, günün birinde Harbiye’den mezun olduğu zaman, deniz mavisi gözleri, köpük köpük sarı saçları ile” ailenin tipik fiziksel özelliklerini yansıttığını söyler (Ayverdi, 1985: 118). Ayverdi, Yer Yüzünde Birkaç Adım eserinde de Osmanlı/Türk bir soydan gelen saygınlığa vurgu yapar: “Çocukluğum, bir Gürcü, Çerkes, Habeş, Zenci ve Arnavut vatandaş çevresi içinde geçti. Çatımızın altındaki bu ayrı ırk ve coğrafyadan gelmiş kimselerin hepsini, Türk olan anam babam gibi, soydaşım zannederdim. Zira büyüklerimin de onlara karsı olan muamelesinde, ayrılığa delâlet edecek en küçük bir imadan dahi eser bulunmazdı.” (Ayverdi, 2001: 189). Yazarın bu seçkinci tavrı, kendisi ile yapılan bir mülakatlara verdiği cevaplarda da kendisini belli eder: “Küçük yaştan beri basit, insana bir derinlik kazandırmayan ‘satıh üstü’ kıymetlerle arasının iyi olmadığını ifade ed”en yazar, kendisi için daima “insanın ve cemiyetin meseleleri üzerinde zihin yorma”nın “en büyük zevk ol”duğunu belirtir.” (Banarlı, 1998: 1233). Osmanlı saltanatına, kültürüne, eski İstanbul aristokrasisine perestiş eden bu seçkinci tavır, onun romanlarında cumhuriyet yeniliklerine karşı muhafazakâr bir reaksiyon geliştirmesine sebep olur. Ayverdi’nin daima merkezi değerleri savunan tavrı “hilafetin kaldırılması ve Vahidettin’in ülkeyi terk etmesi karşısında takındıkları hüzünlü tavırlar ve Cumhuriyet yönetimini küçümseme eğilimleri”nde kendini gösterir (Türkeş, 2002: 818). Ayverdi’nin eserlerini yapan kültürel ortamı kavramak için yetiştiği muhiti dikkate almak gerekir. Konaklı, köşklü ve yalılı İstanbul kibar sınıfı içinde büyüyen yazar, buraları romanlarının da kurgusal mekânı yapar. Kökleri Osmanlı ortaçağının önemli isimlerine dayanan aile yazarın çocukluğunda eski gösterişli günlerinden uzak olsa da; yazar zamanına göre dadıları, hizmetçileri eksik olmayan orta halli bir konakta bü-

198

Doç. Dr. Ömer Solak

yür. Bu tecrübe ona romanlarında zengin bir malzeme halinde işlenecek olan son dönem Osmanlı aristokrasisinin pek çok ayrıntısını öğrenme fırsatı verir. Romanlarında vakaların içinde cereyan ettiği konutlara sembolik anlamlar yükleyen Ayverdi; konağı, apartmanı bu semboller sisteminin iki önemli rumuzu olarak seçer. Artık hayatımızdan çekilmiş olan konak, Osmanlı Medeniyeti’nin artık eskilerde kalmış nostaljisinin canlı tanığıdır (Alan, 2005: 22): “Konak ile İmparatorluğun çöküşü arasında bir paralellik yakalayan Yazar, Türk-İslam sentezini aksettiren kültürü ile İstanbul medeniyetini ve aile çevresini tanıtmak için bu konağı, itibarî bir dünyanın merkezi mekânı olarak seçer. Konakta yasamış ya da bu konakla irtibatı bulunan kişileri, kimi zaman romanın itibarî dünyasına yerleştirir.”(Kırzıoğlu, 1990: 5). Yazar’ın aynı adlı romanına da ismini veren, annesinin amcası İbrahim Efendi’nin Sehzâdebaşı’ndaki konağı, da bu mekânlardan biridir. Yazarın çocukluğunun serazat günlerinin geçtiği Kalenderhâne Camii önündeki meydana bakan konak ve bütün bir Şehzadebaşı mahallesi, fiziksel ve sosyal yönleriyle romana yansır. İbrahim Efendi Konağı romanını hazırlayan sebeplerden biri de Ayverdi’nin, yazı hayatının 1950’li yıllardan sonra, cemiyet meselelerine yönelmesidir. Özellikle DP’nin iktidara gelmesi ile daha etkin olmaya başlayan kültürel milliyetçi ve muhafazakâr entelijansiya ile birlikte gazete ve mecmualarda fertten cemiyete açılan yazılar yazacaktır. “Cemiyet”, “tarihî, “ fikrî”, “manevî”, “derunî”, “içtimaî”, “tekâmül”…gibi Osmanlıca kelime kadrosu ile yazdığı yazılarında “eğitim öğretime, aile ve kadına, toplumsal yardımlaşmaya, gençlik problemlerine, Türkçülük ve milliyetçiliğe, siyonizme, İslâmi hareketlere, dile, azınlıkların ticarî zihniyetlerine ve bunlara benzer çeşitli konularla ilgili yazılar yaz”ar, konferanslar verir” (Kırzıoğlu, 1990: 37). Edebi kişiliği de muhafazakâr bir reaksiyon olarak başlayan yazar, Agâh Oktay Güner’in bir sorusuna verdiği cevapta yazı

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

199

hayatına nasıl başladığını şöyle açıklar: “…bu bir reaksiyondu (…) Beni rencide eden bir yazı okumuştum. Aksülâmel olarak küçük bir plân hazırladım, yazmaya başladım. Sonra da kalem elimden düşmedi” (Güner, 1986: 51). Yazara göre eskiyi bozacak bir yenilik, iyi değildir. Akkaş’a göre zaten muhafazakârlık, yaratılış bakımından eksik bulduğu insanoğlunun yenilik taleplerine temkinli bir tarihilikle karşı çıkar. Allah, her şeyi en mükemmel şekilde yarattığına göre asırların birikimi ile oluşan “hâl”i muhafaza etmemenin ve değişim taleplerine karşı savunmasız olmanın bir gerekçesi olamaz (Akkaş, 2003: 246). Romanda muhafazakâr düşüncenin toplumsal değişme olgusuna bakışının da ipuçlarını verilir. İnsanî ilerlemeler, ancak geçmişi de içine alırsa yararlı olur. Değerlerin dış müdahalelerle değiştirilmemesi toplumu tehditlere açık hale getirir. O halde muhafazakârlık, ani değişimlerin maliyetini azaltan bir rezistanstır. Değişimi reddetmez ama alışılmışın dışına çıkmanın yabancılaşmaya yol açacağı endişesini taşır. Değişim, toplumun önlenemez bir talebi haline geldiğinde ise bu değişimi geçmişin yıkıntıları üzerinde değil, restorasyonu üzerinden gerçekleştirmeye çalışır. Romanda da düşüncenin anılan bütün kodlarını görmek mümkündür. Öyle ki hâkim kişiler, Osmanlı aydınları sınıfından, kendi durgun hayatının içine çekilmiş ve çevresinde olan bitene ilgisiz, mazi-perest kimselerdir. Sosyolojik ve politik sorunların temelinde moral değerlerin aşınması yatar. O halde siyaset; çoğulcu bir yaklaşımla toplumun genelinin değerlerine ve kültürüne yaslanan bir adalet ve yönetim anlayışı önerir (Rossiter, 1968: 290). Yine bir konak nesli anlatısı olan ve köksüz yeniliği aydınların istikametsizliğine vurgu yaparak anlatan Yolcu Nereye Gidiyorsun gibi bir başka muhafazakâr metin olan İbrahim Efendi Konağı’nda da yazar; yeniliği iyi olanın arayışı olarak değil, bir tedirginlik kaynağı olarak sunar. Birbirine koşut olarak yaşanan, (özelde görkemli bir konak ve onun içinde yaşayan bir ailenin;

200

Doç. Dr. Ömer Solak

genelde ise muhteşem bir dev­letin) dramlarını anlatan roman, hüzünlü bir sonla biter.55 Romanın en önemli özelliklerinden biri de seçkinci muhafazakâr tavrın bir gereği olarak İstanbul’un kültürel mirasın bir sembolü olarak somutlaşmasıdır. Kaldı ki edebî eserlerde mekânlar salt yaşama alanı değildir. Üzerinde yaşayanların kendilerinden bir şeyler ekleyerek onu yeniden ürettikleri mekânlar, maddî bir varlık olmanın ötesine geçerler. Medeniyetlere başkentlik yapmış, her kültürün kendinden bir iz bıraktığı İstanbul da böylesi bir anlama bürüme süreci ile adeta muhafazakâr kafalarda yeniden inşa edilir. Cumhuriyetle birlikte yeni usullerle ve yeni anlayışlarla uyuşamamış aydınlar için o, artık 55 Ayverdi’nin ilkin 1964 yayımlanan bu eseri aristokrat bir aile etrafında yaşanan çözülmeyi anlatır: İbrahim Efendi, Gediz eşrafından bir yün tüc­carının oğlu iken İstanbul’a gelmiş, iyi bir tahsil görmüş, ardından da uzun yıllar Meclis-i Maliye reisliği yapmış­tır. Kendisine kalan büyük mirasla İstanbul’da varlıklı bir yaşam sürmeye başlayan İbrahim Efendi, ailesiyle kış­ları Şehzadebaşı’ndaki konağında; yazları da Çen­gelköy’deki köşkünde geçirmektedir. Şehzadebaşı’ndaki konak hem İbrahim Efendi’nin geniş ailesini hem de pek çok çalışanı barındırır. Kardeşleri, Hilmi Bey ve Bahise Hanım, kızları Şükriye ve Şevkiye Hanım’dan oluşan geniş aile, burada debde­beli bir yaşam sürer. Biri bitmeden diğeri başlayan eğlenceler ve davetler sebebi ile gelenin gidenin eksik olmadığı konağın selamlığında, hareminde günün her vakti canlı bir hayat akmaktadır. Ne var ki bir gün İbrahim Efendi’nin kalp krizi ile ölümü, her şeyi ters yüz eder. Konağın idaresi, bu işlerden hiç anlamayan ve huysuz bir kadın olan büyük kızı Şevkiye Hanım’a kalır. Damat Salih Bey ise, kayınpederinin mirası­na konmak için her fırsatı değerlendiren bir adamdır. Ancak bir süre sonra bu servete yaklaşamayacağını anlayan adam, konağı terk eder. Diğer damat Yusuf Bey ise bohem ve amaçsız yaşayan bir alafrangadır. Fakat bir gün karısının huysuzluklarına katlanamadığı için intihar eder. Konağın gelirleri ise bu arada giderek azalmaya başlamıştır. Yeni kâhya Zaim ise Şevkiye Hanım’in idare işinden hiç anlamadığını fark ederek yönetimi eline almıştır. Zamanla uyanıklığı sayesinde bütün servete el koyan bu adam, asıl sahipleri olan ihtiyar kızları konaktan atar. Şevkiye ve Şükriye Hanımlar avukatla­ra giderlerse de bu çaba, son mücevherlerini de avukatlara kaptırmaktan başka bir işe yaramaz. Beş parasız kalan hanımlara Zaim, konağın çatı kısmında kalabileceklerini söyler. Sıkıntılı zamanlardan sonra kayınbiraderleri eczacı Sedat Bey, onlara yardım eli uzatır ve oturmaları için Fatih’te bir ev kiralar; bakımlarını da üstlenir. Fa­kat bir süre sonra Şükriye Hanım bu kira evinde ölür (Ayverdi, 2007).

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

201

bir kent olmanın çok ötesinde bir “has bahçeler memleketi”dir. Yahya Kemal’in, “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” dediği İstanbul’un her köşesinde ayrı bir anlam ve insanı maziye bağlayan bir kök bulunur. Bu İstanbul yücelticiliği, muhafazakâr kalemlerin “Türk-İslam medeniyeti” vurgusu ile beraber okunduğunda İstanbul, bir şehirden çok “camisiyle, musikisiyle, hanları, hamamlarıyla bu Türk İslâm kimliğini asırlarca gururla taşımış” bir sembole dönüşür (Çonoğlu, 2008: 139). Kırzıoglu’na göre Ayverdi de bu gruptan bir yazardır. Yazarın “şuurlu” çocukluk devresinde İstanbul, ecdat hatıralarının, Türk/Osmanlı medeniyeti ve kültürünün beşiği olarak zihninde merhalede merhale gelişir (Kırzıoglu, 1997:149). O kadar ki geleneğin, musikinin, dilin, dinin kısacası “biz”e ait değerlerin toplandığı İstanbul, kültürel, estetik ve tarihî bir yapıdır. Bu anlamda Abdülhamit devrinden Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar bir konak merkezinde bir ailenin hikâyesinin anlatıldığı romanda, yıkılan bir imparatorluğun iç ve dış sebepleri analiz edilirken çözülmenin kültür hayatında açtığı, “yaralar”a da işaret edilir. Esere göre ideal olan, yazarın da içinden geldiği eski kültürün incelmiş yaşama zevkini yansıtan gelenekleri hayatımızın içine sokmaktadır. Eski mahalle düzeninde aristokratların ya da kökünü mutlaka bir aristokrata dayandıran kentli varsılların sahip olabildiği konak, belirli bir ekonomik ve kültürel yapının simgesidir. O, bu hali ile hemen yanı başındaki alt ve orta tabakanın oturduğu mahalle evlerinin de odağında yer alır. Öyle ki yazara göre bu hayattan konağın çekilmesi İstanbul hayatının ve kültürünün de sonu olacaktır: “Konağın iflası, mücerret ve mevzii bir hadise mahiyetinde bulunsaydı, nihayet tesiri, çevresini asmayan ve en sağlam cemiyetlerde bile vakit vakit zuhur eden bir hastalık mihrakı olarak mütalaa edilirdi. Hâlbuki mühim olduğu kadar hazin de olan, konağın ölüm tarihiyle, kolosal bir medeniyetin ölüm tarihinin de aynı zaman tesadüf etmiş olmasıydı. Evet, İbrahim Efendi Kona-

202

Doç. Dr. Ömer Solak

ğı’nda rengiyle, sekliyle, kokusuyla o sayısız o hesapsız çiçeklerden bir çiçek açmış olan İstanbul medeniyeti de, bu arada son nefesini vermiş ve tarihin hafızasına mal olmuştu. İste asıl zeval bulan, asıl inkıraz eden buydu”(Ayverdi, 2007:287). O halde “merkezi” dediğimiz kültürün oluştuğu odak olan konaklar önemlidir. Muhafazakâr aydınlara göre konak, “yüzyılların birikimi ile olgunlaşmış bir eğitim ve terbiye sistemi, bir merkez etrafında toplanan ve kolektif bilincin en güzel örneği”dir (Çonoğlu, 2008: 141). Kırzıoğlu, bu durumun bir “mazi muhabbeti” ile açıklanarak geçiştirilemeyeceğini söyler. Konaklar ve onların daha sade bir örneği olan eski İstanbul evleri, payitaht halkının Anadolu’dan farklılaşmış, incelmiş ve seçkin kültürünün taşıyıcısı olması nedeni ile önemlidir. Kaldı ki buralarda yaşayan İstanbullu Türk ailesi de bozulmadan ve çözülmeden nasibini alacaktır. Ayverdi’nin eserinde anlatıcının sık sık “ev”, “mahalle”, “konak”, “huzur”, “biz” gibi bir kelime kadrosu ile konuşması; evler ve mahalleler üzerinden “yeni”nin karşısında “eski” lehine tavır alışı sebebiyledir. Hisar’ın romanlarında da görülen hikaye geçmiş zaman kipi, Ayverdi’nin anlatımına hüzünlü bir nostalji katacaktır. Kaybolmuş maziyi hatırlayan aristokratların büründüğü psikolojinin yaslı dilidir bu. “O devirlerde herkes mutlaka kendi evinde doğar; bazen da ölünceye kadar bu doğduğu evde yasardı. Onun için de doğduğu ev, yasadığı mahalle hususi bir vatan, hayalinin ve hatırasının beşikten mezara kadar itina ile üstüne titrediği bir alaka ve rabıta merkezi olurdu. İste semtlinin semtliye, mahallelinin mahalleliye olan o sıcak, o içten alaka, şefkat ve muhabbet tezgâhını dokuyan bu köklülük, bu bağlantı, bu müşterek anlayıştı. Bu yüzden de el ele tutuşan aile ve mahalle, sosyal hayatın sırtını dayadığı fethedilmez bir kale, görenek ve geleneklerin şifahi kanunları ile idare olunan feodal merkezcikler idi” (Ayverdi, 2007:38).

203

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

Eski (Merkez)

Yeni (Taşra)

Taraflar

Konaklı, köşklü ve yalılı Kentli alafrangalar İstanbul kibar sınıfı ve ve cumhuriyetin Osmanlı aristokrasisi modernleşmeci kadroları

Vasıflar

Eski aristokrasiye ve kültüre perestiş eden seçkinci bir tavır; yeniliklere karşı muhafazakâr bir reaksiyon

Çatışmalar

Doğu-batı, mazi-hal, eski yeni

Mekân

“Yitik değerlerimiz”in tanığı olan konaklar ve tüm İstanbul

Tercih edilen bakış açısı

Maziyi öz-yüceltici bir nostalji ile hatırlayan, cumhuriyetin yeni usulleriyle uyuşamamış aristokrat kentli “münevver”

Sonuç

Yenileşmeyi geçmişin yıkıntıları üzerinde değil, restorasyonu üzerinden gerçekleştirmek gerekir.

Taklitçi, istikametsiz ve köksüz bir yenileşme

Cumhuriyet yenileşmelerinin yayıldığı taşra başkentinin sembol mekânı apartman

Tablo 7. Romanda karşıtlık ilişkilerini şekillendiren değerler

Özetle Ayverdi, “İbrahim Efendi Konagı”nda çöken bir masal âlemini anlatır. Romanda, Tanzimat romancılığının yenileşmeyi eve, konağa bir yabancının musallat olması sembolleri ile yeren tavrı hâkimdir. Konağa damat veya gelin olarak katılan “yeni”lik taraftarlarının taşkınlıkları veya ikinci kuşak çocukların lümpenliklerinin sebep olduğu mahvoluş, yenileşmenin ülkeyi götüreceği muhtemel akıbeti simgeleselleştirir. Eserde “minyatür imparatorluk”lar olarak görülen konaklar üzerinden, “Koskoca bir imparatorluk da böylesi yenilik heveskârlıkları ile çözülmüştü” mesajı verilmek istenir.

204

Doç. Dr. Ömer Solak

2.3.2. Öncü Romantik İslami Edebiyatın Taşra Söylemi Kenan Çayır, İslami edebiyatın yetmiş ve seksenlerdeki haline “hidayet edebiyatı”; doksan sonrasındaki haline ise “öz-eleştirel edebiyat” adını verir. Bunlardan ilkine taraftarlarınca “tebliğ edebiyatı”, “direniş edebiyatı” veya “davet edebiyatı” da denecektir. Bu ilk evrenin yazarlarının çoğu 1945-55 arasında doğmuş ve yetmişlerde üniversite okumuş –çoğunluğu edebiyat öğretmeni- taşralı gençlerdir. Hegemonik batıcı kent düzeni karşısında kendini dışlanmış hisseden bu gençler için İslam, bir çeşit öze sığınış olmuştur. Eserlerinde edebiyat ile “edeb” arasındaki etimolojik ilişkiyi sürekli vurgulayan ahlâk anlayışları ile bu yazarlar, kente gelmiş taşralılara “ilkeli ve erdemli” davranış kalıpları önerirler. Kentin “ifsad” edici yanlarından uzak kalmak, dejenere kişilerden ve ilişkilerden korunmak gerekir. Bu anlamda önceleri “bireyin mahrem hayatını ifşa ettiği için eleştiri”len roman, İslamî bir yaşam tarzını anlatmak için giderek önemli bir tür haline gelir. Roman artık “cumhuriyet edebiyatının negatif etkileriyle” mücadele etmek ve İslami mesajları iletmek için seçilmiş bir türdür (Çayır, 2008: 8). Özellikle altmış sonrasında İslami ideolojinin gölgesinde şekillenen edebiyatın taşra ile yaşamsal bir ilişkisi olagelmiştir. Başta Sezai Karakoç gibi önemli isimler taşra kökenlidir. Ortaya koyulan İslami vurguları yüksek bu alternatif damar, giderek İslami edebiyatın asıl rengi olmaya başlayınca, erken cumhuriyetin Necip Fazıl gibi merkezi muhafazakâr isimleri bile eserlerindeki dini muhtevayı koyultmaktan uzak duramamışlardır. Ancak hepsinin dine bakışı aynı değildir. Örneğin Necip Fazıl’ın İslami değerlere bakışı 1960 sonrası taşra İslamcılığından çok farklıdır. O, önce kültürel milliyetçi, sonra İslamcıdır. Oysaki taşra kökenli çizgi için bu öncelikler yer değiştirir. Aralarındaki ortak payda ise; edebi faaliyetleri daha çok şiir üzerinden sürdürmeleri ve antikomünist söylemleridir. Altmış sonrası İslamcı edebiyat geleneği kendinden önceki kültürel milliyetçi merkezi birikime sırtını çevirir. Zira Yahya Ke-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

205

mal ve Tanpınar ikilisinin “huzur üslûbu” ve Peyami Safa ve Topçu’nun düşünceleri pratik hayata uyarlanması güç belirsizlikler içermektedir. Bundan dolayı İslami akım, onların fikirlerini içselleştirememiştir.56 Yerli mirastan beslenmek mümkün olmayınca akım, teorik eksikliğini 1960’lı yıllarda başlayan bir tercüme faaliyeti ile doldurmaya çalışacak, önce Mısır ve Pakistan’dan yapılan bu “devşirme entelektüalizm”, 1980’lerde İran’dan Mevdudî, Ali Şeriati gibi isimlerle devam edecek ve ona devrimci ve daha muhalif bir anlayış kazandıracaktır (Çiğdem, 2001: 124). Yetmişlerde İslami edebiyat -yurtdışından yapılan tercümelerin de tesiri ile- daha reaksiyoner bir çizgiye oturur. Miyasoğlu, Raif Cilasun gibi İslamcı edebiyatın önde yazarlarının romanlarında taşra tepkiselliği, geleneksel olana düşkünlük ve antikomünizm dikkati çeken vurgulardır. Vakalar ise geleneklerine, evine, köyüne, yurduna bağlı gençler etrafında döner. İslami edebiyatın elli sonrasındaki ortaya çıkışından beri modernizme karşı başat tavrı, referanslarını İslam’dan alan bir antitez üretmek olmuştur. Oğlum Osman’da bu karşı koyuşun bütün ötekileştirme mekanizmaları kullanılır. Zararlı fikirler, yabancı kaynaklıdır; inançlı insanların huzur dolu, mütevazı ve mazbut hayatına karşılık ötekiler, ahlâken düşüktür. Taşra tepkiselliğinin belirlediği stereotipler üzerinden bir mazlum-zalim karşıtlığı da kurarak üretilen metinlerde “bizim neslimiz” her türlü modernleştirici etkiye karşı içine ve “öz”üne kapatılmak istenir. İşte İslami edebiyat, bu dönemde daha çok kent görgü dünyasının hiç bilmediği alanında gelenekçi bir muhafazakârlığa sarılan kesimleri anlatmayı ödev edinerek bu boşluğu doldurmayı üzerine alır. Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah (1968) ve Şule Yüksel’in Huzur Sokağı (1970) da taşra tepkiselliği taşıyan ilk İslami romanlar olmaları itibariyle önemlidirler. Bunların idealize edil56 Çiğdem’e göre bunu yapabilmiş olsalar, enternasyonal değil, millî; devrimci değil, mutedil; cumhuriyetle çatışan değil, uzlaşmacı bir teorik derinliğe sahip olabileceklerdir.

206

Doç. Dr. Ömer Solak

miş merkezi figürleri, -tıpkı onların yazarları gibi- taşra kökenlidir ve üniversite eğitimi almış gençlerdir. Onların yüksek tahsil almış olmaları ve modern meslekler icra etmeleri İslamcıların modern hayata katılma arzularına işaret eder. Zira niyetleri modern olanı reddetmek değil islamileştirmektir (Çayır, 2008: 9). Seksen öncesinde İslamcılık, edebi estetiği düşük eserlerle ve yoğun bir edebi faaliyetle taşraya da nüfuz etmek ister. Hekimoğlu İsmail, Ahmet Günbay Yıldız gibi taşra kökenli edipler, özellikle romanın İslami tezleri anlatmadaki işlevselliğini keşfederek İslami tezleri son derece vulgarize bir şekilde işleyen bir çeşit “İslami köy edebiyatı” yaratırlar. Köyleri mekân seçen bu “hidayet edebiyatı” 1950’lerin sosyalist köy romanlarının öyküsünü tersten sunar. Bunlar, köye gelen İslami hassasiyete sahip öğretmenle başlayan, onun köylülere bulaşmış kahve kumar gibi boş alışkanlıklarla mücadele etmesiyle devam eden ve onları “irşat” etmesi ile son bulan tezli romanlardır. Ahmet Günbay, Yanık Buğdaylar’ı (1974) köy romanlarının dini ve din adamını olumsuz betimlemesine bir tepki olarak yazmıştır (Yardım, 2000: 169). Romanda olumsuz sosyal tip olarak, din adamının yerine batıcı aydınlar geçirilerek köy romanları ile hesaplaşılır. Öte yandan seksen öncesi İslami edebiyatının bütün isimlerini “hidayet edebiyatı” tanımının içine sığdırmak mümkün değildir. İslamcılığın “70 ve 80’lerde Türkiye’de intellect’ten çok intuition’a (sezgisel) dayanan bir hareket olması hareketin seçkinlerinin çoğunun edebiyat insanı olmasına da bağlıdır” (Çiğdem, 2001: 136). Ona bu estetik derinliği kazandıran az sayıda da olsa bazı kalemler vardır. Türk İslami edebiyatının son yarım asrına damgasını vuran Sezai Karakoç, İkinci Yeni temrinlerinden aldığı dil estetiği ile İslami edebiyata edebi bir saygınlık kazandırır. Onun Müslüman bir bireyle varoluşçu bir insan teki arasında bocalayan şiirleri, İslami bir medeniyet kurmak amacındaki ‘80’lerin kalemlerinden farklı bir yerde durur.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

207

Bu dönemde İslami literatürü edebiyat katına çıkaran bir başka kalem de romanı geleneksel anlatılarımıza yaklaştırarak yerlileştirmek isteyen Mustafa Miyasoğlu’dur: “Miyasoğlu örneğin Kaybolmuş Günler (1975) adlı romanında büyük şehirlere göç etmiş dindar Anadolulu karakterlerin yaşadığı zorlukları ya da Dönemeç (1980) romanındaki gibi Anadolu’daki dindar aydınların sosyalizm ve liberalizme karşı bir siyasal sistem olarak İslam’ı savunma mücadelelerini anlatır” (Çayır, 2008: 34). Miyasoğlu İslami entelijansiyanın gündemine İslami edebiyat olgusunu yerleştirerek değil, bu alanda hatırı sayılı bir literatür de ortaya koyarak bu alana katkı yapmıştır: “Bir grup arkadaşla 1982-88 yılları arasında beş cilt halinde yayınladığımız Suffe Kültür Sanat Yıllığı adlı çalışmanın Abdurrahman Şen tarafından hazırlanan ilk soruşturma konusu İslâmi edebiyattı. Sonraki yıllarda da hep bu amaçla yayınlanan yazılardan seçmeler-soruşturmalar ve tartışmalar sürdürmeye çalıştık. Bu çabanın edebi olanla popüler olanı ayırmaktan çok, bir edebi birikimi bütün yönleriyle ortaya koymak, böylece değerlendirmeler imkân vermekten başka bir amacı yoktu.” (Miyasoğlu, 2009). Bu dönemde İslamcı yazarlar, taşra insanın kimliğinden dolayı ötekileştirildiğini düşünürler. Maraş yöresinin insanlarını uğradıkları kimlik yabancılaşması içerisinde anlatan Özdenören, başta Çok Sesli Bir Ölüm adlı kitabındaki öyküler olmak üzere pek çok eserinde 1980 öncesinde Maraş gibi Anadolu taşrasının köklü şehirlerini mekân olarak seçer. Yıldız’a göre yazarın ilk öykü kitaplarında olduğu gibi bu kitabında üç olgu öne çıkar. Birincisi geçim sıkıntısı çeken bir “aile” ve hasta bir baba ekseninde “baba ve oğul arasında yaşanan gerginlik, iletişimsizlik, uyumsuzluk, çatışma” halidir. Taşra şehirlerinin veya gecekondu mahallelerinin mekân olarak seçildiği öykülerde geleneği temsil eden baba ile ona karşı küçük itirazlar geliştiren oğul çatışmanın kutuplarını oluşturur. İkincisi ise şehrin bunalttığı bireyin bir manevi öndere bağlanma arzusudur. Üçüncüsü ise büyük şehre gelmiş anne ve eş olan “şehirdeki kadın” (Yıldız, 2010: 21-44) sorunsalıdır

208

Doç. Dr. Ömer Solak

Değişim ve şehirleşmenin taşrayı nasıl geri dönülmez bir şekilde dönüştürdüğünü anlatan Mustafa Kutlu ise, bir başka önemli isimdir. 1970’lerde iyice hızlanan kırdan kente göçü “dünya değiştirmek” olarak açıklayan yazar, kente gelip onun dünyevileştirici koşulları içinde yaşayan İslami hassasiyetli bireyin açmazlarını değerlere “yabancılaşma” olarak özetler. Toplumsal değişimin izini “köyden kente göçün yol açtığı çeşitli travmalar etrafında” süren yazar, “Türk toplumunun yaşadığı modernleşme, bu modernleşmenin insanda meydana getirdiği değişimler”i İslami bir dikkatle anlatmayı görev edinir (Coşkun, 2010: 368). Yokuşa Akan Sular’daki (1979) öykülerde köyden kente gelen ve kentte işçi olan bir adamın kurgusu İslami bir tavırla ele alınır. Kente gelenler, şahsiyetlerini geleneksel hayatın namus, ahlâk, doğruluk gibi erdemleri üzerine değil, paranın belirlediği değerler üzerine inşa etmeye başlamışlardır. Hâlbuki bu toplumu bekleyen büyük bir tehlikedir. Kapitalizme (sosyalist değil) İslamî bir eleştiri getiren bu kitap; hak, emek ve sermaye arasındaki ilişkiyi İslami duyarlılıklarla açıklar. Kısacası kökenleri yetmişlere giden “hidayet edebiyatı” da diğer İslamcı kalemlerin ortaya koyduğu edebiyat da kentle karşılaşan taşranın batılaşmaya karşı bir reaksiyon olarak sarıldığı dini değerler ekseninde ortaya koyduğu bir tepki olarak okunmalıdır. Zira cumhuriyetin batılaşmacı modernizmi ancak kentlerde tutunabilmiş, ama taşraya retorikten başka bir şey verememiştir. Taşra insanına göre imkânları ve eğitimi ilerde olan kentli için cumhuriyet getirilerini kabullenmek bu açıdan zor olmamıştır. Ancak cumhuriyetin verimlerini çevresinde göremeyen taşra, 1960’larda ve 1970’lerde muhafazakâr merkez sağ; 1980 sonrasında da yavaş yavaş İslamcılık olarak tepkiselliğini dışa vurmuştur. Hidayet edebiyatı, edebi açıdan bir değer taşımasa da kente yönelmiş taşrayı, İslami politik hareket içinde mobilize etmekte başarılı olmuştur. Bu ürünler ayrıca, üniversite sayesinde kente adım atmış ama kentin gereklerine yabancı gençlere hazır bir duygusal repertuar da sağlamıştır (Çayır, 2008: 18). Onlara, orada nasıl yaşamaları gerektiğini, “öz”lerini

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

209

nasıl muhafaza etmeleri gerektiğini öğretmiş; Türkiye’nin uzak köşelerinden gelen insanlara ortak bir hedef, duygusal bir paydaşlık ve kolektif bir kimlik vermiştir. Edebi ve düşünsel açıdan daha nitelikli ürünler ise İslamcı gençlere daha estetik zevk ve düşünsel derinlik sağlamıştır. 2.4. Kentliliğin Taşrası 2.4.1. Varoluşçuluğun “Taşra Sıkıntısı” II. Dünya Savaşı, tüm dünyada modernizme ve akıl medeniyetine inancı sarsar. 1920 ve otuzlarda hızla gelişen bilim, insanlığa bir dünya savaşı getirince bilimin öncülüğünde durmadan ilerleneceğine dair modernist söylem, yara alır. Karmaşık teknolojilerin kavranmasındaki sıkıntılar veya onların insanın yerini almaya başlamasından duyulan endişeler, insanları tedirgin eder. Roman da tüm dünyada gerçeklik karşısında huzursuz olan ve iç dünyasına çekilen ‘birey’e kayıtsız kalamaz (Yürek, 2008: 194). Edilgen, yabancılaşmış, aylak bir insan tipi dönemin roman ve öykülerinde kurmaca bir kişilik olarak yaygınlık kazanmaya başlar. Savaş sonrasında bu küçük insanın roman ve öykülerde bir karakter olarak ortaya çıkışı, savaşın bilinçlerde açtığı yara ile olduğu kadar kent ile ilgilidir. Kentin içinden çıkan bu melankolik, umutsuz ve aylak karakter, mensubu olduğu alt-orta sınıf değerlerine yabancılaştırmıştır. 1950’lerden itibaren bu tipin tesiri, Türk edebiyatında da görülmeye başlanır. Köy Enstitülü edebiyatla hemen hemen aynı yıllarda daha çok kent kökenli yazarların şiirde “İkinci Yeni” ve öyküde “1950 Kuşağı” olarak ortaya çıktığı görülür. Savaş sonrasında dünyayı saran avangart akımlardan biri olan Fransız varoluşçuluğunun da tesiri ile onlar daha edilgen bir sanat anlayışına kaymaya başlamışlardır. Dinamik ve dışa dönük köy edebiyatı karakterlerinden bütünüyle başka bir yol tutturmuş olan “Elli kuşağı” kurgusu kente, orta sınıflara ve onların değerlerine yabancılaşmış bunalımlı bir karakter yaratmıştır.

210

Doç. Dr. Ömer Solak

DP yıllarında ortaya çıkan bu kuşağın anlatıları, modern insanın açmazlarını ele almaktadır. Artık Türk anlatısında o güne kadar farkına varılmamış olan yepyeni bir konu ele alınmaktadır. Kısaca “yabancılaşma” olarak adlandıracağımız bu tema, ilerleyen on yıllarda giderek zenginleştirilerek işlenmeye devam edecektir. Bu kuşağın anlatılarının “kent, insanı yalnızlaştıran bir yerdir” şeklinde özetlenebilecek temel önermesi, alternatif bir alan olarak taşrayı gündeme getirecektir.57 Ne var ki kentteki ilişkilerin yüzeyselliğinden çocukluklarının pembe sisleri altında kalmış taşraya kaçan asli karakterler, artık oraya da ait olmadıklarını fark edeceklerdir. Artık onlar artık her yerin yabancısıdırlar. Zira modernizmle anlam yitimine uğramış “yabancı” kelimesi, artık yerleşik olanlara dışarıdan gelen “bütünlüklü kişi”yi tanımlamaktan çıkmış; benliği parçalanmış, iletişimsiz, kıstırılmış “birey”i tarif eder olmuştur. Modernizmle birlikte değişen kent ise böylesi bir yabancılaşmayı en çok üreten mekândır artık: Kent, “karşılıklı olarak zırhlarını kuşanmış insanların uygar ama soğuk iletişim” alanıdır. Yabancılaşma, sadece “kalabalık caddelerde değil, dar çevrelerde, sözgelimi aynı evin içinde de” yaşanabilir (Giddens, 1998: 83). Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Adnan Özyalçıner, Oğuz Atay, Tezer Özlü gibi ruhsal çözümlemelere yönelen yazarlar, bilinçaltını sergilerken soyutlamalardan, kara mizahtan yararlanır; geri dönüşlerle, çağrışımlarla beslenen dilin imkânlarını araştıran deneysel bir üslup tuttururlar. Öte yandan Orhan Koçak, Türk edebiyatında modernizmin ilk olarak bu yazarlarla başlamadığını savunur. Ona göre cumhuriyetin ilk kuşak modernistleri ile ikincileri birbirinden farklıdır: Modernizm, önce “Haşim’in, Yahya Kemal’in biraz Nahit Sırrı Örik’in, daha çok Sabahattin Ali’nin ve asıl Tanpınar’ın yazılarında belirir. Kendi dışındaki dünyaya değip parçalanmamış olmaktan gelen bir genişleme, bir tür ışıma ya da aydınlanma var57 Taşra, bu dönemin anlatılarında, cumhuriyetin ilk dönemki roman ve öykülerinin aksine böyle bir karşıtlıkla tekrar gündeme gelecektir. Bu eserlerde taşra, ilk dönemin aksine köy değil kasabaya karşılık gelmektedir.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

211

dır bu yazılarda” Boğaz, eski musiki, bir yalı ile özdeşleşebilen bir modernizmdir bu. Ama “öznenin kendi özneliğini bir tehlikeye atabildiği, çünkü zaten tehlikede olduğunu anladığı noktada başlamıştır asıl modernizm: Sait Faik, ama daha çok Vüs’at O. Bener ve Bilge Karasu, Yusuf Atılgan ve Tahsin Yücel, düzyazıdan söz ediyoruz, sonra da Leyla Erbil, Adnan Özyalçıner, Tomris Uyar ve hiç görülmeyen Kamuran Şipal. Üsluptan çok yaşantının dilinden dilin yaşantısından söz edebileceğimiz bir evredeyiz artık.” (Koçak, 1991: 141). Şaban Sağlık’a göre ikinci kuşağın kentli modernizminin edilgen figürü “İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük ve orta kentlerde belir”miş ve ilk olarak da Sait Faik’in ve Orhan Kemal’in anlatılarında kendini göstermeye başlamıştır. Bir farkla ki, Sait Faik’in küçük adamı İstanbul’da iken; Orhan Kemal’inki taşralıdır (Sağlık, 2009: 313). Kentli yazarların veya taşraya bir kent adamı gözü ile bakanların taşrası ise uzak ve ücra bir yerdir. Bu arada onların taşrayı mekân olarak seçen eserleri (köy edebiyatıyla realizmin kazandığı önemle de ilişkili olarak) köyde yaşamamış yazarların köyü anlatamayacakları eleştirisine uğrar (Tükel,1960: 4-20). Ancak genel kanı, ideolojik bir şematizme düşmeden köyü ve kasabayı bütün gerçekliği ve yeknesaklığı ile anlatmayı başardıkları yönündedir. Daha çok kent odaklı bireyin anlatan bu yazarların taşrayı anlatan az sayıdaki eserinde taşra, “taşra sıkıntısı” ifadesi ile özetlenebilecek bir kasvet ve tekdüzelikle betimlenir. Onların kahramanları, memuriyet tatil vs. gibi sebeplerle gelinen kasabada mütemadiyen sıkılırlar. Taşra bu eserlerde, kente benzemeye çalışması ile kenti takip etmeye çalışan rüküş insanları ile ötekileştirilir. Sakinlerinin sosyalleşeceği mekânlarının azlığı ve merkezden uzaklığı ile sıkıcıdır da (Zengin, 2009: 272). Kentler bu eserlerde karamsar atmosferler yaratırlarken; taşrada hayat, monotonluğunu kendine özgü standartlarından almaktadır. Bu yüzden kentlinin taşra yaşamına ve taşralılara

212

Doç. Dr. Ömer Solak

bakışında büyük bir kasvet ve buna koşut bir alaycılık hâkimdir. Tüm tekdüzeliği, olaysız, entrikasız yaşamı ile taşranın sembol mekanı olan kasaba, kurmacaya fazla bir şey vaat etmez. Gustave Flaubert’in Madam Bovary romanındaki kasabayı “Bu tür kasabalar, gündelik döngüsel zamanın mahalleridir. Burada hiçbir olaya rastlanmaz. Yalnızca sürekli yineleyen etkinlikler…” sözleri ile tanımlayan Mikhail Bakhtin de bu duruma vurgu yapar (Bakhtin, 2001: 321). Elli kuşağı’nın pek çok yazarı da böylesi bir kasaba imgesini eserlerinde zengin bir tematik alan olarak sıkça kullanırlar. Kentli yazarların varoluşçu edebiyatının odağındaki mekân, Enstitülü kuşağın aksine köy değil, kasabadır. Zira kentli yazarlar için kasaba, onların varoluşçu sanat anlayışlarına daha uygun bir mekândır. Kasaba, karmaşa içinde, kalabalık ama bir o kadar da trajik iletişimsizliklerle dolu bir mekân olarak kentin ifade ettiklerinin tam karşıtı bir anlam dünyasına işaret eder. Bu janrın taşraya mekân olarak yer veren örneklerinde kurgu genelde şöyle gelişir: Kent kökenli veya eğitimini kentte yapmış, dünyası kentte şekillenmiş roman kişisi kasabaya gelir. O, kentin karmaşasından, bireyi kıstıran, yalnızlaştıran ortamından kasabaya adeta kaçmıştır. Ne var ki aynı yalnızlık ve iletişimsizlik onu orada da terk etmeyecektir. Zira yalnızlık aslında varoluşsal bir olgudur ve mekânla pek de alakalı bir şey değildir. Her nereye gidilirse gidilsin ondan kaçılamaz. Kentli yazarların eserlerinde kasaba bazen kökleri ile hesaplaşmak isteyen karaktere bu fırsatı sunan bir yerdir. Bu tür eserlerde kasaba dramatik bir gerginlik unsuru olarak üzerine düşeni fazlasıyla yapar. Özgül “kasaba romanı” diye bir kavramın doğmasından korka korka, kasabayı anlatan romanların da 1960 sonrasında belir(ginleş)diğini söyler (Özgül, 1998: 281). Öte yandan kendi kişiliklerine sinmiş kasabaları, taşra şehirlerini anlatan pek çok yazar; buraların ilginç ve olumlu yönlerini de ön planda tutarlar. Onat Kutlar’ın 1950 kuşağının te-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

213

sirinde yazılmış öykü kitabı İshak (1959) İstanbul’a yeni gelmiş taşralı yazarının çocukluğunun şehri Antep’e bakışını anlatır. “1950’lerde Sait Faik’ten alınan güçle bir atılım içine giren modern öykücülüğümüzün tohumudur” bu eserdeki öyküler. “İshak’ı yirmi yaşlarındayken yazdım. Büyük kente yeni gelmiş bir taşralıydım o sırada” diyen yazar, “çocukluğunun kenti” Antep’i anlatan taşra öyküleri yazacak ve ana karakterine çocukluğu ile yüzleşme imkânı sunacaktır (YKY Haber Bülteni, 2009: 5). “Bilenmiş bir bilinçle birlikte. Çocukluğumun sokakları, evleri, bahçeleri hemen hemen aynı... Ama boyutlarına bakıyorum, çok değişmiş. Şu küçük alan bana uçsuz bucaksız gelirdi. Şu iki adımlık semt ne kadar uzak... Nasıl da güzeldi şu kız. Şu avlu ne kadar derindi. Geleceğin düşleri bile sığardı içine. Şimdi biliyorum. Yeryüzü iyice değişiyor. Kan, duman ve alın teriyle. Nicedir kapımızı zorlayan rüzgârın bıçağı eski kentlerin üstündeki sisi sıyırınca, orada da görüyorum, her şey bildiğim gibi değil. Başka tohumlar da vardı orada. O zamanlar ne ekip biçtiklerini iyi bilmediğim çiftçiler. Yoksa nasıl açıklayabilirim dimdik kale duvarlarına dişlerini geçirmiş ağaçları?” (Kutlar, 1976: III). Kendi taşralarını değil de başka taşraları yazanlar ise buraları “sıkıcı, insanı zamanın durağanlığıyla kendine hapsetmiş; burada yaşayan insanları küçük dünyaları içerisinde sıkışıp kalmış, başka bir çıkar yol aramamış, dahası buna hiç yeltenmemiş, mutlu gözükseler bile aslında hep bir bunalımın içindeymiş gibi” gösterirler (Ataşçı, 2010). Kent kökenli yazarların roman ve öykülerinde kentli “birey”, tüm yalnızlık, bunaltı ve iletişimsizliğini taşraya da taşır. Selçuk Baran’ın Kış Yolculuğu (1984) adlı kitabında yer alan “Temmuz Ağustos Eylül” adlı öyküsünde temelde kır yaşamı ile kent değerleri çatışır. Turhan Engin, kendini bir sahil kasabasına attığında tükenmek üzeredir. Ancak kır, onu iyileştirecek ve ona tekrar kentin dağdağasına dönecek gücü verecektir. Tortu (1984) adlı uzun öyküsünde ise Baran, kente tutunmaya çalışan bir taşralıyı anlatır. Ancak kentli bir yazar olarak Baran, öyküde (neredeyse

214

Doç. Dr. Ömer Solak

bütün öykü ve romanlarına damgasını vuran) yabancılaşma ve kıstırılmışlık duygusunu taşralı karakterine de bulaştırır. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’nde (1973), yaşamı taşra kasabasındaki bir otele bağlanmış bir insanın kendine ve içinde yaşadığı topluma karşı yabancılaşması anlatılır. Taşra, Çehov’da olduğu gibi, karakterin bir parçası olmuştur. Kahramanlar, hep -kent olma derdindeki taşra kasabaları gibi- ulaşılamayacak bir hayali kovalarlar. Ancak bu, beyhude bir çabadır. Nitekim sonunda karakter, mekânın boğucu çıkışsızlığında umutsuzluğa yenilir. O kadar ki taşra sıkıntısı zaten “ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamasında taşranın darlığını hissetmişlerin, hayatı bir taşra olarak yaşamışların, kendi içlerinde bir şeyin daraldığını benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı”dır (Gürbilek, 1995: 56). Atılgan’ın yaşamlarını anlamsızlığı karşısında “boğul”an “anti kahramanları”, modern zamanlarda kaybolmuş bütünlüğü ve anlamı ararlar. Onun eserlerini bu anlamda modernleşmeye başka türden bir eleştiri olarak da okumak mümkündür. Modernleşme, tükenmişliği ve içi boşalmışlığı getirmiştir. Zebercet’in “konağın otel olmadan önceki, bir aileyi barındırdığı, anlamla dolu olduğu, zenginliğin, tamlığın, genişliğin ifadesi olduğu zamanları, ne kadar karşılıksız olursa olsun, arzunun geniş bir hayatın ortasında doğanın bağrında yaşandığı zamanları, doğanın şehir karşısında eksik kalmadan önceki, taşraya dönüşmeden önceki halini” düşleyişi bu yüzden boşuna değildir (Gürbilek, 1995: 65). O halde yabancılaşmadan kaçmak için kent de taşra da birbirinin alternatifi olamaz. Mütemadiyen bunalan bireyler için sınırları mahut bir yer olan taşra da bir kaçış ve kurtuluş yeri değildir. Atılgan’ın Bodur Minareden Öte (1960) adlı kitabı “Kasabadan”, “Köyden” ve “Kentten” başlıklı üç bölümden oluşur. Atılgan’ın hülyaları imkânsızlıkla kuşatılmış ve süreli bir kaçışı arzulayan köylü karakterleri için köy, baskıcı ve dar bir sosyal çevrenin

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

215

ve yetersiz fizikî imkânların mekanıdır. Öyle ki kitapla aynı adlı öyküde “daracık kasaba”, “daracık kümes”, “daracık avlu” örneklerinde olduğu gibi sık sık “dar” kelimesi geçer: Anlatım dili de yeknesaktır: Kısa, kesik, başı sonu olmayan bu tempo, sıkıntının temposudur. Kitaptaki öyküler, kuşatılmış dünyaların iletişimsiz insanlarını, aklı başka dünyalara, kendisinden başka ve ilginç olabilecek olası hayatlara asılı kalmış çıkışsızları anlatır. O kadar ki “Çıkılmayan”da karakter, dairedeki sıkıcı işinden kendisini kurtaracak ve hayalini kurduğu şeylere ulaştırabilecek parayı çalar ama bu kez de korku peşini bırakmaz. Daireden dışarı adım atacak cesareti kendinde bir türlü bulamayan adam, elini kolunu bağlayan şeylerin çok daha derinlerde olduğunu kavrar. Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken’deki “Babama Mektup” ve “Demiryolu Hikâyeciler- Bir Rüya” (1976) öyküleri ile tıpkı Atılgan da olduğu gibi, dünyaya tutunamamış, hayatın acemisi kişileri anlatır. Ancak Atay, “belli günlerde belli yaşamlar süren”, “komşunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayan” “eli paketliler”, “yapmacık, çabasız, ölçülü biçili alışkanlıklara ve kalıplara bağlı, fazla huzurlu, fazla rahat insanlar”la uğraşır. Ama Atılgan’dan faklı olarak, öfkesini onlarla alay ederek çıkarır. Vüsat Bener, Dost (1952) ve Yaşamasız (1957) adlı iki öykü kitabıyla kasaba bungunluğunu işler. Huzursuzluğunun sebebini taşrada yaşamak zorunda oluşu sanan kahramanlar, gerçek nedenin çok daha başka olduğunu içten içe hissederler. “Dost”un kahraman/anlatıcısı, içindeki sıkıntıyı “Sıkıntı işte. Keşke eve gitseydim. Kitaplar. Yerin dibine batsın kitaplar. Ne öğrettiler bana! Sökebildiler mi içimdeki huzursuzluğu?” sözleri ile dışa vurur. Bener, küçük kentlerin sıradan insanlarının patırtısız gürültüsüz hayatlarını anlatır. Amacı, onları bütün psikolojik derinlikleri ile yakalayabilmektir. Taşra kentlerindeki günlük yaşayışı içindeki insanların etraflarını kuşatmış hayata karşı aldıkları -veya alamadıkları- tavırları anlatmaktadır, Onların dışarıdan basit gibi görünen ama gerçekte büyük buhranlarla çelişkilerle dolu hayatlarında toplumumuzun ve bütün bir devrin özeti sak-

216

Doç. Dr. Ömer Solak

lıdır. Bu anlatım iç monolog, iç diyalog, bilinçakımı gibi modern anlatım teknikleri ile başarıyla kotarılır. Özetle bu dönemin eserlerinde de taşra, şu özellikleri ile öne çıkar: 1. Taşra, bilinçleri yaralanmış, toplumun kıskacında ötekileşmiş, soyutlanmış, uyumsuz karakterlerin bu sorunlarından kentten kaçarak veya çocukluklarının mekânlarına dönerek kurtulamayacaklarını anladıkları yeri ifade eder. 2. Varoluşçu yazarların mekânsal anlamda taşrayı favori bir mekân olarak kullanmaları, taşranın sıkıntıyla ve onunla ilgili metaforlarla kurabildiği verimli ilişkidir. 3. Taşra, ayrıca kentlinin bir zamanlar terk ettiği evi, yitik ülkesidir. Kentli aydın için taşra ile karşılaşma, kendisi ile onun arasındaki büyük farklılaşmadan duyulan ürkmeyi de beraberinde getirir. 4. Kentin dinamizmine alışmışların taşraya bakışını anlatan bu bakış, daha sonra bizzat taşra kökenli yazarlara da hâkim olacaktır. Taşra artık taşralıların gözünde bile yetersiz ya da engellenmiş bir toplumsal statüyü de içeren kasvetli, bir yerdir. Kentlileşmiş taşralıların zihinlerinde taşra, yıllar öncesinin donmuş görüntüleri ile yeniden kurgulanacak ve giderek var olduğu değil, hatırlandığı biçime mahkûm olacaktır (Zengin, 2009: 214). Tortu’da (1984) Merkez-Taşra Çatışmasının Anlatı Bileşenleriyle İlişkisi Yetmiş öncesinin etkili toplumcu gerçekçiliği, yetmişlerin romancılığının psikolojik gerçekçi eleştirelliğini besler. Yetmişlerin özellikle güçlü kadın yazarları, toplumcu gerçekçi bir estetikle yazmasalar da “tümüyle rafine” “bir çeşit sanatsal gerçekçiliğe” ulaşırlar (Lekesiz, 2005: 39). Toplumsal ve siyasal sisteme kadın bakış açısı ile yöneltilen tenkitler, “yaşanan hayatın, siyasal-ekonomik, devlet-halk ilişkilerinin ve kültürel-ahlaki değerle-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

217

rin sorgulanır hale gel”mesine sebep olan güçlü bir öykü damarı yaratır (Lekesiz, 2005: 38). Taşra kökenli bürokrat bir ailenin kızı olan Baran, daha çok öyküler üzerin inşa ettiği yazarlık yaşamında yetmişli yıllar öykücülüğünün genel karakteristiklerini takip eder.58 Baran’ın Tortu adlı kitabı, her ne kadar 1984’te yayımlanırsa da 1970’li yılların öykü anlayışını ve temalarını yansıtır (Baran, 1984). Dönemine kadınca bir dikkatle bakışı, toplumcu temaları, 1950 kuşağının varoluşsal buhranlarını devam ettiren psikolojik gerçekçiliği ile yetmişli yılların kadın öykücülüğünün ve romancılığının genel karakteristiklerini verir. Aralarında vaka birliği bulunan ve beş alt bölümden oluşan bu eser, öykünün sınırlarını aşan ama “roman boyutlarına da vara”mayan bir anlatı olur (Kutlu, 1987: 25). “Ablam”, “Arif Hikmet Bey”, “Konak”, “Zekiye”, “Tortu” adlarını taşıyan bölümleri ile eser, iki merkezî mekân kullanır. Öykünün olay örgüsünün merkezindeki kent-kır çatışması uzak ve bakımsız Anadolu kasabası “S…” ve karmaşık metropol “İ…” üzerinden somutlaştırılır. Olaylar ilerledikçe ana ekseni oluşturan merkez-taşra karşıtlığa yaşama sevinci-yabancılaşma, işçi-patron, ezen-ezilen gibi alt çatışmalar eklenecektir. Öykünün asli kişisi olan taşralı delikanlı Halim’in mekânlar dolayımın58 Aslen Uşaklı bir memur ailesinin kızı olan Selçuk Baran, 1933’te Ankara’da doğar. Ulus’taki Taş Mektep adlı ilkokulun ve Ankara Kız Lisesi’nin ardından Hukuk Fakültesi’ni bitiren yazar bir süre Almanya’da lisansüstü eğitim görür. 1958-68 arasında, Bankacılık ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü’nde kurs müdürü olarak çalışır. Bu yıllar onun edebi üretkenliğinin de zirvesidir. İlk öyküsü “Çocuğun Biri”ni Yeditepe’de 1968’de yayımlayan yazar, ilk öykü kitabı Haziran’ı da 1972’de yayımlar. Baran, yetmişlerde Anaların Hakkı, Bir Solgun Adam ve Bozkır Çiçekleri eserlerini art arda yayımlar ve önemli ödüller alır. 1980’lerde opera sanatçısı olan kocası Ayhan Baran’ın işi nedeniyle İstanbul’a yaşamaya başlayacaktır. 1987-1993 arasında bu şehirde roman ve öyküden kopar; daha çok radyo oyunları yazar, çocuk kitapları çevirir. 1993’te tekrar Ankara’ya dönen ve bu arada eşinden de ayrılmış olan Baran daha önce çalışmış olduğu enstitüye yayın müdürü olur. 1999’da öldüğünde geride çok farklı edebi türlerde yazılmış önemli bir birikim bırakmıştır (Solak, 2009).

218

Doç. Dr. Ömer Solak

dan yaşadığı değişim ve olgunlaşma ise öykünün tüm bölümlerine yayılır.59 Politikacı, iş adamı, toprak ağası kılıklı Arif Hikmet, hemen her taşra şehrinde örneklerine rastlanacak bir toplumsal tiptir. Kasabasından cumhuriyet senelerinin başında ayrılmış, başkentte yükünü tuttuktan sonra İ… şehrine yerleşmiş ama adeta bir Tanrı gibi kasabanın bir beklenti kapısı, bir güç odağı, her şeyi olmayı bırakmamıştır. Selçuk Baran öykü ile toplumcu tezleri olan sosyalist gerçekçi bir eser kaleme almak istemiş; Arif Hikmet Bey’i de toplumcu karşıtlıkların favori bir ötekisi olarak kurguya bu yüzden dâhil etmiştir. Ancak eser, kurgusal planın ötesinde bireyin yabancılaşmasına ve çıkışsızlığına odaklanan bir çizgi tutturunca Arif Hikmet, bir taşra mütegallibesi olmaktan çıkıp ailesini ve çev59 Beş bölüme yayılan vaka kısaca şöyledir: 1) Vakanın asli kişisi Halim’i ve en küçük ablası Naciye’yi, anne ve babasının ölümü ile yaşadıkları kasabada kasvetli günler beklemektedir. Naciye, ağabeylerinin onu kasabada “uygun buldukları” delikanlıyla evlenmek yerine, komşu Yeşilhisar’da çiftçilik yapan ve orta yaşlı bir dul olan Nuri’ye kaçar. Zira o, doğaya ve insanlara artık insanlarda pek bulunmayan bir şefkatle yaklaşmaktadır. Halim, ablasını ziyarete gittiğinde bu tercihin ne kadar doğru olduğunu anlayacaktır. 2) Aradan yıllar geçmiş, Halim askerden dönmüştür. Kasabadan çıkmak ve hayatı tanımak istemektedir. Nihayet kasabanın “mühim adam”ı Arif Hikmet Bey’in çağrısı ile büyük kente gider. Önce onun konağında sonra da fabrikasında çalışacaktır. 3) Kasaba ne kadar sıkıcı ise kent de o derece soğuk ve mesafelidir. Uzun süre bu mesafeyi kabullenmekte güçlük çeken Halim, ablası ile yazışarak avunmaya çalışır. 4) Şehirde herkesin üzerine titrediği “düzen”in aslında belli bir konfor sunduğunu ama insanların iradelerini ve yaşama sevinçlerini yok ettiğini fark eden Halim, için asıl uyanış işçi kız Zekiye ile tanıştıktan sonra gerçekleşir; ondan kapitalizmi ve sömürüyü öğrenir. Bu arada Zekiye, fabrikada bir işçi liderinden hamile kalır ve bebeğini aldırır. Tüm taşralılar gibi namus meselelerinde çok katı olan büyük patron, Zekiye’yi ve ailesini işten atmasın diye Halim, bebeğin babasının kendisi olduğunu söyler. Alelacele evlendirilen iki genç, tazminatları da verilerek işten kovulurlar. 5) Aradan uzun bir süre geçmiştir. Zekiye ve Halim, bir yol üstü restoranı işletmektedir. Zekiye, kendini yüz üstü bırakan adamın yüreğinde bıraktığı “tortu” ve Halim’in koşulsuz sevgisi arasında kendine yeni bir ufuk çizmiştir. Halim ise geride kalan yılların tecrübesi ve aşkının verdiği olgunlukla artık bambaşka biridir..

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

219

resindekileri zorba bir iletişimsizliğe ve sevgisizliğe mahkûm etmiş bir burjuvaya dönüşmüştür. Öyküde önce ilk birkaç bölümde 1950’ler Türkiyesinin herhangi bir kasabasından farklı olmayan S… tanıtılır. Bütün Anadolu kasabalarını birbirine benzeten birörnek meydanları, kente oturan ama siyasi nüfuzu uğruna kasabasıyla bağını kesmemiş politikacıları, geleneğin boğduğu yeknesak günlük hayatı ile S…, tipik bir kasabadır. Merkez-taşra çekişmesinin birinci ayağı olarak eserde kasabalar üzerinde önemle durulur. Öyküde S… kasabası, güdümlü siyasi hayatı ile Anadolu’da yıllarca sağlıklı bir zemine oturtulamayan demokratik gelişmenin tipik bir örneğidir. Arif Hikmet gibileri, hiç uğramadıkları kasabalarında hangi partiyi işaret etse seçtirecek bir mutlak hâkimiyete sahiptirler. II. Meşrutiyetle başlamış çok partili hayatın Anadolu’da bir siyasal olgunluk oturtamamasının nedenleri buralardadır. Kentli yazarların varoluşçu öykü anlayışında taşra mekânı olarak kasaba öne çıkar. Sıkıcı ve yeknesak günlük döngüsü ile köhnemiş peyzajları ile sunulan kasabalara şehirlileşmiş bir öznenin çocukluk düşleri ardından bakılır. Tortu’da da aynı bakış hâkimdir: “Kasabayı baştan sona geçen bir tek asfaltlanmış yol vardır. Ara sokaklar taş döşelidir. Bu kısa sokakların çoğu yer yer çökmüştür. Yağmur yağdığı zaman çukurlara su dolar. Sokaklarımız, kışın çamurlu, yazınsa tozludur. Kuzey yakasından geçen bir dere şenlendirir kasabayı. Bizim evimiz derenin doğuya doğru büküldüğü yerdedir. Yattığım odadan derenin şırıltısı duyulur. Ablamla birlikte derenin sesini dinlemeyi severdik. Ama dere temmuz ortasında kurur. Çakılların ortasında pis kokulu az ir su kalır. Oğlan çocukları pantolonlarını sıvayıp yalın ayak gezerler içinde…” (Baran, 1984: 15). Kasabalarda sıkı sosyal baskılar, özellikle kadınlar için, hayatı çok zorlaştırır. İçinden geldiğince gülmeleri bile ayıplanır. Bunun üzerine kadınlar da çaresiz, kendilerini el oyalarında

220

Doç. Dr. Ömer Solak

nakışlarda ifade ederler. Halim’in ablası Naciye ömür boyu sevemeyeceği ve kendini anlamayacak bir adama varmaktansa iki çocuklu dul Nuri’ye kaçar. Zira mutlu olmak için sadece sevgi yeter. Naciye’yi kocasına çeken onda gördüğü taşkın yaşama sevincidir. Zira o “sabahları bile uyanır uyanmaz o gün kendisini bekleyen işleri bir bir düşünüp sevinen bir adamdır” kocası (Baran, 1984: 24). Öyküdeki yan çatışmalardan biri de kadın-toplum çatışmasıdır. Taşra kasabalarında geleneğin ve toplumun boğduğu kadınların toplumla yaşadıkları çatışmaya tepkileri öyküde Halim’in en küçük ablası Naciye üzerinden verilir. Naciye, taşranın bir genç kız için hemen hiçbir şey vaat etmeyen boğucu havasının mağdurlarından biridir. Nuri, kadın ruhundan anlamayan taşralı erkeklerden çok farklıdır. Bahçelerindeki ağaçları aşılamaya gelen Nuri’nin bitkilere çok müşfik davrandığını gören Naciye, doğanın dilinden anlayan bir erkek kadının dilinden de anlar, diye düşünmekten kendini alamaz. Nuri ayrıca hayatın kasvetine teslim olmayan kişiliği ile de ona yakın gelmiştir. Naciye bilir ki bu, bir kadın için çok önemli bir şeydir. “Parada gözü olmayan, hayatı seven bir adama benziyordu oysa. Besbelli hayvanların, bitkilerin, ağaçların dilinden de anlıyordu. Köpeklerini, panayırda hep birincilik alan boğalarını, meyva ağaçlarının canına okuyan hastalıkları anlatırken gören, dostlarından söz ettiğini sanırdı. Fazla konuşmuyordu ama anlattıkları bize iyi vakit geçirtmeğe, yorgunluğumuzu unutturmağa yetiyordu. (…) Şimdi ablam işte bu adama kaçmıştı.” (Baran, 1987: 18). Kadınların insanı boğan, uzak taşra kasabalarındaki çaresizlikleri Naciye’nin hikâyesi ile anlatılır. Taşra kadınlarına bir kentli olarak yazar, bir dramın içindeki insanlar olarak bakar. Onlar, “kırmızı gül bile yetişmeyen” kasabalarında hemencecik soluveren kırmızı güller gibi, genç kızlık neşelerini bile yaşayamadan solar giderler.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

221

Kasabanın manzarası böyle betimlendikten sonra, kasabalıların gözünden kente bakılarak onların kente hayranlığına dikkat çekilir. Hâlbuki kentlilerin hayatlarını kolaylaştıran, apartman, otomobil gibi imkânlar aynı zamanda onları birbirinden de uzaklaştırmaktadır. Kasabanın çocuklarını çağıran, bir cazibe merkezi olan kent, kısa zamanda oraya gidenlerin gözlerinde eski değerini yitirir. Ancak dönmek için de çok geçtir. Sonunda tüm kentlilerin yakalandığı soğukluk, huzursuzluk, yabancılaşmışlık hastalığına kasabalı da yakalanır. Bu hastalık önce kendini mektuplarda belli eder. Memleketlerinden ayrılan taşralıların evlerine gönderdikleri mektuplarına önce soğuk ve mesafeli bir dil hâkim olur. Yollamayı hiç ihmal etmedikleri bu mektuplar onların kasabaları ile yegâne bağlarıdır. Mektuplarda yalnızca basmakalıp selamlar ve para vardır. Geride kalanlar da bunlarla yetinmeyi öğrenirler zamanla. Zira “oğul, kardeş, amca sevgisi ile yaşanmaz, ekmekle yaşanır” (Baran, 1984. 31). Eserin kasabasında kendine bir gelecek göremeyen asli kişisi Halim de kentin cazibesine kapılır. Arif Hikmet Bey’in devasa evinde çalışmak için şehre gider. Kasabalar, geleneğin boğduğu yerlerdir. Orada hayat uyuşmuş gibi akar. Yaşamasını bilmeyen insanlar, sürekli kentlerdeki daha güzel bir hayatı özler ve gözlerini kentlere dikerler. Öyküde genç yaşında bu hevese kapılan bir kasaba genci olan Halim, oraların da hayal kıran yerler olduğunu açık bir şekilde öğrenecektir. Kasabadan kente gidiş, Halim’i yalnızlaştırır. Ait olduğu yerden kopan Halim, içinde bulunduğu çevreyle uyuşamaz. Kasabasından uzaklaşmak ona kendini yersiz yurtsuz hissettirmiştir. Kent, kendini ait hissetmediği bir yerdir. Orada insani ilişkiler bambaşka şeyler üzerine inşa edilmektedir. Önceleri bu patolojik iletişimsizliğe isyan etmeyi deneyen Halim, zamanla yaşıyormuş gibi yaparak yaşamanın kolaylığına kendini bırakıverir.

222

Doç. Dr. Ömer Solak

Yazar, Halim’in “kentlileşmesini” üslubu değiştirerek vurgular. Kahraman/anlatıcı Halim’in üslubuna giderek hâkim olan yaslı dil, onun da kentlilerin bunalımına yakalandığını sezdirir. Tıpkı yazarın Bozkır Çiçekleri romanında olduğu gibi Tortu’nun asli kişisi de kentli tekdüzeliğe teslim olan bir taşralının trajedisini yaşar. Orada da romanın asli karakteri Seyfi, Tortu’daki Halim gibi, büyük kent tarafından değiştirilecek ve sonunda mahcup taşralı genç; bezgin bir büyük kent bürokratı olup çıkacaktır. Baran’ın bir taşra kasabasından kopmuş gelmiş karakterleri, kentlerin insanı tüketen düzeninde yaşamlarını gençliklerini ve rüyalarını birer birer yitirirler. Bu noktadan itibaren öyküde onun gözlerinden kent-kasaba karşılaştırmasına girişilir: Halim’in gözüne takılan ilk şey, kasabada günler çok ağır akarken; kentte insanlara zamanın yetmediğidir. Kentin bu baş döndürücü temposu ve düzeninin altında, aslında yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu keşfeder. Kette haksız bir düzen hüküm sürmektedir. Hayatı kontrol eden varsıllar, emeklerini sömürdükleri insanları, sevgiye, konuşmaya, birbirine vakit ayırmaya bile isteksiz varlıklar haline getirmişlerdir. Teknoloji de bu sisteme yardım etmektedir. Örneğin televizyon insani ilişkilere en büyük zararı verir. Burjuva yaşantısına tenkit eden Zekiye’nin ağzından “Beyin yıkama saatimiz geldi. Karnımız doyunca önce elimizi, ağzımızı, sonra da beynimizi yıkarız. Temiz çocuklarız biz.” sözleri ile bu durum, ironik bir şekilde dile getirilir. Büyük kentin yapmacık ilişkiler ağından bunalan Halim, bu kısır döngüden kurtulabilmek için, tepkileri ile en sahici bulduğu Zekiye’ye yaklaşır. Onun sayesinde tüm kentlileri teslim almış meta yücelticiliğinden ve düzen hastalığından kurtulacaktır. “Biz eskiden kentte yaşardık. Şimdi uzaktan bakınca, kent hayatını şöyle bir düşününce, diyorum ki, herkes hapı yutmuş durumda. Neyse ki kimse sezinlemiyor bunu. Hapı yuttuğumuzun farkında olmadıkça her şey iyi ve güzel… Bir an kuşku duyarsanız

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

223

kendinizi çalışmaya veririsiniz, para kazanmakla avunursunuz, televizyon seyreder, içki, sigara içersiniz. Böylece tüm korkularınızı bastırırsınız. Bastırdığınızı sanırsınız. Biz o hoş avuntuyu yıllardır tatmadık. Yalnızca korkuyu yaşadık. Yaralı hayvanlar gibiydik. Köpeklerini peşimize salmışlardı. (…) Kaçmak, yakalanmak korkusu önemli değildi. Önemli olan ikimizin arasında kötü bir şey olmaması… O zaman hapı yutardık işte. Çünkü o zaman bizi ele geçirirlerdi.” (Baran, 1984: 113). Öyküdeki çatışmalardan biri de ezen-ezilen çatışmasıdır. Ancak bu çatışma bile aslında kent-taşra çelişkisi ile ilişkilidir. Halim, işçi kız Zekiye’de aslında kendinde bulunmayan özelliklere hayrandır. Zekiye’nin asi ve dik tavırları, onun taşralı ezikliğinde bulunmayan özelliklerdir. Öyküde onun Yeşilhisar kasabasındaki fakir ama mutluluk dolu evliliği ile İstanbul’da devasa konaklarda yaşayan Arif Hikmet Bey’in gelinleri ve kızlarının mutsuz evlilikleri kıyaslanır. Halim, çalışmak için gittiği kentte bu burjuva ailesini gözlemler. Öyküde ailenin fertleri yapmacık ilişkilerle örülmüş dünyalarında yapmacık bir memnuniyetle yaşarlar. Ailenin en küçük kızı Süheyla ve kocası, Hikmet Bey konağında hüzünlü birer gölge gibi dolaşırlar. Öyküde karı-kocanın iletişimsizlikleri ironik bir üslupla dile getirilir: “İkisi de birbirlerine benziyorlardı. (…) Ayakta kalabilmek için birbirlerine yaslanıyorlardı. Ama ikisi de aynı güçsüzlüğü taşıdıklarından bu dayanışma bir aldatmacaydı. Bu aldanışla avunmaları, avunma yürekliliğini göstermeleri şaşırtıcı bir biçimde saygı uyandırıyordu. (…) Sabahları kocasını cümle kapısına kadar geçirirdi. Orada el ele tutuşup Ömer Bey’in arabaları ile gelişini beklerlerdi bir süre. Birbirlerinin yüzüne bakarlar, arada, bir çiçeği, bir ağacı, kuşları gösterirlerdi birbirlerine. Ama karşılıklı konuşmayı bir türlü beceremezlerdi. Sanki konuşurlarsa birbirlerini daha iyi tanıyacaklardı. Bundan da çok, pek çok korkuyorlardı. Ortaklaşa sahip oldukları şey o kadar azdı ki, konuşa konuşa bunu daha da azaltmaktan korkuyorlardı. Ortalıkta her

224

Doç. Dr. Ömer Solak

şey, gereğinden fazla bolken, onların bu azıcık şeyin üzerine titremeleri hatta öz değeri bile çok kuşkulu olan bu şeyi özenle korumaya kalkışmaları; bizim görmediğimiz, bilemediğimiz o kırıntıya böyle hevesle eğilmeleri tüm değerlerin açıkça saptanıp ortaya konduğu, hırçınlık, zorunluluk ve bir tür zorunlu güç gösterisiyle savunulduğu, paraya vurulduğunda milyonlara belki de milyarlara ulaştığı Arif Hikmet bey konağında elbette ilgimizi çekecekti.” (Baran, 1984: 50). Zenginlik, insanları bireyselleştirmiş, birbirleri ile iletişimlerini koparmıştır. Görünüşte bir arada ama gerçekte herkesin kendi bireyselliğini yaşadığı evlerde kentli burjuvalar; sevginin değil paranın hükmettiği bir yaşam sürerler: “Gelin hanımlar da, küçük hanımlar da benim kasabada tanıdığım kişiler kadar bezgindiler. Kasabalıların bekledikleri, bekleyip durdukları iyi kötü bir şeyler vardı hiç değilse…”(Baran, 1984: 54). Hayat bir günü diğerinin aynı olan beklenti yoksunu insanlarda büyük bir harabiyete yol açar. Her şeyleri olan, gelecekleri planlanmış insanlar, sanılanın aksine mutsuz olurlar. Bu durum, çocuklarda bile görülür. On dört yaşına bile varmadan çocuklar, gülmeyi unutmaya ve adına disiplin denen şeyin tesiri ile hastalıklı bir sessizliğe gömülmeye başlarlar. Öykünün son bölümünde Halim, kentlerin ve kentleri sömürenlerin haksızlıkları karşısında devrimci bir uyanış yaşar. Ondaki uyanışa sebep olan kişi, varsıların karşısında hiç de itaatkâr olmayan işçi kız Zekiye’dir. Geleneklerin kıskacına ve toplumsal kabullere direnen Zekiye, kentli olsun, kasabalı olsun kadına “yazgıya boyun eğ”meyi tavsiye eden sağlıksız misyonu olumsuzlar. Sakin ve itaatkâr “Halim”, onun asi ruhundan büyülenir. Öyle ki onu tanıyınca gelecekten sadece iyi bir eş ve yuva bekleyen kasabalı ablası Naciye’yi bile unutacaktır. Öte yandan bu öykü, diğer tezli toplumcu eserlerden çok farklıdır. Öyküde Zekiye’nin bir işçi önderi tarafından kirletilip yüz üstü bırakması sol eleştirmenlerce “dünya görüşü ile toplumcu düzene kapalı” bulunur (Kutlu, 1987: 24).

225

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

Modern Merkez

Taşra

Taraflar

Arif Hikmet, ailesi ve kentlileşmiş /kapitale boyun eğmiş köylüler

Halim, Naciye ve Nuri

Vasıflar

Yabancılaşmış, meta merkezli, iletişimsiz, tabiata sırtını dönmüş

Saf, iyi niyetli, gamlı, tabiat aşığı

Çatışmalar

Merkez, yaşama Taşra, yabancılaşma, sevinci çıkışsızlık, susku, patron/ezen ezilen/ işçi

Mekân

İ(stanbul)

Sonuç

Taşralı gençler için gerekli olan, kentin çıkışsız, iletişimsiz kapitalist yaşamı değil; devrimci bir uyanıştır.

Yeşilhisar

Tablo 8. Taşra merkez karşıtlığını şekillendiren değerler

Tortu, Baran’ın sosyal tezleri en belirgin eserlerinden biridir. Ancak Baran öykücülüğü ve romancılığının en belirgin özelliği olan bireyin içe dönüklüğü ve buhranları, bu sosyal iletili romanda dahi kendini belli eder. Öykünün kent yaşamı içinde kent-taşra, işçi-patron, toplum-kadın çatışmaları arasında kalmış asli kişisi Halim, yazarın tezlerinin dile getirildiği bir ses değildir. Halim, kendi bireysel açmazları ve iletişimsizliğiyle sosyalist bir aydınlanma ideali olmaktan çok kendi kendiyle ve toplumla iletişim sorunu yaşayan gamlı bir adamdır. Dolayısıyla kentli yazarların sosyal meseleleri ele alan eserlerinde bile söz konusu birey odaklı tavır, bu eserde de belirgindir. 2.4.2. “Mavi Anadolu”cu Anadolu Yaklaşımı Mavi Anadolucular, 1960’lı yılların kentli yazarlarının taşraya bakışını ortaya koymak için ele alınması gereken bir başka gruptur.

226

Doç. Dr. Ömer Solak

Kökleri Yahya Kemal ve Yakup Kadri’nin II. Meşrutiyet senelerinde Tevfik Fikret’in teşviki ile giriştikleri “Akdeniz havza medeniyeti” ve “nev-yunanilik” anlayışlarına veya cumhuriyet döneminde Mustafa Seyit Sutüven’in şiirlerine giden bu bakış, Antik Helen kültür unsurlarını günümüze taşımak isteyen şiirde ortaya çıkmıştır. Daha çok roman ve öyküde tebarüz eden Mavi Anadoluculuk ise İslam öncesi Anadolu tarihi ve mitolojisini Helenizm’in elinden kurtarmayı amaçlar. Batı Anadolu sahillerinde filizlenmiş İyon uygarlığını Antik Yunan mirasının kaynağı olarak gören Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu gibi yazarlar, bütün batı kültürünün köklerini bulduğu Yunan mirasının aslında dillerin, dinlerin, etnik kimliklerin harman olduğu üzerindeki halkların bir potada eridiği, uygarlıklar beşiği Anadolu yarım adasından doğduğunu söyler. Bu görüş, Anadolu’yu bir vatan olarak benimseyen ve Türklüğün köklerini Anadolu uygarlıklarında arayan Cumhuriyetin erken döneminin tarih tezlerine de uyar. Bir çeşit “milli evrenselcilik” olarak nitelenebilecek felsefesi de Anadolu coğrafyasını ve bu coğrafyada şekillenmiş halkı biricik kılan kültürel birikimi yüceltir (Türkeş, 2002: 822). Kültürde sanatta batı kaynaklarından yararlanmayı aslında onların Anadolu kaynaklı olduğu gibi bir haklılığa bağlayan, edebiyat ve sanatta Anadolu’nun mitolojik mirasından yararlanmayı öneren, Asya göçerliği ve Şamanizm motifleri ile Anadolu’nun pagan kökenlerini birleştirmek isteyen, dini taassubun karşısında duran bu anlayış Cumhuriyet ideolojileri ile de uyumlu olduğu için Aydınlar arasında bir süre tutulmuştur. Bir dönem Yeni Ufuklar dergisi etrafında gelişen hümanist anlayış Batı uygarlığının kökenini Helen’e değil, Hitit, Frig, İyon ve Lidya’ya ve dolayısıyla Anadolu’ya bağlar. Hareketin edebi cephesinin temsilcisi Halikarnas Balıkçısı’nın elli ve altmışlarda birbiri ardına yayımladığı roman ve öykülerinde mavi Anadoluculuk akımının edebi pratiklerinin uygulandığı görülür.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

227

Yazarın Mavi Sürgün (1961) ve Ötelerin Çocuğu (1956) adlı eserleri, Anadolu’ya farklı bir bakış önerisi getirir. Bu akımın ellilerin bunalımcılığından farkı, köye ve kasabaya bir “huzursuzluk” mekanı olarak değil; aksine romantik-pastoral bir idealizasyonla bakışıdır. Mekânlarını Ege ve Akdeniz kıyılarındaki adalardan, balıkçı köylerinden seçen bu eserlerin kahramanları da mitolojik kahramanlarla paralellikler kurularak betimlenen ve kaderleri denizin elinde olan balıkçılar, köylüler, dalgıçlar, sünger avcılarını ve deniz aşığı şehirlilerdir. Eserlerinin çoğunun değişmeyen bir diğer karakteri ise binyılların hür ve asi denizidir. Hikâye ve romanlarda zengin denizcilik terminolojisinden ve mitoloji motiflerden yararlanan şiirli dili yer yer aksamakla birlikte genelde akıcı bir anlatımı yakalar. Öte yandan Murat Belge, Halikarnas Balıkçısı’sının söylem düzleminde kalan hümanizminin onun ‘ırkçı’ ve ‘milliyetçi’ düşüncelerini örtemediğini romanlarından yaptığı alıntılarla iddia eder. (Belge, 2006). Kısacası Anadolu’ya bu farklı aydın bakışı, 1950 sonrası fikir ve edebiyat akımları arasındaki yerini almıştır. 2.4.3. Psikolojik Gerçekçi Köy Yaklaşımı 1960 sonrası politik ortamında köy edebiyatı siyasal bir önem de kazanmış ve türe gösterilen ilgi artmıştır. 1980’li yıllara gelininceye dek bu alanda zengin bir literatür oluşmuştur. Bu akım o kadar yaygınlık kazanmıştır ki köy kökenli olmayan yazarlar da köy romanı yazmışlardır. Fakat bunların köye yaklaşımı alışılmış köy romanlarından farklıdır. Zira “taşranın (kasabanın) tanımı, başkentten farklılığına dayalı kalırken, köy kendine özgü anlam dünyasına sahiptir. (…) taşralar, yerel gerçekliklerin ulusal merkeze teslimiyetinin cisimleşmesi olarak” okunabilecekken, köyler alternatif yurtlar anlamına gelmektedir (Zengin 2010: 91). 1923-1940 arasında doğan yazarlar, bir önceki kuşağa göre daha çok taşra kökenlilerden oluşur. Belki de biraz da bu yüzden

228

Doç. Dr. Ömer Solak

onların edebî faaliyetinin yoğunlaştığı elli sonrasında –köy enstitülüler örneğinde ele alındığı gibi- dış gerçeklere odaklanan bir toplumsalcılık hâkimdir. Öte yandan bu dönemde bireyci tavrın da bütünüyle kentli yazarlar tarafından sürdürüldüğü söylenemez. Taşra kökenli bireyci yazarların eserlerinde toplumsalı dışlamayan sosyo-psikolojik bir tavır vardır. Özellikle taşrayı anlatan eserlerinde birey ve onun meseleleri toplumsal bir eksende düşünülür. Ferit Edgü’nün Kimse (1976) ve O/Hakkâri’de Bir Mevsim (1976); Cengiz Tuncer’in Kerkenez (1971) romanları bu gruptan romanlara örnek verilebilir. “Modern gerçeküstücü anlatım tekniği ve konusu ile alışılmış romanlara benzemeyen Kerkenez, köydeki insanın psikolojik bunalımlarını konu edişi ile dikkati çeker.” Kimse romanında asli kişi, köye gelen bir kentlidir. O kendisini taşrada etrafını kuşatan sosyal çevreden kopmuş hisseder ki, onun bu kimliksiz ve izole hali romanın adına da yansır: Kimse. Köye gelen kentli, toplumcu köy romancılığının idealist öğretmenleri gibi bir feda-i nefs duygusu içinde değildir. Bilakis çevresi ile uyumsuz ve “yalnız” biridir. Bu eserlerdeki köyler de alışılmış köy romanlarındakinden çok farklıdır. Kerkenez, 1960’lı yıllarda köylünün yaşayışını sırf toplumcu tezlerle ele almayan, onun psikolojisini de ele alan eserlerden biri olur. Romanda Freudyen tezlerle kötü bir ailede yetişen Salih’in kişiliğindeki bozukluk ve bunun yol açtığı patalojiler konu edinilir. Köy kökenli olmayan veya uzak köylü kökenlerine rağmen formasyonları itibariyle bu bağlantıdan uzaklaşmış yazarların köyü anlatan eserleri de böylesi bir sosyo-psikolojik tutuma yaklaşır. Kemal Bilbaşar ve Orhan Hançerlioğlu gibi yazarların köyden söz açan eserleri köye dair birtakım otantik ayrıntılarla dolu değildir ancak; köye ve köylüye getirdikleri farklı bakış açıları ile değerlidirler.

SONUÇ Klasik Osmanlı tarihinde padişahın merkezinde bulunduğu bir iktidar ile feodallerin etkin olduğu bir taşra arasındaki gevşek bağların belirlediği bir denge, edebi ürünlere yansır. Saray ve onu kuşatan payitaht, asker/sivil elit ve ilmiye sınıfı ile iktidarı ve dolayısıyla kültürel hayatı, sanatı ve eğitimi de elinde tutmaktadır. Bu durum, onun merkezi konumunu asırlarca korumasına da yardım eder. Payitahtta şekillenen edebiyat da merkezinde sarayın bulunduğu semboller sistemi ile merkezcil karakterini tüm edebî ürünlerde gösterir. Taşrada daha çok belli başlı eski kültür merkezleri şehirlerde ve yerel güçlerin patronajında yeşerebilen şiir ise, her ne kadar divan edebiyatının ortak mecazlar havuzunu kullansa da daha feodal karakterli; dili, temaları ve imajları ile daha yerel renklidir. Batının Osmanlı medeniyet miğferinden nüfuz etmesi ile divan edebiyatını var eden vasat yaralanır. Devlet mekanizması ve toplumsal yapı ile birlikte edebiyat da değişmeye başlar. II. Mahmut’la başlayan ve Tanzimatla devam eden batılı devletlerin örgütlenme sistemine öykünen anlayış, Osmanlı payitahtını da taşrasını da yavaş yavaş değiştirecektir. Modernizmin bütünlük ideali, homojenleştirme eğilimi, taşrayı da kapsama ve onu da merkeze dahil etme gereğini doğurmuştur. Zira merkez, artık taşranın dışarıdalığını kaldıramaz. Ve modernleştirme politikaları taşrayı homojen bir yekpareliğe dahil etme amacı taşır. Öte yandan merkez de demokrasi, temsile dayanan parlamentarizm gibi sebeplerle taşranın katılımına ve onayına ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyduğu geniş tabanlı konsensüse onun katılımı da esastır.

230

Doç. Dr. Ömer Solak

Edebiyat da şekil ve muhtevaca değişimden kaçamayacak dünyayı daha gerçekçi gören bir tavır giderek eskinin yerine kaim olacaktır. Taşra da, batıdan nakil edebi türlerin doğası gereği, artık daha gerçekçi betimlenecek ve bir sürgün yeri olmaktan yavaş yavaş “ıslah” etmek istedikleri bir yer olma mertebesine yükselecektir. Osmanlı Tanzimatla taşrayı da yönetimsel sürece dahil etme azmini gösterir. Tanzimatla birlikte ikame olan yeni edebiyatın temel çatışması olmaya başlayan doğu-batı çatışması, merkezi ve onun taşraya bakışını da şekillendirecektir. Çatışmanın ilk alanları, batı kültürünün ilk nüfuz ettiği yerler; farklı sosyokültürel katmanlardan, etniklerden gelen insanların bir arada yaşadığı kentlerdir. Kentler bu nedenle, batılılaşmayı yanlış veya doğru anlamışlar ve ona tavır almışların çatışma alanı olacaktır. Doğu-batı çatışması, Osmanlı ve cumhuriyet anlatı türlerinin en temel çatışmalarından biri olagelirken; kentler de bir çatışma alanı fonksiyonundan dolayı Türk anlatısının merkezi mekânlarından biri olmayı sürdürecektir. Bu dönemde mütereddit birkaç girişimin dışında kurmaca türlerin mekânsal başkenti İstanbul’dur. Taşraya bakışta ise kaynağını divan şiirinden ve Fransız romantizminden alan bir idealizasyon ve pastoral tavır hakimdir. Bu tarihsel seyir içinde II. Meşrutiyet, bu bakışın romantizmden kurtulup daha gerçekçi bir hale büründüğü ve gerçek taşra ile karşılaşıldığı bir durak olur. Keza bu dönemde merkezin taşraya bakışının karakteristikleri böyle iken; taşradan merkeze bakışın tespit edilebileceği bir edebi birikim yok gibidir. Cumhuriyet döneminin taşraya yaklaşımda hakim karakter, meşrutiyetten miras kalan batı tipi modernleştirmeci tavır olur. Cumhuriyet, taşradan bir itaat ve yerli yerindelik bekleyen Osmanlıdan farklı olarak taşrayı ulus-devletin aktif bir bileşenine dönüştürmek ister. Bu dönemde taşra, merkezin kontrol ettiği bütünlüğün içinde yer alması arzulandığı halde; bütüne eklemlenmekte isteksiz gözüktüğü için potansiyel tehlikeli bir mekândır da.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

231

1930’ların sonuna doğru Türk edebiyatının taşraya bakışında -roman ve öykü bağlamında kendini daha iyi belli eden- üç farklı tavır vardır. Devrin ideolojileri ile yakından ilişkili bu tavırlar, taşraya bakış itibariyle benzeşmelerine rağmen, bazı tespit ve teşhislerinde farklılaşan yapılar arz ederler. Bunlardan ilki, iktidarın modernleştirici görüşlerinin savunucusudur. Onların, taşralıların birer sosyal tip olabildiği anlatılarında, merkezde ideallerinden ve projelerinden çok emin, kentli aydınlar yer alır. Edebi kanonu oluşturan bu tavır, dönemin merkezinin taşra algısının şekillendirir. Modernleşmek gerektiğinde hemfikir olan sosyalist öncülerin anlatıları ise taşraya bakışta kendi ideolojileri ekseninde yeni bir anlayış getirir. Bu tavır, taşraya sadece sosyal ve ekonomik sorunlar ekseninde baksa da daha yakından, daha gerçekçi tutumu ile ilk olur. Modernizmle bir sorunları yoksa da Cumhuriyet reformlarının modernizm yorumuna sessiz bir tepkisellik takınmış Osmanlı bakiyesi münevverlerin edebi tavrı, bir başka gruplaşmadır. Onların bireyci, seçkinci, kültürel milliyetçi edebiyatı ise taşrayı bu dönemde hemen hiç görmez. Onlar daha çok bütün kurumları ile artık geride kalmış bir imparatorluğun sessiz bir tanığı gibi duran İstanbul’la ilgilidirler. Geçmişle daha barışık olmayı öneren muhafazakâr karakterli tavırları, taşraya ve merkeze bakışlarını da etkilemiştir. Bu son iki muhalif edebi gruplaşmanın arasındaki müşterek ise her ikisinin de cumhuriyet devrimlerine ters düşmeme ve ideolojileri ile onları uzlaştırma isteğidir. Toplumculuğu Cumhuriyet ilkeleri ile bağdaştırmaya çalışan sol yazarlar da; tarihin ve geleneğin dersleri ile cumhuriyet değerlerini mutedil bir çizgide buluşturmaya çalışan muhafazakârlar da aynı tavır içindedir. Öte yandan toplumcu gerçekçiler, Anadolu taşrasına yitirilmiş bir imparatorluğun hatıraları ile İstanbul’a odaklanmış olanlardan daha fazla eğilirler. Ancak bu dönemde toplumcularla kanonu temsil edenleri bir birine yaklaştıran özellik, baskın bir didaktizmden kur-

232

Doç. Dr. Ömer Solak

tulamayışlarıdır. İlerici-gerici karşıtlığında şekillendirdikleri eserlerinde rejimin ilkelerini halka ulaştırmak isteyenler de; ezen-ezilen karşıtlığında kurguladıkları ürünlerinde kendi ideolojilerinin doğrularını anlatmak isteyenler de yazara bir yol gösterici misyonu biçerler. Hâlbuki kültürel milliyetçi aydınların doğu-batı, eski-yeni karşıtlıkları üzerine inşa edilmiş roman ve öykülerinde daha bireyci bir söylem hâkimdir. 1950’lere gelene kadar, ana akım Türk edebiyatı, toplumu batı kültürüne açmak isteyen devlet siyasetine paralel olarak yürür. Dönemin belli başlı karakteristiği taşradan merkeze değil; daha çok merkezden taşraya bakılmasıdır. Yazarlar, bir yandan cumhuriyet değerlerini halka aktarırken, bir yandan da bir anda mazi oluvermiş bir devrin muhasebesi ile meşguldürler. Bu hesaplaşma durumundan, cumhuriyet yeniliklerinin yanında olan kanonik damar da müstağni değildir. Romanlar ve öykülerde iki kültür, iki devlet, iki siyasal rejim arasında kalmış geçiş dönemi aydınlarının yaşadıkları “intercultural problem” yansıyacaktır. Merkez-taşra ilişkisindeki bu üç yaklaşımın bir başka önemi de, 1950 sonrasında gelişecek yeni ideolojiler ve anlayışların onların içinden doğmasından gelmektedir. 1950 sonrasında kanonik edebiyat, roman ve öyküde toplumsal olana hemen hemen sırtını dönmüş bir varoluşçu ve bireysel söylem içindedir. Kentli karakteri ise onun bir başka özelliğidir. Onlar için odak mekân büyük bir sorun yaşadıkları modern bir merkez olarak şehirdir. 1950’lerden itibaren Türk edebiyatının varoluşçu yazarları, kendi edilgen, çıkışsız, iletişimsiz, günlük hayatın rutini içinde boğulup kalmış, mütemadiyen sıkılan kahramanlarını anlatmak için çoğunlukla kentleri ve nadiren de hayatın büyük şehirlerdeki gibi büyük bir tempo ile akmadığı göstermek için taşrayı mekan olarak seçerler. Taşra onların varoluşsal hüzünlerini dile getirmek için de mükemmel bir mekan olur. Bunun için karakterlerini ya taşranın sıradan ama büyük şehirlerde başka türlü hayatlar özleyen kişilerinden veya kendini taşraya atmış kent

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

233

yorgunlarından seçerler. Taşra bu eserlerde gerçek bir mekân olmaktan öte soyut bir anlam kazanmıştır. Onların asıl trajedileri ise içlerindeki gerçek taşra ile kuşatılmış olmalarıdır. Otuzların toplumculuğu ve onların açtığı köye yöneliş damarı ise Enstitülü kuşak ile devam ettirilecektir. Onlar için odak mekan ise kasabanın güdümünde fakrü zaruret içinde ama bozulmamış köydür. Çok partili hayatla birlikte merkezi bürokrasinin kendinde toplum üzeri bir vasıf vehmederek, taşrayı denetlemeye çalıştığı dönemde bir kırılma yaşanır. Gelişen sağ, taşradaki geniş kitlelerin de sesi olduğu iddiasındadır. İşte bu süreçte merkezi bürokrasiye de sağ iktidara da yakın olmayan köy edebiyatı doğacak ve taşrayı köy ekseninde değerlendiren ve edebi niteliği çoğu zaman ihmal eden geniş bir literatür ortaya koyacaktır. Köycü sol söylemle ilişkili bir başka edebi gruplaşma ise roman ve öykülerde göç olgusunun ve göçlerin kentlerin kenarlarına yığdığı kitlelerin anlatılmasıdır. 1950’lerde yoğunlaşan iç göçle kentlere akanların dramı, yoğunlukla yetmişlerde edebi metinlere akseder. Kentle yaşanan uyumsuzluk, kırsalla devam eden ilişki, ne kentli ne de taşralı olamama hali gibi meseleler genelde bu kökenlerden gelen romancı ve öykücülere verimli izlekler verir. Elli sonrasında cumhuriyet değerleri ile fazla sorun yaşamayan muhafazakâr söylem yerini daha muhalif bir tavra bırakacak; altmışlardan sonra ise kendi içinde farklı ideolojik tutumlara bölünerek ayrışacaktır. Onların odağındaki mekân ise muhafazakâr söylemlerine uygun bularak yüceltecekleri kasaba ve onun değerleridir. 1960 kırılması kültürel/milliyetçi düşünce, merkezî sağ ana akımdan ayrılmaya başlar. Bu dönemde hareket, önemli teorisyenlerinin birer sanat ve düşünce adamı olmaları nedeniyle kültürel; daha çok taşrada tutunduğu için de muhafazakâr karakterlidir. Ancak kültürel milliyetçi Türk muhafazakâr düşüncesi hala Batı pozitivizmiyle sorununu çözebilmiş değildir.

234

Doç. Dr. Ömer Solak

Altmışlardan itibaren merkezi muhafazakârlıktan kopan İslamcılık, yavaş yavaş hem kendi ideolojisini hem de edebi birikimini yaratır. Taşranın bu dönemde siyasal islamla yakınlığı şöyle açıklanabilir: İslama sarılma taşranın merkeze karşı bir refleksi; kaynağını din kutsallarından aldığı için ona karşı üstünlük kurabileceği yegâne sarsılmaz dayanaktır. Ancak gerek otuzların merkezcil muhafazakârlığı, gerek altmışların kültürel milliyetçi muhafazakârlığı ve gerekse seksenlerin muhafazakâr İslamcılığına uzanan çizgide değişmeden kalan, yeniliklere takınılan reaksiyoner tavırdır. Bu tavır ise çoklukla medeniyet değişmesinin toplumu getirdiği nokta ile, kaybedilen değerlerle ve onlara duyulan özlemle duyumsatılır. Türk edebiyatının yenileşmesinin tarihi boyunca taşranın edebiyatta yer alışının temel belirleyicisi, merkezle arasında hep olagelen varoluşsal gerilimde yatar. Cumhuriyetin erken döneminde taşra edebiyatının merkez edebiyat karşısındaki güçsüzlüğünün bir nedeni, taşra kökenli yazarın çoğunun merkeze gidince onun kanonik belirleyiciliği içinde erimeleri olmuştur. Bu gerilimli ilişkide taşra, ellilerden sonra merkezde konumlanmış iktidarın rahatlıkla yön verebildiği bir mekân da değildir. Taşra ile siyasi iktidar arasındaki ilişki, edebiyat üzerinden takip edileceği üzere her iki tarafın özgül stratejileri ile işleyen dinamik bir ilişki olagelmiştir. Taşra-merkez ilişkisi gibi toplumsal olguların kurgusal eserlerdeki akislerinin, dönemin siyasal ve toplumsal ikliminden bağımsız olmadığı görülmüştür. Taşrayı anlatmak ve taşraya bakmak, dönemin siyasi anlayışının, merkezin veya taşranın bakışına göre değişmektedir. Bu çalışmada batılılaşmanın ve onun neden olduğu doğu-batı çatışmasının kentlerde görece bir üstünlük kazanınca, onun başka bir uzantısı olarak da okunabilecek merkez-taşra çatışmasına dönüştüğü görülmektedir. Öte yandan bir dönem içindeki edebi manzaranın homojen bir yapı göstermediği ve kendi içinde edebi geleneklere ve gruplara bölündüğü düşünü-

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

235

lürse doğu-batı çatışması cumhuriyet döneminde bir süre daha devam eder. Başka bir deyişle Türk edebiyatında yenileşme devrinin Osmanlı döneminde doğu-batı, cumhuriyet döneminde ise merkez taşra karşıtlığının bulunduğu varsayılmaktadır. Aslında bu durum, Osmanlıdan Cumhuriyete intikal eden doğu-batı karşıtlığının şekil ve yer değiştirmiş bir devamından başka bir şey değildir. Buna göre çatışmanın bir tarafında merkez ve ona ait değerler; diğer tarafında da taşra ve taşra değerlerinin bulunacaktır. Merkez-taşra çatışmasının alt çatışmaları ise kentin merkezi ve çeperi arasındaki merkez-çevre çatışması ve kent-kasaba veya kent-köy çatışması olarak okunabilir. Son olarak taşra-merkez ilişkisini karşılıklı olarak ele alan bu çalışma gibi veya sadece taşra odaklı edebiyat incelemelerine yazarların sosyolojik profillerini ortaya çıkaran çalışmaların katkı sağlayacağı belirtilmelidir. Zira istatistiğe dayalı verilerin veya nicel çözümlemeler, edebi metinlerin nitel özelliklerini daha iyi yorumlayabilmeye yarayacaktır. Eseri, yazarının toplumsal konumu ve dönemi ile ilintilendirmek “eser odaklı analiz”i bütünleyecektir. Kaldı ki edebi eserler, çok katmanlı yapıları ile geniş bir perspektiften ortaya konulmaya muhtaçtır. Ayrıca bu çalışmada ortaya konulmaya çalışılan hususların söz konusu eserlere yönelik dilbilimsel üslup incelemeleriyle de desteklenmesi gerektiği belirtilmelidir. Eserlerin kelime kadrosu dilsel yapıların hangi bağlam içinde ve hangi sembol değerlerle kullanıldığı ve hakim anlatım tutumlarını belirlemek için yapılacak söylem çözümlemeleri eserlerin düşünsel arka planını ortay koymada faydalı olacaktır.

KAYNAKÇA “50. Yıl Özel Baskısıyla Onat Kutlar’ın Unutulmaz Eseri İshak”, YKY Haber Bülteni, S. 34, Eylül 2009, s. 5 “Beşir Ayvazoğlu ile Röportaj”, Aktüel, 30 Temmuz 1992 “Bir Tek Yağmur Kitaplardaki Gibi Yağıyor”, Söyleşi, Akşam Kitap, S. 27, 24 Şubat 2008 “conservative”: Online Etimology Dictionary, (12.01.2011), http://www.etymonline.com/index. php?search=conserve&searchmode=none “Ethem Baran’la Edebiyat, Taşra ve Yarım Romanı Üzerine” (Söyleşi: Abdullah Ataşçı), Kül  Öykü, S. 15, Mayıs 2008 “Feroz Ahmad ile Röportaj”, (söyl. Kürşat Oğuz), “2011 Seçimi Farklı ve Şaşırtıcı Olacak”, Habertürk, 27 Aralık 2010 “Metropol”, Arredamento Mimarlık, S. 151, 2002, s. 84-96 1927 Genel Nüfus Sayımı -Fasikül I-, T.C. Başbakanlık İstatistik Umum Müdürlüğü yay., , Ankara, 1929. ABASIYANIK, Alemdağ’da Var bir Yılan, Az Şekerli., Bilgi Yay., Ankara 1996 ACUN, Fatma, “Osmanlı’nın Torunları Cumhuriyet’in Çocukları: Osmanlıdan Cumhuriyet’e Değişme ve Süreklilik”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, S.15, Mayıs 2007, ss. 39-64 AKBOĞA, Aziz Behlül, Türk Romanında Kent ve Kentlileşme Eğilimleri, SÜ Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi (Dan. Köksal Alver), Konya 2009

238

Doç. Dr. Ömer Solak

AKKAŞ, H. Hüseyin, “Türk Modernleşme Tarihinde Muhafazakâr Siyasi Düşünce”, Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 3, S. 2, Aralık 2001 ---------------, İngiliz Muhafazakâr Siyasal Düşüncesi ve Edmund Burke, 9 Eylül Ünv.. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış Doktora Tezi), İzmir 2000 -----------------, “Muhafazakâr Siyasi Düşünce Kavramı Üzerine”, AKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 2003; 5(2). ss. 241-254. AKSOY, Elif; Murat Cankara, “Çağdaş Türk Edebiyatçısının Toplumsal Profili” Kanat, S. 10, Güz 2002, ss. 2-6 AKSOY, Suat, Türkiye’de Toprak Meselesi, Gerçek Yay., İstanbul 1969 AKSOY, Süreyya Elif, Peyami Safa’nın Romanlarında Modernleşme ve Mekân, Bilkent Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış DT, (Dan. Laurent Mignon), 2009. 256s. AKTAŞ, Şerif, “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Hakkında”, Yeni Türkiye, S. 23-24, 1998, ss. 2884-2891  ---------------, Refik Halit Karay, Akçağ Yay., Ankara 2004 ---------------, Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ yay., Ankara 1991 ALAK, Mustafa, Murathan Mungan’ın Eserlerinde Benlik Arayışı ve Kendini Gerçekleştirme, Yüzüncü Yıl Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, Van 2009 ALAN, Selami, Sâmiha Ayverdi’nin Eserlerinde Üç Temel Mekân: Konak, Köşk ve Yalı, Osmangazi Ünv. Sos. Bil. Ens. YL Tezi, Eskişehir 2005 ALKAN, Ahmet Turan, Altıncı Şehir, Ötüken, İstanbul 1992 ALVER, Köksal, “Romanın Dilinde Kent”, Hece, S. 147, 2009., ss. 67-76. ANHEGGER R., «Evangelinos Misailidis’in Temaşa-i Dünya Adli Kitabı ve Türkçe Konuşan Ortodokslar Sorunu “, Beşinci Milletler Arası Türkoloji Kongresi, (İst. 23-28 Eylül 1985), Teblig1er, C. 1, Istanbul 1985, ss. 15-24.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

239

ARGIN Şükrü, “Taşraya İçeriden Bakmak Mümkün müdür?” Taşraya Bakmak, İletişim Yay. İstanbul 2006., ss. 271-296., ARISOY, Sunullah, Karapürçek, Varlık Yay., İstanbul 1958, 160s. ARSLAN, Cumhur, “Çınaraltı”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce IV: Milliyetçilik, İletişim Yay., İstanbul 2002 ATAŞÇI, Abdullah, “Edebiyatta ve Öykümde Taşranın Ruhu” (06.05.2010):http://abdullahatasci.com/denemeler/7edebiyatta-tasra Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara 1952 ATAY, Falih Rıfkı, Çankaya, Bateş yay. 2. bs. Ankara 1980 AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi yay., Ankara 1968. ---------------, Milli Kurtuluş Tarihi II, Tekin Yay., İstanbul, 1984. AYDEMİR, Yaşar, “Ravzî’nin Rumeli izlenimleri”, Turkish Studies, S. 4(2) Kış 2009, ss. 119-132 AYDIN, Ertuğrul, “Edebiyat-Sosyoloji İlişkisinde Sosyolojik Kaynak ve Ölçütler”, Turkish Studies, S. 4(1) Kış 2009, ss. 357-370 AYDIN, Mustafa, “Kent Bağlamında Ailenin dönüşümü”, Hece: Medeniyet, Edebiyat ve Kültür Bağlamında Şehirlerin Dili Özel Sayısı, S. 150-152, Ankara 2009., ss. 108-115 AYDOGAN, Metin, Türkiye Üzerine Notlar 1923-2005, Umay Yay., İzmir, 2005 AYDOGAN-YILDIRIM, Güzin, 1980 Sonrası Türkiye’de Kent ve Kentleşme Kavramları, Yıldız Teknik Ünv. Yayımlanmamış YL Tezi, İstanbul 2006. AYGEN, Reşat Enis, Toprak Kokusu, Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul 1944. AYSU Osman, Odak Noktası, Evrim Yay., İstanbul 2001

240

Doç. Dr. Ömer Solak

AYTAŞ, Gıyasettin, “Batılılaşma Maceramızda Türk Romanına Yansıyan Tipler III”, G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 1, C. 23, 2003, ss.133-146. AYVAZOĞLU, Beşir, “Tanrıdağı’ndan Hira Dağına Uzun İnce Yollar”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce IV: Milliyetçilik, İletişim Yay., İstanbul 2002, ss. 541-578 AYVERDİ, Sâmiha, “Zerdebıyık Hasan Bey”, Rahmet Kapısı, Hülbe Yay., İstanbul 1985. ------------------, İbrahim Efendi Konağı, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2007 -------------------, Yer Yüzünde Birkaç Adım, Kubbealtı Neşriyatı, 2. bs., İstanbul 2001 BACHELARD, Gaston, Mekânın Poetikası, (çev. Aykut Derman), Kesit yayıncılık İstanbul 1996 BAKHTIN, Mikhail, Karnavaldan Romana, (çev. Cem Soydemir), Ayrıntı yay., İstanbul 2001. BANARLI, Nihat Sami, “Sâmiha Ayverdi”, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, İstanbul 1998, BARAN, Selçuk, Tortu, Kaynak Yay., İstanbul 1984 BARKAN, Ömer Lütfi, Türkiye’de Toprak Meselesi, Gözlem Yay. İstanbul 1980. BAYDAR, Çetin, Geçidi Bekleyen Şehir, Akçağ yay., Ankara 1997 BAYDAR, Mustafa, “Edebiyatçılarımız Diyorlar ki: Refik Halit Anlatıyor”, Varlık, S. 15, Ocak 1959 BAYDAR, Yavuz, Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varlık yay., İstanbul 1953. -------------------, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, Varlık yay. İstanbul 1960 BAYKURT, Fakir, Irazca’nın Dirliği (Yılanların Öcü ile birlikte) Remzi Kitabevi, İstanbul 1959 BELGE, Murat, “Köylü, Taşralı AB Süreci”, Radikal, 9 Ekim 2004

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

241

--------------------, “Mavi Anadolu Tezi ve Halikarnas Balıkçısı”, Birikim, Ekim 2006 BENHABIP, Seyla, Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in Contemporary Ethics, Polity Press, Cambridge 1996 BEYATLI, Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, MEB Yay., İstanbul 1999 ---------------, Siyasi ve Edebi Portreler, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., 3. bs., İstanbul 1986 BORA Tanıl, “Amerika: ‘En’ Batı ve ‘Başka’ Batı- Türkiye’de Siyasal İdeolojilerde ABD/Amerika İmgesi”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce III: Moderneleşme/ Batıcılık İstanbul 2002 ---------------, “Taşralaşan ve Taşrasını Kaybeden Türkiye”, Taşraya Bakmak (der. Tanıl Bora ), İletişim yay., İstanbul 2005, ss.37-66 ---------------, Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik, Muhafazakarlık ve İslamcılık, Birikim Yay., İstanbul 1998 ---------------, “Muhafazakârlığın Değişimi ve Türk Muhafazakârlığının Bazı Yol İzleri” Toplum ve Bilim, S. 74, Güz 1997 BOZKURT, Ahmet, “Taşrada Şiir Hazırlıkları”, Kitap-lık, Haziran 2004., ss. 18-24 BROWN, G.; YULE, G., Discourse Analysis. Cambridge University Pres, 1983 BULUT, Diler, Türk Edebiyatında Taşra, Mimar Sinan Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, İstanbul 2007. BURKE, Peter, Yeniçağ Başında Avrupa Halk Kültürü, (çev. Göktuğ Aksan) İmge, Ankara 1996 CANBAKAL, Hülya, 17. Yüzyılda Ayntap, İletişim yay. İstanbul 2009

242

Doç. Dr. Ömer Solak

CEYHUN, Demirtaş, Türk Edebiyatındaki Anadolu, Sis Çanı Yay., İstanbul 1996 CEYLAN, Ömür, “Taşranın Altın Çiçeği: Safran”, Osmanlı Tarihi Araştırmaları XXVI: Prof. Dr. Mehmet Çavuşoğlu’na Armağan II, İstanbul 2005. COŞAR, Simten, “Ahmet Ağaoğlu: Türk Liberalizminin Açmazlarına Bir Giriş”, Toplum ve Bilim, S.74, Güz 1997, ss.159-166 COŞKUN, Sezai, “Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerinde Temel İzlek Olarak Köy-Kent Meselesi”, Turkish Studies, S. 5(2) Bahar 2010, ss. 363-409 CUMA, Ahmet, Edebiyat Sosyolojisi ve Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi-Sanat ve Bilimin Sınır Ötesi Etkileşimi-”, Selçuk Üniversitesi Sos. Bil. Ens. Dergisi, S. 22, 2009, ss. 81-94. ÇADIRCI, Musa, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ülke Yönetimi”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi I, İletişim Yay., İstanbul 1985., ss. 210-288 ----------------, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentlerinin Soysal ve Ekonomik Yapıları, TTK Basımevi, Ankara 1991 ÇAĞAN, Kenan, “Milliyetçi Muhafazakarlık ve Yahya Kemal Düşüncesi”,” Hece- Yahya Kemal Beyatlı Özel Sayısı., S. 145., Ocak 2009, ss. 86-97. ÇAMURCUOĞLU, Gülden, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Toprak Reformu ve Milli Burjuvazi Yaratma Çabası”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi S. 1-2, C. XIII, 2009, ss. 161-178 ÇAYIR, Kenan, Türkiye’de İslâmcılık ve İslâmi Edebiyat, Bilgi Ünv. Yay., İstanbul 2008 ÇAYLAK, Ahmet, “Türkiye’de Siyasal Muhalefet Kültürü”, Türkiye Günlüğü, S. 89, Temmuz 2007, ss. 140-153 ÇETİŞLİ, İsmail, Memduh Şevket Esendal- İnsan ve Eser, Kardelen Kitabevi, Isparta 1999

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

243

ÇİĞDEM, Ahmet, Taşra Epiği: “Türk” İdeolojileri ve İslamcılık, Birikim Yay., İstanbul 2001 -------------------, “Ilımlı İslam ‘Korkulacak’ Bir Proje mi?” (21.04.2008): www.hurhaber.com/news_detal. php?d=118868 ÇONOGLU, Salim, “Kültürün Merkezi İstanbul’dan Ekonomik Sosyal Çatışmanın Merkezi İstanbul’a -Kültürel Bir Başkentten Gecekondu Şehrine Geçiş”, Balıkesir Üniversitesi Sos. Bil. Ens. Dergisi, C. 11, S. 19, Haziran 2008. ss.138-159. DEMİR, Hivren, Cemil Kavukçu Öykücülüğünde Kent, Taşra ve Modernlik, Bilkent Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara 2001 DEMİR, Ahmet, Sosyal Gerçekçilik Anlayışı ve Sadri Ertem’in Roman ve Hikâyelerinde Yapı, Tema, Anlatım, Gazi Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış DT, Ankara-2006. DEMİR, Ömer-Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ağaç Yay., İstanbul 1992 DEMİRBAŞ, Turhan, “Bir Kitap Bir Yazar- Kitap: Çıkrıklar Durunca”, Madencilik Bülteni, Temmuz-Eylül 2008, ss. 68-69 DEREN, Seçil, “Türk Siyasal Düşüncesinde Anadolu İmgesi”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce IV: Milliyetçilik, İletişim Yay. İstanbul 2002 DOĞAN, Mehmet Can, “Divan Edebiyatının Taşraları”, Kitaplık, S. 73, Haziran 2005. DORINDA, Outram, The Enlightenment, Press Syndicate of the University of Cambridge, Cambridge, 1995 EAGLETON Terry, Literary Theory: An Introduction, Blackwell, Oxford 1996. Ebu’l Akif Mehmet Hamdi, Köy Hekimi, Matbaa-ı Hayriye ve Şürekâsı, İstanbul 1328/1912

244

Doç. Dr. Ömer Solak

ECEVİT, Yıldız, “Yok Olmanın Estetiği ya da Türk Romanında Bir Romantik”, Varlık, Mart 2006. ELDEM, Edhem, “18. Yüzyıl ve Değişim”, Cogito- Osmanlılar Özel Sayısı, S. 19, Yaz 1999, ss.188-199. EMİL, Birol, Türk Kültür ve Edebiyatından II: Şahsiyetler, Akçağ yay., Ankara 1997 EMRE, Akif, “Yerel ve Evrensel Çözümleme Olarak Osmanlı Şehri”, Hece- Medeniyet, Edebiyat ve Kültür Bağlamında Şehirlerin Dili Özel Sayısı, S. 150-152, Ankara 2009., ss. 205-209. ENGİNÜN, İnci, “Halide Edib ve Mevlevîlik”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yay., İstanbul 1991 ----------------, Araştırmalar ve Belgeler, Dergâh yay., İstanbul 2000 EREN, B. Nihan, Nuri Bilge Ceylan Filmlerinde Taşra ve Kent Tereddüdü (Dan. Cevat Çapan), Yeditepe Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, İstanbul, 2008. ERGÜL, Mehmet Selim, Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959, Bilkent Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış DT, Ankara 2009; ERÖZ, Mehmet: İktisat Sosyolojisine Başlangıç, Filiz Yay., 1982 ERTEM, Sadri, “Fertçi Edebiyat”, Yedigün, S. 196, 1936 ----------------, “Sanat ve Sosyal Mesele”, Yedigün, 27 Mayıs 1936 ----------------“İnkılâpçı Sanat, Geri Sanat”, Varlık, C. 1, S. 4, 1 Eylül 1933 ----------------, Çıkrıklar Durunca, Otopsi Yay., İstanbul 2001 ERTOP, Konur, “Cumhuriyet Çağında Türk Romanı”, Türk Dili: Roman Özel Sayısı, S. 154, Temmuz 1964 ESCARPIT, Robert, Edebiyat Sosyolojisi (çev. Hüseyin Portakal) İletişim Yay., İstanbul 1992 FORSTER, E. M., Roman Sanatı, (çev. Ünal Aytür), Adam yay., İstanbul 1985 Füruzan, A., “Taşralı”, Papirüs, 1968. (Füruzan, “Taşralı”, Parasız Yatılı. İstanbul: Yapı Kredi Yay., 2004. 27-33.)

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

245

----------------, Balkan Yolcusu, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2001 ----------------, Dünya Kitap, S. 204, 10 Ekim 2008, ----------------, Kırkyedililer, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2000 GENÇ, Hanife N., “Gerçek ve Yeşil Gece Adlı Romanlara Öykünmecilik Açısından Bir Yaklaşım”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, C. 16, 2000., ss. 167-179. GIDDENS, Anthony, Modernliğin Sonuçları. (çev. Ersan Kuşdil), Ayrıntı Yay., İstanbul 1998 GÖKALP Ziya, Türkçülüğün Esasları (hz. Mehmet Kaplan), MEB Devlet Kitapları, İstanbul 1970 GÖKALP, G. Gonca, “Osmanlı Dönemi Türk Romanının Başlangıcında Beş Eser”,  Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1999, ss.185-202 GÖLE, Nilüfer, “Snapshot of Islamic Modernities”, Dedalus, S. 129(1), Kış 2000, ss. 91-117. GÜNDÜZ Osman, “Geleneksel Anlatma Formlarından Çağdaş Romana”, Turkish Studies, S.4(1) Kış 2009, ss. 763-798 GÜNER, Agâh O., “Sâmiha Ayverdi Üzerine”, Türk Edebiyatı, S. 152, Haziran 1986 GÜNEŞ, Aslı, Kemalist Modernleşmenin Adabı Muaşeret Romanları: Popüler Aşk Anlatıları, Bilkent Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara 2005 GÜNEŞ, Şafak, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Eserlerinde İstanbul (Bogaziçi)’da Gündelik Hayat, İstanbul Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, İstanbul, 2005 GÜNGÖR, Erol, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken yay., İstanbul 1993 GÜNTEKİN, Reşat Nuri, Yeşil Gece, İnkılâp Kitabevi, 22. bs., İstanbul 1995 GÜRBİLEK, Nurdan, “Mahrumiyet”, Vitrinde Yaşamak: 1980’lerin Kültürel İklimi, Metis Yay. İstanbul 1992

246

Doç. Dr. Ömer Solak

----------------, “Taşra Sıkıntısı”, Yer Değiştiren Gölge, Metis yay., İstanbul 1995, ss. 42-68 ----------------, Kör Ayna Kayıp Şark, Metis Yay., İstanbul 2004. HAWTHORN, Jeremy, Studying the Novel, Arnold, London 1985 HİSAR, Abdülhak Şinasi, Boğaziçi Mehtapları, Hilmi Kitabevi, İstanbul 1942 ---------------, Boğaziçi Yalıları, Varlık Yay., İstanbul 1954 ---------------, Çamlıca’daki Eniştemiz, 3.bs, Varlık Yay., İstanbul 1967, HODGSON, M.G.S., “the Venture of Islam-Conscience and History in a World Civilization”, III- The Gunpowder Empires and Modern Times, ChicagoLondon, 1972 IŞIK, İhsan, Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, Elvan Yay., 2006 İNALCIK, Halil.. “Comments on ‘Sultanism:’ Max Weber’s Typification of the Ottoman Polity.” Princeton Papers: in Near Eastern Studies 1992, 1: 49-72. İNCİCİYAN, P.G., 18. Asırda İstanbul, İstanbul Fetih Derneği Yay., İstanbul 1950 İPEKTEN, Halûk, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, Ankara, 1996 İREM, C. Nazım, “Kemalist Modernizm ve Türk Gelenekçi Muhafazakârlığının Kökenleri”, Toplum ve Bilim, S.74, Güz 1997 İSEN, Mustafa, “Klasik Şiirin Merkezi Olarak İstanbul”, Bilig, S.13, Bahar 2000, ss. 1-8 -----------------, Ötelerden Bir Ses Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara, 1997

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

247

JUSDANIS, Gregory. Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür: Milli Edebiyatın İcat Edilişi, Metis Yayınları, İstanbul. 1998 KADIOĞLU, Ayşe, “Milliyetçilik-Liberalizm Vatandaşlık ve Bireysellik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce IV: Milliyetçilik, İletişim yay., İstanbul 2002. KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003. ---------------, “Kültür Tarihi ve Teşkilat”, Türk Dünyası El Kitabı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1976 KAHRAMAN, Hasan B., Türk Siyasetinin Yapısal Analizi 1, Agora Kitaplığı, 2008 KANTER, Fatih, “Zıt Kutuplardaki İki Garip kahraman Fahir Bey ve Vamık Bey, Balıkesir Üniversitesi Sos. Bil. Ens. Dergisi, S. 18, C. 10, Aralık 2007, ss. 206-209 KAPLAN, Mehmet, “Mustafa Reşit Paşa ve Yeni Aydın Tipi”, Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri (13-14 Mart) Bildirileri, Ankara 1984 ---------------, Hikâye Tahlilleri, Dergah yay., İstanbul 1979 ----------------, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar III: Tip Tahlilleri, Dergâh yay., İstanbul 1985 KAPLAN, Ramazan, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy, Akçağ Yay., İstanbul 1997 KARAKAŞ, Mehmet, vd., “Bolvadin’de Toplumsal Yapı ve Değişim”, AKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2, C. IX, 2007 KARAKOÇ, Sezai, Dişimizin Zarı, Diriliş Yay., İstanbul 2007 KARAMERLİOĞLU, M. Asım. “Türkiye’de Köycülük”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Kemalizm II, İletişim Yay., İstanbul, 2001.

248

Doç. Dr. Ömer Solak

---------------, “Erken Dönem Türk Edebiyatında Köylüler”, Doğu-Batı, Ağustos 2003 ---------------, Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İletişim yay. İstanbul 2006 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Bilgi yay., Ankara 1969 ---------------, Yaban, Birikim yay., İstanbul 1977 KARAY, Refik Halit, Memleket Hikâyeleri, İnkılâp ve Aka, İstanbul 1979. KARPAT Kemal, “Modern Turkey”, (der. P.M. Holt, Ann K.S. Lambton ve Bernard Lewis) The Cambridge History of Islam, C. 1b, 1997 ---------------, Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Varlık yay., İstanbul 1962. KARTAL, Kemal, Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Türkiye’de Kentlileşme, Yurt Yay., Ankara 1983 KAVCAR, Cahit, Batılılaşma Açısından Servet-i Fünûn Romanı, Atatürk Kültür Merkezi yay., Ankara 1995 KAVUKÇU, Cemil, Dönüş, Can yay., İstanbul 1998 KEFELİ, Emel, “Coğrafya Merkezli Okuma” Turkish Studies, S. 4(1) Kış 2009. KIRAY, Mübeccel, Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası,: DPT Yay., Ankara 1964 KIRZIOGLU, Banıçiçek, Sâmiha Ayverdi Hayatı ve Eserleri, Atatürk Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış DT, Erzurum 1990. KOÇ, Yunus, Cumhuriyet Devrinde Eski Şiirimize Bakışlar: Yahya Kemal Beyatlı-Abdülhak Şinasi HisarNurullah Ataç-Ahmet Hamdi Tanpınar”, Marmara Ünv. Yayımlanmamış YL Tezi, İstanbul 1994

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

249

---------------, “Osmanlıda Toplumsal Dinamizmden Celali İsyanlarına Giden Yol ya da İki Belgeye Tek Yorum”, Bilig, S.35, Güz 2005, ss. 229-245 KOÇAK Orhan, “Aynadaki Kitap/Kitaptaki Ayna”, Defter, S. 17, Ağustos-Aralık 1991 KÖPRÜLÜ, Fuat, Millî Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Dîvân-ı Türkî-i Basît XVI’ncı Asır Şâirlerinden “Edirneli Nazmî”nin Eseri, Devlet Matbaası, İstanbul 1928 KUNT, İ. Metin, Sancaktan Eyalete, Boğaziçi Ünv. Matbaası, İstanbul 1978 KURAN, Ercüment, Türk Çağdaşlaşması, Akçag Yay., Ankara 1997 KURNAZ, Cemal, Divan Edebiyatı Yazıları, Akçağ yay., Ankara 1997 KUTLAR, Onat, İshak, Milliyet Yay., 2. bs. 1977 KUTLU, Mustafa, “Kasabaya Ne oldu?”, Akasya ve Mandolin, Dergâh yay., İstanbul 2001 KUTLU, Nazım, “Gerçekçilik Tortu ve Selçuk Baran”, Varlık: Çağdaş Türk Edebiyatında Folklor Öğeleri, S. 958., Temmuz 1987. LAÇİNER, Ömer, “Merkez(ler) ve Taşra(lar) Dönüşürken”, Taşraya Bakmak (der. Tanıl Bora ), İletişim yay., İstanbul 2005 LEHTONEN, Mikko, the Cultural Analysis of Text, Sage, London 2000 LEKESİZ, Ömer, “70’li Yıllarda Türk Öykücülüğü”, Hece Öykü: Yetmişli Yıllarda Türk Öyküsü, S. 7, Şubat-Mart 2005. ---------------, Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları, Selis Kitaplar, İstanbul 2006. LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (çev. Metin Kıratlı), TTK yay., Ankara 1998

250

Doç. Dr. Ömer Solak

LUCAKS, Georg, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, (çev. Cevat Çapan), Payel yay., İstanbul 1986 MARDİN, Şerif, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yay., İstanbul 1990, ss. 30-66 MCGOWAN, B., Economic Life in Ottoman Europe, 1600-1800, Cambridge University Press, New York 1981 Mehmet Murat, Turfanda mı Turfa mı, Mehmet Bey Matbaası, İstanbul 1308/1890 MERİÇ, Cemil, “47’liler Yahut Bir Romanın Düşündürdükleri”, Hisar, S. 138, Haziran 1975 MERT, Necati, “Köy, Kent ve sanayi Öykülerinde Toplumsal Değişim”, Hece Öykü, S. 12, Kasım Aralık 2005. -----------------, “Öykücülüğümüzde Taşra”, Hece Öykü: Taşranın Öyküsü/Öykünün Taşrası-I, S. 40, AğustosEylül 2010., ss. 97-103 ---------------, “Refik Halit’in Muhalifliği, Sürgünlüğü ve Merkez-Taşra Açısından Hikâyeleri”, Bilig, C. 2, 2001 (1), ss. 59-82. MILHORN, H. Thomas, Writing Genre Fiction: A Guide to Craft, Universal Publishers, Boca Raton Florida USA 2006. MİYASOĞLU, Mustafa, “Popüler İslâmî Edebiyat ve Hidayet Romanları”, Milli Gazete, 7 Haziran 2009. MORAN, Berna, “Romanda Tip Olgusu ve Tipin İşlevi Üzerine Yazarlarla Söyleşiler”, (Söyl: Zeynep Karabey), Yazko-Edebiyat, S. 24, Ekim 1982 ---------------, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yay., İstanbul 1999, -----------------, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış III, İletişim yay., İstanbul 1998 ----------------, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış II, İletişim yay., İstanbul 1997.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

251

MUCHIELLI, Alex, Zihniyetler, (çev. A. Kotil), İstanbul 1991 MUTLUAY, Rauf, 50 Yılın Türk Edebiyatı, İş Bankası Kültür Yay. 1973 Nabizade Nazım, “Kaarime”, Karabibik, Asır Kütüphanesi İstanbul 1308/1890 NISBET, Robert, Concept in Social Thought: Conservatism Dream and Reality, University of Minnesota Press, Great Britain 1986, OGUZERTEM, Süha, “Romanının Kahramanı Fahim Bey”, Kitap-lık, S. 5(83), 2005. ss. 106-110. OKAY, Orhan, “Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde Unutulan Bir İsim: Ahmet Mithat Efendi”, Birinci Milli Türkoloji Kongresi (İstanbul 6-9 Şubat 1978) Tebliğleri, Kervan Yay. İstanbul 1980. OKTAY, Ahmet, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları: Sosyalist Realizm Üzerine Eleştirel Bir Çalışma, 4. bs. İthaki Yay., İstanbul 2008 ORTAYLI, İlber, “Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde Yerel Yönetimler”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi I, İletişim Yay., İstanbul 1985, ss. 231-244. ----------------, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, Cedit yay. İstanbul 2008 ÖGEL, Bahattin, Türk Kültür Tarihine Giriş III, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1985 ÖGÜN, Süleyman S., “Türk Muhafazakârlığının Kültür Kökenleri ve Peyami Safa’nın Muhafazakâr Yanılgısı”, Toplum ve Bilim, S.74, Güz 1997 Ömer Ali Bey, Türkmen Kızı, Âlem Matbaası, İstanbul, 1307/1889 Ömer Seyfettin, “Memlekete Mektup”, Ömer Seyfettin: İslamcı, Milliyetçi ve Modernist Bir Yazar, Kaknüs yay., İstanbul 2004

252

Doç. Dr. Ömer Solak

ÖNERTOY, Olcay, “Cumhuriyet Döneminde Öykü”, Çağdaş Türk Edebiyatı, Anadolu Ünv. Açıköğretim Fakültesi yay., 1998 ÖZ, Mehmet, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, S. 58, Aralık 1999, ss.48-53. ÖZBEK, Meral, “Arabesk Kültür: Bir Modernleşme ve Popüler Kimlik Örneği”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal, Tarih Vakfı Yurt yay., 2. bs., İstanbul 1999, ss. 168-187 ÖZGÜL, M. Kayahan, “İlk Köy Romanımız Türkmen Kızı (mı?), Prof. Dr. Dursun Yıldırım Armağanı, Pars Yılı, Ankara 1998 ÖZİPEK, Bekir Berat, Muhafazakâr Düşünce Geleneğinde Akıl, Toplum ve Siyaset, AÜ Sos. Bl. Ens. Yayımlanmamış Dt, Ankara, 2000. ÖZLÜK Nuran, “Tarık Buğra’nın Konusu Anadolu’da Geçen Roman ve Hikâyelerinde Görülen Yazarlar, Eserler ve Kahramanlar”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 26, Güz 2009 ÖZMEN, Gonca; “Bir Deniz Feneri Olarak Füruzan” Kitap Zamanı, S. 34, 03 Kasım 2008. ÖZTÜRK, Serdar; “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Halk Kitaplarını Modernleştirme Çabaları”, Kebikeç, S. 21., 2006. ss. 47-72 PARLAKYILDIZ Necmiye Aysim, Osman Aysu’nun “Odak Noktası” ile Joseph Conrad’ın “Gizli Ajan” Romanlarındaki Ana Figürlerin Şiddet Karsısındaki Tutumlarının Sosyolojik ve Psikolojik Açıdan Analitik Olarak Karsılaştırılması, Osmangazi Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, Eskişehir 2007.

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

253

PARRY, Stanley, “Restoration of Tradition,” (ed. Frank. S. Meyer), What is Conservatism?, Intercollegiate Society of Individuals, New York 1964. RAMİÇ, Alena, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Söyleminde Gelenek, Bilkent Ünv., Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara 2002 RATHBUN, Carole. The Village in the Turkish Novel and Short Story, 1920 to 1955. Mouton de Gruyter, The Hauge, Paris 1972 ROSSITER, Clinton Lawrence, Conservatism in America, Harvard University Press, Cambridge, 1982. ------------------, “Conservatism”, International Encyclopedia of the Social Sciences, (ed. David L. Sills), CrowllCollier and Macmillan Inc., S. 3, 1968, ss.291-293. SAFA, Peyami, 20. Asır Avrupa ve Biz, Ötüken Yay., İstanbul 1990 ---------------, Fatih-Harbiye, Semih Lütfü Sühulet Kütüphanesi, İstanbul 1931 SAĞLIK, Şaban, “1980 Sonrası Türk Hikâyeciliğinde Merkezden Uzaklaşma: Taşra Öyküleri”, Hikâyenin Bugünü/ Bugünün Hikâyesi, 80 Sonrası Türk Hikâyesi Sempozyumu, Ümraniye Belediyesi, 2007, ss. 144-145. -----------------, “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Şehir”, Hece- Medeniyet, Edebiyat ve Kültür Bağlamında Şehirlerin Dili Özel Sayısı, S. 150-152, 2009., ss. 308-326 SENİR, İhsan “İstanbul’da Cogito, Picus, Ludingirra Olur Erzincan’da Le Poete Travaille Olmaz mı?”, Akşam, 4 Ekim 2003 SEZER, Hamiyet, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Seyahat İzinleri (18-19.Yüzyıl)”, AÜ DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, S. 33, C. 21, 2003 SHAYEGAN, Daryush. Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni. (çev. Haldun Bayrı), Metis Yay., İstanbul 1997.

254

Doç. Dr. Ömer Solak

SHKLAR, Judith N., After Utopia: The Decline of Political Faith, Princeton University Press, Princeton 1969 SHILS, Edward, “Merkez-Çevre”, Türkiye Günlüğü, S. 70, 2002., ss. 86-96 SCHMITZ, Leonhard, “Agon”, Dictionary of Greek and Roman Biography and Mythology I, Little, Brown and Company, Boston 1867. SOLAK, Ömer, Selçuk Baran Öykücülüğü, Tablet yay. Konya 2009 SOLOK, Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman III, İnkılâp yay. 3. bs., İstanbul 1999 SU, Mükerrem Kâmil, Sızı, Semih Lûtfi Kitabevi, İstanbul 1943 SUCKOV, B., Gerçekçiliğin Tarihi (çev. A. Çalışlar), Adam Yay., İstanbul 1982 SUNAY, Cengiz, “Türk Siyasetinde Merkez-Çevre İlişkilerinin Gizli Kronolojisi – I”, Yerel Siyaset, S. 28, Nisan 2008, ss.52–59 ŞAFAK, Burcu, Füruzan’ın Öykülerinde Anne-Kız İlişkisi, Bilkent Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara 2007. ŞAHİN, E., Fakir Baykurt’un Köy Romanlarında Sosyal Yapı, Ege Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, 2006 ŞAKİROĞLU, Mahmut, “Halkevi Dergileri ve Neşriyatı”, Kebikeç, S. 3, 1996, ss. 131-142 ŞAN, Mustafa K., “Edebiyata Sosyolojik Bakmak: Edebiyat Sosyolojisinin Tarihinden Basamaklar”, Edebiyat Sosyolojisi (ed. Kösal Alver), Hece Yay., Ankara 2004., ss. 91-133 ŞANDA, Hüseyin Avni, Reaya ve Köylü, Habora Kitabevi, İstanbul 1970 ŞEN, Nurcan, Füruzan’ın Hayatı ve Edebî Eserleri, Gazi Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış DT, Ankara 2006

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

255

ŞENLER, Yaşar, Türk Romanında Reformist Tipler, Palet Yay., Konya 2009 TAĞIZADE-KARACA, Nesrin, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Eserlerinde Geçmiş Zaman ve İstanbul, KBY., Ankara 1998 TANPINAR Ahmet Hamdi, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi. 1956 (1949). 8. baskı. Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1997. ---------------, “Bizde Roman I”, Kültür Haftası, S. 2. 1936 ---------------, Beş Şehir, Dergah yay., İstanbul 1979 TEKİN, Mehmet, Roman Sanatı ve Romanın Unsurları, SÜ yay., Konya 1989. TEMO, Selim, Türk Şiirinde Taşra, Agora Kitaplığı, İstanbul 2010, 395s. Tevfik Fikret, Rübab-ı Şikeste ve Tevfik Fiktet’in Bütün Diğer Eserleri, İnkılap yay., İstanbul 2000 TEZCAN, Mahmut, “Cumhuriyetten Günümüze Türk Ailesinin Dünü - Bugünü, Geleceği: Sosyo Kültürel Açıdan”, V. Türk Kültürü Kongresi Bildirileri C. XV, AKM Başkanlığı yay. Ankara 2005 TİMUR, Taner, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İmge Kitabevi, Ankara, 2002. TOPÇU, Nurettin, Taşralı, Kurtuluş Mat., İstanbul 1959 TOPRAK, Ömer F., “Çıkrıklar Durunca”, Yürüyüş, S. 10, Sonteşrin 1942 TOPRAK, Z., “Türkiye’de Sol Faşizm ya da Otoriter Modernizm 1923-1946”, Toplum ve Bilim, S. 100, Bahar 2004, ss. 84-99. TOSUN, Necip, “Taşra Mekânları”, Hece Öykü: Taşranın Öyküsü/Öykünün Taşrası-I, S. 40, Ağustos-Eylül 2010, ss. 104-112 ------------------, “Füruzan Öykücülüğü”, Eşik Cini, S. 3, Haziran 2006

256

Doç. Dr. Ömer Solak

TUNÇ, M. Şekip, “Muhafazakârlık ve Liberallik,” Türk Düşüncesi, S. 2 Ocak 1954, ss. 88-92. TURAL, Sadık, Edebiyat Bilimine Katkılar, Ecdad yay. Ankara 1993. 224 s. TURAN, Güven, “Taşra Coğrafya mıdır?”, Kitap-lık, S. 73, Haziran 2004. TÜRKDOĞAN, Orhan, Yoksulluk Kültürü: Gecekonduların Toplumsal Yapısı, Atatürk Ünv. Yay., Erzurum 1974 TÜKEL, Turhan. Beş Romancı Köy Romanı Üzerinde Tartışıyor. Düşün Yayınevi, İstanbul 1960. TÜRKEŞ, Ömer. “Güdük Bir Edebiyat Kanonu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce II: Kemalizm, İletişim Yay., İstanbul, 2001. -----------------, “Milenyum Çağı İnsanları”, Toplum ve Bilim, S. 104, 2005. ss. 48-73. ----------------, “Hasan Ali Toptaş’ın Kayıp Hayaller Kitabı”, (7 Mayıs 2010): http://yeniguneturku.blogcu.com/ hasan-ali-toptas-in-kayip-hayaller-kitabi-a-omerturkes/933943 -----------------, “Milliyetçi Edebiyattan Milliyetçi Romana”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce IV: Milliyetçilik, İletişim Yay. İstanbul 2002., ss. 811-828 ------------------, “Orda Bir Taşra Var Uzakta…”, Taşraya Bakmak, (der. Tanıl Bora ), İletişim yay., İstanbul 2005., ss. 157-212 -----------------, “12 Mart Romanlarından: Füruzan’ın 47’liler’i”, Radikal Kitap, 21.04.2006 ----------------, “Taşra İktidarı”, Toplum ve Bilim, S. 88, Bahar 2001. Türkiye’de Toprak Reformu Semineri, Ankara Hukuk Fakültesi Yayını, No. 244, Ankara 1968

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

257

TÜZİN, Derya, Sürgün Yolunda Bir Yenileşme Serüveni: Mihnet-Keşan, Bilkent Ünv. Sos. Bil. Ens. YL Tezi, Ankara 2008 ÜLGENER, Sabri F. “Bir Deneme: İki Devir ve İki ‘Terkib-i Bend’”, Zihniyet, Aydınlar ve İzmler, Yayaş Yay. Ankara 1983. ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi I, Selçuk yay., İstanbul 1966 VURAL Mehmet, “Aydınlanma, Felsefesine Din ve Muhafazakar Muhalefet”, AÜ İktisat Fakültesi Dergisi, S.2, C. XlIII., 2002., ss.375-389 WALLERSTEIN, Immanuel, Modern Dünya Sistemi II, Bakış Yay., İstanbul 2005 WELLEK, Rene, Austin WARREN, Edebiyat Biliminin Temelleri, (çev. Ahmet Edip Uysal), KBY., Ankara 1983. YALÇIN, Alemdar; Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı, 2. bs. Günce yay., Ankara 1992 YARDIM, Mehmet N., Romancılar Konuşuyor, Kaknüs Yay., İstanbul 2000 YAŞLI, Fatih, “Liberal-Muhafazakâr Hegemonya ve MerkezÇevre Paradigması”, Yeniden Devrim, S. 7, Ocak 2009. YAVUZ, Hilmi, “Divan Şiiri, Bir ‘Saray Şiiri’ midir”, Zaman, 27 Şubat 2002 YAZICIOĞLU, S., “Ediplerimizle Konuşmalar: Refik Halit”, Yirminci Asır, S. 169, 1955 YEREBASAN, Nahit, Murat Sertoğlu’nun Romanlarında Milli Romantik Unsurlar, Fırat Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış YL Tezi, Elazığ 2010 YETİŞ, Kazım, “Sâmiha Ayverdi’nin Hayatı”, Kubbealtı Mecmuası: Yazı Hayatının 50. Yılında Sâmiha Ayverdi Hatıra Sayısı, S. 4, Ekim 1988,

258

Doç. Dr. Ömer Solak

YILDIRIM, Güzin Aydogan, 1980 Sonrası Türkiye’de Kent ve Kentleşme Kavramları, Yıldız Teknik Ünv. Yayımlanmamış YL Tezi, İstanbul 2006 YILDIRMAZ, Sinan, “Muhafazakârlık, Türk Muhafazakârlığı ve Peyami Safa Üzerine”, Journal of Historical Studies, S. 1, 2003, ss. 9-18. YILDIZ, Alpay D.,. “Rasim Özdenören Hikâyelerinde Üç Mesele”. Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. S. 1, 2010., ss. 21-44 YİĞİTER, Ümran Nazif, “Mahmut”, Tepedeki Ev, Seçilmiş Hikâyeler Dergisi Kitapları, İstanbul 1954. YURDAKUL, Mehmet Emin, Şiirler, (haz. Fevziye Abdullah Tansel), TTK yay. Ankara 1989 YURTTAŞ, Ziya vd., Kırsal Sosyoloji, Atatürk Ünv. Ziraat Fakültesi Yay., Erzurum 2007. YÜCE, Sefa, “Yürümek Romanı Üzerine”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, S.1(3) Bahar 2008, ss. 485-493 YÜCEL, Tahsin, Yapısalcılık, Ada yay., İstanbul 1983 YÜREK, Hasan, “Türk Romanında Modernist Etkinin Boyutları”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. 28, S. 1. 2008, ss. 187-20 YÜKSEL, Süheyla, “Türk Edebiyatında Taşraya Çıkış: Ali Kemal’in Romanları”, Turkish Studies, S.4 (1) Kış 2009, ss. 1479-1507 ZENGİN Hatice S., “Edebiyatın Taşrası ya da Taşra’nın Edebiyatı”, Hece Öykü: Taşranın Öyküsü/Öykünün Taşrası-I, S. 40, Ağustos-Eylül 2010, ss. 86-96 ----------------, Modernleşme Sürecinde İktidar-Taşra İlişkileri: Türk Edebiyatında Taşra, Gazi Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış DT, Ankara 2009

DİZİN 1950 kuşağı 212, 217 A Abbas Sayar 169 Abdülhak Şinasi 89, 106, 111, 113, 115, 148 agon 25 Ağaç 115 Ahmed Midhat 88 Ahmet Bozkurt 25 Ahmet Cuma 22 Ahmet Çaylak 12 Ahmet Çiğdem 106, 188, 190 Ahmet Günbay Yıldız 206 Ahmet Hamdi Tanpınar 106 Alemdar Yalçın 15, 71, 79, 88 Ali Kemal 58, 59 Anadolu Mecmuası 101 Aziz Nesin 170 B Bekir Büyükarkın 123 Bekir Yıldız 169, 178 Berna Moran 14, 121, 140, 152, 167, 180, 181 Bir Tereddüdün Romanı 105 Bizim Köy 132, 153 Burhan Cahit 76, 94, 131 Büyük Doğu 130 C Cahit Beğenç, 132 Cahit Kavcar 54 Cemal Süreya 68 Cemil Meriç 192 Cengiz Tuncer 158, 228 Chateaubriand 97 Ç Çıkrıklar Durunca 128, 131, 133, 134, 136, 139, 155 Çınaraltı 101

260 D Demirtaş Ceyhun 18, 47, 57, 159 Dergâh 107, 115 Dilek Batislam 37 Dursun Akçam 169 E Ebubekir Hazım 55, 59 Edmund Burke 96 Ercüment Ekrem 88, 90 Esat Mahmut 92 Ethem İzzet 92, 94 F Faik Baysal 131, 148 Fakir Baykurt 158, 160, 161 Ferit Edgü 93, 228 Feroz Ahmad 51, 146 Füruzan 173, 174, 177, 178, 179, 180, 183, 185, 192 G Gaston Bachelard 29 geleneksel muhafazakâr 123, 189 Genç Kalemler 50, 53 H Hâkimiyet-i Milliye 133 Halide Edip 73, 75, 82, 120 Halikarnas Balıkçısı 226, 227 halkevi 66, 68, 69, 78, 151 Haydar Rüştü 52 hidayet edebiyatı 204, 206, 208 Hilmi Yavuz 36 Hilmi Ziya Ülken 101 historicite 108 I Immanuel Wallerstein 11 İ İbrahim Efendi Konağı 196, 198, 199, 202 İkinci Yeni 191, 206, 209

Doç. Dr. Ömer Solak

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

İlhan Tarus 149, 158, 176 İttihat ve Terakki 51, 53, 54, 55, 57, 58, 68, 82, 95, 196 J Jdanov 125, 133, 137 K Karabibik 47, 55, 59 Kayahan Özgül 48, 175 Keçecizade İzzet Molla 41 Kemal Bilbaşar 132, 156, 228 Kemal Karpat 32, 54, 112, 145, 177, 191, 195 Kemal Tahir 71, 154, 158, 169 Kenan Çayır 204 Kırkyedililer 177, 179, 180, 182, 184 Konur Ertop 115 köy enstitülüler 158, 228 Kuyucaklı Yusuf 128, 129, 139 kültürel milliyetçi 100, 104, 111, 115, 148, 187, 189, 190, 193, 194, 195, 198, 204, 231, 232, 233, 234 L Lütfi Kaleli 169 M Mahmut Makal 153, 160 Mahmut Tezcan 172, 179 Maksim Gorki 124 Marcel Proust 113 Markopaşa 130 Mavi Anadolu 127, 225, 226 Max Weber 12 Mehmed Celâl 48 Mehmet Can Doğan 31, 36 Mehmet Emin 56 Mehmet Hamdi 56 Mehmet Kaplan 43, 127 Memleket Hikâyeleri 59 Meral Özbek 174 Millet Mecmuası 101 Mizancı Murat 48 Muazzez Tahsin 92, 93

261

262 Murat Sertoğlu 123 Musa Çadırcı 40 Mustafa İsen 35, 36 Mustafa Kutlu 208 Mustafa Miyasoğlu 207 Mustafa Necati Sepetçioğlu 124, 196 Mükerrem Kamil 94 Münevver Ayaşlı 196 N Nabizade Nazım 47, 49, 56, 59, 151 Namık Kemal 43, 52 Necip Fazıl 204 Niyazi Berkes 50, 99 Nurdan Gürbilek 14, 146 Nurettin Topçu 101, 193 O Oğuz Özdeş 123 Orhan Kemal 167, 168, 175, 176, 178, 211 Orhan Koçak 210 Ö Ömer Ali 48, 59 Ömer Polat 169 Ömer Seyfettin 56 P Peyami Safa 102, 103, 104, 105, 149, 205 psikolojik gerçekçi 216, 217 Q Quarterly Review 97 R Raif Cilasun 205 Refik Erduran 158 Refik Halit 57, 59, 72, 79, 80, 158 Resimli Ay 133, 136 Reşat Enis Aygen 129 Rıfat Ilgaz 170 S

Doç. Dr. Ömer Solak

Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez - Taşra Çatışması

Sabahattin Ali 72, 74, 110, 127, 128, 131, 132, 140, 147, 151, 210 Sabri Ülgener 23, 33 Sadri Ertem 110, 125, 128, 131, 132, 133, 134, 136, 140 Samiha Ayverdi 109 Selçuk Baran 149, 174, 213, 217, 218 Sermet Muhtar Alus 88, 91 Sevgi Soysal, 173, 176 Seyfi Öğün 100 Sezai Karakoç 204, 206 sosyalist gerçekçi 166, 169, 170, 191, 218 Suat Aksoy 166 sultanizm 12 Sunullah Arısoy 157 Ş Şaban Sağlık 170, 211 Şerif Aktaş 113 Şerif Mardin 11 Şinasi 43, 46, 48 T Talip Apaydın 156, 158, 169 Tanıl Bora 100, 106 Tarık Buğra 194 Tarık Dursun Kakınç 158 taşra sıkıntısı 211, 214 Tercüman-ı Hakikat 133 Tevfik Fiktet 48 Tortu 213, 216, 217, 219, 222, 225 Tory 97 Türk Yurdu 115, 150 U Ulus 83, 115, 217 Ü Ülkü 66, 69, 132 Ümit Kaftancıoğlu 169 Ümran Nazif 78 V Varlık 115, 133, 134

263

264

Doç. Dr. Ömer Solak

Vurun Kahpeye 67, 75, 131 Vüsat Bener 215 Y Yaban 67, 75, 76, 77, 129, 131, 132 Yahya Kemal 30, 106, 107, 108, 115, 188, 189, 191, 196, 201, 205, 210, 226 Yakup Kadri 77, 78, 80, 82, 120, 155, 226 Yaşar Kemal 69, 149, 154, 158, 167, 168, 169 Yaşar Şenler 28 Yeşil Gece 75, 82, 83, 87, 88, 131 Yunus Koç 12 Yurt ve Dünya 130 Yusuf Atılgan 210, 211, 214 Yusuf Ziya Bahadınlı 169 Z Zati 31 Zeki Mesut Alsan 95 Ziya Gökalp 100

Lihat lebih banyak...

Comentarios

Copyright © 2017 DATOSPDF Inc.